Dergahtan Kerametler 19: Anna Masala: Çay, Kavun ve Dondurma

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 15 Mar 2008 0 yorum

Behçet Kemal Çağlar, Anna Masala, Çetin Altan

Anna Masala, İtalyan-İspanyol karışımı bir ailenin çocuğu olarak İtalya’da dünyaya gelmiş.  Hanımefendi, dünyaca ünlü şarkiyatçı Ettore Rossı’nin son öğrencisi olarak ismini duyurmuş, Roma Üniversitesinde Türkoloji dalında öğretim görevlisi iken 1980 yılında “Ordinaryüs Profesör” unvanını almış.

“Ben, Manevi olarak Türküm” diyen Anna Masala’nın ismini ilk kez, Bursa’da verdiği konferansa katılmış bir arkadaşın anlattığı hatırası ile duydum. Dinlediğimde çok hoşuma giden bu hatıra aklımda kaldığı kadarı ile şöyle idi:[1]

Anna Masala, bir tercüman ile Nurettin Cerrahi Tekkesinin postnişini Muzaffer Özak Efendinin yanına gidiyor ve sebeb-i ziyaretini “müridanı arasına katılma isteği” olarak ifade ediyor. Muzaffer Efendi:

    Böyle şeyler aceleye gelmez. Hele oturup biraz sohbet edelim, bir şeyler yiyip içelim sonra konuşuruz, diyor. Çayımız var, kavunumuz var, dondurmamız var. Neyi tercih ederler? Sor bakalım, diyor.

    Ice cream (dondurma) cevabı gelince, dönüyor arkasını ve sesleniyor:

    Sultanım, 3 çay kap gel.

Nerden geldin, ne yaparsın ne edersin derken çaylar bitiyor ve tekrar soruyor:

    Çayımız var, kavunumuz var, dondurmamız var. Hangisini tercih ederler?

Bir önceki sefer sesini duyuramadığı için çay içmek zorunda kaldığını düşünen Masala Hanım, bu sefer daha yüksek sesle:

    Ice cream, diyor. Muzaffer Özak Bey, arkasını dönüp:

    Koçum çayları tazeleyiver, diyor ve çaylar yine geliyor. Az sonra yine aynı soru:

    Çayımız var, dondurmamız var, kavunumuz var?

Masala Hanım bu sefer daha alttan ve ümitsizce,

    Ice cream, diyor.

Muzaffer bey tekrar dönüp,

    Paşam, 3 çay daha kapıver, diyor.

Çaylar bitince tercümana dönüp: “Hafta başına şunları yapıversin.” diye ilk ödevini Masala Hanım’a veriyor. Tercüman şaşırıyor ve,

    Önce konuşmayacak mıydık! diyor.

    Konuştuk ya, diyor Muzaffer Bey: Biz ona “Ne istediğini biliyor musun?” diye sorduk.  O her seferinde “ice cream” dedi. Demek ki ne istediğini biliyor. Peki, bizden geleni kabul edecek misin? Dedik. İtiraz etmeden çayları içti. Daha ne olsun? Eğer bizden geleni kabul etmeyecekse kendi bildiğinin peşine düşecekse kendi bildiklerine bizim tecrübemizden daha fazla güveniyorsa burada ne işi var? 

Hatırayı dinleyince aklıma, Safiyüddin Bey’den işittiğim bazı kaynaklarda Sultan-ı Meczubin diye anılan Abdal Mehmed Efendi ile Eşrefoğlu Abdullah Efendi arasında geçtiği rivayet edilen bir menkıbe geldi.

Eşrefzade Abdullah Efendi şimdi Bursa’nın Yeşil semtinde Türk İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılan Medrese-i Sultaniye’de okurken, dönemin büyük âlimlerinden Kara Hoca’ya muid[2] olacak seviyeye geldiği halde, Bursa’nın üç meşhur “abdal”ından biri olan Abdal Mehmet Efendi’nin sohbetlerine de devam eder. Bu sohbetlerin birinde Abdal Mehmet Efendi, Eşrefzade Abdullah Efendiye hitaben:    

    Danişment[3], var git bize köfteli çorba getir, der.

Buyruğu alan Abdullah Efendi, bugün “Kayhan” diye anılan, o dönemde “Kayegan” denilen semte gidip bir çorba bulup getirir. Çorbayı önüne alan Hazret, çorbayı karıştırır ama köfteleri bulamaz. Dönüp:

    Kandedir bunun köfteleri?[4]  diye sual eder.

Abdullah Efendi:

    Çorbanın köftelisi kalmamış. Eğer müsaade buyurursanız köftelisini de yarın getireyim, diye mazeretini arz eder.

Bunun üzerine Abdal Mehmet Efendi yakındaki çamurdan biraz alıp, avucunun içinde küçük küçük yuvarlayıp çorbanın içine atar. Kendisinin sipariş verdiği, sonra içine çamurdan köfteler kattığı çorbayı Abdullah Efendiye uzatıp içmesini teklif eder. Abdullah Efendi hiç tereddüt ve itiraz etmeden tam bir itaatle çorbayı cümbüşler. Abdal Mehmet Efendi bu teslimiyeti görünce:

    Ya sen “Ol”mayacak da kim olacak, diye birkaç kez tekrar eder.

Bu iki hatırayı daha anlaşılır kılmak için müsaadenizle artlarına Üstaddan bir hatıra daha ilave etmek istiyorum.

Bir seferinde Üstad birine sual edilmesine karşı çıkıyor: “Efendim neden sormamıza müsaade etmediniz?” denilince:

    Tavsiyesini yerine getirecek miydiniz? diye soruyor. Cevaben:

    Efendim, uygun görürsek neden olmasın? Kafamıza uymazsa, fikrini öğrenmiş oluruz, diyorlar.

    Bu, en hafif tabir ile nezaketsizliktir. Hem beyefendiyi, zaten var olan kendi fikriniz kadar ciddiye almadığınız ve güvenmediğiniz hâlde sanki ciddiye alırmış gibi yapıyorsunuz, hem belki de çok kıymetli olan bir nasihate kıymet vermeyip ayaklar altına alıyorsunuz hem de nâhak yere vaktini çalıp, zihnini meşgul ediyorsunuz. Eğer ondan iyi biliyorsanız onu neden meşgul ediyorsunuz? Kendi bildiğinizi yapın! Yok eğer, o sizden iyi biliyorsa, neden teslim olup nasihatini yerine getirmiyorsunuz? Eğer öğüt tutulmayacaksa soru da sorulmamalı kanaatindeyim.

Üzerinde biraz daha derin düşünülürse burada vakti geçenin, kıymetten düşenin tasavvuf, tasavvufi yapılar veya şeyhler, üstadlar olmadığı fark edilecektir.

Vakti geçen, kıymetten düşen tecrübe ve hikmetin bizzat kendisidir.   

Sanırım bu yüzden Modern dünyanın putlaştırılmış “bireyselciliğinde” yoğrulmuş nesillerinin algılamakta ve anlamakta oldukça zorlanabileceği menkıbeler ve kelimelerdir bunlar. Zira Modern dünyada tecrübe ve hikmet  -kimden gelirse gelsin-  aşağılanıyor, değeri ve önemi yok sayılıyor. Babadan, anneden, dededen, ustadan, âlimden, hocadan, öğretmenden hatta Peygamberlerden; çocuğa, talebeye, müride yani önceki nesilden sonraki nesle doğru yönelen tecrübe ve hikmet nehrinin önü kesilerek gelecek nesle klavuzluk etmesi engelleniyor. Adeta bilinçli bir ihmalle doğruyu, iyiyi, güzeli, HAKKI bulmak için tecrübenin ve hikmetin ne kadar büyük önem arz ettiği genç neslin gözlerinden kaçırılıyor.

Aksine tecrübenin reddi; büyük bir maharetmiş gibi, büyük bir iş başarılmış gibi sunularak “özgürlük” kılıfına sokuluyor. “Siz, her şeyi yapabilirsiniz, başarabilirsiniz.” Propagandası her alandan çocukların ve gençlerin zihinlerine yediriliyor. Onlar, sadece doğmuş olmakla kendi kendilerine doğruya ulaşabilecekleri, kararlarını kendi kendilerine vermeleri gerektiği efsunu ile büyülenirken; insani AKLIN ve bireysel kararların nefsin, arzunun, şehvetin, korkuların, menfaatin baskısı, tahakkümü ve ayartması altında olduğunun ikazı yapılmıyor. Şeytanın insanı boş vaadlerle ya da vesveseler ile yoldan çıkarabileceğine inanmak ise “Modern İnsan” için fazlası ile hurafe kokan bir saçmalık!

Bu durum, bunun farkında olmayan nesilleri medya ve internet yolu ile kolay ayartılır, etkilenilir, yönlendirilebilir, yönetilebilir, gaza getirilebilir, manipüle edilebilir kılıyor.

Tecrübe ve hikmetin gelecek nesillere nakli azaldıkça insaniyet azalırken hayvani duyguların öncelendiği yaşam formları öne çıkıyor. Hayvani duyguların öncelendiği iklimde insaniyetin yüce ve asil sıfatları tutunamıyor, çözülüyor, gözlerden kayboluyor.

Hâlbuki salih niyetli bir hoca, tecrübeli bir usta veya bilge bir rehberle hemhâl olmak, gidilen yolda, insana çok büyük kolaylıklar ve avantajlar sağlayabilir. Nice tuzağı onların ikazı ile görür, nice yanından görmeden geçip gidilebilecek ayetler ve imkânlar onların ikazı ile fark edilebilir, nice uzun seneler emek vererek elde edilebilecek bilgilere kestirme yollardan ulaşılabilir. Bu yolla nice lüzumsuz acıdan, mânâsız ıstıraptan, boş emekten, sonuçsuz gayretten ve ömrünü boşa harcamaktan da kurtulunabilir.

Uygarlık dediğimiz toplumların birikmiş tecrübelerinden ibarettir. Toplumlar tecrübe biriktirmeyi beceremediklerinde oradan ustalar, üstadlar, ilim ve âlimler çekilir, görünmez olur. O toplumlar tecrübe biriktirebilen toplumların kölesi olur.       

Üstelik insan, kemalat bulmuş olgunlaşmış insanlardan sadece bilgi ve tecrübe almaz; onlar üzerinde talim de yapar. Mesela insan; birini sevmeyi, birine güvenmeyi, birine teslim olmayı, birine hürmet etmeyi, birine saygı göstermeyi, vefayı, muhabbeti insanda talim ederek öğrenir. İnsanı sevmeyi, insana güvenmeyi, teslim olmayı beceremeyen gözle göremediği, dokunamadığı, koklayamadığı, işitemediği Aziz Allah’a nasıl güvenecek, hürmet edecek?

Olmaz, olmuyor!

Ne yazık ki, edep sahibi insanlara güvenemeyen, selim akıl sahiplerine teslim olamayan, ortak akla sahip çıkamayanların demagoglara, bankacılara, para-taparlara, zalimlere, sömürgecilere teslim olduklarını, olmak zorunda kaldıklarını; nesillerini ve çocuklarını onlara kaptırdıklarını yaşayarak öğrendik ve öğrenmeye devam ediyoruz.

Ahmet H. Çakıcı
Rebiülevvel 1444   


[1] Hatıra arkadaşın aklında kaldığı, onun anlattıklarından da benim aklımda kaldığı kadar sahihtir.
[2] Muid: Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı.
[3] Dönemin hocalarının, öğrencilerine hitap şekli
[4] Nerede bunun köfteleri?


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder