Doğu insanına has incelikli bir nezaket ve o nezaketle nasıl bir arada olduğunu çözemediğim kaba bir teklifsizlik vardı üzerinde. Daha hoş geldin faslı bitmeden çevrede oturan bizlere “Boş boş konuşmayın, susun ve dinleyin!” demek isteyen bir ses tonu ile neredeyse bağıra bağıra: “Üstad” dedi “Sizden istifade etmeye geldik. İki kelime olsun bize nasihat et!”
Ancak yaklaşık iki saati bulan sohbet sırasında üstad dediği beyefendiye düşen konuşma fırsatı on dakikayı bile bulmadı. Konudan konuya, meseleden meseleye atlıyor. Soru sorup cevabını beklemeden büyük çoğunluğuna TV’lerde sık rast geldiğimiz, hepsi birbirine benzer propaganda cümlelerini ardı ardına diziyor ve sık sık “Sizin huzurunuzda bize laf düşmez ama…” demeyi de ihmal etmiyordu.Çevredekilerin
ilgisizliğini, dinlemediklerini fark ettiği anlarda “Hakkınızı helal edin. Ben
çok konuştum” deyip lafı bırakacakmış izlenimi verip devam ediyordu. Dışardan
bakan biri pekâlâ nasihat dinlemeye değil de nasihat vermeye geldiği izlenimine
kapılabilirdi.
Kanaatimize
göre bu beyefendinin durumu nadir görülen bir durum değil. Ne yazık ki, “Sen
bir tanesin”, “Sen de bilirsin”, “Sen de anlarsın”, “Sen de düşünebilirsin”,
“İçindeki yeteneği keşfet”, “Sen de konuş”, “Aklını kimseye emanet etme” gibi Batı
modernitesinin medyadan sürekli tekrarlanan zikirlerinin/sloganlarının gazına
gelmiş insan sayısı hiç de az değil. Bunlar için gerekli alt yapıdan, hikmet,
gayret, ilim ve tecrübeden yoksun pek çok metropol insanı, “kendi keşfettiğini
düşündüğü” gerçekte ise TV’den ya da sosyal medyadan kulağına ve gözüne üflenen
“muhteşem fikirleri” başkalarına anlatabilme fırsatı yakalarım ümidi ile evden
çıkıyor.
Sanırım kimse
kimseyi gerçekten dinlemediği için herkesin aslında aynı şeyleri keşfettiği,
aynı şeyleri aynı vurgularla konuştuğu da fark edilemiyor[1].
Konu hakkında
yeterli emeği vermemiş, tecrübe edinememiş insanlara: “Siz de konuşmalısınız,
siz de fikrinizi beyan etmelisiniz” demek; konunun ehlini, hikmet sahibi üstadlarını,
âlimlerini susturmaktan, onların sesini kısmaktan başka bir işe yaramıyor.
Konudan bihaber olduğunu anlayabilecek
kadar dahi konuya hâkim olmayanların, konularında 30-40 kitap yazmış hocaların
makaleleri altına girdikleri binlerce aşağılayan, hakaret eden kaba yorum ne
yazık ki fikri tartışmalara, yükselen düşünceye, derin tefekküre işaret
etmiyor. Tam tersine Âlimi ve ilmi bu coğrafyadan kapı dışarı etmeye sebep
olabilecek koyu, görgüsüz bir cahilliğin cesaretlendirilmiş ve yüceltilmiş
olduğuna işaret ediyor.
Düşünmenin ‘aklına
geleni sallama’ demek olmadığını bilmeyen topluluklarda ortaya çıkan kakafoni, sadece
o toplumun ilme karşı edebini değil aynı zamanda basiretini kaybettiğine yani iyiyi
kötüden ayırt etme becerisine sahip olmadığına; dinlenilmesi, konuşulması
gereken ile dinlenilmemesi, konuşulmaması gerekeni ayırt edemeyecek hâlde
olduğuna delil sayılabilir.
Ne yazık ki
cahilliğin ya da cehaletin kutsanması problemi sadece sıradan halkın mustarip olduğu
bir problem değil: Birkaç yıl önce 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşlarında Serdar-
Ekrem sıfatı ile ordu komutanlığı yapan ve bu savaşlarda birçok kez Rus
ordusunu mağlubiyete uğratan, Rusçuk’u Ruslardan alan ve bizzat cephede savaşırken
yaralanan II. Mahmut döneminin kudretli Sadrazamı Laz Aziz Ahmet Paşa’nın
azledildikten sonra bir müddet Bursa’da kaldığı evin sokağına onun hatırasına
verilen “Ahmet Sokağı” ismi, bir pop şarkıcısının ismi ile değiştirilmek
istenmişti.
Yani yıllarca
cephelerde ordu komutanlığı ve Sadrazamlık yapan, hayatını ve kanını bu yolda
feda eden büyüklerin isimleri şarkı söylemekten başka bir mahareti olmayan
popçular kadar kıymet arz etmiyordu belediye yetkilerinin nezdinde. Bereket,
akl-i selim Bursa Beyefendilerinden itiraz gelmişti de belediye bu karardan
vazgeçmişti.
Âlime,
üstada, bilene, ustaya yani tecrübe ve birikmiş hikmete kulak vermenin hayati
önemini yeni nesillere anlatabilmemiz gerekiyor. Ancak tecrübe ve ilim
sahiplerine, misafir olduğu yere ve misafiri olduğu cemaate hürmeten öne çıkmamaya
çalışmanın, fark edilme isteğini baskılamanın ve dilin şehvetini
dizginleyebilmenin önemli bir nezaket kuralı olduğunu yeni nesle anlatmak ve
ikna etmek kolay olmayacak. Zira onlar adeta pornografik bir sapkınlık
seviyesinde kendilerini göstermeleri, ispat etmeleri, teşhir etmeleri için
sosyal medyadan kışkırtılıyor, özendiriliyor ve teşvik ediliyorlar. Bunlarla
büyüyorlar.
Akıllı
telefonlar önünde tüm çocukluğunu ve gençliğini harcamış, sabrı, ardı ardına
gelen 3-5 saniyelik aptal videolar tarafından yenilip tüketilmiş, o aptal
videoları bile sonuna kadar seyretmeye tahammül edemeyecek hale düşmüş gençleri;
“En alelade insanlardan dahi sabırla dinlenildiğinde bir şeyler öğrenilebileceğine”
ikna etmek kolay değil.
Hele ki fikrine,
zikrine katıldığın ya da katılmadığın bir meselede ev sahiplerinin veya
büyüklerin önüne geçmemeye çalışmanın bir saygı ve hürmet alameti olduğuna
vurgu yapanların ortalıktan çekildiği bu devirde. Sorulmadıkça araya girmemek,
kaçak konferanslara yeltenmemek, ev sahiplerinin nezaketini suiistimal ederek
başka birini, başka bir fikri ya da zikri dinlemek için toplanmış insanlara “kurnazlıkla”
kendini ya da başka şeyleri dinletmeye çalışmamak adeta tamamen terk edilmiş görgü
kurallarından.
Beyefendi, buna çok dikkat eder.
Yazıya
girişteki bahsettiğimiz beyefendiyi dinlerken 260 senelik dergâhın eşiğini aşıp
hat sanatının örnekleri ve gemi maketleri ile dolu odaya girişimiz geldi
aklıma.
Dergâhın
müdavimi bir dostumuzun daveti ile hızlı bir programın arasına sıkıştırılmış
yarım saatlik bir ziyaretti eşikten geçişimiz. Misafir olduğumuz için olsa
gerek daha özel bir ilgi ve iltifat gösterilmişti. Bir ara:
- Bursa’da olma sebebiniz? Diye sorulmuş,
-
Bir konuda konferans için davet ettiler, diye
cevaplamıştım.
Yoğun
programımız arasına sıkıştırdığımız bu ziyaretten izin isteyip ayrılışımızın
ardından Beyefendi:
-
Bizi ziyarete geldiler. Bize de iade-i ziyaret
düşer. Yarın ki konferansa biz de gidelim.” demişler.
Bunu işiten
arkadaşımız biraz telaşlanmış.
-
Efendim. Arkadaş Bursa’ya sık gelip gidiyor.
İnşallah başka bir sefer gideriz.” diye cevap vermiş.
Dostumuzun endişesine
hak vermemek mümkün değildi. Zira konferansın konusu, Kadiri-Bayrami meşrep bir
tasavvuf erbabı için pek de ilgi çekecek gibi değildi. Queer, Trans, eşcinsel,
gay, lezbiyen, homoseksüel, ensest, pedofili gibi kelimelerin sıkça
zikredileceği Toplumsal Cinsiyet İdeolojisi ve İstanbul Sözleşmesi’ne dair bir
konuşmanın irfan ehlini rahatsız etmesi oldukça yüksek bir ihtimaldi.
Ancak
arkadaşın endişesinden haberdar olmayan Beyefendi itiraza, itiraz ederek:
-
“Bir dahakine kim öle kim kala. Demir tavında
dövülür” deyince arkadaşımız yine ısrar etmiş.
-
“Efendim konu, pek ilgi alanımız dâhilinde değil
gibi” deyince Beyefendinin ses tonu değişmiş, hafif kırılgan bir eda ile:
-
“Bizim misafirlik adabından haberimizin
olmadığını, meşrebimize uymasa da sessizce oturup ev sahibini dinlemeyi
beceremeyeceğimizi mi düşünüyorsunuz?” Minvalinde birkaç kelime etmiş.
Bu cevap
üzerine teslim olan arkadaşım, Beyefendi ve ehibbanı ertesi gün tam saatinde
konferans salonundaki yerlerini almışlardı.
Neredeyse iki
saati bulan program boyunca kürsüden; kulaklarına yabancı ve kaba gelen her
kelimenin geçişinde boyunun uzunluğuna rağmen bir anda pembeye dönen yüzünü,
önünde oturan şahsın arkasına gizlemesini gördükçe cümlelerimi daha bir
dikkatle, daha bir özenle seçmeye çalıştım.
Malumunuz: Bazı
insanlar sadece varlıkları ile bulundukları mekâna ve çevrelerine edep
verebilecek kabiliyete sahiptirler.
Neyse konu bu değil…
Konferansın sonunda teşekkür etmek için yanına gittiğimde:
- Konuşmanız hakkında size birkaç kelime etmeme
müsaade eder misiniz, denmişti.
- Lütfedersiniz, dedim.
- İlk olarak cümleleriniz çok hızlı geçiyor. Onları anlayabilmemiz için üzerlerinde düşünmemiz gerekiyor. Bunun için önemli cümlelerinizin ardından biraz durup bize anlayabilmemiz ve sindirebilmemiz için fırsat vermeniz iyi olur kanaatindeyim.
İkincisi, bize daha önce hiç duymadığımız birçok isim zikrettiniz. Ancak insanlar, bilgi sahibi olmadıkları isimler üzerine düşünemezler. Bu nedenle o konularda bizim bir kanaatimiz hâsıl olamadı.
Üçüncüsü, hiç bilmediğimiz kavramlar kullandınız. İnsanlar bilmedikleri kavramlarla da düşünemezler. Eğer bizim de konuya hâkim olmamızı istiyorsanız onları bizim anlayabileceğimiz, bizim iklimimizden neşet etmiş kavramlarla ifade etmenin yoluna bakmalısınız.
Dördüncüsü, bu salonu doldurmuş insanların bahsettiğiniz bu konuları dinlemeye hazır olmadığının farkındasınız değil mi?
Haklıydı.
Dinlemeyi
bilmek edep, neyi konuşacağını neyi konuşmayacağını bilmek edep, nerede
konuşacağını nerede konuşmayacağını bilmek edep, ev sahibinin önüne
geçmemek, onu zora sokmamak edep, dinlediklerinden hisse çıkarabilmek, çıkardığın
hisseyi öğüde dönüştürüp kırmadan incitmeden, karşıdakinin faydalanabileceği
bir vücûd vererek ifade edebilmek edep, edep üstüne edep gerektiriyor.
Yani, sürekli konuşmaya, kendini ifade etmeye, kendisinin özel biri olduğunu
ispata şartlandırılmış zamane insanı için hiç kolay değil.
Hem de hiç.
Bizdeki hikmet bu kadar müsaade etti. Doğrusunu Aziz Allah bilir.
Ahmet Hakan Çakıcı
Zilhicce 1446
1 yorum:
Sanırım kimse kimseyi gerçekten dinlemediği için herkesin aslında aynı şeyleri keşfettiği, aynı şeyleri aynı vurgularla konuştuğu da fark edilemiyor
Yorum Gönder