Bir Haber: Mevlid’in en eski nüshası ABD’de bulundu[1].
Eserin bulunduğu Michigan Üniversitesinin Kütüphanesindeki kayda göre eser II. Abdülhamit Han’ın özel kütüphanesinden çıkmış. Ancak Mevlid-i Şerif’in padişahın özel kütüphanesinden çıkıp Amerika’ya nasıl gittiği bilinmiyormuş.
“İstanbul Hasköy’de Yahudi mezarlığına gece gelen çocuklar, onlarca mezar taşını tahrip etti.”[1]
ın 5 çocuk tarafından gerçekleştirildiğinin tespit edildiğinin açıklamasını yapmış.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Türkiye Musevileri Hahambaşı’sı İsak Haleva’yı telefonla arayarak geçmiş olsun dileklerini iletmiş.
Dergâha ilk kez gelen beyefendi, tarihi mekânın uhrevi havasından etkilenmiş, üzerine bir edep bir ağırlık sinmişti. Gözlerini bir taraftan görülmemiş hiçbir şey bırakmamak istermiş gibi dikkatle ağır ağır çevrede gezdirirken bir taraftan da içinde bulunduğu atmosferi içine çekip, her gittiği yere götürmek istermiş gibi burnunu yukarı kaldırmış derin derin nefes alıyordu: Aniden hayıflanmaya yakın bir ses tonu ile kemalat zamanına erişmiş Beyefendiye:
“Şehir dışında olduğumuz için bizim imkânımız yok ama sanırım halkanıza katılmak, derslerinizde bulunmak, öğüdünüzü dinlemek isteyen çok oluyordur” deyince;
Dost meclisindeki Karadenizli olan arkadaş, az önce Facebook’ta paylaştığı mesajı okudu: “TV’ler zamanın büyücüleri: Onun istediği gibi giyiniyor, onun istediğini beğeniyor, ona göre çocukları yetiştiriyor, ev döşüyor, birbirimize hitap ediyoruz. Onun konuş dediklerini konuşuyor, onun savunduklarını savunuyor ve tebliğ ediyoruz. Üstelik bunların kendi düşünce mahsulü fikirlerimiz, beğenilerimiz olduğunu sanıyoruz. Bu yolla en saçma, en sapkın kelimeler içimize girip yayılabiliyor. Ancak TV’den bize zorlanan bu terbiyeyi garipsemiyor, yadırgamıyoruz. Televizyon Hz. Musa’nın büyücülerinden çok daha maharetli bir büyücü.”
Bingöllü bir Kürt olan diğer arkadaş geniş bıyıklarını çekiştire çekiştire, “Babamın bibisi (halası) gelirdi bize, o da TV’ye arkasını döner otururdu. Ekrandan tarafa dönüp bakmazdı” diye onayladı onu.
Poyraz, kâh parlayarak kâh sakinleşerek kararsızca etrafımızda dolanıyor. Kuzey doğu istikametinden getirdiği, kalın giysilerimize rağmen içimize işleyen soğuk rüzgârlarla, sanki ceplerimizden çıkarmaya korktuğumuz ellerimizle bizden rahatsız olmuş gibi, bizi bulunduğumuz yerden söküp atmaya çalışıyor. Güneş doğalı 1 saat kadar olmuş olmasına rağmen mart ayazının soğuğu henüz kırılmış değil.
Gelin diyelim şevk ile lailahe illallahAşkla sıdk-ü zevk ile lailahe illallah
Su bidonlarını taşımak için beyefendi ile çekişiyorlar. İlle de ağır bidonları o alacak.
-
Efendim, müsaade ediverin.
-
Sizin vücudunuz alışık değildir. Lütfen siz müsaade edin.
İlerden
birileri sesleniyor:
-
Efendim, İstanbul’dan bir grup gelmek için “Müsait midir?” diye
soruyorlar. Beyefendi:
-
Nedenini söylediler mi? Yük almaya mı, yük olmaya mı geliyorlarmış?
-
Anlamadım efendim!
-
İnsanlar genelde birinin
yanına giderken, kendi sırtlarındaki yükü onun sırtına atıp, kaçmak için giderler.
O’nun sırtındaki yüke el atayım diye gitmezler!

- Delikanlı pat diye;
- "Üstadım! Bursa’nın altı evliya, üstü eşkıya dolu” diyorlar. Bursa’nın evliyaları neden
yer altına çekildiler. Niçin artık onları görmüyoruz?” diye sorduğunda
sanırım çok farklı bir cevap bekliyordu.
Beklediği türde bir
cevap alamadığı gibi, tam aksine neredeyse azarlar, adeta hesap sorar tonda;
sorusuna, soru ile cevap alıyor:
- Niçin arıyorsunuz onları?
Osmanlıların araya girmesi ile 4 yıllık esaretten sonra Bursa’ya getirilen Abdülkadir el-Cezairî Bursa’da daha sonra kendi ismi verilen sokaktaki bir evde misafir edilir. Yanında getirdiği validesi bu dönemde vefat eder ve Bursa’da sırlanır. Bu süreç içinde kendisi gibi Kadiri tarikinden olan bir dergâha da dönem dönem misafir olur. 3 yıllık misafirliğin ardından 1855 yılında Bursa’yı yerle bir eden ve “kıyametis-sugra” (küçük kıyamet) diye anılan depremin ardından önce İstanbul’a sonra Lübnan’a oradan da Şam’a gider.
Sütlüce semti, İstanbul’da Haliç Köprüsü’nü Eyüp Sultan istikametine doğru geçince hemen sağda kalan denize nazır semtin ismi. Bu semtte, görenlerin hayran kalacağı muhteşem güzellikte bir Tekke var.
1785 (Hicri:1199) tarihinde inşa edilen Tekke'nin birkaç farklı ismi vardır. Bânisi (inşa edeni) Hasîrîzade Şeyh Mustafa İzzî Efendi’ye atfen “Hasîrîzade Tekkesi”;
İş, bana teklif edildiğinde çok hevesli değildim. Kendimce, hevesli olmamamın anlaşılır sebepleri de vardı: İlk olarak ben zaten iki işi birden yapmaya çalışan, vakti pek de müsait olmayan biriydim. Bir taraftan 6-7 dönüm muz bahçesine bakıyordum, bir taraftan da hediyelik eşya dükkânında esnaflık yapmaya çalışıyordum. Üstelik Osmanlıcaya hiç aşina olmadığım gibi, Türkçeye de hâkim değildim. Ne gramerden anlıyordum, ne noktalama işaretlerinden. Bizimkisi resmen cahil cesaretiydi.