Sanırım Terry Eagleton’dı, “Bugünün insanının bilmek diye bir sorunu yok. O, bilmesi gereken hemen her şeyi biliyor. Onun daha çok bilmeye değil, bildiği o kelimeleri yeniden Peygamberi bir edayla dizmeye ve kitleleri ikna edebilecek hâle getirmeye ihtiyacı var.” diyen.
Sanırım haklı; bilmenin bu kadar yüke dönüştüğü, anlamını yitirdiği bir çağın daha önce yaşanıldığını sanmıyorum. Zira bilgi artık açmaktan çok örtüyor, genişletmekten çok daraltıyor, göstermekten çok bulandırıyor. Kitleler adeta usulsüz ve disiplinsiz bir heyelan, bir sel hâlinde üzerlerine gelen bilgi yığınının altında kaldılar. Bu onları felç ediyor, hareketsiz kılıyor.
Eğer sıfırlar 1’in önüne geliyorlarsa ne kadar çok olurlarsa olsunlar hiçbir değere isabet etmezler. Eğer sıfırlar, 1’in ardında iseler o zaman 1’le birlikte sayıları arttıkça kıymetleri de katlanır. Kitap yanlış hatırlamıyorsam sayıları neredeyse 2 milyarı bulan Müslümanların kendilerine değer katabilecek “BİR”lerinin olmadığından şikâyet ediyordu.
Aksa Tufanı Operasyonun ardından 57 tane oldukları iddia edilen Müslüman toplumların devletlerinin dünya siyaseti üzerindeki ağırlıklarının tam da bu 1’in önündeki sıfırların hükmünde olduğunu gördük.
Jean Baudrillard, Neden Hala Her şey Yok olup Gitmedi, s:1
Acayip bir cümle, anlayabildiğimiz kadarı
nasıl anlatalım bilmiyorum.
Eğer Karanlığı bilmiyorsanız AYDINLIĞI
bilemezsiniz.
Eğer soğuğu bilmiyorsanız sıcağı da
bilemezsiniz
Eğer denizin dışını bilmiyorsanız
denizin de farkına varamazsınız
Eğer ŞERRİ bilmiyorsanız, HAYIR da size
hiç bir şey ifade etmez.
Eğer Kötülük görmemmişseniz, İYİLİKten de
nasibiniz olmaz.
Eğer küfrü bilmiyorsanız İmanı da
bilmezsiniz.
Eğer HİÇ'liğe sahip çıkamazsanız
herhangi bir şeyi kıymeti de olmaz.
Elinde bir sürü şey olduğu halde farkında olmayanın elindeki her şey alınır.
Yok olmadı, anlatamadım.
***
Tekke 25- Bu Adamları Anlamıyoruz! Başçı İbrahim Efendi
Şu, 1400 senedir keşfedilememiş ayetleri keşfetme
seanslarından birindeydi.
“Bilirsiniz” deyip önce ayeti okudu. Ardından ayetin içinde geçen kelimelerden birine ne siyakı ne de sibakı ile uyuşan acayip bir mana verdi. Hiç Arapça bilmemesine rağmen bu yöntemle keşfettiği yeni anlamı heyecanla Beyefendi’ye anlatmaya başladı.
KABALIK Devletten Bulaşıyor
Biz de kaba olan devlettir; Görgüsüzlük, nezaketsizlik hatta gösteriş devletten halka sirayet eder.
Adliyedeyiz. Ufak bir trafik kazası için ifadelerimiz alınacak. Sert adımlarla 35-40’larda biri giriyor içeri. Diğer memurların ciddileşmesinden beklenen kişi olduğu anlaşılıyor. Kendisini bekleyenlere kendini tanıtmaya ihtiyaç hissetmeden doğrudan sorgulama işine girişiyor. Hitabeti, nezaketten ve görgüden hayli uzak. Yaşıtlarına da, babası yaşındakilere de “SEN” diye hitap ediyor. Neredeyse tüm cümleleri emir kipinde: “gel, anlat, yerine dön, yeter, çık dışarı, kes, uzatma”. Biri araya girmek istiyor, -sanki aradığı fırsat buymuş gibi- sesin tonu çıkabileceği en yüksek ve hakaretamiz tona yükseliyor. “RESMEN” ciyak ciyak bağırıyor.
Komplo kelimesi Türk Dil Sözlüğünde “topluca ve gizlice yürütülen plan” olarak tanımlanıyor. Ancak konu hakkında yazılan yazılara bakınca anlamın bundan ibaret olmadığı da anlaşılıyor. Kabaca bunları kendi kelimelerimle özetlemeye çalışırsam: “Gerçek olmayan ya da hakkında yeterince delil olmayan, içinde sıradan insanların anlayamayacağı özel simgeler ve mesajlar barındırdığı iddia edilen, insanlara düşman olmuş kötüleri ve onların kötü niyetli planlarını ifşa ettiğini iddia eden ve kendi içinde sürekli değişebilen bir mantık örgüsü olan modern zaman mitleri” şeklinde tanımlandığını söylemek mümkün.
Beyefendinin âdeti böyle…
Bayram namazını Üftade Camiinin girişinin sol tarafından çok
dar bir merdivenle çıkılan yukarı mahfilde kılar. Namazın ardından eş, dost
birkaç muhibban ile o küçücük mahfilde halka çevrilip salavatlar eşliğinde bayramlaşılır.
Sonrasında Üftade Hazretlerinin kabri ziyaret edilip kısa bir zikrullah geçilerek eskiden Sa’diyye tarikinin mensuplarının devam ettiği Dondurma Tekkesinin haziresinin önündeki kaldırım taşı döşeli yoldan, diğer hamuşanla[1] (susmuşlar) birlikte Osmanlıyı kuran kadrodan pek çok isim ve onlarla birlikte Bursa’nın hafızasının da yüzlerce yıllık selvi ağaçlarının altında dinlendiği Pınarbaşı Mezarlığı istikametine doğru ağır ağır ilerlenir. Tarihi sur kapısını geçince kıble tarafında kalan mezarlığın kenarından geçen yola bitişik türbede şahidesinde Cünûnîi Ahmet Dede yazan kabrin başında durulur ve eller gökyüzüne açılır.
*Bildiğiniz kelimeleri tekrar etmeden konuya giremeyeceğim.
2005 ile 2020 yılları arasında sadece öldürülen Filistinli ÇOCUK sayısı 3 Bin 97, yaralı çocuk sayısı ise on binleri geçmişti. 2015-2020 yılları arasında 7 binden fazla çocuk gözaltına alınmış, içlerinden bazıları 10 yıldan fazla hapis cezasına çarptırılmıştı. Bu çocukların büyük çoğunluğu Kudüs’ün işgal altında olan kesimindendi. Çocukları her an yıllarca cezaevine düşme tehdidi altında olan aileler, evlerini ve topraklarını satıp bölgeyi terke zorlanıyordu. İkinci İntifada döneminde İsrail kuvvetlerince yıkılan ev sayısı 27 bin’i geçmişti.[1] Ki sadece Cenin saldırısı sırasında yıkılan ev sayısı 1000’in üzerindeydi.Ey gönül umma vefâ bu
dehr-i sitemkârı denîden,
Bir yudum suyu dirîğ eylemiştir evlâd-ı Nebi’den
(Ey Gönül, sakın bir şey umma bu zalim dünyadan
Bir yudum suyu esirgedi Peygamberin bile evlâdından)
Gece Resülullah eve gelmeyince Ebu Talip iyice endişelendi. Olabileceğini tahmin ettiği her yere adam yolladı. Ancak hepsinden olumsuz haber geldi. Gün aydınlanmaya başladığı hâlde hâlâ Muhammed (sav) ortalıkta görünmeyince tüm akrabalarına ve Muhammed’i (sav) sevenlere haber gönderdi: “Herkes silahlansın Muhammed’in (sav) intikamını alacağız.”
Kadın Kocasını Neden Evden Atar?
Konuyu biraz takip edenler 6284 no’lu kanun çevresinde ciddi bir tartışmanın olduğunu bilirler. Gerek yürürlüğe girdiği 2012 yılından itibaren var ettiği ve sayıları her gün katlanan mağdurlar, gerek bu yasanın tam uygulanması halinde kadınlara yönelik cinayet ve şiddetin biteceğini ya da en aza ineceğini iddia eden kadın derneklerinin konu üzerindeki hassasiyeti, konuyu gündemden hemen hiç düşürmüyor.
Ancak kanaatimize göre, kanunun suiistimale çok açık olduğunu iddia eden mağdurlar ile kanunun kaldırılmasını isteyenleri “kadını dövme hürriyeti isteyen magandalar” olarak gören kesim arasında körler sağırlar diyaloğu var.
Bana sorulsaydı insanı;
"unuttuğunu unutan varlık" diye tarif ederdim.
İnsan kelimesinin nereden türemiş olduğuna dair kanaatimi ise - yakınlık arkadaşlık anlamındaki- ÜNS kökü yerine -unutmak anlamındaki- NİSYAN kelimesinden yana kullanırdım. Çünkü insan unutmaması gerekeni UNUTABİLEN bir varlıktır.
“Sözüm Var, Hiçbir Kadını Bir Erkeğe Muhtaç Etmeyeceğim”
Hemen hemen her siyasinin dilinden duyulabilecek bir cümleyi duymuştuk seçimin son günlerinde Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’ndan: “Sözüm var, hiç bir kadını bir erkeğe muhtaç etmeyeceğim[1]”.Bir slogan olarak özellikle hanımefendiler adına çok sempatik duran bu kelimeyi müsaadenizle biraz irdelemek istiyorum. Zira bazı kelimelerin, zihnimize düştükleri anda giyindikleri mana ile onları var eden ortamda yüklendikleri mana aynı şeyi ihtiva etmeyebiliyor. Doğdukları iklim çerçevesinde, onları var eden faktörleri sorgulamadan direk kabul ettiğimizde, onları var eden ancak bizim ilk anda kavrayamadığımız ilişki biçimlerini, değer yargılarını da -onları talep etmiş olmasak da- bünyemize nakletmiş oluruz.
Daha iyi bir gelecek için umut var edemeyen adaletsiz toplumlarda ortaya çıkan en belirgin şey, kötülüktür.[2]
Papa Francis, Evangelii Gaudium Vaazı
Bildiğiniz meseledir: Eskiler Kur’an’ı Kerim’de[3] Kehf Suresinde geçen Zülkarneyn’in yolculuğunu, yöneticinin sorumluluklarını anlatan bir kıssa olarak görürler. Kıssada Zülkarneyn, bir yolculuğa çıkar. Yolda bazı kavimlerle karşılaşır. Karşılaştığı bir kavim için Allah Teâla(cc) ona, “ister onlara azab et, ister onlara güzellikle davran” der. Zülkarneyn, “onların şer üzerinde gidenlerine azap edeceğim, hayra gidenlerinin de yolunu kolaylaştıracağım” diye cevap verir.
Adana’ya kadar gelebildik. Geceyi birçok depremzede ile birlikte Sabancı Camiinde geçirdik. Terminale gitmek istiyoruz. Bize yardımcı olabilecek kimseyi biliyor musun?
On bir kişiler. Karı koca iki çocuk, dede ve nine, belden aşağısı tutmayan sonradan özürlü abi, karısı, çocukları ve iki komşu. Geceyi geçirdikleri Sabancı Camii’nde hayırseverlerin ikramları ile karınlarını doyurmuşlar. Lakin bir taraftan birileri onlara yardım etmek için çırpınırken birileri de depremzedelerin telefonlarını ve cüzdanlarını çalıyormuş.
Aklıma Anamur’da deprem bölgesine giden minibüslerin önünü kesip “Yolunuz uzun. Yedirip içirmeden salmam” diye ikram etmek için çırpınan köylüler, kendisine uzatılan parayı almayıp “Bana ekmek, biraz da su” verin diyen amca; kucağında tuttuğu 2 yaşındaki kızına çorap isteyen ve kendisine verilen 10’lu çorap paketinden 2 tanesini alıp gerisini iade eden delikanlıya karşılık; tek katlı evleri ayakta olduğu halde yardım arabalarının önünü kesip içinde ne varsa yağmalamaya çalışan lüks arabalı köylüler geliyor.
Küçük Güzeldir ve Yeni Dünya Düzeni-1
Tüketim Çılgınlığı
En açık gerçekler, en kolay unutulanlardır.
R.H. Tawney
Amerikan Beyaz Taçlı Serçeleri göç mevsiminde
Alaska’dan Meksika Körfezine sadece 7 günde uçarlar ve bu yolculuk boyunca hiç
uyumazlar. Bu durumu fark eden Amerika Savunma Bakanlığı başta Wisconsin’in
Madison kentinde olmak üzere birkaç üniversite ve araştırma enstitüsünü
Pentagon’un finansmanı ile “Bu kuşlardan elde edilecek bilgilerin insanlara
nasıl uygulanabileceğini” araştırmaya yönlendirdi.
Ancak serçelerle ilgilenen sadece Amerikan Ordusu değildi; uykusuz Beyaz Taçlı Serçeler sermaye sahibi kapitalistlerin de dikkatini çekmişti.
150 Yıldır Sonu Gelmedi:
Yeniden Takrir-i Sükun. (Dezenformasyon Yasası)Asıl konuya girmeden çok da eski olmayan bir hatırayı hatırlatalım.
CHP’li vekil “iyi de” dedi: “Bizim seçmen için sorun yok.
Ya siz bu Sözleşmeyi kendi seçmeninize nasıl anlatacaksınız?”
Muhtemeldir ki, CHP’li vekilin neyi ima ettiğini anlamamıştı birçok Ak Partili
vekil.
Birinci Grup: “Devleti Sevenler“.
İkinci Grup: “Devleti Sevdiğini İspat Etmesi Gerekenler” yani Şüpheliler.
Tezgâhtar, hani şu “Anasının Gözü” denilen tiplerdendi. Tecrübe kazansın diye mağazaya girdikten sonra kendi başına bıraktığım çocuğu avucunun içine alması için birkaç kelimesi yetti. Uzun süredir satamayıp elinde kalmış olduğunu anlamanın büyük bir yetenek gerektirmediği bir ürünü, benzerlerinin 2 katı fiyata bizimkine sessizce pazarlamasını takdir ve hayranlıkla ama sessizce seyrettim. Para ödeme faslına geldiği anda araya girdim ve “Biz bir başka şeye daha bakmak istiyoruz” dedim.
BBC boşanmalarda kadın boşanmalarının erkek boşanmalarına oranla çok daha
fazla olmasına dikkat çekerek bir haber yapmış. Habere göre ABD'de
50 eyaletin tamamında herhangi bir neden göstermeden "canım ayrılmak
istiyor" diyerek ayrılmak mümkün. Boşanmalardaki bu serbestiyet ve
kolaylık kadın boşanmalarını %70'lerin üzerine çıkarmış ancak Üniversite
eğitimi almış kadınlarda oran daha da yükselerek %90'ı buluyormuş. Hiçbir sebep
göstermeden ayrılmanın yasal hale geldiği İngiltere ve İskoçya’daki
boşanmaların da %62’sini kadınlar talep etmiş. Eğer bu rakamlardan tarafların
beraberce karar verdiği anlaşmalı boşanmaları da çıkarırsak tek taraflı erkek
boşanma rakamları neredeyse YOK hükmüne düşüyor.
Merve Çakır Gök isimli bir hanım efendi, 19 Mayıs törenlerinde folklor gösterisi yapacak 9 yaşındaki kızına giydirilecek kıyafeti sosyal medyadan, "fahişe kıyafetine benzer bir kıyafet" diye tanımlayıp, protesto etmiş ve çocuğuna bu kıyafeti giydirmeyeceğini duyurmuş.[1]
Bunun üzerine 100'lerce kız, erkek, örtülü, örtüsüz MEDYA EĞİTİLMİŞİNİN hakaretine uğramış. Müsaadenizle birkaç maddede derdimizi anlatmaya çalışalım:
Uzun zamandır toplumda
moda: Karı koca birbirlerine “Hayaatıım” diye sesleniyor.
Hâlbuki Cumhuriyet döneminde Arapça “hayat” kelimesi günlük dilden düşsün diye yerine
“yaşam” kelimesi yerleştirilmeye çalışılmıştı. Birçok yerde “yaşam” kelimesi
“hayat” kelimesinin yerini almayı başardı ama iş “hayatım” kelimesinin yerini
almaya gelince boşluğu dolduramadı.
Kulaklarımız, “Yaşamım” kelimesini garipsiyor, “Yok, olmadı!” diyor. Bunda bir
acılık var, yerini bulmadı, “Hayatım” kelimesinin ardına takılıp gelen o hissiyatı
vermiyor/veremiyor, diyor.
Hadi biraz Asım Gültekin’cilik oynayalım:
- Abdülvehap El Messiri İslam Dünyasının içinden olup hem içinden geldiği coğrafyayı hem Batıyı iyi bilen ve dünyayı çok yakından takip edebilen, kimliğini kaybetmemiş ciddi kalemlerimizden biriydi.Türkiye kamuoyunun ne yazık ki yeterince tanımadığı bu isme, hacmi küçük ancak çok ciddi kelimelere sahip bu eseri ile dikkat çekmek istiyoruz.
Özet, kitaptan sanal ortama alıntıladığımız kısa pasajlar ve bizim onlara getirdiğimiz bazı yorumları ihtiva ediyor.
(Hatırlatalım! Hiç bir özet kitabın yerini tutmaz)
Bismillah
***
Bize göre sekülerizm, Batı ve Arap medyasında sürekli dile getirildiği gibi din ve devletin birbirinden ayrılması değildir. Sekülerizm daha çok epistemolojik (bilgi ve bilime dayalı düşünce) ve etik'ten MUTLAK değerlerin silinmesinden ibarettir. Öyle ki, bütün dünya, -hem insanlık hem de doğa- sömürülecek ve boyun eğdirilecek bir nesneye dönüştürülür.
Abdulvehap. Messiri, Kalemin Dansı, Göstergenin Oyunu, s:11 - Sekülerizm (laiklik) BAtının, sömürü ve hegemonyasının önünde engel olan DİNİ, AHLAKİ ve TECRÜBi Bilginin ortadan kaldırılarak her şeyi sömürülebilir KILMA ideolojisidir, diyor sanırım.
Kapitalizm düz anlamı ile dindir. Ne mütarekeyi ne de
selameti tanımadığı için yeryüzünün en vahşi, en acımasız en akıl dışı dinidir.
Walter Benjamin
1970’li yıllarda Amerika Birleşik Devletlerindeki tüm birikimlerin ortalama %33’lük kısmı zenginlik sıralamasında en tepedeki %1’lik ‘süper zengin’ kesime aitti. %9’luk ‘zengin’ kesim ise ABD’deki tüm birikimlerin %27’sini elinde tutuyordu. Geri kalan %90’lık kesim ise kabaca ABD’deki birikimlerin yüzde 40’ını bölüşüyordu.
“Tamam” diyor “Sözleşmede eşcinsel atıflar vardı ama bu ülkede kadınlar öldürülmeye devam ediyor. Sadece eleştirmekle olmaz, çözüm için bir şey söyleyen yok.”
Kimsenin ölmeye vakti yok
Toplu ölümler çağında
Hep beraber kokacak ruhu insanın
Mahmut Yavuz
Yaşı 70’i aşmış olan Kadiri Şeyhi Safiyüddin Erhan Bey’e pandemi meselesi gündeme geldiğinde çevresindekiler soruyor: “Efendim, tedbir alacak mısınız?”, “Aldık ya!” diyor. “Efendim, ne tedbir aldık?” diye soruyorlar; “Biz” diyor, “Hz Resulün hayatına ve Sünnete bakarak tedbir alırız. O bize, günde 5 sefer temizlenmeyi (abdesti), haftada en az 1 sefer guslü, evlere ayakkabı ile girmemeyi, hayvanı ve necaseti eve sokmamayı ve haram lokmayı evlerden uzak tutmayı tavsiye etmiştir. Biz de elimizden geldiğince bunlara riayet eder, sonrası için tevekkül eder, teslim oluruz” der.
Eğer müsaade ederseniz bu konuda bir kaç kelime etmek istiyorum. Derdim bir fikri size kabul ettirmek değil. Bu nedenle “Kandiller var idi, yok idi” diye ayetler ve hadisler getirerek herhangi bir iddiayı ispatlamaya çalışmayı düşünmüyorum. Sadece bu konunun çok daha farklı perspektifleri ve boyutları olabileceğine işaret etmek istiyorum.
1- İmam Gazali Asr Suresinin ilk ayeti olan "Asra (zamana) and olsun ki; İnsanların çoğu hüsrandadırlar" ayetini "İnsanların çoğu vakitlerini-zamanlarını “hüsrana” giden yollarda harcarlar. Hayra tebdil edemez, onun peşinde koşamazlar" diye te'vil ediyor[1].
Byung Chul Han ağır
ağır duvarını ören bir duvar ustası gibi her kitabı ile Modern dünyaya dair eleştirilerine
bir tuğla daha ilave ederek duvarını örmeye devam ediyor. Psikopolitikada toplumların
artık Foucault’un iddia ettiği gibi biyopolitika ile yönetilmediklerini –buna ihtiyaç
kalmadığını-, gelişen teknoloji ile 360 derecelik bir açı kazanan banoptikonlar
üzerinden toplumların içten gelen şiddet (nefs, heva, iç güdü, korku,
bilinçaltı vs) harekete geçirilerek, dışardan şiddet uygulamaya ihtiyaç
kalmadan yönetildiklerini iddia ediyor. Ona göre, toplumların psikolojilerini
yönlendiren bu psiko-politikalar ile modern birey artık tüm değerini
yitirmiştir.
Kitap Metis Yayınlarında çıkmış ve 89 sayfa. Muhteşem bir tercümesi yoksa da okunamayacak
durumda da değil.
Lütfen unutmayın! Hiçbir özet, kitabın yerini tutmaz.
Ağır Emanet
Biz insanı kurutulmuş
çamurdan yarattık.
Hicr 26
Sahabe, mü'minlerin göz nuru Hz Resul’e ““Ya Resulüllah, hepimizi seversin,
hepimize yanında mevki verirsin lakin Ali bir başka. Nereden gelir Ali’nin
kıymeti?” diye sorar: Hz Peygamber, “Size kötülük edene
iyilik edebilir misiniz?” der. “Evet, ya Resulüllah, ederiz!”
derler. “O size bir daha kötülük derse?” Bazı gözler ve kafalar öne
düşer. Ancak, “Yine iyilik ederiz diyenler” de vardır. Resulüllah, “Ya
o, yine kötülük ederse?” der; öne düşmemiş baş kalmaz.
Robins, bu eserinde “insanın ayaklarını yerden kesen ve mutlak bir iktidar duygusu yaratan” imaj teknolojileri üzerine kurulu dünyayı sorguluyor. Ona göre, her şeyden önce ortada “yeni “olan bir şey yoktur. Olan her şey bir önceki ve daha önceki dönemlerden gelen zevklerin, hayallerin, ümitlerin yeniden ambalajlanarak, yeni imajlarla parlatılarak toplumların ayartılmasından” ibarettir.
İYİnin düşmanı KÖTÜ değildir, İyinin düşmanı DAHA İYİdir. DAHA İYİ’nin düşmanı ise MÜKEMMELdir.
1- Yapay zekâ ve otomatizasyon sistemlerinin yaygınlaşmasına direnen Ulus Devletlerin direnci tamamen kırılmış gibi duruyor. Kanaatimizce bu süreç gittikçe yükselen bir ivme ile devam edecek. Bize göre bunun anlamı çok büyük kitlelerin işsizliğe ve sefalet çizgisinin altına savrulacağıdır. Özellikle büyük şehirlerin, çok da uzun olmayan bir süreç sonunda adeta mülteci kamplarına dönüşeceğini düşünüyoruz.
“Seküler sosyal ilaçlardaki sıkıntı, uygulandıkça hastayı daha da hasta etmesidir. Batı'da bugün bunu ifade etmek, yani yeni aristokrasilerin bize parlak ve özgürleştirici bir ütopya getirmek şöyle dursun sosyal hastalıklarımızı daha da kötüleştirdiğini söylemek, küfür kabul edilmektedir[2].
İstanbul Sözleşmesine İtiraz Edenlere, İtiraz Edenlere, İtiraz -1
Sayın Zeki Bayraktar, Ali Aktaş beyefendinin sosyal paylaşımlarından aldığını iddia ettiği kelimelerle İstanbul Sözleşmesine gelen eleştirilere itiraz etmiş: Ali Bey'in Sözleşmeyi tam 3 kez okuduğunu, Sözleşmenin eşcinselliğe sadece 2 yerde atıf yaptığını, 6284 no'lu kanun iptal edilmediği sürece Sözleşmeye itiraz etmenin boş iş olduğunu, 6284 no'lu kanunun ise son derece yerinde olduğunu, toplumun içindeki yozlaşmanın Sözleşmeden bağımsız olduğunu, bu nedenle Sözleşmeyi kaldırmanın bir işe yaramayacağını, Saadet Partisinin İstanbul Sözleşmesine menfi yönde taraf olarak oyuna getirildiğini, bu işleri eleştirenlerin FONlar aldığını, sözleşmeye itirazların bir "propaganda merkezi" tarafından yönlendirildiğini söylemiş ya da ima etmiş.Modernite, Postmodernite, Posthümanizm gibi konularda da yetkin bir isim olan Abdulhakim Murad'ın Müslümanların meselelerine hem içeriden hem de dışarıdan bakabilecek bir yeteneğinin olması, 20 sene önce derlenmiş bu eserin kalitesini -ne yazık ki- şu an Türkiye'deki tartışma kalitesinin ilerisine taşıyabiliyor.
Çok büyük bir yenilginin getirdiği hesaplaşmanın Müslümanları köşeye sıkıştırdığı, artık, "İslam, gelecek yüzyılı göremeyecek" iddialarının kolayca seslendirildiği vakitlerde İngiliz olan Abdulhakim Murad'ın yenilmişlik psikolojisi altında ezik bir ruh haline sahip olmaması, kendine güveni ve bilgi ile beslenmiş, sükunetli tarzı oldukça kıymetli. Son sözü kendisinden alıntılayalım "Eğer iddialarımıza inanmak için kendimize yeterli güvenimiz varsa, iyimser olmak için de yeterince nedenimiz var demektir."
Makaleleri özetleme lütfunu bize bağışlayan Kamil Güller'e teşekkür ediyorum.
“Modern Family, Ailesiz Toplum” makalesini kaleme alırken Yapay Zeka ve otomatizasyon süreçleri ile bir Süper Diktatörlüğe doğru evrileceğimizi, çok kapsamlı insani kısıtlamaların, gözetimlerin, takiplerin, kitlesel işsizliklerin, sefaletlerin gelmekte olduğunu öngörmüştük. Ama hep aklımızda “Egemenler, kitleleri buna nasıl razı edecekler, bu geçişte kitlelerin ayaklanmasını, dünyanın alt üst olmasını nasıl engelleyecekler?” sorusu vardı.
Zygmunt Bauman üstadın kıymetli eserini Kamil Güller özetlemiş. tavsiye ederim.
“Hayatlarını sürdürme çabasında olanların başlarına gelebilecek en kötü şey normların olmaması, ya da anomidir? Normlar engelleyici oldukları kadar mümkün kılıcıdırlar; anomi, en saf ve basit haliyle engelleyici bir duruma işaret eder. Normatif kurallar ordusu hayat dediğimiz savaş alanını terk etti mi, geriye sadece şüphe ve korku kalır.”[1]