Dergah'tan Kerametler 16- “Dâvûd-i Kayserî'yi Kim Dinler?

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 12 Mar 2008 0 yorum

Dâvûd-i Kayserî’yi Kim Dinler?
Dergâha ilk kez gelen beyefendi, tarihi mekânın uhrevi havasından etkilenmiş, üzerine bir edep bir ağırlık sinmişti. Gözlerini bir taraftan görülmemiş hiçbir şey bırakmamak istermiş gibi dikkatle ağır ağır çevrede gezdirirken bir taraftan da içinde bulunduğu atmosferi içine çekip, her gittiği yere götürmek istermiş gibi burnunu yukarı kaldırmış derin derin nefes alıyordu: Aniden hayıflanmaya yakın bir ses tonu ile  kemalat zamanına erişmiş Beyefendiye:
“Şehir dışında olduğumuz için bizim imkânımız yok ama sanırım halkanıza katılmak, derslerinizde bulunmak, öğüdünüzü dinlemek isteyen çok oluyordur” deyince;

“Pek öyle sayılmaz zira bu vaktin insanının öğüt dinlemeye ne mecali var, ne de sabrı. O öğüt dinlemeyi değil, öğüt vermeyi seviyor. Peygamber gelse ona bile dersini verip gönderecek bir özgüveni, böyle bir kibri var. Zahmetlere katlanıp buralara kadar geliyor, bizim hata ve kusurlarımızı tespit ediyor, sonra bize dersimizi verip, nasihat edip gidiyorlar” diyor.

Dâvûd-i Kayserî[1]

“Dâvûd-i Kayserî hakkında yazı var mı elinizde?” diye sorduğumda İstanbul’dan bir hemşerim “Osmanlı Devletinin kurulduğu dönemdeki bir âlimin varlık - zaman - Allah konusunda beyin yakıcı fikirleri, meraklısına ilginç gelecektir. Foucault, Nietzsche, Kierkegaard diye debelenmeye gerek yok.” demişti.

Gerçekten de Dâvûd-i Kayserî üzerinde çalıştıkça, her adımda daha da büyüyen, insanı hayretlere bırakan biri ile karşı karşıya kalıyor insan.
Dâvûd-i Kayserî’nin,  1260-62’li yıllarda bugün İran sınırları içinde kalan Sâva’dan göç edip Kayseri’ye yerleşmiş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiği tahmin ediliyor. O dönemde Anadolu Selçuklu’nun eğitim havzalarından biri olan Kayseri’de, daha sonra Anadolu Selçuklularının baş kadısı olacak olan büyük Kürt âlim Siraceddin Urmevi’den ders alıyor. Ardından ilim öğrenmek için Mısır’a gidiyor. Orada eğitimini tamamladıktan sonra dönemin meşhur Nizamiye Medreselerinden biri olan Niksar Yağıbasan (Nizamiye) Medresesi’e gidiyor. Orada yine vaktinin büyük âlimlerinden ve medresenin baş müderrisi İbn Sertak’tan muhtemelen matematik, geometri ve astronomi dersleri alıyor. İbn-i Sertak’ın vefatından sonra 52-53 yaşlarında iken Sâva’ya gittiği ve orada Sadrettin Konevi’nin öğrencisi Abdülrezzâk el-Keşânî’nin halkasına katıldığı kesin gibi. El Keşani’nin vefatından sona Anadolu’ya döndüğü tahmin edilen Dâvûd-i Kayserî’nin şöhreti,Keşfü’l-Hicâb an Kelâmi Rabbi’lErbâb” ve bir Fusûs’u şerhi olan “Matla” eserlerini yazması ile artıyor.

Bu dönemde Orhan Gazi kendisini İznik’e davet edip Kadılık veya Kadı Askerlik görevini vermek istiyor. Ancak Dâvûd-i Kayserî bu teklifi kabul etmeyince, Orhan Gazi ona, bir rivayete göre kiliseden çevirerek, bir rivayete göre temelden inşa ettirerek, Osmanlıların ilk medresesi olan İznik Medresesi’ne baş müderrislik (rektör) vazifesini teklif ediyor. 1136 yılında bu teklifi kabul eden Dâvûd-i Kayserî, hem idarecilik hem baş müderrislik görevini 15 sene boyunca vefatına kadar ifa ediyor.

Dâvûd-i Kayserî’nin ilminin derecesini ve çok yönlü kişiliğini hissettirebilmek için birkaç örnek alıntılamak istiyorum:

-       Eserlerinden Aristoteles, İbn Sînâ, Ebu’l-Berekât Bağdâdî, Şihâbüddin Sühreverdî ve Zemâhşerî gibi isimlerin düşüncelerini eleştirebilecek kadar özgüveni yüksek bir düşünürdür.

-       Kendisinden önce kullanılan kavramları yeniden yorumlayabildiği gibi kendisi de yeni kavramlar tanımlar.

-       Işık, siyahlık, karanlık gibi kavramları ve bunların hâricî varlıkları hakkındaki tartışmayı ele alır. Bu çerçevede görmeyi, göz, görünen, ışın ve izlenim (intibâ‘) terimleri çerçevesinde tanımlar; ihsâs[2] ve mahsûs[3] ilişkilerini verir.

-       Tabiatta var olan her şeyin esasını ve bütün tabiat olaylarını enerji ve enerji değişimiyle açıklayan fizik ve felsefe doktrini enerjetizmi, Batı’da bu görüşün kurucusu olarak ilan edilen Wilhelm Ostwald’dan (ö. 1932) altı yüzyıl önce temellendiren Dâvûd-i Kayserîdir. Ona göre tabiatın da içinde yer aldığı görünür görünmez maddî ve ruhî bütün varlıkların toplamı olan âlem, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisidir. “Küllî unsur” adını verdiği tabiattaki her şey atom (cüz) ve moleküllerden (mürekkeb) teşekkül etmiştir. Varlıkların nitelik ve niceliğini atom ve moleküller tayin eder. Tabiat kendi özünde enerjiden ibarettir.

-       Enerjinin özelliği ve tezahürü ışık ve ateş olmasıdır. Dâvûd-i Kayserî bu fikrini, “Sonra O, özü duhân olan gökyüzüne yöneldi” (Fussılet 41/11) âyetinde geçen “duhân” kelimesine dayandırır. Ona göre tabiattaki her şeyin kendisinden oluştuğu duhân enerjinin şekil almamış durumudur. İlk enerji olan duhân zaman içinde çok çeşitli formlar almış ve varlıkların şeklini belirleyen dört unsura (su, hava, ateş ve toprak) dönüşmüştür. Öte yandan Demokritos gibi varlıkların atomlardan ve moleküllerden teşekkül ettiğini, ancak kendisinden önceki Yunan filozofları ve onların takipçisi olan Müslüman atomist filozoflardan farklı olarak atomların enerji yüklü olduğunu da söyler.

-       Zaman konusunda kendisinden önce kabul edilen Aristo ve Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî’nin görüşlerini özetledikten sonra bunların tenkidini yapmış ve kendi görüşünü ortaya koymuştur. Ona göre “fizikî zaman” aynı zamanda “matematiksel” bir zamandır.[4]

-       Kendisinden önce Batlamyus astronomisinin Ay’ın episaykıl (tedvir) hareketleri, hızları, konumları ve aralarındaki açıların ölçüm hatalarını tespit etmiş ve doğru önermelerini ve ölçümlerini vermiştir.


Dâvûd-i Kayserî Hicri 751 (miladi 1350) yılında İznik’te vefat etmiştir. Çandarlı Kara Halil Paşa Camii’nin karşısında olduğu rivayet edilen mezarı 1938 yılında Belediye tarafından yapılan çevre düzenlemesi sırasında yok edilmiştir. Yıllar sonra birileri ismini unutturmamak adına Hazret’e bir mezar yeri ihdas etmişler.

(Şahidesi bile olmayan bu kabir, iki bina arasına sıkışmış olup bina yapmaya müsait arazisi olmadığı için olsa gerek kendini kurtarabilmiş olan İznik
Medresesinin 3. Baş müderrisi Alaüddin Ali Esved Karahisari’nin (Kara Hoca) mezarının 100 metre ilerisindedir. Kara Hoca lakaplı Alüiddin Ali Esved, Eşrefoğlu Abdullah-i Rûmî, Molla Şemsettin Fenarî, Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa ile oğlu Şeyh Kutbettin gibi bir çok “Osmanlının kuruluşunda ziyadesiyle önemli roller üstlenmiş ünlü âlim ve şahsiyeti yetiştirmiştir. Ankaralı Hacı Bayram Velî ile de samimi dost olan Alüddin Ali Esved, kızı Zeliha’yı Hacı Bayram’ı Velinin oğluna gelin vermiştir. İznik Medresesinin 2. Baş Müderrisi Tâcüddîn Kürdî ise aynı zamanda öğrencileri olan Şeyh Edebali ve Çandarlı Kara Halil Paşa’nın kayınpederidir. Eğitimini Dâvûd-i Kayserî gibi Siraceddin Urmevi'nin yanında almış, Bursa’da adına bir medrese yaptırmıştır.)  

Osmanlının ilk üniversitesini/medresesini kuran, ilk rektörü/dekanı/profesörü olan, İran ve Hint düşüncesini çok ciddi ölçüde etkileyen, Vahdet-i Vücud felsefesine toplumun anlayabileceği/kabul edebileceği bir form veren, Mehmet Bayraktar Hocanın ifadesi ile Vahdet-i Vücud felsefesinin en zirve kişisi, Batı’da ciddi şekilde alıntılanan ve Batı düşüncesini raya oturtan adam diye anılan[5] böyle biri hakkında “Türkiye Üniversitelerinde ne var?” diye girdiğim YÖK’ün tez ve doktoraları yayınladığı sitede, büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaşıyorum: Birkaç farklı isimle aratmama rağmen ancak 3 çalışma önüme düşüyor. 

Yani son dönemde mezarına bile sahip çıkamamışken, “Bu adam kimdir? Ne anlatmıştır” diye kulak vermemiş, anlamaya çalışmamış; “Kurmaya çalıştığı binanın üzerine bir tuğla nasıl ilave ederiz?” derdine düşmemişiz.

Said Halim Paşa’dan bir kelime geliyor aklıma: “

Osmanlı cemiyetini garplılaştırmak heves ve arzusu ile cemiyetlerimizden bir kısmı nihilist olmuşlardır. Bunlar, herhangi bir şey meydana getirmekten aciz, her çeşit koruma hissinden mahrum, her şeyi yıkmaya hazır, yıkıcı, tahripçi kimseler haline gelmişlerdir. Çünkü “ıslah” hissi, “koruma, muhafaza etme” duygusu ile beraber bulunur[6] der.
Paşa haklı çıkmıştı: Yıkmayı biliyor ama yapmayı bilmiyor; kendi dedelerimizinkiler gibi, umranın kurucusu alimlerimizin hatıralarını dahi muhafaza etmeyi beceremiyoruz.

Aklıma, karşılaştırma olsun diye GENDER (Toplumsal Cinsiyet) kelimesini aynı siteden arattırmak geliyor. YÖK’ün sayfasında “gender” diye aratınca sadece son 10 senede 2000’den fazla tez ve doktora çalışması önüme düşüyor.

Burada da merhum Prof. Erol Güngör Bey’e bir atıf yapalım: “Batı ile veya yabancı herhangi bir ülke ile bu derece yakın ve kesif bir münasebete giriştikten sonra, oradan istenilen şeylerle birlikte istenmeyenlerin de gelmesi kadar tabi bişi olamaz… Önemli olan yerli kültürün bunlara kolayca teslim olup yerini terk edecek kadar zayıf kalmasını önlemektir… Türkiye’ye gelince, onun asıl talihsizliği bu medeniyet alışverişinde kendi milli kültürünün dıştan ziyade içten tahribata uğraması, böylece batılılaşmanın bozucu tesirlerine tamamen açık hale getirilmesidir. Türkiye’de bugün hala bağımsız bir kültür şahsiyetinden bahsediliyorsa bunun bizim eski kültürümüzün her türlü hoyratlık karşısında hala direnecek kadar kuvvetli olmasına borçluyuz. Fakat bu direnen kültüre bir hamle gücü kazandırılmazsa daha fazla ayakta kalmasını da bekleyemeyiz.”[7]  

Öyle ya Dâvûd-i Kayserî, Tâcüddîn Kürdî,
Alaüddin Ali Esved Karahisari’lerin kurdukları terbiye sisteminden kalanlar, Batılı kimliksizleştirmeye 150 senedir direnebilecek bir zırhı bize sağladı. Ancak bu kadar hor görülmeye, zayıf bırakılmaya, terk edilmişliğe daha ne kadar direnebilecekler belli değil?

Lafı Said Halim Paşa’dan bir alıntı ile bitirelim: “Bu hengâme içinde hiç kimse, kime veya neye inanacağını, kime veya neye hürmet ve riayet edeceğini bilemiyor. Herkes her şeyi biliyor. Fakat hiç kimse bir şey yapmaya muvaffak olamıyor. Bununla beraber her yerde ve her meselede meydana çıkan çeşit çeşit ıslahatçıların haddi hesabı yok.”[8]

Tam da Paşanın dediği gibi: Kimseyi dinlemeye mecalimizi yok! Her şeyi biliyor, her şeye çözüm üretiyor ve hiçbir şey beceremiyoruz.

Kıymetlilerimize kulak vermeyi bile.                                                                 

Ahmet H. Çakıcı
1443/ ZiLKADE


[1] Bu yazıda Prof. Dr. Mehmet Bayraktar Beyefendinin https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/219981 makalesinden yararlanılmıştır. 
[2] İhsas: 1. Üstü kapalı olarak anlatma, sezdirme, duyurma. 2. Duyma, hissetme; duyurma, hissettirme: Son ihsas anlarını tek başına yaşayan müstakil bir gözde (Ahmet H. Tanpınar). Zîra genç müdür, gönlündeki emâneti henüz annesinden başka hiçbir kimse ile paylaşmamakta, ona hiç kimseyi âşinâ etmemektedir, Seyyide Hanım ve Mehmet Baba gibi mânevî bir ihsas ile haber alanlardan gayri (Sâmiha Ayverdi).
[3] Mahsus: Yalnız bir kimse, bir nesne veya bir yere âit olan, başkasında bulunmayan, husûsîleşmiş, has, özgü: İstanbul’un yaza mahsus güzelliğine büyük zarar veriyor (Ahmet Hâşim). Sonra bu eserlerin kendilerine mahsus bir devirleri var (Ahmet H. Tanpınar)
[4] İhsan Fazlıoğlu,  İznik’te Ne Oldu? Osmanlı İlmî Hayatının Teşekkülü ve Dâvûd Kayseri
[5] Bu ifadeye rastladığım kaynağı yeniden bulamadım.
[6] Said Halim Paşa, Buhranlarımız, s:87
[7] Erol Güngör, “Teknoloji ve Kültür değişmesi” Nihayet Dergi, Mehmet Ali Akyurt, Haziran

[8] Said Halim Paşa, Buhranlarımız, s:103


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder