Daha iyi bir gelecek için umut var edemeyen adaletsiz toplumlarda ortaya çıkan en belirgin şey, kötülüktür.[2]
Papa Francis, Evangelii Gaudium Vaazı
Bildiğiniz meseledir: Eskiler Kur’an’ı Kerim’de[3] Kehf Suresinde geçen Zülkarneyn’in yolculuğunu, yöneticinin sorumluluklarını anlatan bir kıssa olarak görürler. Kıssada Zülkarneyn, bir yolculuğa çıkar. Yolda bazı kavimlerle karşılaşır. Karşılaştığı bir kavim için Allah Teâla(cc) ona, “ister onlara azab et, ister onlara güzellikle davran” der. Zülkarneyn, “onların şer üzerinde gidenlerine azap edeceğim, hayra gidenlerinin de yolunu kolaylaştıracağım” diye cevap verir.
Adını çok bilinen bir rivayetten biliyoruz:
Kosova Savaşında ağır
bir yenilgi alan Haçlı Birliği yedi sene sonra, intikam için yeniden yola
çıkar. Osmanlıyı Balkanlardan atıp bu beladan tamamen kurtulma niyetindeki, Avrupa’nın
tüm devletlerinden teşkil edilmiş ordunun başında Macar Kralı Sigsmund vardır. Meydana
getirilen 120 bin neferlik ordu, bugün Bulgaristan’la Romanya arasında sınır
olan Tuna Nehrinin Bulgaristan kıyısında kurulmuş Plevne şehrine yakın bir kalenin
önüne kadar gelir. Niğbolu Kalesi denen kalenin beyi Doğan Beydir ve yanında serden
geçmiş 6000 civarında yeniçeri ve akıncı vardır.
Kuşatma sürerken bir
atlı Haçlı ordusunun saflarını “yıldırım” gibi yarar. At kalenin önünde durduğunda
binicisi kaleye doğru seslenir; “Bire Doğaaan! Bire Doğaaan”. Gelen Osmanlının
“Yıldırım” lakaplı sultanı 1. Bayezid’dir.
Devasa Haçlı ordusunu 1 haftadan fazla oyalayarak, hem Osmanlıya ordu toplama
fırsatı veren hem bu devasa ordunun geçtiği yerlerde yaptığı talandan köyleri,
kasabaları kurtaran komutan, seferlerde aldığı birçok yaradan dolayı adı
“Yaralı Doğan’a” çıkmış namlı bir akıncı beyidir. 1. Murat’la Kosova Savaşında
bulunmuş ve kendini orada göstermiştir.
Doğan Bey yaşını alınca
Bursa’ya yerleşir ve orada vefat eder (H:796-M:1336). Adına yaptırılan cami ve
kabristan harap olup sit durumundan çıktıkları gerekçesi ile 1995 yılında
kamulaştırılıp gayb edilmiş olsa da bir binanın bahçesine sığınmış kabri ve
bölgeye verdiği “Doğan Bey” ismi yağmadan kurtulmuştur.
Doğanbey Mahallesine komşuluk eden mahalle I. Beyazıt döneminde birçok vakfın kuruculuğunu ve yöneticiliğini yapan Pir Mehmet Beyin oğlu Sinan Beyin ismini taşır. Sinan Bey, İstanbul Saraçhanede yaptırdığı gibi Bursa’da da bir cami yaptırmış, dünya serüvenini bitirip ebedi yurduna bu caminin avlusunda çekilmiş, mahalle de Sinan Beyin lakabına binaen Kiremitçi Sinan Bey Mahallesi diye anılır olmuştur. Geniş kubbeli olarak inşa edilmiş cami 1955’te hala hizmet veren bir cami iken sonraki yıllarda Vakıflar idaresi eli ile yıkılıp arazisi satılmıştır. Bu günlerde modern bir üslupla yapılıp aynı isimle anılan yeni camide, caminin aslına dair hiç iz kalmamıştır.
Doğan Bey ve Kiremitçi Sinan mahallelerinin yanı başlarındaki komşuları ise Sultan Çelebi Mehmet’in sütannesi Daye Hatun’un ismini taşır. Daye Hatun’un mahallede yaptırdığı bir camiye atfen Bursa şivesi ile Taya Kadın diye anılıyor bu semt.
Ulu Caminin kuzeyinde yer alan bölge, hemen yanı başlarındaki Kırcaali
Mahallesinin isminden de anlaşılabileceği gibi daha çok Balkan muhacirlerini
ağırlıyordu. Bu mahal, her nasıl olmuşsa Bursa’nın her tarafına kangren gibi
yayılan kat kat betonlaşmaya karşı kendini koruyabilmişti. Ancak bir at
arabasının geçebileceği ölçüde ayarlanmış dar sokakları, farklı renklerde kireçle
boyanmış, tek kat ya da en fazla iki katlı, omuz omuza dizilmiş -küçük de olsa-
bahçeli, kerpiç ya da ahşap kagir evleri, hemen hepsinin önünde türlü türlü ve
rengarenk çiçekler bulunan pencereleri, açık kapıların önünde oturup yarenlik
eden kadınlar ve çevrelerinde oynayan çocukları ile bu eskimeyen mahalleler
Bursa’nın kimliğini veren bir çok hatırayı, ince zevki ve onları var eden
düşünce biçimlerini bugünün nesillerine taşıyabilmişti.
Sonra Bursa Büyükşehir Belediyesi bölgeyi fark etti: 1999 depremi öncesinde, zayıf bir talimatname ile üstelik fay hattı üzerinde inşa edilmiş, yığınla çok katlı binaya sahiplik eden nice semt dururken; nüfusu az, merkeze yakın, rantı çok yüksek eskilerin yadigârı bu mahallelere kentsel dönüşüm getirmeye karar verdi.
Böylece, evvelinde betonarme müteahhitlerinin tenhalarda teker teker
yıkıp katlettikleri geçmişten kalan hatıralara, herkesin gözü önünde üstelik -kendi
tabirleri ile- “tarihi şehrin kalbinde” toplu katliam yapıldı. Öyle ki, Mevlana’nın
dostlarından olduğu rivayet edilen, Horasandan geldiği düşünülen Hacı Menteş Dedenin
2 metre karelik mezarına bile merhamet edilmedi. Türbe ile birlikte çoktan
yıkılmış camisinin son kalıntıları da dozerlerin paletleri altında kaldı.
Becerenler becerdi ve iş kotarıldı. Bölgede, hem deprem bölgesi hem sit
alanı olması nedeniyle 3 katın üzerine bina yapılması yasak olmasına rağmen
proje, mahalle sakinlerine önce 8, sonra 13 kat diye duyuruldu. Bittiğinde ise 24
adet 23 katlı dev blok Ulucami ve tarihi hanlar bölgesinin tepesine dikilmişti.
Böylece bu şehre, bu vatana, bu millete canları, kanları ve mülkleri
ile hizmet edip, kıymet katmış, tarihini, aklını inşa etmiş, zevkini vermiş insanların
hatıraları ve eserleri, binlerce yıla dayanan kültürle birlikte maddeden başa
bir şeyde kıymet göremeyen rant lobisinin cür’etkarlığı ile yok edilmiş oldu.
Dönemin başbakanı Binali Yıldırım, “"Bursa,
İstanbul, Edirne gibi illerimizde medeniyetimiz, imar rantına her geçen gün
yenik düşmekten kurtulamıyor”[1] diyerek meseleyi “rant
ekonomisinin toplumun tarihine açmış olduğu bir savaş” olarak nitelendiriyordu.
Bir taraftan binaların çirkinlikleri, bir taraftan Bursa şehir kültürüne verdiği zarar, bir taraftan Bursa’nın bereketli ve bol alüvyonlu toprağının bu beton yığınlarını büyük bir deprem sırasında taşıyıp taşımayacağı tartışmaları politikacıları rahatsız edecek boyutlara erişince yeni Belediye Başkanı Alinur Aktaş Bey, “ucube” diye tanımladığı yapılar için pek fazla kimsenin gerçekleşebileceğine ihtimal vermediği bir vaatte bulundu:
“O konutları yıkacağım.”
Ama dikilen ucubeleri yıkmaya kalkınca, karşımıza başka sorunlar
dikilmeyecek mi? Mesela, o dairelerin satıldığı 3200 hanedeki yaklaşık 10 bin
insanın düzenlerini darmadağın etmeyecek miyiz? Nereye gidecekler? Ya ödedikleri
paranın akıbeti ne olacak?
Aşı Bıçağı
Tuz Pazarından Kapalı
Çarşı’ya doğru ağır ağır ilerliyorum. Sağlı sollu pazarcıların tezgâhlarına özenle
dizdikleri elmalar, portakallar, mandalinalar, ayvalar, domatesler, yeşillikler
insanın hem göz zevkini hem ruhunu okşuyor. Pazarcıların tonu yüksek
çığırışlarına ve rahatça adım atmaya müsaade etmeyen kalabalığa rağmen, hissedilen,
hiçbir AVM’nin veremeyeceği uhrevi hava, sanırım bu sokakları yüzlerce yıldır
arşınlamış nice hikmet sahibi arifandan kalan, ancak zahiren fark edilemeyen
kokuların, çevrede hala dolanmakta olan nazarlarının delili, diye düşünüyorum.
Vakit gelene kadar oyalanmak
üzere girdiğim pazardan Tekke istikametine gitmek için Peynirciler Çarşısının
önünde biriken kalabalığı aşıp Yiğitcedit Camiine doğru Cumhuriyet Caddesine
sapıyorum. Caddeyi geçip Şehreküstü’ne doğru kıvrılmak üzereyken seyyar bir tezgâhın
üzerinde tanıdık bir dosta rastlıyorum: Aşı bıçağı.
Az sonra 260 yıllık tekkenin ahşap kapısından içeriye süzülüp bahçe kısmına
geldiğimde aşılanmış dut fidanlarını görünce bu hoş tesadüften keyf alıyorum. Henüz
cebimde kendine bir yer edinmiş olan aşı bıçağını çıkarıp yanımdaki dosta
tarife başlıyorum. Bizi görüp öteden beri tarım işlerine meraklı olan beyefendi
yanımıza sokuluyor: “Limonu nasıl aşılıyorsunuz?” diye soruyor. Kendimi ispat
etme fırsatı bulmanın keyfi ile anlatmaya başlıyorum. Dinleyicinin kıymeti, dikkati
ve ilgisi şevkimi artırıyor.
Araya bir de küçük eleştiri sıkıştırıyorum. Tutsunlar diye toprağa saplanmış çelikleri gösterip; “üst uçlarına macun sürerseniz daha iyi olur” deyip nasıl macunlanacağını anlatmaya girişiyorum.
Az sonra Tekkenin yan tarafındaki bahçeye geçince tam da benim anlattığım usulle üst uçları macunlanmış fideler karşıma çıkıyor.- Efendim, bana anlattırdınız ama siz zaten biliyormuşsunuz.
- “Biliyorum” demeden bileni dinlemek lazım. İş bilen insanlardan öğrenilecek bir şeyler mutlaka vardır. İş bilen insanları dinlemeyi becerebilirsek büyük hatalardan ve özür dilemekle telafi edemeyeceğimiz zararlardan kurtuluruz, diyor.
- İşi, dinlemesini
bilenlere vermeli, diyorsunuz.
- Tam öyle değil! İşi,
faziletli insanlara emanet etmeli. Fazileti varsa işi bileni de dinler zaten.
Eğer iş, becerip kotarana ya da cür’et
edip yapana emanet edilirse ve onun fazileti yoksa, menfaatleri olan hususta her kötülüğü yapar. Becerip kotarırken toplumu, toplum eden erdemleri, toplumu bir
arada tutan değerleri dağıtır. Hak, adalet ve güven duygusunu tahrip
ederek, halkı meyus (geleceğe dair ümitsiz) kılar.
Kısa vadede iş çözer ama
uzun vadede ekini ve nesli mahveder.
Erdemliyi bulmalı, erdemliyi. Cür’et edip kotaranı değil.
Derleyen: Ahmet Hakan Çakıcı
Şaban 1444
[1] https://www.bursabakis.com/tokiyi-kim-yapti-iste-belge-211482h.htm
Adana’ya kadar gelebildik. Geceyi birçok depremzede ile birlikte Sabancı Camiinde geçirdik. Terminale gitmek istiyoruz. Bize yardımcı olabilecek kimseyi biliyor musun?
On bir kişiler. Karı koca iki çocuk, dede ve nine, belden aşağısı tutmayan sonradan özürlü abi, karısı, çocukları ve iki komşu. Geceyi geçirdikleri Sabancı Camii’nde hayırseverlerin ikramları ile karınlarını doyurmuşlar. Lakin bir taraftan birileri onlara yardım etmek için çırpınırken birileri de depremzedelerin telefonlarını ve cüzdanlarını çalıyormuş.
Aklıma Anamur’da deprem bölgesine giden minibüslerin önünü kesip “Yolunuz uzun. Yedirip içirmeden salmam” diye ikram etmek için çırpınan köylüler, kendisine uzatılan parayı almayıp “Bana ekmek, biraz da su” verin diyen amca; kucağında tuttuğu 2 yaşındaki kızına çorap isteyen ve kendisine verilen 10’lu çorap paketinden 2 tanesini alıp gerisini iade eden delikanlıya karşılık; tek katlı evleri ayakta olduğu halde yardım arabalarının önünü kesip içinde ne varsa yağmalamaya çalışan lüks arabalı köylüler geliyor.
İsmail Hakkı Bursevi – Şeyhi Olmayanın Şeyhi
-
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır”, diyorsunuz ama…
-
Haşa, iftiradır. Biz öyle bişi demiyoruz”, diye cevap verdi, yaşı ellileri aşmış olmasına rağmen saçı yeni yeni
beyazlamaya başlamış, doğu şivesi ile konuşan beyefendi.
-
“Demiyor musunuz?” diyerek, istihza ile araya girdim. Bendeki
gayrı ciddi tonu fark etmemezlikten gelerek, özendiği ciddiyetini
muhafaza etmeye çalıştı;
-
“Biz Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” deriz, diye itirazımı karşıladı, gülümseyerek.
- Ha, Kel Hasan! Ha, Hasan kel!.. Ne farkı var da itiraz ettiniz? Diyerek alttan alta istihzaya devam ettim.
Küçük Güzeldir ve Yeni Dünya Düzeni-1
Tüketim Çılgınlığı
En açık gerçekler, en kolay unutulanlardır.
R.H. Tawney
Amerikan Beyaz Taçlı Serçeleri göç mevsiminde
Alaska’dan Meksika Körfezine sadece 7 günde uçarlar ve bu yolculuk boyunca hiç
uyumazlar. Bu durumu fark eden Amerika Savunma Bakanlığı başta Wisconsin’in
Madison kentinde olmak üzere birkaç üniversite ve araştırma enstitüsünü
Pentagon’un finansmanı ile “Bu kuşlardan elde edilecek bilgilerin insanlara
nasıl uygulanabileceğini” araştırmaya yönlendirdi.
Ancak serçelerle ilgilenen sadece Amerikan Ordusu değildi; uykusuz Beyaz Taçlı Serçeler sermaye sahibi kapitalistlerin de dikkatini çekmişti.
150 Yıldır Sonu Gelmedi:
Yeniden Takrir-i Sükun. (Dezenformasyon Yasası)Asıl konuya girmeden çok da eski olmayan bir hatırayı hatırlatalım.
CHP’li vekil “iyi de” dedi: “Bizim seçmen için sorun yok.
Ya siz bu Sözleşmeyi kendi seçmeninize nasıl anlatacaksınız?”
Muhtemeldir ki, CHP’li vekilin neyi ima ettiğini anlamamıştı birçok Ak Partili
vekil.
![]() |
Behçet Kemal Çağlar, Anna
Masala, Çetin Altan |
Anna Masala,
İtalyan-İspanyol karışımı bir ailenin çocuğu olarak İtalya’da dünyaya gelmiş. Hanımefendi, dünyaca ünlü şarkiyatçı Ettore
Rossı’nin son öğrencisi olarak ismini duyurmuş, Roma Üniversitesinde Türkoloji
dalında öğretim görevlisi iken 1980 yılında “Ordinaryüs Profesör” unvanını
almış.
“Ben, Manevi olarak
Türküm” diyen Anna Masala’nın ismini ilk kez, Bursa’da verdiği konferansa
katılmış bir arkadaşın anlattığı hatırası ile duydum. Dinlediğimde çok hoşuma
giden bu hatıra aklımda kaldığı kadarı ile şöyle idi:[1]
Anna Masala, bir tercüman ile Nurettin Cerrahi Tekkesinin postnişini Muzaffer Özak Efendinin yanına gidiyor ve sebeb-i ziyaretini “müridanı arasına katılma isteği” olarak ifade ediyor. Muzaffer Efendi:
Birinci Grup: “Devleti Sevenler“.
İkinci Grup: “Devleti Sevdiğini İspat Etmesi Gerekenler” yani Şüpheliler.
Tezgâhtar, hani şu “Anasının Gözü” denilen tiplerdendi. Tecrübe kazansın diye
mağazaya girdikten sonra kendi başına bıraktığım çocuğu avucunun içine alması
için birkaç kelimesi yetti. Uzun süredir satamayıp elinde kalmış olduğunu anlamanın
büyük bir yetenek gerektirmediği bir ürünü, benzerlerinin 2 katı fiyata
bizimkine sessizce pazarlamasını takdir ve hayranlıkla ama sessizce seyrettim.
Para ödeme faslına geldiği anda araya girdim ve “Biz bir başka şeye daha bakmak
istiyoruz” dedim.
BBC boşanmalarda kadın boşanmalarının erkek boşanmalarına oranla çok daha
fazla olmasına dikkat çekerek bir haber yapmış. Habere göre ABD'de
50 eyaletin tamamında herhangi bir neden göstermeden "canım ayrılmak
istiyor" diyerek ayrılmak mümkün. Boşanmalardaki bu serbestiyet ve
kolaylık kadın boşanmalarını %70'lerin üzerine çıkarmış ancak Üniversite
eğitimi almış kadınlarda oran daha da yükselerek %90'ı buluyormuş. Hiçbir sebep
göstermeden ayrılmanın yasal hale geldiği İngiltere ve İskoçya’daki
boşanmaların da %62’sini kadınlar talep etmiş. Eğer bu rakamlardan tarafların
beraberce karar verdiği anlaşmalı boşanmaları da çıkarırsak tek taraflı erkek
boşanma rakamları neredeyse YOK hükmüne düşüyor.
Merve Çakır Gök isimli bir hanım efendi, 19 Mayıs törenlerinde folklor gösterisi yapacak 9 yaşındaki kızına giydirilecek kıyafeti sosyal medyadan, "fahişe kıyafetine benzer bir kıyafet" diye tanımlayıp, protesto etmiş ve çocuğuna bu kıyafeti giydirmeyeceğini duyurmuş.[1]
Bunun üzerine
100'lerce kız, erkek, örtülü, örtüsüz MEDYA EĞİTİLMİŞİNİN hakaretine uğramış. Müsaadenizle birkaç maddede derdimizi anlatmaya çalışalım:
Uzun zamandır toplumda
moda: Karı koca birbirlerine “Hayaatıım” diye sesleniyor.
Hâlbuki Cumhuriyet döneminde Arapça “hayat” kelimesi günlük dilden düşsün diye yerine
“yaşam” kelimesi yerleştirilmeye çalışılmıştı. Birçok yerde “yaşam” kelimesi
“hayat” kelimesinin yerini almayı başardı ama iş “hayatım” kelimesinin yerini
almaya gelince boşluğu dolduramadı.
Kulaklarımız, “Yaşamım” kelimesini garipsiyor, “Yok, olmadı!” diyor. Bunda bir
acılık var, yerini bulmadı, “Hayatım” kelimesinin ardına takılıp gelen o hissiyatı
vermiyor/veremiyor, diyor.
Hadi biraz Asım Gültekin’cilik oynayalım:
Abdülvehap El Messiri İslam Dünyasının içinden olup hem içinden geldiği coğrafyayı hem Batıyı iyi bilen ve dünyayı çok yakından takip edebilen, kimliğini kaybetmemiş ciddi kalemlerimizden biriydi.
Türkiye kamuoyunun ne yazık ki yeterince tanımadığı bu isme, hacmi küçük ancak çok ciddi kelimelere sahip bu eseri ile dikkat çekmek istiyoruz.
Özet, kitaptan sanal ortama alıntıladığımız kısa pasajlar ve bizim onlara getirdiğimiz bazı yorumları ihtiva ediyor.
(Hatırlatalım! Hiç bir özet kitabın yerini tutmaz)
Bismillah
***
Bize göre sekülerizm, Batı ve Arap medyasında sürekli dile getirildiği gibi din ve devletin birbirinden ayrılması değildir. Sekülerizm daha çok epistemolojik (bilgi ve bilime dayalı düşünce) ve etik'ten MUTLAK değerlerin silinmesinden ibarettir. Öyle ki, bütün dünya, -hem insanlık hem de doğa- sömürülecek ve boyun eğdirilecek bir nesneye dönüştürülür.
Abdulvehap. Messiri, Kalemin Dansı, Göstergenin Oyunu, s:11- Sekülerizm (laiklik) BAtının, sömürü ve hegemonyasının önünde engel olan DİNİ, AHLAKİ ve TECRÜBi Bilginin ortadan kaldırılarak her şeyi sömürülebilir KILMA ideolojisidir, diyor sanırım.
Kapitalizm düz anlamı ile dindir. Ne mütarekeyi ne de
selameti tanımadığı için yeryüzünün en vahşi, en acımasız en akıl dışı dinidir.
Walter Benjamin
1970’li yıllarda Amerika Birleşik Devletlerindeki tüm birikimlerin ortalama %33’lük kısmı zenginlik sıralamasında en tepedeki %1’lik ‘süper zengin’ kesime aitti. %9’luk ‘zengin’ kesim ise ABD’deki tüm birikimlerin %27’sini elinde tutuyordu. Geri kalan %90’lık kesim ise kabaca ABD’deki birikimlerin yüzde 40’ını bölüşüyordu.
“Tamam” diyor “Sözleşmede eşcinsel atıflar vardı ama bu ülkede kadınlar öldürülmeye devam ediyor. Sadece eleştirmekle olmaz, çözüm için bir şey söyleyen yok.”
Kimsenin ölmeye vakti yok
Toplu ölümler çağında
Hep beraber kokacak ruhu insanın
Mahmut Yavuz
Yaşı 70’i aşmış olan Kadiri Şeyhi Safiyüddin Erhan Bey’e pandemi meselesi gündeme geldiğinde çevresindekiler soruyor: “Efendim, tedbir alacak mısınız?”, “Aldık ya!” diyor. “Efendim, ne tedbir aldık?” diye soruyorlar; “Biz” diyor, “Hz Resulün hayatına ve Sünnete bakarak tedbir alırız. O bize, günde 5 sefer temizlenmeyi (abdesti), haftada en az 1 sefer guslü, evlere ayakkabı ile girmemeyi, hayvanı ve necaseti eve sokmamayı ve haram lokmayı evlerden uzak tutmayı tavsiye etmiştir. Biz de elimizden geldiğince bunlara riayet eder, sonrası için tevekkül eder, teslim oluruz” der.
Eğer müsaade ederseniz bu konuda bir kaç kelime etmek istiyorum. Derdim bir fikri size kabul ettirmek değil. Bu nedenle “Kandiller var idi, yok idi” diye ayetler ve hadisler getirerek herhangi bir iddiayı ispatlamaya çalışmayı düşünmüyorum. Sadece bu konunun çok daha farklı perspektifleri ve boyutları olabileceğine işaret etmek istiyorum.
1- İmam Gazali Asr Suresinin ilk ayeti olan "Asra (zamana) and olsun ki; İnsanların çoğu hüsrandadırlar" ayetini "İnsanların çoğu vakitlerini-zamanlarını “hüsrana” giden yollarda harcarlar. Hayra tebdil edemez, onun peşinde koşamazlar" diye te'vil ediyor[1].
Byung Chul Han ağır
ağır duvarını ören bir duvar ustası gibi her kitabı ile Modern dünyaya dair eleştirilerine
bir tuğla daha ilave ederek duvarını örmeye devam ediyor. Psikopolitikada toplumların
artık Foucault’un iddia ettiği gibi biyopolitika ile yönetilmediklerini –buna ihtiyaç
kalmadığını-, gelişen teknoloji ile 360 derecelik bir açı kazanan banoptikonlar
üzerinden toplumların içten gelen şiddet (nefs, heva, iç güdü, korku,
bilinçaltı vs) harekete geçirilerek, dışardan şiddet uygulamaya ihtiyaç
kalmadan yönetildiklerini iddia ediyor. Ona göre, toplumların psikolojilerini
yönlendiren bu psiko-politikalar ile modern birey artık tüm değerini
yitirmiştir.
Kitap Metis Yayınlarında çıkmış ve 89 sayfa. Muhteşem bir tercümesi yoksa da okunamayacak
durumda da değil.
Lütfen unutmayın! Hiçbir özet, kitabın yerini tutmaz.
Ağır Emanet
Biz insanı kurutulmuş
çamurdan yarattık.
Hicr 26
Sahabe, mü'minlerin göz nuru Hz Resul’e ““Ya Resulüllah, hepimizi seversin,
hepimize yanında mevki verirsin lakin Ali bir başka. Nereden gelir Ali’nin
kıymeti?” diye sorar: Hz Peygamber, “Size kötülük edene
iyilik edebilir misiniz?” der. “Evet, ya Resulüllah, ederiz!”
derler. “O size bir daha kötülük derse?” Bazı gözler ve kafalar öne
düşer. Ancak, “Yine iyilik ederiz diyenler” de vardır. Resulüllah, “Ya
o, yine kötülük ederse?” der; öne düşmemiş baş kalmaz.

Robins, bu eserinde “insanın ayaklarını yerden kesen ve mutlak bir iktidar duygusu yaratan” imaj teknolojileri üzerine kurulu dünyayı sorguluyor. Ona göre, her şeyden önce ortada “yeni “olan bir şey yoktur. Olan her şey bir önceki ve daha önceki dönemlerden gelen zevklerin, hayallerin, ümitlerin yeniden ambalajlanarak, yeni imajlarla parlatılarak toplumların ayartılmasından” ibarettir.
İYİnin düşmanı KÖTÜ değildir, İyinin düşmanı DAHA İYİdir. DAHA İYİ’nin düşmanı ise MÜKEMMELdir.

1- Yapay zekâ ve otomatizasyon sistemlerinin yaygınlaşmasına direnen Ulus Devletlerin direnci tamamen kırılmış gibi duruyor. Kanaatimizce bu süreç gittikçe yükselen bir ivme ile devam edecek. Bize göre bunun anlamı çok büyük kitlelerin işsizliğe ve sefalet çizgisinin altına savrulacağıdır. Özellikle büyük şehirlerin, çok da uzun olmayan bir süreç sonunda adeta mülteci kamplarına dönüşeceğini düşünüyoruz.
“Seküler sosyal ilaçlardaki sıkıntı, uygulandıkça hastayı daha da hasta etmesidir. Batı'da bugün bunu ifade etmek, yani yeni aristokrasilerin bize parlak ve özgürleştirici bir ütopya getirmek şöyle dursun sosyal hastalıklarımızı daha da kötüleştirdiğini söylemek, küfür kabul edilmektedir[2].
İstanbul Sözleşmesine İtiraz Edenlere, İtiraz Edenlere, İtiraz -1
Sayın Zeki Bayraktar, Ali Aktaş beyefendinin sosyal paylaşımlarından aldığını iddia ettiği kelimelerle İstanbul Sözleşmesine gelen eleştirilere itiraz etmiş: Ali Bey'in Sözleşmeyi tam 3 kez okuduğunu, Sözleşmenin eşcinselliğe sadece 2 yerde atıf yaptığını, 6284 no'lu kanun iptal edilmediği sürece Sözleşmeye itiraz etmenin boş iş olduğunu, 6284 no'lu kanunun ise son derece yerinde olduğunu, toplumun içindeki yozlaşmanın Sözleşmeden bağımsız olduğunu, bu nedenle Sözleşmeyi kaldırmanın bir işe yaramayacağını, Saadet Partisinin İstanbul Sözleşmesine menfi yönde taraf olarak oyuna getirildiğini, bu işleri eleştirenlerin FONlar aldığını, sözleşmeye itirazların bir "propaganda merkezi" tarafından yönlendirildiğini söylemiş ya da ima etmiş.