Biraz Kadın/Erkek, Biraz 6284 (Tam Metin)

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 15 Tem 2023 1 yorum

Kadın Kocasını Neden Evden Atar?

(Bu yazı Hertaraf Haber sitesinde 3 ğarça halinde yayınlanmıştır)

(Yazının bütünlüğünü sağlayabilmek adına daha önceki yazılarımızda zikrettiğimiz bazı kelimeleri bu yazıda da tekrarlamak zorunda kaldık. Öncelikle önceki yazıları takip edenlerden sabır ve özür diliyorum.)
 
Konuyu biraz takip edenler 6284 no’lu kanun çevresinde ciddi bir tartışmanın olduğunu bilirler. Gerek yürürlüğe girdiği 2012 yılından itibaren var ettiği ve sayıları her gün katlanan mağdurlar, gerek bu yasanın tam uygulanması halinde kadınlara yönelik cinayet ve şiddetin biteceğini ya da en aza ineceğini iddia eden kadın derneklerinin konu üzerindeki hassasiyeti, konuyu gündemden hemen hiç düşürmüyor.

Ancak kanaatimize göre, kanunun suiistimale çok açık olduğunu iddia eden mağdurlar ile kanunun kaldırılmasını isteyenleri “kadını dövme hürriyeti isteyen magandalar” olarak gören kesim arasında körler sağırlar diyaloğu var.

Müsaadenizle belki, bu sağırlar diyaloğunu bir miktar aşmak mümkün olur ümidi ile birkaç kelam etmek istiyoruz. Ariflerden değilim, derdimi kısaca anlatmayı beceremiyorum. Biraz dolanarak konuya geleceğim,  okuduklarınız hoşunuza gitmese de sabretmenizi istirham ediyorum.

Basit Bir Nedeni Var!

Malumunuz Müslüman toplumlarda boşanma erkeğin kontrolüne verilmiş bir sorumluluktur. Kadın kocasından, olağanüstü bir durum yoksa kendisi direk boşanamaz[2].

Sanırım bunun basit bir sebebi var: Kadınların geneli, -özellikle menapoz öncesi dönemde-  düzensiz periyodlar halinde yoğunlaşan duygusal gelgitler yaşıyorlar. Bu gelgitler bazen o kadar birbirine yakın oluyor ki, hanımefendi kelimenin öncesinde bulutlar üzerinde dolanırken bir an sonrasında ruhunun karanlık dehlizlerinde kaybolabiliyor. Bir kelime ile her şey Cennet iken, bir dakika sonra ortalık pekâlâ Cehenneme dönebiliyor. Bir an önce tamamen meyus (ümitsiz) iken bir an sonra dünyanın en mes’ut hanımı olarak kendini hissedebiliyor. Bu yüzden bir hafta önce “soğudum, nefret ediyorum” dediği adama 1 hafta sonra yeniden âşık olabilmeleri veya bir ay içinde 3 sefer boşanma 4 sefer devam etme kararı alabilmeleri çok da şaşırtıcı gelmez insanlara. (Elbette herkes için değil.)

Erkeklerde durum böyle değildir, son kararı vermekte ya da bir karar açıklamakta oldukça zorlanırlar ancak eğer “bitti” kararını vermeyi becerebilmişlerse genelde geriye dönüşleri yoktur. Deneseler bile büyük ihtimalle işe yaramayacaktır. 

Sanırım bu hanımların ayrıntıya/parçaya odaklanabilme yetileri ile birlikte gelen arzu edilmeyen bir yan etki. Parça bozuksa, her şey bozuk; parça düzelmişse her şey harika. Hâlbuki ayrıntıyı görme becerisi hiç iyi olmasa da, geneli, ekstra bir çabaya gerek duymadan çok daha rahat görebilen (çok boyutlu düşünebilen) erkekler ekseriyetle ne bir kelime duyarak göklere çıkar, ne hatırlanmayan bir gün, alınmayan bir hediye, edilmeyen bir kelime ile yerlere serilirler.

(Ne yazık ki, parçayı erkekten çok daha iyi gördüğünü fark eden bazı hanımefendilerin ve geneli kadınlardan çok daha rahat gördüğünü fark eden bazı beyefendilerin, kendindeki eksik parçayı fark etmeden ya da o parçayı önemsizleştirerek kendini üstün görmesi, diğerini aşağılaması sık karşılaşılan bir durumdur.) 

Her şeyi ve herkesi aynileştirmeyi, tek tipleştirmeyi bir takıntı, bir tutku haline getirmiş, herkesi aynı kulvarda koşturmayı eşitlik ve maharet sayan Batılı düşünce biçimi bu durumu hesap etmediğinden olsa gerek sonuçları ile yüzleşmek zorunda kalmıştır. Mesela günümüz İngiltere’sinde, üst düzey eğitim almış kesimde  (yani karar verdiği an hızlıca boşanma imkânına sahip kesimde) boşanma davalarının %90’ı kadınlar tarafından açılır.[3] Ancak kadınların erkeklere oranla kurulu düzenlerini daha kolay yıkabilme eğilimleri sadece modern toplumlara özgü bir durum değildir. Mesela İran, Mısır ve Osmanlı gibi geleneksel İslam toplumlarda dahi resmi evraka yansıyan boşanma taleplerinin %45-55 kadarı – boşanma hakkı erkeğin olmasına rağmen- kadınlar tarafından talep edildiği istatistiklere yansımıştır[4].

Hülasası genelde boşanan kadındır, erkek değil[5].

Bizim de gözlemimiz enteresan biçimde erkeğe verilmiş boşanma hakkının toplumsal bir denge kuruyor olması yönünde. Bunu delillendirebilmek için şöyle bir örnekten hareket edebileceğimizi düşünüyorum.

Az önce İslam toplumlarında boşama hakkı erkektedir, demiştik. 1400 yıldır erkek hem evin reisi olmasına, hem dilediği zaman kadını boşama HAKKI olmasına rağmen evden atılmış, kapı önüne konulmuş kadın sayısı (eğer ortada namus meselesi veya ciddi bir ruhi problem yoksa) neredeyse yok gibidir. Bu yüzden kocası tarafından evden atılmış kadınlar zümresi hiçbir Müslüman toplumda oluşmamıştır.   

Ancak dikkat edin Türkiye’de kadına erkeği kapı önüne koyma yetisi verildiği andan itibaren, kadının kapı önüne koyduğu erkek sayısı sadece birkaç yılda yüzbinleri geçmiştir[6]. (Tekrar eden vakalarla beraber 2015-2019 yılları arasında toplam uzaklaştırma kararı alınmış erkek sayısı 1 milyon 957 bin 523.)

Kadınlar kocalarını neden evden atıyorlar?

Burada durup meselenin biraz daha derinine inmeyi deneyelim:

Kadın ve erkek iki FARKLI kafa, iki farklı dünya olarak bir araya gelirler. Bu çiftin hemen uyum sağlayıp terazinin kollarını dengelemesi elbette mümkün değildir. Nadir aileler dışında erkekle kadın arasında –en sonunda kadının galip çıkacağı- “kimin dediği olacak; kim, kimin ayak adımlarına uyacak” mücadelesi başlar. (Bu noktada “beraber karar verip yaşasalar ya!” diyenleri, ya çok baskın karakter olup diğerinin kişiliğini tamamen ezmiş, kendine uydurmuş, olayı örtbas eden kişiler ya da gerçeklikle bağ kurmakta zorlanan arı gönüllüler ya da bekârlar olarak değerlendiriyorum.)

Eğer “kim kimin adımlarına uyacak?” mücadelesinde iki taraf da başarılı olamamışsa, kavga ve birbirini hırpalayarak teslim alma mücadelesinin on yıllarca sürebildiği tecrübe ile sabittir.

Taraflardan birinin diğerini kendisine ram edemediği, uzayıp giden liderlik için cedelleşme sürecine girmeden önce, “kardeş kavgalarına” çözüm önerisinde bulunan Psikolog Danışman Pınar Akdemir Gandur’un sayfasından yapacağım bir kaç alıntıyı girmek istiyorum[7].  

ÇOCUKLAR KAVGA ETTİĞİ ZAMAN NELER YAPMALIYIZ?

Birbirlerine ya da çevrelerine zarar vermedikçe, çocuklarınızın kavgalarına karışmayın. Durum çıkmaza girerse, öncelikle onların da birey olduklarını ve öfkelenebileceklerini  kabul edin.

Dikkatinizi hemen, sorun yaratan çocuğa yöneltmemeli, zarar gören çocukla ilgilenip, onu “mağdur, ezilen” olarak nitelendirmemeli.

Anne babalar genellikle  küçüğü korumak, büyükten anlayış göstermesini istemek gibi yanlış bir yaklaşımda bulunurlar.  Küçük de bunu kullanarak en ufak bir anlaşmazlıkta basar çığlığı : “Anne ağabeyim (ablam) bana vurdu!” Anne de büyüğe bağırır: “Sana kaç defa kardeşine vurma dedim. Büyüksün biraz anlayış göster!” Genellikle küçük çocuk büyükle yarış halindedir, onun buyruğu altına girmek istemez. Büyüğe güç  yetiremediğinde ezilmişlik rolü oynayarak anne veya babayı yardıma çağırır. Destek bulduğu zaman kavgayı kızıştırmaktan geri durmaz. Hâlbuki anne ve babanın arka çıkmadığını gören haksız taraf, diğeri ile anlaşma yoluna gidecektir.

- Çocukların aralarındaki hakem olmayın. Çocuklar, anne-babalarının kavgalarına karışmasında onların diğer tarafı tuttuklarını düşünürler. Bu da rekabetin artmasından başka işe yaramaz. Kavgayı kimin başlattığıyla ilgilenmeyin. Bunu öğrenmeye çalışmak çocukların birbirlerini suçlamasına yol açar. Kim başlatırsa başlatsın sonuçlarına birlikte katlanmaları gerektiğini  hatırlatın.

- Çocuklarınızı dikkatle dinleyin ve onlara geri bildirim verin.  Onların sorunlarını çözebileceklerine emin olduğunuzu, onlara güvendiğinizi söyleyip odadan ayrılın. Kendi başlarına bir çözüm bulamazlarsa, bulmalarına yardım edin. Eğer birbirlerini incitiyorlarsa, “çok öfkeli olduğunuz belli” diyerek onları ayrı odalara yönlendirip, bu konuyu daha sonra konuşabileceğinizi söyleyebilirsiniz.

…Kardeşler arasında kıskançlık hissettiğinizde  onları birbirinden uzaklaştıracak değil, yakınlaştıracak ortamlar yaratın.

Metne dikkat edilirse çocukların, “insanlığın” yeryüzüne indirilip iki kişinin bir araya geldiği ilk andan itibaren cevabını aradığı sorunun, cevabını aramakta oldukları fark edilecektir: “Benim ve senin sınırların ne?” 

Psikolog hanımefendi de özet olarak birbirlerine fiziksel zarar vermedikleri sürece “birbirlerinin sınırlarını öğrenebilmeleri ve birbirlerini sorunsuz nasıl idare edebileceklerini keşfedebilmeleri için” mümkün olduğunca çocuklara müdahale edilmemesi gerektiğini bize söylüyor. Zira müdahaleler, uyumu ve dengeyi bozacağından ya da müdahalede taraf olunanın diğerinin sınırlarını aşarak ona zulmetmesine alet olunacağından zarar verici olabilir. Bu da hem kavga ve çatışmanın uzayıp gitmesine hem de şiddetlenmesine neden olup düşmanlığı körüklemekten başka bir işe yaramayacaktır, demeye çalışıyor, sanırım.

Muhtemelen çocuklar için bu tavsiyelerin gayet makul olduğunu hemen herkes kabul edecektir. Ancak bu makul öğütler karı koca kavgalarına geldiğinde bir anda yok olup, gözlerden kayboluyor.

Tam aksine kadına dilediği an erkeği, devlet yardımı ile cezalandırabilme yetisi veren 6284’nolu kanun tam da bu psikolog hanımın kurmaya çalıştığı dengeye saldırıyor ve karı koca arasında yapılmaması gereken ne varsa onu yapıyor. Önyargılı olduğu için, peşinen fiziksel olarak zayıf olan kadının haklı olduğunu, diğerinin zalim olduğunu; (ilk an için bile olsa) kadının ne söylerse doğru, erkeğin ne söylerse yalan olduğunu düşünüyor. Erkeği cezalandırmak için oldukça hevesli, diğerinin kusurunu görmemek için dikkati dağınık; birine pozitif ayrımcılık, diğerine negatif ayrımcılık uygulamayı adalet sanıyor; birinin araya girerek uzlaşmacılık yapmasına, dengeyi bulmasına,  öğüt vermesine bile müsaade etmiyor. Çiftlerin arasında sevgi ve yakınlaşmayı yeniden kurmaya değil, olabildiğince hızlı şekilde onları birbirlerinden uzaklaştırmayı hedefliyor.

Kanaatimizce ilahi müdahalenin, PSİKOLOJİK olarak daha güçlü olan kadına karşılık evin reisliğini “kavvam olan erkektir[8]” diyerek erkeğe vermesi, DENGENİN Kurulacağı zamana kadar, belki de onlarca yıl sürebilecek boş bir boğuşmadan iki tarafı da kurtarmak ve onlara zaman kazandırmak içindir. (Dikkat edersiniz, erkek kavvam olsa da eve huzur, kadın isterse gelir, kadın istemezse gider. Arapların “Beyt'’ur Rab-Evin Rabbi” dedikleri kadının böyle bir gücü vardır, erkeğin böyle bir gücü yoktur. Bu anlamda erkeğin kavvamlığı, psikolojik olarak daha güçlü olan kadına karşı evdeki dengeyi sağlar.)   

Denge ancak böyle sağlanır çünkü kadın, geneli görmekte hayli zorlanıp, gördüğü hatalı parçayı düzeltmek için SIK SIK tavır alıp (güncel deyim ile triplere girip) ortalığı birbirine katabilirken, genele daha hâkim olan erkek, -baş edemeyeceğini bildiği- kadını her kararında hesap etmek zorunda olduğunu bilir.

Bu durum başka bir açıdan da önemlidir: Kadınlar, kolayca ortalığı birbirine katabildikleri hızla ortalığı toparlayabilme yeteneğine de sahiptirler. Bir sürü laf söyleyip problem yaşadıkları hemcinsleri ile birkaç saat sonra oturup rahatça karşılıklı ağlaşabilirler. Bu nedenle gerilimden erkeklerin çekindikleri kadar çekinmezler. Erkekler çekinir çünkü böyle bir yetenek erkeklerde yoktur. Onlar birbirleri ile –eğer arada karşılanamayacak bir güç farkı yoksa- çatışmamak için alabildiğine kenar gezerler. Hatta bir adres aradıklarında, basit bir yardıma ihtiyaçları olduğunda bile  -çatışmadan kaçma içgüdülerinden gelen bir itiraz nedeniyle- birine yol sormak, birinden yardım istemek bile onlar için zordur. Ama eğer çatışma kaçınılmazsa genelde çok serttir ve büyük oranda erkekler arası yaralar iyileşmez. 

Beysiz Arı Kovanı

2002 yılında Türk Medeni Kanunu’nda yapılan değişiklik ile kadına ve erkeğe eşitlik adı altında “aile reisi” kavramı tanımsız kılınarak, aile “reissiz” kılındı. Ailede yönetici/kavvam kavramı reddedilirken doğal olarak çiftlerin aile içi sorumluluk tanımları da reddedilmiş oldu. Ama sonuçta feminist çevrelerin beklediği gibi “sevgi ve eşitlik” ortamı kurulmadı. Aksine geleneğin taraflara tanımladığı sorumluluk tanımlarının dağıtılması ile çiftler sadece kendi sorumluluk alanlarını bilemez hale gelmedi; karşıdan neyi, nereye kadar talep edebileceğini de bilemez hale geldi. 

Bu noktada şu soruyu sormak gerektiğini düşünüyorum: Yeryüzünde bünyesinde bulunanların sorumluluklarını tanımlamamış, lideri belli olmayan ve uzun süre ayakta durabilen herhangi bir kurum var mı?

Mesela bunu toplumuna zorlayan devlet ya da küresel yapılar kendi kurumlarını bir amir, yönetici, müdür vs. tayin etmeden, kimsenin sorumluluk alanını belirlemeden, dileyen dilediği işi yapsın, dilemeyen dilemediği işi yapmasın; yapılacak işler beraber düşünülerek gönüllülük esasına göre, anlaşarak, sevgiyle yapılsın diyerek işleri neden yönetmiyorlar? Sanırım hiçbir kurumun uzun süre böyle yönetilemeyeceği, iflas etmeye mahkûm olacağı bilindiği içindir. Zira insanın şehvetine seslenen işlere meyli olduğu kadar kendisine sıkıntı ve yük veren işlerden de uzak kalmaya da meyli vardır. Bulunduğu yerde önde olmak, önder olmak, sözünün dinlenilmesini istemek, her şeyi kontrol etmeye çalışmak, gücünün yettiğine tahakküm etmek, zulme, rahata, konfora, menfaate ve övgüyü (yüceltilmeyi) şahsı üzerinde toplamaya meyli ve zaafı hep vardı. Var olmaya da devam edecek.

Eğer sorumluluklar ve hadler üst bir merci tarafından tayin edilmiyor ve dağıtılamıyorsa hayvani içgüdülerin devreye girmesi kaçınılmazdır; doğal olarak sınırların ÇATIŞARAK hatta savaşarak belirlenmesi gerekecektir.

Dikkat edilirse gerek nafaka, gerek tazminat, gerek 6284’nolu kanundan faydalanmak için kadına tanımlanmış hiçbir sorumluk yok. Sadece erkeğe attırılmış imza, bunlara kanunlar önünde hak kazanmasına yetiyor. ( Yeryüzünde sorunsuz hiçbir evlilik olamayacağını hesap edersek basiret sahibi ve insani kaygıları yüksek hanım efendilerin, evliliklerini devam ettirebilmeleri kanunlarla kendilerine teklif edilen rüşvetlere el uzatmamaları, bunlara tenezzül etmemeleri iledir, diye düşünüyoruz.)

Bu yüzden eğer eşler sorumluluklarını bilmiyorlarsa ve “son kelimeyi kim söyleyecek” sorusunun cevabı ilk anda verilmemişse taraflar, ringe davet edilmişler demektir.

Ring

“Evde kim baskın olacak?” mücadelesinde erkeğin avantajları “çok boyutlu düşünebilme yeteneği” (Cengiz Keleş Beyin tarifi ile “AVCILIK yeteneği[11]), “pazusu” ve “parası”dır.

Pazular (şiddet) genelde erkeğin çok yönlü düşünebilme yeteneğinin işlemediği ya da yetmediği durumlarda devreye girer. (Bizim kanaatimize göre fiziksel şiddet devreye girmişse karşılıklı SAYGI tükenme aşamasına gelmiştir. Malumunuz evliliği sevgi değil, SAYGI taşır. Saygı evin içinde, HUKUKUN kamuda gördüğü işlevi görür. Beraber yaşarken insanların sınırlarını korur, adavetin/haddi aşmanın önüne geçer[12]. Bu nedenle saygının tükendiği evlilikler için ayrılık daha iyi bir seçenek olarak düşünülebilir.)

Eğer kadının kendi parası varsa ve erkek, pazularını kullan(a)mıyorsa –çevrede kadını tehdit edebilecek bir başka “ADAY” kadın da yoksa- erkek, ya kadına teslim olmak ya da kadınla bitmeyecek ve kazanma ihtimali olmayan bir psikolojik cedeli göze almak zorunda kalır. (Üçüncü bir yolda kahvehanelerdir. Kahvehanelerin pekâlâ evdeki iktidar mücadelesinden yılmış, evlerine sığınamayan erkeklerin sığınma evleri olarak tanımlanabileceği kanaatindeyiz.)

Kadının ise erkek karşısında pek çok gücü vardır:

Mesela aynı kelimeleri binlerce sefer tekrarlayabilecek azmi, aynı olayları yüzlerce sefer hatırlatabilecek sabrı, erkeğin hiç fark etmeyeceği/edemeyeceği fark etse bile kolayca unutacağı ayrıntıları yakalayıp biriktirebilecek geniş ve derin bir hafızası ve aklının ve tecrübelerinin önüne geçirebildiği “duygusal” zekâsı gibi. (Bunları küçümseyecek olanlara, bu yöntemlerin tamamının Psikoloik Harp Tekniği olarak modern zamanların silahsız savaşlarında, özellikle de medyada da kullanıldığını hatırlatmak isterim.)

Mesela erkekler, bir konuyu en fazla 2-3 sefer konuşabilir daha fazlasını dinliyormuş numarası ile geçiştirmeye çalışırlar. Ancak hanımefendiler aynı konuyu defalarca aynı hatta yenilenen bir heyecan veya öfke ile kazdıkça fark edilen yeni yeni ayrıntılarla konuşabilirler. Hâlbuki tekrar eden kelimeler erkek için şiddettir. (Çevredeki herhangi birine aynı kelimeleri 5-10 kez tekrar ederek bunu test etmek mümkündür.) Erkek kendi annesi ile telefon konuşmasını 1-2 dakika bile sürdüremezken, gelin hanımın sevmediği kaynanası ile bile aynı konuları defalarca konuşmak suretiyle 1-2 saat sohbet edebilmesi de sanırım bu konu ile ilintilidir.

Mesela bir erkek, yaptığı bir eylemin huzursuzluğa neden olduğunu ikinci veya üçüncü seferde anlayıp kaçınabilirken, hanımefendiler duyguları devreye girdiğinde onlarca sefer yaptıkları sorun çıkaran hamleyi yeniden tekrarlayabilir. (Sürekli tekrar eden, çatışma üreten duygusal çıkışları “öğrenememe becerisi/yeteneği” diye tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. Özellikle erkeği yıldıran ve teslim olmaya zorlayan beceri de budur sanırım.)

Mesela kadının, her erkeğin -yalandan olduğunu bilse dahi- kendini teslim etmeye hazır olduğu işvesi, cilvesi yani kadınlığı vardır, erkeği terbiye edebileceği. (Feminist hareketlerin, kadının belki de en etkili, en sorunsuz, en temiz gücü olan KADINLIĞINI kocasına karşı kullanmasını aşağılarken, dışardaki erkeklere karşı kadınlığını sergilemesini özgürlük olarak propaganda etmesi ya da kadınsılığını koruyan evcimen kadının aşağılanıp ERKEKSİ olmaya, erkekleri taklid etmeye zorlanması, yani kadının, kadınlığının öldürülmesi, baskılanması meselesi ayrı bir başlık altında konuşulmalıdır kanaatindeyiz.)  

Mesela CİNSELLİĞİ vardır kadının, erkeği terbiye edebileceği. Sağlıklı erkeklerin kadınlardan çok daha sık periyodlarla, daha şiddetli hissettikleri cinsellik ihtiyacı, TEK EŞLİ toplumlarda kadının mahrum bırakmak suretiyle “ehl-i namus” erkeği terbiye etmek, “Burada patron benim” demek için sıklıkla kullanabildiği bir terbiye yöntemidir[13].

Eğer bu yöntemler işe yaramazsa, erkeği başkalarının önünde küçük düşürerek (REZİL ederek) terbiye etmeye çalışmak da kadınların kullanabildiği terbiye yöntemlerindendir. Zira kadınlar erkeklere oranla çok daha kolaylıkla meselelerine çevreyi dâhil edebilir ya da dışardan yardım isteyebilirler.

Erkekler, kadınların erkeklik onurlarını (şahıslarına olan saygılarını) ailelerinin, komşularının, arkadaşlarının, çocuklarının vs. önünde küçük düşürmesinden, aşağılamasından, rezil ve rüsvay etmesinden çok korkarlar. İhtimaldir ki,-aile danışmanı arkadaşların da gayet iyi bildikleri gibi- kadınlar erkeklerdeki bu korkuyu içgüdüsel olarak hissettiklerinden, “anlatmaya” daha meraklıdırlar. Erkekler ise çoğunlukla dillerinin altındaki baklayı zor çıkarırlar. Genelde görüşmelerden hanımlar akıllarında olmayanları da konuşmuş olarak çıkarken erkekler ise daha söylenmemiş pek çok şeyle.

(Belki de ayet-i kerimede, “Kadınların hayırlıları mahremlerini koruyanlardır” denilmesi kadının anlatma dolayısı ile erkeği açığa düşürme hevesine yönelik bir ikazdır[14].)

Kanaatimize göre, erkeğin suskunluğunun ardında, içgüdüsel olarak kadının başarısızlığından dahi KENDİNİ sorumlu hissetmesi, kadının çokça şikâyet etmesinin bilinçaltında ise kendi başarısızlığını bile ERKEĞİN başarısızlığı olarak kabul etmesinin etkisi vardır. Zira insanoğlu kendi ayıbını konuşmaya ne kadar isteksizse başkalarının ayıplarını konuşmaya da o kadar heveslidirler.

Dikkat edilirse kadın da erkek de, ERKEĞİ sigaya çeker. Eğer dışarıdan meseleye müdahil olunursa diğer erkek ve kadınlarda da ÖNCELİKLİ olarak erkeği sigaya çekme eğilimi vardır. Çünkü yönetici sorumludur ya da sorumlu olan yöneticidir, hesap ona sorulur. Her ne kadar dili ve aklı farklı işliyor olsa da fıtraten, bilinçaltında erkek de kadın da “sorumluluğun erkekte olması gerektiği” içgüdüsü ile hareket eder. Feminist hareketlerin tüm sorunların sorumlusu olarak erkeği görüyor olmalarının sebebi de sanırım bu içgüdüdür: “Benim” sorunlarım var ve bu sorunları çözmesi gereken ERKEKTİR, eğer sorun çözülmüyorsa hesabı da erkekten sorulmalıdır, demektedirler.

Yani alt bilinç (içgüdü), üst bilince(bilgi) galip gelmektedir. Fıtrat, tüm feminist literatüre meydan okuyarak sorumlu olan, sorun çözmesi, etmesi eylemesi, kavga etmesi, savaşması, tedbir alması, hesap vermesi, çileyi çekmesi, sıkıntıyı göğüslemesi kısaca yönetmesi gereken “erkektir”, onun hesap vermesi gerekir, demektedir.   

Boşanmayı Düşünen Kadın Kocayı Uzaklaştırmaz, Direk Mahkemeye Gider.

Benim kanaatimdir. Eğer bir hanımefendi aile içindeki mücadeleyi dışarıya taşımış ve “Bizim sorunlarımız var. Bize yardım edin“ diyorsa, genelde, "Yöntemlerim işe yaramıyor. Kocamı, istediğim şekilde terbiye etmeme yardım edin" diyordur. Eğer kadın boşanmayı gerçekten düşünüyorsa, YANİ erkeği kendine layık görmüyorsa, soğumuşsa bu işlerle hiç uğraşmıyor, direk mahkemeye koşuyor. (Avukatların yönlendirmesi ile kanundaki boşlukları suiistimal ederek boşanma aşamasındaki kadınların dava dosyasına uzaklaştırma kaydı düşürerek boşanmada avantaj sağlamak amacıyla HİLELİ uzaklaştırma kararı aldırmaları hariç.)

Eğer aynı şeyi erkek söylüyorsa; genelde, "Karım cinsellik meselesi üzerinden beni terbiye etmeye çalışıyor. Bu konuda bana yardım edin” diyordur. (Elbette istisnalar var.)

Buraya kadar anormal bir durum yok. Eğer çiftlerden herhangi biri diğerine ram olmayı kabul ederse bir şekilde denge kurulur: Bu denge elbette ki mükemmel bir denge olmayacaktır. Zira insan mükemmeli var edemez. Ancak acısı tatlısı ile her iki taraf ve çocuklar için hatta büyükler ve özürlüler için ortada sığınacak bir yuvanın varlığından söz edilebilir.

Ancak taraflardan birinin diğerine teslim olmayı reddettiği, iki tarafından da baskın mizaçlı olduğu durumda uzayıp gidecek olan birbirini terbiye etme sürecinin ya da psikolojik savaşın yuvayı yıkılma aşamasına getirmesi de olasıdır.

Müslümanların Teklifi Farklı

İslam toplumları bu tür durumlarda kadına ve erkeğe “ailelerinden güvenilir, hal bilir, hikmet sahibi, sır tutabilen, iki tarafın da saygı duyduğu, iki tarafa da sözünü dinletebilecek, iki tarafın da menfaatini kollayabilecek” birilerini araya sokmalarını tavsiye ediyor[15].

İki tarafı da iyi tanıyan hikmet sahiplerinin sorumluluğu, kadın ve erkek arasındaki dengeyi dağıtmadan, meseleyi çıkmaz sokaklardan uzak tutarak, çocukları perişan etmeden, çocukların ebeveynlerden birine düşmanlaşacağı, taraflardan herhangi birinin öfke ile kendini veya karşı tarafı rüsvay duruma düşüreceği boyutlara gelmesine müsaade etmeden sıkıntıyı çözmeye, aradaki denge ve ülfeti yeniden inşa etmeye çalışmaktır. Olmazsa en uygun şekilde, mümkün olan en az zararla ve en hızlı biçimde ayrılmayı sağlamaktır.

Dikkat edilirse bu insanların pozisyonu, kadın ve erkek arasındaki sorundan ve sorunun uzamasından menfaat temin eden avukatlar, uzmanlar ve aile danışmanlarından farklıdır.

Devlet İşe Karışınca Denge Dağılıyor

Ancak 6284’nolu kanunla çiftlerin arasına bir aracının girmesinin yasaklanması, çiftlerin birbirlerini terbiye etme sürecinde arada uzlaştırıcı süspansiyon görevi görebilecek yapının zeminini yok eder.

Bu noktada hatırlatmak isteriz ki, insanlar ömürleri boyunca onlarca sefer evlenip boşanmazlar. Yani sorunları nasıl çözebileceklerine dair birikmiş tecrübeleri yoktur. Çoğunlukla kızgınlığın, öfkenin, benim dediğim nasıl olmaz, benim kıymetim nasıl bilinmez” inadına ya da avukatların yol göstermesine teslim olmak zorunda kalırlar. 

Bize göre tam da bu noktada devlet, dolayısı ile feminist kadın dernekleri ve paragöz avukatlar devreye girerek kadını 6284’le bir tuzağa çekiyorlar: Kadına açık çek mahiyetinde bir rüşvet vererek “gel kocanı şikâyet et, onu beraber terbiye edelim” diyorlar.

Yani karı kocanın iki ucunu bira araya getirmekte zorlandıkları terazinin bir kâsesine olduğu gibi abanarak elde kalan dengeyi tarumar etmesi için kadına rüşvet veriyorlar.

Zira görebildiğimiz kadarı ile kadının genelde kocasını şikâyetle evden uzaklaştırması, “erkeğin terbiye olarak eve geri dönmesi”, dersini alması ya da “pişman olup ayaklarına kapanıp özür dilemesi”  beklentisi ile birlikte yürüyor. (Bu beklentinin, boşanmak için mahkemeye giden bazı hanımlarda son anda bile hala devam ediyor olması ilginçtir.) Daha önce söylemiştik zira kadın eğer erkekten soğumuşsa ve boşanmayı kafasına koymuşsa erkeği geçici bir süre evden uzaklaştırmayı düşünmüyor, direk hâkimin önüne koşuyor.

Eğer gerçekten kendi ya da çocuklarının hayatı için endişe içinde ise evde oturup uzaklaştırma kararı aldırarak iyice öfkelendirdiği erkeğin “açık hedefi” olmayı da beklemiyor, kendisi bulunduğu yeri terk ediyor.

Kanaatimize göre burada sorun şu; kadınlar, kendilerinde olan onlarca sefer bozuştuğu kaynanası, eltisi ya da iş arkadaşları ile ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi ilişki kurabilme yeteneğinin erkekte olmadığını genelde bilmiyor. Çocuklarının önünde, komşularının, akrabalarının, dostlarının hatta anne babasının önünde evden atılan onuru, gururu, izzeti ayaklar altına alınmış erkek geri dönemiyor.  Zira erkek fıtratı -Anadolu’daki bir tabir ile- asa gibidir, kıvrılmayı bilmez. Kıvrılamaz. Bu becerisi yoktur, esnek değildir. (Nitekim bizim kanaatimizdir, Talak Suresinde, boşanması tamamlanmış çiftlerden KADIN’ın başka bir erkekle evlenmedikçe eski kocası ile evliliğe dönememesi aynı şartın erkek için koşulmaması kadındaki esneme ve değişebilme kabiliyetine bir vurgu gibi okunabilir. Erkek genelde değişmez. Değişemez. Kaç kez evlenirse evlensin aynı şahıstır. Ancak zamanın ezmesi ile derenin içinde sürüklenen taşlar gibi hatları yumuşar, sivrilikleri törpülenir.)

Erkek, Kadına Teslim Olursa Sorun Bitmez, Çoğalır!

Ancak, varsayalım ki erkek kadından özür dileyip, kadının istediği gibi terbiye olmayı kabul edip eve dönmüş olsa, yine de sorun çözülmeyecektir. Çünkü kadın fıtratı, erkeğini PRESTIJ nesnesi olarak görür. Onunla statü atlamak ister.   

Bu nedenle kendisinden boyca, kiloca bile olsa altta gördüğü erkeği beğenmez. (Mesela doktor bir beyefendi, evlenmek için liseli hanımlara bakabilirken, aynı konumdaki bir hanımefendinin adaylarının üniversiteli olması yetmez doktorluk ya da daha üst bir statüde olması gerekir.) Çünkü maddi olarak da, soy olarak da, eğitim olarak da, statü olarak da, zekâ olarak da, gelir olarak da kendisinden daha yüksekte değilse erkeği kendine layık görmez. “Bu benim kadar bile değil, ‘Nasıl bana koca olacak?’” diyerek erkeği aşağılar.

Yani kadın için sevgi ve saygı, erkeği yendiği an biter. Kadın kendinden aşağı gördüğü, parantez içinde “Ezik” erkeğe ancak acır ya da merhamet duyar; YAR olmayı düşünmez de kabullenemez de.

Bu nedenle erkekler, kendilerinden daha zeki olduğunu düşündükleri kadınlardan kaçarlarken, kadınlar kendilerinden daha zeki görmedikleri erkeklere iltifat ve itibar etmezler. 

Dikkat ederseniz erkek, kendine ram olacak kadını, kadın ise ram olabileceği erkeği kendine yakıştırıyor. Bu nedenle olsa gerek genelde, aldatan erkekler, kadınlarına karşı vicdan azabı ve merhamet halindeyken; aldatan kadınlar, tam tersine aldattıkları kocalarına karşı daha zalim ve aşağılamaya meyilli oluyorlar. (Eğer koca karısına âdeti olmadığı üzere hediyeler, çiçekler almaya, iltifatlar etmeye başlamışsa şüphelenmenin zamanı gelmiştir, denilmesi sanırım bundandır.)

Bu gibi nedenlerle olsa gerek, evden uzaklaştırma kararları ile başlayan süreç büyük çoğunlukla boşanma davasına evriliyor.

Ancak erkek için sorun burada bitmiyor: Boşanan kadın bu sefer kocasını, velayeti sorgusuz sualsiz her şart altında anneye verilen çocuğun üzerinden terbiye etme ya da cezalandırma gayretine girişiyor. Bu noktada kadının çocuklarını babalarından soğutma (Ebeveyne Yabancılaştırma Sendromu) sürecinde de kolayca manipüle edilebilen 6284’nolu kanun oldukça iş görebiliyor. Ne de olsa kadının çocuğu babasından kaçırması ya da yabancılaştırması bir suç olarak tanımlanmamışken, kadının “bu adam beni tehdit etti, ters baktı, elinde bişi gösterdi” demesi bazen adamın aylarca uzaklaştırılabilmesine sebep olarak görülebiliyor.

Bir türlü düzenlenemeyen vasi olmayan ebeveynin (özelde babaların) çocuklarını görebilme hakkı ya da kadına verilmiş çocuğun velayetini suiistimal etme yetisi nedeniyle çocuklarına erişemeyen babalar bir de bitmez nafakalar ile boşandığı karısının sömürgesi durumuna düşürüldüğünden iyice köşeye sıkışmış oluyor. Elbette ki her toplumda binde bir bile olsa dengesiz, psikopat, ruhen sıkıntılı, sinirlerini kontrol etmekte zorlanan, yaşadığı süreçler nedeniyle psikolojik olarak çökmüş erkekler ve onları kışkırtabilecek, hırsları kendisini körleştirmiş, kıymetinin bilinmemesine öfkelenmiş, psikolojik olarak yardıma muhtaç hanım efendiler çıkabiliyor. Bu da 2 milyon uzaklaştırma rakamından yüzde 1’i bile bu psikolojide ise en az 20.000 cinayet ya da cinayet girişimi anlamına gelecektir.

Bizim kanaatimiz erkeğin izzetinin toplum önünde bunca ezilmesi, şerefinin ayaklar altına alınması ve basına yansıyan perişan olmuş erkek fotoğrafları iki türlü işlev görüyor: Hem erkekleri şiddete yönlendirerek, artık geçmişin yani ataerkil düzenin ölmesi gereken bir kurumu olarak görülen evlilik kurumunu, tarihin tozlu sayfalarına atacak aile politikalarının meşrulaştırılacağı zemini var ediyor hem de erkekleri evlilikten uzak durmaları konusunda ikaz ediyor.[16]

Tabi, dolaylı olarak nüfus artışını da kontrol altına almış oluyor.

Nitekim bu politikaların işe yaramadığı söylenemez. Avrupa’da evlenmek isteyip, evlenemese de fıtratın çağrısının peşine düşüp en azından bir çocuk sahibi olmak isteyen ancak hiçbir erkeği imza atmaya razı edemediği için sperm bankalarının yolunu tutan kadınların sayısının artık yüzbinlerle anılıyor olması[17] ve diğer taraftan Avrupa’da doğurganlık hızının en hızlı düşen ülkesinin Türkiye olması[18] getirilen düzenlemelerin ne kadar etkili olduğuna ve “Kanunlar üzerinden toplumların dizayn edilmesinde” ne kadar başarılı olunabileceğine dair ciddi örnekler olduğu kanaatindeyiz.   

Ancak bu işin toplum tarafından hissedilmekte zorlanılan bir tarafı daha var.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 Bu bir DİN dayatması

             Seküler akılcılık(rasyonalite), insan aklının mükemmeli yakalayabileceğine inanır. Aslında akla duyulan bu hayranlık ve ilerleme mitinin karışımı, Batı düşüncesinin sarhoş eden bir kendini yüceltme kokteylidir. Herhangi bir kanıtı yoktur. Bütün gerçekliğini ve gücünü Batının üstünlüğüne olan radikal/köktendinci bir inançtan alır.

Hâlbuki tarihi tecrübemiz bizim geçmişteki insanlardan insani olarak daha yetkin ve erdemli olduğumuz fikrinin tam zıddına argümanlar sunar. Ahlaki ve entelektüel ilerleme fikri, sahibi tam olarak belli olmayan bir efsanedir. Bu yüzden içinde bulunduğumuz ahlaki vandalizmin[19] erdemleri ters yüz etmesinin egolarımız ve kibrimizi tatmin etmekten başka makul bir izahı yoktur.
Bu inanç, cüretkâr hadsizliği ile insanlığın sonunu getirmekte olan Post-insan’ın dinidir. [20] 
 Frank Wright

Seküler (Fikrine başvuracağımız bir Tanrı yoktur, varsa da umursamıyorum) diyen düşünce biçimleri Tanrı’ya inananların, inanmayanlara yapmış olduğu baskıdan –özellikle Ortaçağ Hristiyanlığının Kilise engizisyonundan- şikâyet ederler. Ancak bundan şikâyet eden kesim, yönetici sermaye sınıfının düşüncelerini, beğenilerini ya da fantezilerini (akidelerini, inançlarını) iliklerine kadar kendilerine borçlanmış ulus devletler üzerinden toplumlara kanunlar ve cezalar vasıtası ile dayatmalarının bir başka engizisyon biçimi olduğunu görmeyi ya da fark etmeyi reddederler.

Geçmişte Hristiyan Katolik mezhebi kutsallarını, önceliklerini, tercih ve nehiylerini kiliseler üzerinden toplumlarına dayatmıştı. Aydınlanma sonrası ise topluma din dayatma misyonunu kiliselerin elinden alan sermaye, devletler üzerinden bu yetkiyi, maaşlandırdıkları uzmanlar ve bilim adamlarına verdiler. 1930’larla başlayıp 2000’li yıllara gelinen süreçte tamamen küresel medyanın eline geçen din dayatma yetisinin odağı, Ortaçağ’da kilise ve papalık iken, günümüzde büyük sermaye ile bağlantılı üniversiteler ve devletleri aşan küresel ölçekli kuruluşlara kaydı.

Bu Dinin Akidesini Biraz Tarif Etmeye Çalışalım

Batının evrimi esas alan ve kendini, dünyanın merkezine koyup evrimsel olarak gelmiş geçmiş en gelişmiş insan modeli olarak gören anlayışı, yalnız TANRI’yı değil, insani sıfatları, ahlakı ve ahlaktan türeyen tüm diğer değerleri (aile dâhil) son kullanma tarihi geçmiş uygarlıkların, terk edilmesi gereken, köhne artıkları olarak tanımlıyor. Dolayısı ile şu an içinde bulunduğu seküler düşüncenin hayat nizamını, ürettiği bilgiyi ve tercihleri, “en ileri”, mutlak, tartışılmaz gerçekler olarak sunarken; geçmişte aşağılanmış, sapıkça ve iğrenç görülen filleri, -ahlakı tersyüz ederek- “özgürleştirme” adına kutsuyor.

Ahlakın Tersyüz Edilmesi: Tanrının Şeytanlaştırılması, Şeytanın Tanrılaştırılması

Mesela LGBTTİQ+ çevrelerin yılda bir yapmış oldukları yürüyüşün isminin ONUR YÜRÜYÜŞÜ olması, FEMEN Örgütünün soyunarak eylem yapıyor olması ve çıplak göğüslerini “silah” olarak tanımlaması gibi eylemler ahlakın ters yüz edilmesi yönünde hamleler olarak görülebilir[21]. Zira çıplak göğüslerle vurulabilecek tek hedef sanırım AHLAK’tır.

Örneği çıplaklıktan verirsek; Kitabi dinler, “Hiçbir hayvan örtünmez. Sadece insan örtünür” derken, “Hayvanilikten kopmayı olumlayıp, “örtünmeyi” tavsiye ederler. Diğer taraftan çıplaklanarak hayvanlarla yakınlaşmayı ise insanlıktan çıkma görerek olumsuzlarlar. Post-Modern Seküler Din ise “hiçbir hayvan örtünmez. İnsan giyinerek ve örtünerek, insani kibrini beslemek ve hayvanlar üzerinde İKTİDAR kurmak için doğallıktan, doğasından sapmış, yoldan çıkmıştır” derken hayvanlardan farklılaşmayı olumsuzlar, hayvanlarla özdeşleşmeyi de olumlamış olur.

Bu tartışma, “İnsan , Tanrının yeryüzünde gölgesi, eşref-i mahlukat mıdır yoksa sadece diğerlerinden biraz daha gelişmiş düşünebilen, alet yapabilen, konuşabilen ve tecrübe biriktirebilen bir  HAYVAN mıdır tartışmasına gelip dayanır. Ve  tartışmayı “İnsana asalet verecek Tanrı diye bişi yok, sadece gelişmiş  bir hayvanız” diye neticelendirir.

Batının geldiği bu, Post-Modern Seküler nokta, Ahlakı, erdemleri ve “insaniyeti” yok eden süreçleri (Nietzsche’nin Ahlakın Soy Kütüğü Teorisinden hareketle)  insanilikten ya da insani tekâmül sürecinden bir sapma olarak değil, gelişmiş insanın olması, gitmesi gereken yer olarak idealize eder. Ancak sadece kendine idealize etmekle kalmıyor, bu ideolojiye/DİNE karşı gelişen muhalefeti ve ahlaki değerlerin ters yüz edilmesi sürecine direnenleri baskılıyor.

Bu noktada altını çizmek gerekir ki; tüm dinler kendilerinin “En YÜCE” öğretiye sahip olduğunun iddiasındadırlar, bu zaten olması gerekendir. Kendine güvenmeyen bir din varlık nedenini açıklayamaz. Ancak dinlerin ya da modern dinler olan ideolojilerin kendilerini başka toplum ya da dini cemaatlere dayatmalarını “faşizm” olarak tanımlayan Batı; kendi ideolojisini ya da dininin kabullerini ve tercihlerini diğer toplumlara dayatmasını “kutsal misyon”, “başka toplumları AYDINLATMA”, “Kurtuluşa erdirme”, “Çağdaşlaştırma” vs. adı altında meşrulaştırır. Bu da bize Batı misyonerliğinin ve  sömürgeciliğinin sonuna gelmediğimizi, Batının “Kurtuluş Mitolojisi Misyonerliğine” dayalı sömürgeciliğinin kılık değiştirerek devam ettiğini düşündürtüyor.

Bu noktada Batı’nın Kurtuluş Mitolojisine dayalı misyonerliğinin “vaad edilmiş topraklar” adına Kızılderili ırkını yok ederken, Çİnden Afrika’ya, Hindistan’dan Güney Amerika’ya kadar devasa bir coğrafyaya büyük acılar götürdüğünü hatırlamamak elde değil. Gördüğümüz kadarı ile Batı YENİ bir “Kurtuluş İdeolojisi” ile bizi kurtarmak istiyor. 

Güçlü Kadın Tanrıya Karşı

Post-Modern Seküler Din, geçmişin ilkel ataerkil/patriarkal düzeni olarak gördüğü dirençli geleneksel ve YEREL yapıları dağıtmak için “kadını” bayraklaştırıyor ve verdiği mücadeleyi gericiliğe, geçmişin TOKSİK(zehirli) kalıntılarına karşı verilen bir “iktidar mücadelesi” olarak tanımlıyor.

Bu, Post-Modern Seküler Din’in ŞEYTAN’laştırılmış figürü, “özellikle kadınların, eşcinsellerin, fahişelerin, orospuların, hayâsızların, teşhircilerin, röntgencilerin, pedofililer, tefecilerin, bankacıların ve benzeri günahkârların dışlanmasına ve acılar çekmesine sebep olan, aynı şekilde diğer erkek ve kadınları da cinsel baskı ve kontrol altına alan, cinsel tatminsizliğe ve onun kaynaklık ettiği ŞİDDETİN üremesine sebep olan “ERKEK”tir. (Elbette ki her erkek değil, AHLAK erkeği, Andropos). Erkek, “Ahlak” denen bir uydurmalar manzumesi ile kadınlar ve diğerleri üzerinde iktidar kurmuş, kadını ezmiş ve malı haline getirmiş, diğer toplumsal cinsiyetleri ise tamamen yok saymıştır.

 “Erkeğin” iktidarının yıkılması, KADININ ve diğerlerinin özgürleşmesi için; şehvetin özgürleşmesi de yeryüzünden şiddetin kalkması için önemlidir. Zira şiddetin kaynağı tatmin edilmemiş cinsellik dürtüsüdür.

(Dikkat ederseniz “KADIN Konusu“ dönüp dolaşıp sürekli büyüklerde ve çocuklarda şehvet serbestliğine, anormal cinsellik biçimlerine (LGBTTGİP+ ve cinsiyetsizlik ideolojisine gelip dayanmak zorunda kalıyor.)

Erkekten kasıt, hiç biri kadın ya da eşcinsel olmayan Peygamberlerdir. Kutsal metinlerin hiç biri (Kur’an hariç) kadını muhatap almaz. Aslında TANRI, Erkeğin iktidarının ismidir. Tanrı ERKEKTİR ya da ERKEK Tanrıdır. Bu anlamda özgür ve GÜÇLÜ KADIN, erkeğin/Tanrının iktidarına meydan okumanın sembolüdür.

(Siyahileri, Kızılderilileri, Asyalıları, çingeneleri, şişmanları, çirkinleri, hastaları, özürlüleri, Müslümanları, Budistleri, Hinduları vs. dışlayan “Beyaz Anglosakson Sağlıklı” VİTRİVİUS ERKEĞİ konusuna başka bir makalede değindik. [22])  

GÜÇLÜ KADIN[23], erkeğin iktidarının sonlanmasını temsil ederken, Erkeğin iktidarının sonlanması AHLAK denen zeminin aşılması ile mümkün olacaktır[24]. Çünkü erkeğin ürettiği  “Tanrı, peygamberler, din adamları, kutsal kitaplar, dinler, gelenekler vs.” gibi iktidar araçları ancak ve ancak AHLAK zemini ile var olabilirler. Bu zemin yok edildiğinde onlar da tarihin çöplüğüne doğru savrulmak zorunda kalacaklardır. Bu noktadan bakıldığında “penisi olan KADINLAR” (translar) biyolojik kadınlardan daha kadındır. Çünkü onlar ahlaki zeminin en uyumsuz parçalarıdır. Ahlaki zemini reddederken, erkek-kadın ilişkisini de ters yüz eden radikal lezbiyenler[25] de, biyolojik kadınlar arasında en gerçek KADINLARDIR.

Diğer yandan “ahlak” ve “erdem” sahibi kadın da, her ne kadar biyolojik olarak dişi olsa da kadın değil, toplumsal cinsiyet olarak ERKEKTİR.  

Bu Post- Modern Seküler Din Batıda, devletler, TV, sosyal medya ve ünlüler üzerinden adeta bir beyin yıkama ritüeli olarak 3-4 yaşlarından itibaren tüm topluma dayatılıyor[26]. Nietzsche’nin “Tanrı’dan henüz kurtulamadık, O, dilbilgisinde yaşıyor” yol göstermesine tabi olarak toplumun dili ile de oynanıyor[27]. Tanrı’dan geriye kalan bir zombi olan Ahlaki artıkları (ar, namus, şeref, hayâ, mahrem, iffet vs.) silme çabası Batının bitmez “tek boyuta indirgeme” takıntısı ile birleşince, dil de tek boyutlu cinsiyetsiz bir dile indirgeniyor. Dayatılan bu dile karşı çıkanlar psikolojik aşağılamalara maruz kalıyor, tehdit ediliyor hatta işlerinden atılabiliyor[28]. Bu dile sahip olmayan çalışmalar, araştırmalar -içeriği ne kadar kuvvetli olursa olsun-  büyük medyada yer alamıyor, üniversitelerde tezler, makaleler kabul edilmiyor, dergilerde yazılar yayınlanmıyor. Mili Eğitim ve Kültür Bakanlıklarının müfredatlarından ve yayınlarından bu kelimeler kazınarak yeni nesillerin işitmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor.   

“Bunların 6284 no’lu kanun ile ne alakası var?”

Malumunuz dinler, neyin helal, neyin haram, neyin meşru, neyin gayr-i meşru olduğunu tanımlayan yani günlük hayatı organize eden düşünce sistemleridir. Neyin kıymetli, neyin kıymetsiz olduğunu va’z eder, nasıl yaşanılacağını, hangi değerler üzerinden ilişki kurulacağını öğütlerler. Onları DİN yapan da budur.

Bu, aynı zamanda bir değerler hiyerarşisi tanımlamak anlamına da gelir. Zira insan tercih yaparken tüm kazanımları aynı anda elde tutamaz. Hedeflediği, ulaşmak istediği şey uğrunda bir şeyleri öncelerken aynı anda bir şeyleri de ihmal etmek ya da görmemezlikten gelmek zorunda kalır. Tüm dinler, inanç sistemleri hatta birey olarak insanlar bunu yapmak zorundadır. İşe giden insanın, para ihtiyacını öncelerken özgürlük ihtiyacını ihmal etmesi gibi.

İşte bu öncelikler sıralaması ya da göz ardı edilenler hiyerarşisi ile dinler, kendilerini diğer dinlerden ayırt ederler.

Örnekleyelim:

- Mesela Kitabi dinler ahlak ve erdemli bireyi öncelerler. Bu nedenle toplumda kıymetli biri olmayı “şeref”, “izzet” ve “namus” sahibi olmakla tanımlarlar. Bu hedefe ulaşmak için de özgürlüğü ve cinselliği kısıtlarlar. Bunu disipline edebilmek için zinayı yasaklaması, bireyin özgürlüğünün ihlal edildiği; zinaya ceza talep etmesi ise vücut dokunulmazlığının ihlal edildiği noktadır. Ulaşılması gereken ütopyası CENNET yani Tanrının rızasıdır. Bu hedefin önündeki her türlü engelin kaldırılmasına odaklanır. Onay makamı Tanrı’dır.

Bu değerleri benimsemenin,  arzularından fedakarlık etmenin, şehvetini ve diğer arızi diye tanımlanmış duygularını mümkün olduğunca kontrol altına almış olmanın karşılığında ortaya çıkması ümid edilen “AHLAK ve Erdem İnsanıdır” (İnsan-ı kamil).

Post-Modern Seküler Din ise şerefi, başarı (güç/para/konfor) ya da statüde görür. Bu anlamda Machiavelli’nin dediği gibi başarıya giden her yolu mubah saymaktan da çekinmez. Para kazandıran (zenginlerden çalmak hariç) her yol şeref verirken bu uğurda ahlak, ar, namus, iffet, mahrem gibi değerler, ihmal edilebilir, hatta baş belası pozisyonuna düşer. Ahlak ve erdem talebi küfür olarak pekâlâ değerlendirilebilir.

Ulaşılması gereken ütopyası ŞEHVET, haz, konfor ve mümkün olduğunca ölmemektir. Hazza ve şehvete ulaşmanın her türlü yolu gibi erotizm ve teşhirci çıplaklık normalleşir. Hatta porno bile bu toplumların olmazsa olmaz NORMU/ normali olarak günlük hayatın içine girmiştir. “Eğitim(?)” amaçlı tavsiye bile edilebilir. Hakeza Toplumsal Cinsiyet ideolojisi çerçevesinde LGBTTİQ+ ‘dan pedofiliye, ensestten zoofiliye kadar her türlü HAZ biçiminin[29] meşrulaştırılmaya çalışılıyor olması HAZ ve ŞEHVET kutsallarına (putlarına) verilen kıymeti hissettirmeye yeterli olabilir kanaatindeyim.

Post-Modern Seküler Dinin ürettiği ürün ise bireyselliğe, menfaate ve hazza tapan bir modeldir. Tüm değerleri, “Sana Ne, Bana Ne” veya “Bana göre, sana göre” sloganlarında toplanabilecek şehvet ve hazza dayalı “BENCİ”likte özetlenebilir.

“İyi insan olma” hedefi gözden kaybolmuştur.  Hatta “iyi” olmak ayak bağıdır. Kanaatimize göre “İyi kızlar Cennete, kötü kızlar her yere gider” aforizması bu dinin ruhunu tanımlar. 

Dikkat edilirse 6284 ve onun atıf yaparak kaldırılmasına rağmen ayakta tuttuğu İstanbul Sözleşmesinin üst değeri HAZ ve ŞEHVETE ulaşabilme özgürlüğüdür ve ahlaki değerler ihmal edilebilir değerler olarak kabul edilir.

- Ölçünün değişmesi ve kıymet skalasının ters yüz edilmesi ile kar hane çalışanları ve eşcinseller, “namus” meselesi sebebi ile kitabi dinlerde kınanan öğelerken, parayı kutsayan Post-Modern Seküler Din ise onları “seks işçisi” diyerek onurlandırır. Benzeri şekilde velayet davalarında annenin seks işçisi ya da kar hane çalışanı olmasının velayete engel olarak görülmemesi, aldatan kadına erkeğin tedbir nafakası ödemeye mahkûm edilmesi gibi uygulamalar “para” karşısında ahlak/namus meselesinin ihmal edilebilir bir pozisyona gelmesi ile ilgilidir kanaatindeyiz.[30]

Sözleşme ve 6284, “parayı”, “para kazanmayı” (maddiyatı) tüm değerlerin üzerine koyarak, değerler yelpazesini Post-Modern Seküler Dine göre yeniden düzenler.

- Mesela kitabi dinler, kendinin, kadının ve çocuğun -genel anlamda toplumun- bir ahlak ve erdem çerçevesinde yaşatılmasının sorumluluğunu erkeğe vermişlerdir. Erkeğin sorumluluğu evin geçimini temin etmek, özel anlamda, evin ve ev ahalisinn, genel anlamda, yurdun/obanın emniyetini ve menfaatlerini dışarıya karşı savunmak, geniş ailenin namusunu korumak ve çocukların ahlak ve edep üzerine terbiyesini vermektir. Bu sorumluluklar çerçevesinde “baba”ya, evin ve ailenin yöneticiliği/kavvamlığı payesi verilmiştir.

Ancak gelişen robotik yapıların erkeğin gücüne ihtiyaç bırakmaması, diğer taraftan kadının ve çocukların koruma ve güvenliğini devletlerin üstlenmesi, evin, obanın ve yurdun savunulmasını maaşlı profesyonel  örgütlerin devralması (polis, ordu, jandarma, bekçi vs), kadının sanayiye çekilerek ücretli işçiye dönüştürülmesi ile kadının, erkeğe olan maddi muhtaciyetinin kırılması Erkeği boşa düşürdü.  

Post-Modern Seküler Din,  boşalan alanı, iki kutsalına (şehvet ve haz) ulaşabilmek için yonttuğu üçüncü bir put ile doldurdu. “Karışılamazlık putu”.

Anlattıklarımı anne babana söyleme!
Karşılamazlık putunun önünde hem kadın için hem çocuk için en önemli engel yine “Ahlak Erkeği” (baba, koca, abi, kardeş, oğul, dede, amca, dayı vs)idi. Bu nedenle direk hedefe konuldu. Erkek artık ne karısına karışabilirdi ne çocuklarına, annesine, torununa,  kardeşine. Namusun, arın, hayanın, edebin, şerefin, ırzın, iffetin ve helalin bir kıymeti yoktu. Yani Erkeğin nöbetini tutacağı, tutması gereken bir değer de ortalıkta kalmamıştı. Boşa düşmüş  erkek, -özellikle baba- evde bir fazlalık olarak, kadının ve çocuğun izin verdiği yere kadar “sığıntıdır”. Erkeğin EVDEN atılabilecek bir varlığa dönüşmesi onu EVSiZ, yersiz, yurtsuz bırakır.

“Ahlak insanını” hedefleyen ilahi dinlerde “baba” çocuklarını ahlak ve erdem üzerinde yetiştirmekten sorumlu en önemli figürken, “şehvetin” kutsandığı modern seküler dinler için baba (ve anne), çocuklarını kutsal şehvet ayinlerinden uzak tutmaması, onlara karışmaması gereken  baş belası figürlere dönüşürler. Çünkü onlar kızlarının sağlıklı bir aile kurmasını önceler ve serbest cinselliği ihmal edilebilir görürler. (TV’ler de erkek arkadaşlarına ya da partilere ulaşmaya çalışan, erotik kızların başına bela olmuş –olumsuzlanan- EBEVEYN tiplerine dikkatinizi çekmek isterim.)

6284’nolu yasa babanın (ve annenin)  çocuklara ahlak ve terbiye vermesi gerektiğine inanmayan bunu küresel sömürgeci dinin evlerimizde, ellerimizde ve okullarımızdaki temsilcileri olan TV, Sosyal medya ve rehberlikçilere/psikiyatristlere veren Post-Modern Seküler Dinden taraf alarak ahlak ve erdemin gelecek nesillere aktarılmasının engellenmeye çalışıldığı sürece aktif katılır.

- Post-Modern Seküler Din bu sebeple bizi bir başka sorunla daha yüzleşmeye zorlar. “Çocuk Kimindir?”

Kitabi dinler çocuğu özelde babanın ve ailenin, onlar olmazsa onların bağlı olduğu cemaatin çocuğu olarak görürler. Dolayısı ile her baba, çocuğunu kendi dinine ve değerlerine göre yetiştirmekte özgürdür. Bireysel zorbalıklar olmuş olsa da Sovyetler Birliği ve Komünist Çin’de olduğu gibi tüm toplulukların çocuklarına, kız erkek demeden ailelerinden koparılarak din dayatılmasını kitabi dinler onaylamazlar.

Lakin Modernite ile birlikte çocukların; uğurlarında ölecek askere ihtiyacı olan ulus devletin mi yoksa okullarda işçisi ya da memuru olmaları için yetiştirildikleri fabrika sahiplerinin mi MALI oldukları tartışması gündeme girmiş ve devletin malı oldukları sonucuna varılmıştır. Post-Modern dönemin Seküler Dini ise çocukların sahibi olarak bize, “gelecekte onlara iş vermemiz için bizim kapımızı çalacaksanız, onları yapmadan önce bize soracaksınız[31]” diyen egemen sermayeyi işaret ediyor gibi. Çünkü anne ve babanın çocuk terbiyesinden tamamen koparıldığı hatta kreş rüşveti verilerek, çocukların 3-4 yaşından itibaren anne kucağından alındığı[32] süreçte çocukların terbiyeleri küresel hegemonyanın işaret ettiği dili işleyen uzman, psikolog, rehberlikçiler ile TV ve sosyal medyaya devredilmiş durumda.

6284 no’lu kanun ile çocuğa ceza verme yetisini TEKELİNE alan devlet, çocuğa ebeveynini evden uzaklaştırabilme yetisi vererek çocuğun terbiye sürecinden ebeveynlerini dışarı atmış oldu. Kanaatimize göre bu pek ala “ailenin”, küresel sömürgeciliğin din dayatmasının önünde engel olma pozisyonundan çıkarılması olarak düşünülebilir.

Dikkat edilirse Post-Modern Seküler Din çocuğun cinsel serbestiyeti için özelde babayı ve aileyi ihmal edilebilir görür.

(Nasıl ki, aile reisliğinden erkeği atılması, kadını ailenin reisi yapmamış, aile ile hiç ilgisi olmayanları ailenin içine sokmuş, boşanmaların ve yalnız yaşayanların artmasına sebep olmuşsa, çocuğun ebeveynini evden uzaklaştırması da çocuğa özgür seks yolunu açmış olsa bile aile ile çocuğun mesafesini de açacak, ergenliğe eren ya da 18 yaşını dolduran çocuğu aileye yabancılaştıracak ve yük haline getirecektir.)

- Mesela Kitabi dinler cinsel ihtiyaçların aile içinde görülmesini çiftlerin birbirlerine karşı sorumluluğu olarak tanımlarlar. Helal çerçevede birbirlerine yardımcı olmaları tavsiyesinde bulunulur. Bu noktada zinaya gitmemeyi öncelerken çiftlerin bireysel konforunu ihmal edilebilir görür. 

Post-Modern Seküler Din zaten aileye inanmaz, tam aksine çiftlere “cinsel deneyimlerini” zenginleştirmeyi önerir. Bu nedenle özellikle ahlak erkeğinin ısrarla aynı kadından talep edeceği cinselliği anlamlandıramaz ve onu zımnen de olsa DIŞARI gitmeye zorlar. (Bu durum farkında olmadan dindar erkeği çözümsüzlüğe itmektir). Bunu da erkeği dilediği gibi terbiye edebilmesi için kadının eline verdiği sopa ile yapar. (“Evlilik İçi Tecavüz” sopasını gören akıllı erkek (?) nikahtan kaçıp ahidsiz, sorumluluğu olmayan bir beraberliğin yolunu bulmak zorundadır.)

Bu durumda da bazı sorular kaşımıza çıkar: Rus milletvekili Vitaly Milonov’un işaret ettiği gibi[33], “Devlet ya da Feminist Queer yapılar, yatak odasının kapısında hatta karı kocanın arasında yatıp her sorun çıktığında aileye müdahale ettiğinde evliliğin devam ettirilebilmesi mümkün müdür?” Ya da devletin veya feminist Queer yapıların görevlendirdiği bir memurun müdahale gücünün karı kocadan fazla olduğu bir yerde sağlıklı bir evlilikten söz edilebilir mi?

Bizce erkeğe verilmiş, “ardına bakmadan kaç” tavsiyesinden başka bir şey değildir bu.

Zira “aile içi tecavüz” meselesinin, mutlu günlerde hiç gündeme gelmezken, kadının erkeği cezalandırmak, intikam almak, tazminat ya da nafaka koparmak gibi suiistimale açık durumlara geldiğinde birden ortaya çıkıyor olması, meselenin şiddet meselesinden çok kadının, erkeği terbiye etme sürecinde dilediği zaman kullanabileceği “sopalama ya da şantaj hakkı” olarak okunabileceği kanaatindeyiz.   

Gözden Kaçan

Kanaatimize göre, 6284 no’lu kanun ve atıf yaptığı bizdeki ismi ile İstanbul Sözleşmesi (asıl ismi Avrupa Sözleşmesi) toplumların, “Gerçek ve mutlak tek hakikatimiz, gerçekte hiçbir hakikatin (iyi, doğru, güzel, hayırlı, Tanrı, ahlak vs.’nin) olmadığıdır” (posttruth) düşüncesi üzerinden yeniden yapılandırılması sürecini içeriyor. Yani Batı, bir numara çekerek kendi hakikatini bizlere dayatıyor.  

Post-Modern Seküler Dinin toplumlara çektiği numarayı Murat Sayımlar’dan bir alıntı ile tarif etmek istiyorum:

Herkesin kendisine göre bir bakış açısı vardır. Kendi bakış açısından gördüğü kendisi için HAKİKATTTİR. Diğerlerine, onun doğrularına saygı duymak düşer” diyorlar.

Bu felsefe temel olarak İNSANIN sabit bir hakikatinin ve bu hakikate dair hükümlerin olamayacağını işaret eder. Ve pratik düzeyde herkes kendi doğrularını kendisi üretir, yargısını ortaya koyar. Pratik düzeyde bu, "hiç bir göreceli unsur diğerine müdahale etmemelidir" fikrini özünde taşır.

Yani sahiplenilebilecek DOĞRU budur, GERÇEK budur, İYİ budur, GÜZEL budur denilebilecek hiçbir HAKİKAT yoktur! Dolayısı ile kimse kimseden bir din, ahlak, erdem çerçevesinde davranmasını bekleyemez; Karı-Koca, Baba-kız, Anne-oğul, Abi-Kardeş bile olsanız, demektedirler. 

Buradaki HİLE şudur; pratik düzeydeki "doğru, zaruri ve meşru" kavramlarını kişi sanki bizatihi KENDİSİ üretiyormuş gibi sunulmaktadır. Halbuki HAKİKAT yargıları (medyadan-AHÇ) manipüle edilerek üretilmekte ve kendi yargısını kendisinin ürettiği sanrısına kapılan insanlar da bu manipülasyon üzerinden kontrol edilmektedir.[34]

İlk olarak burada gözden kaçırılan “toplumların kendim beğendim”, “böyle düşünüyorum”, “bana göre böyle”, “benim tercihim” dedikleri kelimeler aslında kendi ürettikleri kelimeler, zevkler değillerdir. Zira akıl kendi değerini üretemez. Böyle bir yetisi yoktur. Kişi aklını, ya nefsinin ya ümid ettiğinin ya korktuğunun ya da İMAN ettiği/güvendiği kimsenin eline verir. Hayranı olduğunu taklit etmeye başlar. 

Post-Modern Seküler Din dayatması toplumlara eğer akıllarını geleneksel, dini ya da ahlaki değerlere teslim etmezlerse kendi düşüncelerini, kendi tercihlerini kendilerinin üretebilecekleri sanrısını verir. Bu aldatma ve manipülasyondur. Zira o değerlerin yeri, okullar, MEDYA, TV ve Sosyal medya üzerinden dayatılan düşünceler, beğeniler, zevkler ve tercihlerle doldurulur. Yani, bireyin “benim tercihim” dediği şey aslında egemenin medya veya devlet üzerinden dayattığı kelimelerden fazlası değildir.

İkinci olarak eğer doğru, hakikat, HAKK, hayırlı ve güzel yoksa güçsüzlerin,  güçlülere bir davranış dayatma ya da erdem ve ahlak talebinde bulunma güçlerinin ortadan kalkacağına dair şüphe yok. Lakin GÜÇLÜLERİN güçsüzlere davranış, din, eylem dayatmalarının önüne nasıl geçeceğimize dair hiçbir ipucunun olmadığı gözlerden kaçırılmıştır.

Son Söz

Yıllarca kendisini kapitalizmin karşısında konumlandırmış olan gerek sol gerekse feminist hareketler, kapitalistlerle anlaşıp tek cephe olunca, tüm kutsallarını (meleklerini ve şeytanlarını, doğru ve yanlışını, gerçeklerini ve ütopyasını, iyiliği ve kötülüğü) kaybetmiş olarak Post-Modern Seküler Din’in vaizi konumuna geldiler[35].

Küresel Sermayenin fonlar ve medya ile alabildiğine abandığı, devletlerin küresel sömürgecilikle ters düşmeme adına destek verdiği Batılı sömürgeciliğin yeni versiyonu Post-Modern Seküler Din, tüm toplumlarda ne ahlak, ne erdem ne aile, ne de KADIN bırakacak gibi duruyor.

6284 gibi kendilerine uzatılan rüşvetleri geri çeviremeyen kadınlar, kendi kızları için bir Cehennem hazırlıyor olabilirler. Zira tarihin hiçbir döneminde erkek için meşru ilişki gayri meşru ilişkiden daha tehlikeli bir hale gelmemişti. Erkeklere uzatılan özgür, nikâhsız ve sorumluluksuz ilişki rüşvetine el uzatmayan sadece AHLAK erkeği kaldı. Muhtemelen o da sonsuza kadar direnemeyecektir.

Bizim ilmimiz buna yetti,  doğrusunu Aziz Allah  bilir. 

Zeyl: 6284 no’lu kanunun madde madde incelemesini Cengiz Keleş Bey daha önce yaptığı için tekrara lüzum görmüyoruz[36].

Ahmet Hakan Çakıcı
Zilkade 1444


[1] Bu yazının öncelikle huzursuz aileler için yazıldığını hatırlatmak istiyorum. Bu nedenle saadeti yakalamış çiftler için anlamlı gelmeyebilir.
[2] Bakara 231, 232 ve Nisa 35. Ayet-i kerimeler.
Batı Düşüncelerinin etkisi ile 1400 sene sonra fark edilmiş ve gündemimize girmiş modern zaman tevillerini tartışmaların sanırım yeri burası değil.
[3] Konu hakkında daha detaylı bir yazı için bakınız: “Neden Kadınlar Daha Fazla Boşanıyor?”
https://www.ahmethakancakici.com/2022/05/neden-kadnlar-daha-fazla-bosanyor1.html
[4] Wael Hallaq, İslam Hukukuna Giriş, Pınar Yayınları
[5] https://www.marketingturkiye.com.tr/haberler/bosanma-motivasyonlari/
[6] https://www.yeniakit.com.tr/haber/6284ten-5-yilda-2-milyon-uzaklastirma-955213.html
[7] https://psikoloji-psikiyatri.com/pinar-akdemir-gandur/kardes-kiskancligi/
[8] Nisa 34. Ayet-i Kerime
[9] Batılı Psikologlar bunu şöyle tanımlıyorlar: “Evrim TEORİSİNE” dayandırarak erkeğin binlerce yıllık avcılık süreci ona çok yönlü düşünebilme becerisi sağlamıştır. AVCI toplumda kadının görevi çocuklarını korumaktır. Çocukların korunması mekâna ve zamana bağlı olarak kadının sorumluluğunda olduğu için kadın bu iki boyuta tam hâkim olabilmek adına yeteneklerini bu iki boyut içinde geliştirmiştir. Ancak ailenin karnının doyurulmasından sorumlu olan erkek, avcı olmak zorundadır. Avcılık, hem zamana hem mekâna hem de karşıdakinin hamlelerine hâkimiyeti zorunlu kıldığından 3 boyutlu düşünme güdüsü gelişmiştir.     
[10] Bu yazının öncelikle huzursuz aileler için yazıldığını hatırlatmak istiyorum. Bu nedenle saadeti yakalamış çiftler için anlamlı gelmeyebilir.
[11] Batılı Psikologlar bunu şöyle tanımlıyorlar: “Evrim TEORİSİNE” dayandırarak erkeğin binlerce yıllık avcılık süreci ona çok yönlü düşünebilme becerisi sağlamıştır. AVCI toplumda kadının görevi çocuklarını korumaktır. Çocukların korunması mekâna ve zamana bağlı olarak kadının sorumluluğunda olduğu için kadın bu iki boyuta tam hâkim olabilmek adına yeteneklerini bu iki boyut içinde geliştirmiştir. Ancak ailenin karnının doyurulmasından sorumlu olan erkek, avcı olmak zorundadır. Avcılık, hem zamana hem mekâna hem de karşıdakinin hamlelerine hâkimiyeti zorunlu kıldığından 3 boyutlu düşünme güdüsü gelişmiştir.     
[12] Cengiz Keleş Bey’e ikazı için teşekkür ederim.
[13] Erkeğin yatağa çağırdığında kadına verilen “erkeği geri çevirme” tavsiyesi, ahmak kadının erkeği cinsellikle terbiye etmeye çalışırken, onu,  başka kadınlara ya da zinaya yönlendirmemesi veya kendisinden soğutmaması olarak okunabilir.    
[14] Nisa Suresi 34. Ayet-i kerime
[15] Nisa 35. Ayet-i Kerime
[16] Görselde “Eğer Ataerkil düzenin yıkılmasında bazı masum insanların zarar görmesi gerekiyorsa, bu bana göre, kesinlikle ödenmesi gereken bir bedeldir." (Elbetteki bedeli ödemesi gereken o değil.” Deniyor.
https://nymensactionnetwork.org/2022/04/fathers-the-first-great-reset-victims/?fbclid=IwAR1x0vIAKdSQgz6NOdtXtTKGGLLq7_YVbmmjpgnNck2jxrRvUa2cD8UJogo
[17] https://halktv.com.tr/yasam/41-yasindaki-adamin-tam-550-cocugu-var-daha-fazla-kadini-hamile-birakmasina-yasak-729337h
[18] https://tr.euronews.com/2023/03/27/avrupada-son-20-yilda-dogurganlik-hizinin-en-cok-dustugu-ulke-turkiye
[19] Bilerek ve isteyerek, sanat eserine, kişiye ya da kamuya ait bir mala, araca ya da ürüne zarar verme eylemidir.
[20] https://frankwright.substack.com/p/the-international-religion
[21] https://kaosgl.org/haber/femen-manifestosu-artik-turkce
[22] Konunun beyaz, Hristiyan, sağlıklı, anglosakson vitrivius erkeği ilgili kısmını daha önce yazmıştık. https://www.ahmethakancakici.com/2019/09/2-queer-teori-ahlak-sonras-toplum.html
[23] Konu hakkında daha detaylı bir yazı için https://www.ahmethakancakici.com/2019/09/2-queer-teori-ahlak-sonras-toplum.html
[24] https://twitter.com/euronews_tr/status/1668936330754281473?t=aeNa1_2WDQNk6ucuMls2Ag&s=08
[25] Radikal lezbiyen tabirini erkeklerle ilişkiyi kesinlikle reddeden lezbiyenler için kullanıyorlar.
[26] https://www.conservativewoman.co.uk/the-project-to-brainwash-our-children/
[27] https://www.theguardian.com/education/2023/jun/06/london-school-drops-sir-and-miss-honorifics-to-fight-cultural-misogyny?utm_term=Autofeed&CMP=twt_gu&utm_medium&utm_source=Twitter#Echobox=1686071820
[28] https://www.gbnews.com/news/nottinghamshire-news-teacher-sacked-pronouns-row-child
[29] https://tr.euronews.com/2023/06/14/lyon-belediyesinin-ekoseksuellige-maddi-destegi-tartismalara-yol-acti
[30] chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2015-118-1479
[31] Marc Zuckenberg’e atfedilen bir ibare.
[32] İngiltere’de hükumetin 9 aylıktan itibaren çocuklara devletin kreş hizmeti vereceğine dair bir yazı için bkz: https://www.conservativewoman.co.uk/the-project-to-brainwash-our-children/?fbclid=IwAR0hUDwGsEx0fbgR0LyRBjbAO5wBLSzOL09JBkUkDcjNR72_t3nzjE6_WYU
[33] https://t24.com.tr/haber/rusyada-aile-ici-siddet-adli-suc-olmaktan-cikiyor-duzenleme-kadinlari-nasil-etkileyecek,386170
[34] Murat Sayımlar, Fıtratname, s:25
[35] BU bölümdeki kelimeler kendilerini feminist olarak tanımlayan Nancy Fraser ve Gayatri Spivak Hanımlardan esinlenilmiştir.
[36] https://www.hertaraf.com/haber-6284-sayili-kanunun-incelemesi-av-cengiz-keles-11409    


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Küçük bir cep kitapçığı olarak hazırlanıp herkese verilmesi gereken bir çalışma.emeği gecenlere teşekkürler. YCL-GNL

Yorum Gönder