Dergah'tan Kerametler 15- Yunan'ı Anlıyorum / Eşrefoğlu Rumi

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 11 Mar 2008 1 yorum

Dost meclisindeki Karadenizli olan arkadaş, az önce Facebook’ta paylaştığı mesajı okudu: “TV’ler zamanın büyücüleri: Onun istediği gibi giyiniyor, onun istediğini beğeniyor, ona göre çocukları yetiştiriyor, ev döşüyor, birbirimize hitap ediyoruz. Onun konuş dediklerini konuşuyor, onun savunduklarını savunuyor ve tebliğ ediyoruz. Üstelik bunların kendi düşünce mahsulü fikirlerimiz, beğenilerimiz olduğunu sanıyoruz. Bu yolla en saçma, en sapkın kelimeler içimize girip yayılabiliyor. Ancak TV’den bize zorlanan bu terbiyeyi garipsemiyor, yadırgamıyoruz. Televizyon Hz. Musa’nın büyücülerinden çok daha maharetli bir büyücü.”

Kelime biter bitmez Burdur Yörüğü olan, kalp gözü açık karayağız beyefendi: “Benim büyük annem televizyona sırtını dönerek otururdu. ‘Onlar seni görmüyor’ denilince de ‘Ben onları görüyorum ya. Gözlemek de günahtır!’ derdi.”

Bingöllü bir Kürt olan diğer arkadaş geniş bıyıklarını çekiştire çekiştire, “Babamın bibisi (halası) gelirdi bize, o da TV’ye arkasını döner otururdu. Ekrandan tarafa dönüp bakmazdı” diye onayladı onu.

Dedeleri Bulgaristan’dan yıllar önce 93 muhaciri olarak Bursa’ya gelmiş olan, sarışın yeşil gözlü arkadaş girdi araya: “Bizimkiler eve hiç sokmadılar televizyonu, şeytan işi derdi rahmetli ninem.”

Bu kelimeler beni alıp birkaç sene önceki bir başka hatıraya götürüyor.

Eşrefoğlu Rûmî’nin son dönem ahvadından (torunlarından) Safiyüddin Erhan Bey, İznik’te her sene Mayısın ilk pazarı düzenlenen “Eşrefoğlu Rûmî'yi Anma Merasimi” esnasında; 1. Dünya Savaşındaki işgalde  Yunan askerleri tarafından yakılarak yerle bir edilmiş İznik Eşref-i Asitanesinin resimlerine bakarken, bir taraftan da hislenerek bahsetmişti: “Yunanı anlıyorum! Sonuçta İznik, İmparatorluklarına 57 sene başkentlik etmiş (1204-1261), defalarca dinleri için çok önemli olan Konsüllere ev sahipliği yapmış, onlar için mukaddes bir mekan. Hâlâ içinde, onlardan yüzlerce belki binlerce eseri barındırıyor. Bu sebeple onların öfke ve nefretini izah etmek pekâlâ mümkün. Ancak bu topraklara hem Türk hem de Müslüman kimliğini ve karakterini veren, fethin tamama ermesine vesile olan insanlara; Cumhuriyetten sonra yöneltilen öfke, nefret ve kıyımı izah edemiyorum.

Eğer buralar (tekkeler/medreseler) büyük yenilginin müsebbibi olarak görülüyorlarsa, onlardan önce sigaya çekilmesi gerekenler, devleti yönetenler ve geri kalmanın çaresini bulmakta aciz kalan alimler, bürokratlar değil miydi? Bu kurumlar insan fabrikası idi. Topluma ahlak ve erdem yolunda mihmandarlık etmeyi görev edinmişlerdi. Silah yapmak, bilgisayar yapmak, astronot yetiştirmek onların vazifesi değildi ki!”  

İznik Eşref-i Asitanesi

Safiyüddin Bey’in büyük dedesi ve İznik Eşrefi Dergahının kurucusu Eşrefzâde Abdullah-î Rûmî, kökleri Mısır’a kadar uzanan bir aileye mensup. Mezuniyetinin ardından kendisinin de ders verdiği Bursa Çelebi Mehmet Han Medresesi’nde zahiri ilimlerin dersini alarak başlıyor ilim yolculuğuna. Tasavvufi terbiyesini Emir Sultan namı ile meşhur Şemseddîn Muhammed (ö. 834/1430) Efendi ve Abdal Mehmet Efendi’den başlamış. Daha sonra Emir Sultan’ın işareti ile Ankara’ya, Hacı Bayram-ı Veli’nin yanına gitmiş. 11 sene süren hizmeti esnasında Hacı Bayram-ı Veli’ye damat da olmuş.  Sonrasında bir ara İznik’e dönmüş olsa da Hacı Bayram-ı Veli’nin işareti ile şimdi Suriye sınırları içinde kalan Hama şehrindeki Abdülkadir Geylani’nin 4. Kuşak torunu Hüseyin Hamevi’ye intisab eylemiş.

İznik’e geri döndüğünde Kadiri tarikinin Anadolu’daki ilk dergahının da bânisi olmuş. Hacı Bayram-ı Veli’nin kerimesi Hayrünnisa Hanım’dan olan kızı Zeliha Hanım’dan damadı Abdürrahim-i Tırsi, kendisinden sonra dergâhın hizmetini devr almış. Zamanla büyüyen Dergahın kapısı, Yunan İşgalinde yakılarak yerle bir edilmesine kadar açık kalmış.  Yunan tahribatından geriye sadece birkaç mezar şahidesi, caminin minaresi, bir de Abdürrahim Tırsi Efendinin Türbesinin yıkık duvarları kalmış.

Eşref-i Rûmî’nin en meşhur eseri Müzekkin Nüfus; sahip olduğu oldukça duru ve sade halk Türkçesi ile aynı Muhammediye, Mızraklı İlmihal, Mevlid gibi Anadolu’ya yayılmış ve yüzyıllar boyunca topluma ahlak ve erdem üzerinde klavuzluk edebilmiş bir eser.

Mehmed Ali Aynî Efendi, “Türk ahlakçılarının başına Eşrefoğlu’nu koyacak olursam doğru bir iş yapmış olacağımı zannediyorum, çünkü bu zât bundan beş yüz sene kadar evvel bütün Türklerin kolayca anlayabilecekleri bir şekilde, kendi özünü, nasıl ve ne yollarla temizleyebileceğini anlatmıştı.” diyerek Eşrefoğlu Rûmî’yi tarif eder.

Hilmi Ziya Ülken, “Eşrefoğlu’nun İslâm düşüncesinin artık tamamı ile halka indiği bir devirde tasavvufî ahlakın halklaşması hususunda önemli bir rolü olduğunu” söylerken Sabri F. Ülgener ise kendisini “XV. yüzyılın şöhretli ahlakçısı” olarak tavsif etmektedir.[1] Prof. Mustafa Kara Hoca ise Eşrefoğlu Rûmî’ye “Anadolu Kandili” ismini verir.

Müze Ziyareti

Törenden sonra küçük bir grupla İznik Müzesine kadar gidip, Müzenin önündeki tellerin arkasından, Asitanenin haziresinden alınıp müzeye taşınan Hayrunnisa Hanım’ın ve Türbedar İbrahim Dede’nin mezar taşını ayırt etmeye çalışıyoruz.

Beyefendi dönüp bize: “Ne yazık ki, birçok ikaza rağmen pek çok müzede Osmanlı ve Selçuklu eserleri güneşin ve yağmurun altında, Roma ve Bizans eserleri müzenin içinde durdu yıllarca. Bazı yerlerde hala da öyledir. Sizin orada da öyle mi?” diyor. İrkiliyorum. Hiç düşünmemiştim ama bizdeki durum daha iç karartıcıydı zira müzenin içinde de dışında da Roma eserleri dururken, deniz kıyısındaki mezarlığın 50-60'lı yıllarda sökülüp, üzerine Belediye binası, çay bahçesi ve dükkanlar yapıldığını oradan çıkan eski mezar taşlarının iskelenin yapımında denizi doldurmak için dolgu malzemesi olarak kullanıldığını işitmiştim.

Bu cevap bir yaraya dokunmuş olacak ki, anlatmaya başladı: “Abdürrahim Tırsi Efendi’nin türbesinin kalıntıları vardı. Birisi Vakıflar Müdürlüğü’nden kiralayıp türbenin üzerine bakkal dükkanı açmıştı. Gerekli girişimlerde bulunarak devletten bu türbenin ve çevresinin ihyası için izin almaya çalıştık. Ama bize kat’i bir dille bunun mümkün olmadığını söylediler. Ancak kısa bir süre sonra İznik Gölü üzerinde bir helikopter gezinirken bir kilisenin temellerinin tespitini yapınca Bursa Belediyesi çevresini duvarla çevirip sonra duvarların içinde kalan suyu boşaltarak kilisenin ortaya çıkarılmasını sağlamak için çalışma başlatmıştı. Hatta o dönemde Belediyeden bir yetkili, “Gerekirse tüm gölün suyunu boşaltırız” gibi bir şeyler dahi söylemişti. Benzeri bir hadise de Silivri‘de oldu. Yunanistan’da hakkında film çekilen Nektarios isimli bir Hristiyan Azizinin Silivri doğumlu olduğu tespit edilince, onun hatırasını ihya edebilmek için ilçede Aziz Nektarios Evi inşa edildi.

Yanlış anlaşılmasın “Neden bunları yapıyorlar?” demiyoruz. Bunlar mühim ve gayet isabetli faaliyetler olabilir. Ancak bunlar daha çok Batılıların kendi atalarının hatıraları kaybolmasın diye kurduğu baskılar ve ayırdığı fonlar ile oluyor. Tabi bu boş bir gayret değil, zira Vakıflar Genel Müdürlüğü İdare Meclisi Üyesi merhum Halim Baki Kunter Bey’in ifade ettiği gibi:  “Zamanı yenen milletler, zamana yenilmeyen mefahiri (iftihar edilecek eserleri) ve hatıraları olan milletlerdir.” 

Onlar da zamanın galip devletleri olarak dedelerinin eserlerine sahip çıkarak bu topraklardaki izlerini korumaya çalışıyorlar. Peki, bunu niçin yapıyorlar?

Bir toprağın, kendi toprağınız olduğunu ispat edebilmek için tapusunu göstermeniz gerekir. Geçmiş dönemler için tapu, ecdadınızın mezarları, onların eserleridir. İspatı isteyene dedenizin mezarını, eserini gösterirsiniz. Batılılar bir gün lazım olur diye, bizim topraklarımızdaki babalarının “tapularını” korumaya çalışıyorlar.

İyi de bize ne oluyor ki, bir taraftan onların ecdadının eserlerini ihya etmeye çalışırken bir taraftan da kendi babalarımızdan kalan tapu senetlerini yok ediyor ya da onlara bigâne kalıyoruz? Hatta ve hatta onlara düşman olup yok etmeye çalışıyoruz!

Ruh sağlığı yerinde bir insanın kendi ecdadına, babasının dedesinin mülklerine, eserlerine, kurumlarına düşman olması nasıl mümkün olur?

İşte bunu izah edemiyorum!”

Daldığım çağrışımın içinden Karadenizli arkadaşın yüksek tondaki sesi ile çıkıyorum: “Allah, Allah!” dedi. “Coğrafyalar çok farklı ama tepkiler aynı! Aynı edebi kuşanmışlar.”

Bulgar muhaciri arkadaş girdi araya, “Sadece edep mevzuu değil ki, mesela İslam dünyasında nereye gidersen git, evlerde pişirilenlerden konu komşuya ikram edilir.”

Bingöllü arkadaş sözünü kesti: “Misafir ağırlama, hasta ziyareti, cenaze/düğün dayanışması, delilerin beraberce idaresi, yaşlılara hizmet, büyüklere saygı, alime hürmet gibi bir sürü şey aynı. Bunlar ortak bir kültüre, geleneğe işaret ediyor. Bu yüzden Müslüman muhacirler gittikleri topluluğa ciddi çatışmalar olmadan kolayca uyum sağlayabiliyorlar” dedi.

“İyi de” dedi, Burdurlu olan “iletişim araçlarının olmadığı zamanlarda devasa coğrafyaya bu terbiyeyi, bu edebi kim, nasıl verdi?”

Sahi üzerinden 5-6 nesil gelip geçtiği halde, bize suyunun suyu hesabı ile kırıntıları erişmiş olsa da hâlâ İslamlığımızı, birliğimizi, insaniliğimizi muhafaza eden bu terbiyeyi, bu topluma kim ve nasıl verdi?

Ve onca bilgiye, iletişim aracına, medyaya rağmen biz niye veremiyoruz?

Derleyen : Ahmet Hakan Çakıcı
Ramazan 1443

Müzekki’n-nüfûs’tan birkaç alıntı:

Ey Talip bilmiş ol ki, Hak yolun eşkıyası çoktur; din ve İman yağma ederler. Bu yolun hırsızı da çoktur; sıdk (doğruluk, içtenlik) ve ihlas (samimiyet) çalarlar. Ama en belalısı riyadır ki, bütün amellerini çalar. Sebebi de dünya sevgisidir.

Dostun ismini işitince, yerinden kalkıp hareket etmeyen kerim değildir.
 
Etkıya
[2] onlardır ki; saçları ve sakalları dağınık, yüzleri tozlu, elbiseleri eskidir. Halk içinde itibarları olmaz. Kimse onları hesaba saymaz. Hiç bir mecliste hatırlayıp çağıranları olmaz, falan gelmedi demezler. Veyahut meclise gelse, bu kimdir diye merak etmezler. Onlar Cennet ehlidirler. Allah indinde aziz ve muteberlerdir. Hak Teâlâ’dan ne dilerlerse, verilir. Lakin halk indinde kıymet verip, dinleyenleri olmaz.

...Zira riya şirk-i hafidir, gizli şirktir. Birine zalim olduğunu bilerek adil dersen veya amacına ulaşmak için “bir suret hırsızına” derviş veya sufi dersen riya senin de yakana yapışır...

Facir (yalancı, günahkâr, fasık, zinakâr, asi vs.) olsa dahi, mazlumun duası makbuldür. (Bed duasından çekinmek gerekir) Onun kötülüğü kendi nefsinedir.

Çirkin huy, kırık saksıya benzer. Ne içinde suyu tutar, ne tekrar balçık edilip saksı olur, ne yamanıp kusuru gizlenir.

Bir de şiir:

Bu kubbeye kim girdi ki çıkmadı kabadan
Bu suffaya kim geldi ki, gitmedi safası

(Bu dünyaya kim geldi ki gitmedi buradan
Bu gölgeli
ğe kim geldi ki, bozulmadı safası)

Halimi bir dem soragel, diler isen bağrımı del;
Ey kahrı ve lütfu güzel, senden o hem ho
ş, hem bu hoş.

Gelse celalinden cefa, yahud cemalinden vefa;
ikisi de cana sefa, senden o hem ho
ş, hem bu hoş..

Cana cefa kıl ya vefa, senden o hem hoş, hem bu hoş;
Ya derd gönder ya deva, senden o hem ho
ş, hem bu hoş.

Hoştur bana senden gelen ya hil'at yahud kefen;
Ger taze gül yahud diken, senden o hem ho
ş, hem bu hoş.

Ger bag u ger bostan ola, ger bend ü ger zindan ola
Ger vasl u ger hicran ola, senden o hem ho
ş, hem bu hoş.


[1] https://www.liseedebiyat.com/byografler/211-slam-doenem/6231-esrefoglu-rumi.htm

[2] Etkıya: Çok takvâ sâhibi olanlar. Takiler. Takvâda çok ileri giden mes'ud kimseler.


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

1 yorum:

Yorum Gönder