Ağır emanet!

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 5 Ara 2020 0 yorum

Ağır Emanet

Biz insanı kurutulmuş çamurdan yarattık.
Hicr 26

 (Yazının baş tarafı “Nari mi Turabi mi?” isimli yazımızdan alınmıştır.)
Sahabe, mü'minlerin göz nuru Hz Resul’e ““Ya Resulüllah, hepimizi seversin, hepimize yanında mevki verirsin lakin Ali bir başka. Nereden gelir Ali’nin kıymeti?”  diye sorar: Hz Peygamber, “Size kötülük edene iyilik edebilir misiniz?” der. “Evet, ya Resulüllah, ederiz!” derler. “O size bir daha kötülük derse?” Bazı gözler ve kafalar öne düşer. Ancak, “Yine iyilik ederiz diyenler” de vardır. Resulüllah, “Ya o, yine kötülük ederse?” der; öne düşmemiş baş kalmaz.

Sonra damatlarının en yakışıklısı Hz Ali’yi çağırtır. Aynı soruyu ona sorar: Hz Ali her seferinde “Yine iyilik ederim” der. Sonunda “YA Resulüllah, kaç sefer sorarsan sor, ben ona yine de iyilik ederim. Kötünün huyunu bana vermesine, beni kendisine benzetmesine müsaade etmem!” der.

Şemseddin Yeşil Efendi bu hadiseyi böyle anlatıp, hatırlatıyor Hazreti Ali’nin (ra) lakabı, “Ebu Türâb”tır.

 Ebu Türâb, yani toprağın babası.

Toprak kendisine hangi kötülük yapılırsa yapılsın; ister kazma ile dövülsün, ister bel ile yaralansın, ister suya boğulsun iyilik etmeye ve vermeye devam eder. İnsan ona gübre, çerçöp, leş, bin türlü ifrazat verir; o alır, işler muz eder, elma eder, ayva eder, gül, lale, papatya eder geri verir. İnsan, en sevdiklerinin bile ölülerine tahammül edemez, ona verir: Toprak geri çevirmez; alır, koynunda gizler. Tevazu ehlidir, tüm mahlukatı başının üzerinde gezdirir.

Hz Ali’nin ahlakı, toprağın ahlakıdır da, ondan ona Ebu Türap denmiştir.

Toprak ahlaklılar,  kendilerine gelen şerden hayrı çıkarabilenlerdir.[1]

Bir de ateşin ahlakı vardır: İhya üzerine değildir, niyetinde imha vardır. Kendisine verilen her şeyi yakıp yok eder, geriye hiçbir şey bırakmaz, yerini beğenmeyip sürekli göklere ağmaya çalışır. Kibir ehlidir üzerine bastırmaz. 

Yeşil Efendi, bu hadiseyi Kur’an’da geçen Ahiret günü bir zümrenin keşke “Toprak olaydık![2]” feryadına bağlar. Onların “Toprak” olmayı beceremediklerini, Toprak Ahlakı ile ahlaklanamadıklarını bu yüzden feryat ettiklerini düşünür.

Bu, burada kalsın.

İnsan nedir?

Yeşil Efendi insanın tarifinin çok müşkül bir iş olduğunu ısrarla söyler: “İnsan zahirde elli atmış kiloluk kan, kemik ve etten ibaret bir torba. Nihayet boyu iki metre uzunluğundaki bir çukur onu istiap[3] eder.  Fakat vicdan-ı kibriyası[4] öyle mi ya? Mana-i ihtivası[5] öyle mi? Bütün mevcudat onun içerisinde meknuz[6]. Büyük bir varlık.”

İnsanın bir yüzü dünyaya, bir yüzü gayba bakar.  Bir taraftan cesedi yolda yürürken diğer taraftan ruhu dünyanın bin farklı yerinde gezebilir.  Şemseddin Yeşil Efendinin tarifi ile “Kudret beni bir cihetten vicdan, bir cihetten de vücut namı ile iki silsile-i şuun (olaylar zinciri) içerisinde yüzdürüyor. Bakalım bu iki silsile-i şuun içerisinde yüze yüze ben nereye kadar gideceğim? Şöyle kendine bir bak. Bir vücudum var bir de vicdanım. Vücut ve vicdan: Bir buluş, bir de bulunuş.”

İnsan tek boyutlu bir varlık değildir ki tek boyuttan tanımlanabilsin.

İnsan vücudu, maddesi ile tarif edilebilecek bir şey değildir. İnsanın, mana ile vücudun bir araya getirilerek tarif edilmesi gerekir ki, zor olan budur. Zira manayı önce fark etmek gerekir. Yani bulunması lazımdır.

Üstelik insan yeryüzündeki tüm varlıklar ile de akrabadır; vücudunda sudan demire, proteinden şekere kadar toprağın ihtiva ettiği hemen her şey vardır. O yüzen, o hemen her şeyin, onun üzerinde etkisi vardır. 

Yeşil Efendi’nin insan tariflerinden biri de şöyledir:  “İnsanın, bütün cisimlerle, essam-ı madeniye[7] ile müşareketi[8] vardır. Bir tarafı cisimdir yani. Sonra neşv ü nema[9] bulur. Nebatat ile iştiraki[10] vardır.  Nebatat gibi önce güzelleşir, sonra fersudeleşir[11]. Hayvanla da iştiraki vardır: Arzusu vardır, iradesi vardır, bir yerden bir yere hareket edebilir. Ondan sonra makam-ı ademiyete[12] kadem basar. Makam-ı ademiyette “Aslını ara!” emri gelir. O zaman -varsa eğer- vicdanında o hal, o tecelli, o  zevk, o muhabbet meydana gelir. O muhabbet meydana geldikten sonra bir ünsiyet olur, ona “İnsan oldun!” denir. İnsan olduktan sonra; “Ben kimim der, nereden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim?” Bu dert başlar. Bu derdin membaını bulmaklık zevkinin adına da aşk denir.” 

Biraz fazla dağıttık. Toparlamayı deneyelim.

Kitab-ı Kerim insanın yaratılış sürecinin merhale merhale olduğunu[13] anlatırken ilk olarak çamurdan bir kalıbın döküldüğünden bahseder[14]. Bu onun eşya/madde boyutudur. Kaşı, gözü, eli, ayağı.  Hammaddesindeki toprak ile yeryüzüne akraba olmuştur. Yeryüzünden emanet alınmıştır, alınan sonunda geri verilecektir.

Sonra ona nefsi giydirilmiştir ki bu da onun hayvaniyat boyutudur. Hareket yeteneği, yemesi, içmesi, biriktirmesi, şehveti, kıskançlığı, bencilliği… 

İnsanların büyük çoğunluğunun bu aşamanın sonrasından haberleri yoktur.

Bu boyuttan sonra Allah insana kendi ruhundan üfleyerek[15] onu mükremin kılmıştır[16]. Onunla ‘ÜNSiyet” bağı kurmuş, akrabası tayin etmiştir. Ruh-u menfuhu (İlahi makamdan üflenen ruhu) sırtına giydirmesi ile onu, mahlûkatın en şereflisi (eşref-i mahlûkat) konumuna yükseltmiştir. Bu noktada melekler ve Şeytan O'na secdeye davet edilir. Secde edilen insanın cesedi ya da hayvaniyatı değildir; secde, sırtındaki gömleğedir. Bu boyut Tanrı ile akrabalığın boyutudur. Artık onun ‘ÜNS’iyeti-‘İNS’aniyeti söz konusu olur. İlahi gömlek Tanrının sıfatları ile teçhiz edilmiş, süslemiştir. (Merhamet, doğruluk, adalet, ilim, kerem/cömertlik, hikmet,  hürmet, karşılıksız vermek vs.) (İslam toplumlarında halk İyaullah’tır. Yani Allah’ın ailesi. Dolayısı ile halka hizmet Allah’ın hatırı için ‘O’nun ailesine” hizmet olarak görülür.)

Bu makam çok yüksek bir makam olması ile düşmanı da büyük olan makamdır. Zira kıymet arttıkça düşmanın azameti de artar. Şeytan düşmanların başıdır ve insandan istediği, O'na Aziz Kudretin "emanet"en giymeyi lütfettiği gömlektir (ruh-u menfuhtur). Şeytan insandan malını, çocuğunu, evini, arabasını talep etmez ondan istediği o gömlektir, yani insaniyetidir. İnsaniyeti çalınan Mevlana’nın teşbihi ile Şeytanın sıfatlarının varisçisi olur. Onun sünnetini yaşar ve yaşatır.


Şeytanın cibilliyeti kibirdir, üstüne bastırmaz. Yakar yıkar yok eder, inşa etmez, imha eder. Tevazu ehli değildir, yerini beğenmez, göklere doğru ağar. Toprak ateş olur.

İnsaniyet makamı Şeytanla ya da insanın hayvaniyatı ile mücadele etmeden ve onu yenmeden elde tutulamaz.

Örnekle açıklamaya çalışalım.

Ortada bir yiyecek var ise aç olan her canlı -fıtratına uygun ise- onu yer. Kedi, köpek, aslan veya inek. Sadece “insan” bu helal mi haram mı diye düşünür. Veya "benden fazla ihtiyacı olan var mı?" diye hesap eder.(Eşref-i mahlukat, insan) Yine bu canlılardan sadece bir tanesi "bunları saklayayım ve başka ihtiyaç sahiplerine kat be kat fazlasına satayım veya benden başkası yemesin onları imha edeyim" diye düşünür. (Hayvanlardan da aşağı, belhum adal).

Veya tüm hayvanlar yavrularına ve dişilerine sahip çıkarlar. Hayvaniyattandır, içgüdüsel olarak kodlanmıştır. Aksini yapmak –ruhi bir arıza olmadığı müddetçe- mümkün değildir. Lakin hiçbir hayvan annesine babasına itaat etmez, halasına dayısına hürmet etmez, komşu nedir, yetim nedir bilmez.  Bu yüzden Kitab-ı Kerim de “Çocuklarınıza veya hanımlarınıza iyi bakın” emri verilmezken “Anne babanıza itaat edin, onlara öff bile demeyin, yolda kalmışa sahip çıkın, yetimlere göz kulak olun, fakirleri doyurun!” emri verilir. Yani El Kitap da zaten içgüdüsel olarak var olanın değil, hayvaniyatın üzerine çıkmanın, insaniyatın, İnsanlığa kadem basmanın, insan "OL"manın yolu tarif edilir.

Dikkat edilirse “insaniyat” makamı içgüdü/hayvaniyat düzeyinin üstüne çıkılması ve Şeytanın verdiği korku ve vesvesenin aşılması ile çıkılan bir makamdır. Ancak bu, insanların büyük çoğunluğunun tırmanmayı göze alabilecekleri “bir sarp yokuş[17]” değildir.

Sana gönderilmiş iki sultan var:
Ten mülkünü zapt etmek ister bunlar

Biri rahmani can katından gelir.
Biri şeytani, kin katından gelir

Gör şimdi kendini kime taparsın
K
ime kapı açar, kime kaparsın  (Yunus Emre)

Asra andsolsun ki, insanların çoğu ziyandadır.
Asr Suresi. 1-2

Ancak ortada bir paradoks vardır: Kitleler, bir taraftan peygamberleri yüceltir, “insan olmaya, insaniyete” övgüler düzerlerken, diğer taraftan peygamberleri takip eden, insani erdemlerle kendilerini donatan insanlar da nadirattandır. 

Baudrillard bunu bir çelişki olarak görmez: O, kitlelerin bir taraftan “İnsan Olmayı” yüceltilirken diğer taraftan büyük çoğunluğun insani yetilerden uzak olmasındaki paradoksu “Kitleler, putperest doğmuş ve putperest kalmışlardır. Kıyamet günü onları hiç rahatsız etmediği gibi, boş inançlarını ve Şeytanı, günlük hayatlarından hiç uzaklaştırmamışlardır. Tanrıya inanmanın ruhsal gücüne karşılık, aşağılık günlük alışkanlıkları tercih etmişlerdir. İlginçliğini yitirmiş günlük ayinler ve ruhani aldatmacalarla, her zaman kaçtıkları hoşgörüsüz, ahlak ve inançla yüceltilmiş "mana"yı başarısızlığa uğratmışlardır.[18]21” diyerek, kitlelerin, aslında hiç bir zaman gerçekten iman etmediklerini, iyilik yapmayı değil, iyiliğin kendilerine yapılmasını sevdiklerini iddia eder.

Zygmund Bauman Akışkan Modernite eserinde Odysseia’da geçen bir hikâyeyi alıntılar:

Hikâyede Kaptan, gemisi sahile yanaşınca mürettebatını adayı kolaçan etmeleri için kıyıya çıkarır. Lakin ada, büyülü bir adadır ve adaya çıkan tüm mürettebat domuza dönüşür. Yeni domuzlar bir müddet şaşkınlıktan sonra adadaki bir dere yatağının kenarındaki çamur yığınının içine girip güneşlenmeye başlarlar. Kaptan ve yardımcısı sorunu çözebilmek için araştırmalara başlar. Sonunda büyüyü bozmanın bir yolunu bulurlar. Ancak bir sorun vardır: Domuzlara ne zaman yaklaşmak isteseler domuzlar onlardan deli gibi kaçmaktadırlar. Uzun çabalardan sonra domuzlardan birini tuzağa düşürmeyi başarırlar. Büyüsü bozulan domuzun omurgası düzelmeye tüyleri dökülmeye başlar. Ancak eski domuz, insana dönüştükçe kaptana öfke ve nefretle bakmaya başlar. Nice zaman sonra kendisine gelip konuşmaya başlayınca, “Benimle derdiniz neydi? Ne güzel güneşin altında, çamurun içinde yatıyor, dilediğim gibi zevk içinde yuvarlanıyor, böğürüyor, dilersem yiyor dilemezsem uyuyordum. İnsan olmanın ne kadar ağır bir yük olduğunu anlamıyor musunuz? Her gün yaşama kaygısı, karar vermeye çalışmanın zorluğu, hiç bitmeyen bir "en doğrusunu yapma” endişesi, yarın korkusu hepsi ama hepsi geri geldi?[19]” diyerek isyan eder.

Bauman’ın hikâyeden çıkarttığı sonuç; insan olmanın herkes tarafından taşınabilecek bir yük olmadığı, insanların köleliği, düşük seviyeli bir ahlaki hayatı, dünyevi zevkleri, kaygısız, sorumsuz bir yaşamı bilinçli olarak tercih ettikleri ve Peygamberlerin getirdiği Yüksek Ahlaki Öğretiyi çok nadir olarak kabul ettikleridir. Onların geneli din diye, keyiflerine dokunmayan ritüelleri severler.

Mananın boşa düşürülüp, insanın maddeperestliğin kesafetine mahkûm edilmesini yani “İlahi ruhu” , "Tanrıdan gelen gömleği"/  dağların kabul etmediği EMANETİ dünyanın peşin zevkleri ile değişen/takas eden toplumların içine düştüğü durumunu Yeşil Efendi şöyle tarif eder: “İlmi ilerlemiş, felsefesi terakki etmiş, fenni aklı durduracak kadar yükselmiş, ilmi fikirlere veleh[20] verecek kadar teali etmiş. Amaaaa… Niçün insanlardaki ah sesi dinmiyor? Neden insanlar bütün vücutta bir ruh gibi yaşayamıyor? Kudretin verdiği sermaye nereye gitti? Beşer bugünkü kadar zengin yaşamamıştır dünya  yüzünde. Ama bugünkü kadar da inlememiştir. Bugün masası olanın da huzuru yoktur, kasası olanın da yoktur, rütbesi olanın da yoktur, cahı olanın da yoktur, hiçbir şeysi olmayanın da yoktur. Küll halinde bir huzursuzluk var. Kalpte huzur yok. Kalpte huzur olmayınca aza-ı cevarih[21]te sükûnet olmaz.”

Baudrillard, Yeşil Efendinin maddenin kesafetinin getirdiği huzursuzluk olarak gördüğü durumu “Simgesel değerini yitirme, gerçek yoksunluktan ya da mutsuzluktan çok daha vahimdir.[22]” diyerek tarif eder.

Anladığımız kadarı ile insanın kıymet verdiği simgesel, manevi (manaya dönük) bir mukaddesi olmalıdır. Eğer böyle bir değeri var ise yoksulluk, yoksunluk ya da mutsuzluğa karşı çok güçlü bir dayanağı vardır. Bu simgesel, kutsal değeri şeytana kaptıran toplumlar mananın boşluğunu para veya zevkle dolduramazlar. Lakin toplumların çoğunluğu ellerindeki mukaddesin kıymetini bilmez[23] ve Tanrının verdiği İlahi gömleği Şeytanla, dünyevi zevkler karşılığı takas edip hayvaniyatın içgüdüsel atmosferinde yaşamayı tercih ederler, diyor.[24]

Yeşil Efendi, ruh-u menfuha sahip çıkma yolculuğunun Adam/Âdem olmakla başladığını ancak insan olmak için daha fazlası gerektiği kanaatindedir: Adam olmak Rabbini bilmek makamıdır. Lakin İnsan olabilmek için kişinin kendisini de bilmesi gerektiğini düşünür. O'na göre Hz Âdem (sav) bu makama, Şeytan tarafından kandırıldıktan sonra acziyetinin farkına varıp, eksik olduğunu fark edip tövbe etmekle erişmiştir. Eksik olduğunu fark edip 'Kulluk Makamı'na razı olamayan 'BEN'lik tapıcı sahte tanrıların, Nefs-i Emmarenin kulların kibir ile çaldıkları İnsaniyat Kapısı açılmaz.

İnsanın tarifini veremedik. Zira nasıl ki, bahar görünmez ve tarif edilemez ise ve biz onu eserlerinden, gölgelerinden tarif etmek zorunda kalıyorsak, insanı da eserinden, gölgesinden tarif etmek gerekir, kanaatindeyiz.

Başa dönelim.
Sanırım “Hazreti İnsan” üzerindeki 'toprak kokusu'ndan bilinir. Şerleri hayra tebdil edebilme kudretinden tanınır.

Dedi ya Hazreti resul, “Ben yeryüzüne ahlakı itmam etmek için gönderildim[25]” diye. Olgun ahlakından bilinir.

“İnsan”ın varlığını korumakta zorlandığı, ağır bir saldırıya tabi tutulduğu bu vakitte manaya dönük kelimeler  üzerinde düşünmeye ihtiyacımız olduğu kanaatindeyiz.

Bizim bu halimizle sahip olduğumuz hikmet bu kadarına yetti. Doğrusunu ve tamamını Allah bilir.

 Ahmet H. Çakıcı    Zilkade 1441 / ALANYA

Aldığım ama yazının içine yerleştiremediğim, atmaya da kıyamadığım notlar:

1-  Sen zahirde  cilm-i sağirsin[26] ufak bir zerresin fakat o ufak zerrenin içerisinde bir mana var ki o mana bütün kâinatı muhit. Mensi ve mühmel bırakılmayacak. Yani unutulmuş, bir kenara atılmış bir şekilde olmayacak. (Şemseddin Yeşil)

2- Bismillahirrahmenirrahiym

Padişah’ın hikmeti gör neyledi;
Ateş, su, toprak ve yele söyledi.

Getirdi toprağı çekip besmele,
Kendi de hazırdı orada heybetle.

Toprakla sudan yaratıp bir cism,
verdi bu cisme Âdem diye isim!

Sonra rüzgar gelip kuruttu onu,
Âdemin cismi ondandır, bil bunu!

En son ateş gelerek ısıttı onu,
Isınınca girdi bedene canı.
“Can tene girsin!” diye ferman oldu,
Padişah emri ona derman oldu.

Can girdi bedeni aydınlattı,
Ten de canın canına neşe kattı.

Şükürler edip dedi ki: “Ey Rahman,
şaşılmaz benim gibi bin yaratsan!”

Toprakla geldi bize dört nitelik:
Sabır, Hoş huy, tevekkül ve yücelik

Suyla beraber geldi dört türlü hal;
Temizlik, cömertlik, lütuf ve visal.

Rüzgârla beraber geldi dört heves;
Yalan, riya, sabırsızlık ve nefes.

Ateşle birlikte geldi dört türlü felaket;
Şehvet, kibir, açgözlülük ve haset

Canla birlikte geldi dört özellik;
Utanma, ahlak, üstünlük ve birlik.

(Yunus Emre, Nasihatler, Eskişehir 2013, Hz Doc. Doc. Dr. Ziya Avşar)

3- Cennet, Padişah’ın kerem ışığından,  Cehennem adalet ışığından yaratılmıştır. Toprak padişahın nurunun, su hayatının, rüzgâr heybetinin, ateş de öfkesinin ışığındandır. Toprakla Suyun yeri Cennet, Ateşle Rüzgârın yeri Cehennemdir.[27]


 [1] Fussilet 34. Ayet: “Hem hasene de müsavi olmaz seyyie de, seyyieyi en güzel olan hasene ile def'et o vakit bakarsın ki seninle arasında bir adâvet bulunan kimse yakılgan bir hısım gibi olmuştur.”

[2] Nebe Suresi 40. Ayet : “Çünkü biz size yakın bir azâbı ihtar ettik, o gün ki kişi ellerinin ne takdim ettiğine bakacak ve diyecek ki kâfir: ah n’olaydı ben bir türâb (toprak) olaydım.”

[3] İstiap: İçine almak, kaplamak.

[4] Vicdan-ı Kibriya: Büyük vicdanı.            

[5] Mana-i İhtiva: İçerdiği mana.

[6] Meknuz: Gömülü, gizli define. Hıfzedilmiş, mahfuz.

[7] Essam-ı madeniyye: Madeni formüller.

[8] Müşareket: Birbirine ortak olmak, ortaklık. Beraber olup bir iş yapmak.

[9] Neşv ü nema: Serpilme, gelişme, büyüme

[10] İştirak: Ortak olmak. Ortaklık etmek. Bir iş de yer almak. Hissedâr olmak.

[11] Fersude: Solmak, eskimek, yıpranmak.

[12] Makam-ı ademiyet: Adam/Âdem olma makamı

[13] Nuh Suresi 14. Ayet : “Oysa O, sizi merhale merhale yaratmıştır.”

[14] Mü’minun Suresi 12. Ayet: “And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden (süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık.”

[15] Secde Suresi 9. Ayet: “Sonra onu tesviye edib içine ruhundan nefh buyurdu ve sizin için o işitmeyi, o görmeleri ve gönülleri yaptı, siz pek az şükrediyorsunuz.”

[16] Yasin Suresi 27. Ayet: “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!” dedi.

[17] Beled Suresi 12-16. Ayet-i kerime: “Fakat insan, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Köle âzat etmektir veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut toprakta sürünen bir yoksulu doyurmaktır.”

[18] Jean, BAudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde s:15

[19] Zygmund Bauman, Akışkan Modernite, s:44

[20] Veleh: Hayret, şaşkınlık.

[21] Cevarih: Organlar.

[22] Jean Baudrillard, Baştan Çıkarma Üzerine, s:93

[23] Fatır Suresi 28. Ayet: “Yine insanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da türlü renklileri vardır. Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar. Şüphe yok ki Allah çok güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir.”

[24] Furkan Suresi 44. Ayet: “Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta gidişçe daha sapıktırlar.”

[25] İtmam: Bitirme, bütünleme, tamamlama.

[26] Cilm-i sağir (cilmi kadar yer yakar deniyor ya) küçücük cüsse

[27] Doç. Dr. Ziya Avşar’ın hazırladığı “Nasihatler Kitabından / Yunus Emre” kitabından alınmıştır.

 



Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder