Kevin
Robins’in AYRINTI Yayınlarından çıkan IMAJ isimli eseri, tercümesinin
zayıflığına rağmen okunmaya değer nitelikte.
Robins, bu eserinde “insanın ayaklarını yerden kesen ve mutlak bir iktidar duygusu yaratan” imaj teknolojileri üzerine kurulu dünyayı sorguluyor. Ona göre, her şeyden önce ortada “yeni “olan bir şey yoktur. Olan her şey bir önceki ve daha önceki dönemlerden gelen zevklerin, hayallerin, ümitlerin yeniden ambalajlanarak, yeni imajlarla parlatılarak toplumların ayartılmasından” ibarettir.
Robins, bu eserinde “insanın ayaklarını yerden kesen ve mutlak bir iktidar duygusu yaratan” imaj teknolojileri üzerine kurulu dünyayı sorguluyor. Ona göre, her şeyden önce ortada “yeni “olan bir şey yoktur. Olan her şey bir önceki ve daha önceki dönemlerden gelen zevklerin, hayallerin, ümitlerin yeniden ambalajlanarak, yeni imajlarla parlatılarak toplumların ayartılmasından” ibarettir.
Robins
ısrarla uyarır, “Gözlerden kaçırılmaktadır
ki, üretilen ürünlerin ve bunlarla inşa edilecek toplumun Batılı mantıktan
bağımsız olduğunu düşünmek bir aldanmadır. Sanal dünyanın üzerine kurulu olduğu
dünya, “aydınlanma dönemi”, “ilerleme ideolojisi” ve “sömürgecilik”
düşüncesinin devamıdır. Sanal ve imaj teknolojilerinin varlığı Batı kültürünün,
rasyonalite ve sürekli denetim mantığı ile biçimlenmiş, askeri ve emperyalist
emellerinden ortaya çıkmıştır. Akılda tutulmalıdır ki, gözetleme kültürünü
besleyen ordudur...”
Bu anlamda bize devrimciymiş gibi sunulan şey,
aslında sistemin kendini onarma ve yenileme faaliyetinden başka bir şey
değildir.
Kitleler, "Tanrılaşma Temayülü" üzerinden ayartılırlar. Onlara, "Ahlak ve erdem endişesinin olmadığı, hiç bir zevk veya sadistçe bir eylem için bedel ödemeyeceği, ölme ve yaralanma riski olmadan en çılgın eylemlerin tecrübe edilebildiği, kimselerin kendisine dokunamayacağı, kimselere dokunmaya gerek olmayan bir güvenlik ortamında yani CENNETin kopyasında TANRI rolü oynayabilecekleri bir ortam" sağlanır.
Ancak bu sanal alemin dışında, kapının hemen arkasında gerçek dünya bizimle yüzleşmeyi beklemektedir. O hiç bir yere gitmemiştir... Sanal imaj dünyasında yol alabilmek için artık gözlerimize güvenemeyiz, onu aldatmanın kandırmanın yolunu buldular. Artık kalbimizi klavuz edinmeliyiz.
Bir çok yeri atlanılmış olan kitabın TAMAMINI okumanızı tavsiye ederiz.
Ayşe Yılmaz özetledi.
Ancak bu sanal alemin dışında, kapının hemen arkasında gerçek dünya bizimle yüzleşmeyi beklemektedir. O hiç bir yere gitmemiştir... Sanal imaj dünyasında yol alabilmek için artık gözlerimize güvenemeyiz, onu aldatmanın kandırmanın yolunu buldular. Artık kalbimizi klavuz edinmeliyiz.
Bir çok yeri atlanılmış olan kitabın TAMAMINI okumanızı tavsiye ederiz.
Ayşe Yılmaz özetledi.
İMAJ
Gözlerin işi
bitti, şimdi
Gidip yürek
gücünle hallet
İçinde
hapsolmuş imajları;
Azdıran
sensin onları:
Ama hala ne
olduklarını bilmiyorsun
Rainer Maria Rilke, “Wendung”
Körleşiyoruz,
sağırlaşıyoruz gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın karşısında tepkisizce
ekranlara bakıyoruz ve bundan hiçbir rahatsızlık duymuyoruz. Ekran bize olup
bitenlerin ne kadar acı olduğunu gösterirken gerçekliğin en acı tarafını ekran
dışı bırakır. Ortada hiçbir sorumluluk yoktur. Sadece anlık aşırı duygulanımlar
yaşarız ve bunlar da çabucak diner. Dünya bizlere her an yeni görüntüler
sunmaya hazırdır çünkü modern dünya bize görebileceklerimizin sınırının
olmadığını söyler. “Günde dört, beş kez,
halk kendi belleğinin, vicdanının ve tahayyülünün sesine nasıl kulak tıkayacağı
yolunda televizyondan dersler alıyor.” der John Berger.
Geçmişten
geleceğe bir toplum veya toplumu meydana getiren birey, imaj kavramını etkin
bir şekilde kullanmıştır. Birey kendi öz benliğini, kültür ve değerini etkili
kılmak ve onda başarılı olmak amacıyla imaj oluşturmaya çalıştırmaktadır. Gelişen
teknoloji ile kişisel bilgisayar ve sosyal yaşam aktiviteleri sanal ortamlara
aktarılmaktadır. Sosyal medya üzerine yapılan paylaşımlar bilginin hızla
çoğalarak yayılmasında etkili olmaktadır. Bu bağlamda sosyal medya kişisel ve
toplumsal kullanım yönüyle kitleleri harekete geçiren bir güç haline
dönüşmektedir.
Türkçe Baskıya Önsöz
İmaj, dünya
ile ilişkilerimizde aracılık yapan iletişim teknolojileriyle ilgilenen
kitaptır. İmajların bizi dünya olaylarıyla nasıl bir ilişkiye soktuğu
irdeleniyor. Günümüzde imajların neredeyse dünyanın gerçekliğini gölgede
bırakabileceğini düşünülmektedir. Enformasyon ve iletişim teknolojilerinin
içinde yaşadığımız gerçek dünya ile ilişki kurma biçimlerini tekno-kültür ve
politik bağlamda düşünmemiz gerektiği ileri sürülmektedir oysa enformasyon ve
iletişim teknolojilerine eleştirel bir açıdan bakmak için bu teknolojilerin
toplumda ki iktidar ilişkilerini nasıl belirlediğini ve oluşturduğunu irdelemek
gerekir. Sanal toplumla ilgili tartışmaların Türkiye bağlamında nasıl
gelişeceğini izlemek ilginç olacaktır.
Teknolojilerle
ilgili vizyonlar geleceği sömürgeleştirmektedir. Kendilerini gelecek bilimci
ilan edenler, çok şey bildiklerini söyledikleri muhteşem ati hakkında ‘teknolojik
gelecek’ vizyonlarını bize kabul ettirmeye çalışıyorlar… Ünlü Bill Gates`in “vizyon‘ ileride ki yola’ bakar; bizi sürtüşmesiz
kapitalizm dünyasına götürecek olan yoldur bu.” iddiası da böyledir. İnsanlığın başka alternatifi yokmuş gibi. Doğruyu
söylemek gerekirse bu insanlar kendilerini yalnızca tahminde bulunan kişiler
değil cidden uzağı gören kişiler olarak görüyorlar. (Mutlak olarak insanlığın
iyiliği için çalıştıklarına inanmalı mıyız? AY)
Tekno-vizyoncuların
içi boş kehanet söylemleri politik olarak reddedilmektedir. Bir devrim
yaşadığımıza inanmıyorum. Yepyeni bir dünya beklemiyorum. Bu vaatlere kuşku ile
bakmamızı gerektirecek pek çok sebep var. Siber-misyonerleri David Edgarton`un
söylediği gibi geleceği iliklerinde taşıyan yeni insanlara, ‘geleceği görmüş olmanın gururunu duyan’
insanlara yerimizi bırakmamızı istemektedirler. Bu eski oyunun tuzağına
düşmekten kendimizi alamıyoruz entrikalarına rıza göstermemizi istiyorlar. Bu
amaçla ‘Bugüne ve geçmişe dair
bilgilerimizin hükümsüz kaldığını, beyhude olduğunu göstermeye çalışıyorlar’.
Microsoft kralının yeni sanal giysilerini giymemizi istiyorlar.
Kapitalist imgelemin temel
başarılarından biri geleceğin sömürgeleştirilmesidir. Bu da olanakların sömürgeleştirilmesi
demektir. Yenidünya
enformasyon ekonomisi teknolojileri, Manule Castells`in ağ toplumunun ‘zamansız
zamanı’ dediği şeyi yaratarak zamanın ‘engellerini’ aşmaya çalışmaktadır.
Böylece küresel toplum rasyonel ve standartlaşmış zamansallığa bağımlı hale
gelmektedir. Jacques Ranciére çağdaş toplumun zamanını ‘şimdiki zamanın uzantısından başka bir şey olmayan gelecekle… homojen bir zaman’ olarak tanımlar.
Böylece artık vaatlerle parçalara ayrılmayan bir zamandır. Vaatlerin sona ermesini telafi etmek üzere önümüze konan yeni
teknoloji-kültürlerle uzlaşmaya davet ediliyoruz. Bu yeterli olacak mı? Peki ya karşılarında ki bilinmeyenden uzak
yaşamayı kabul edenlere ne olacak?
İmaj Teknolojileri ve
Görsel Kültür
Gözlerimizin
kapanması ne acı!
Hep açık
kalmasını isteriz gözlerimizin
Görmek
için, son ana kadar yitirdiklerimizi
(Rainer Maria Rilke, “Verger”)
Günümüzde
yeni vizyon ve imaj teknolojilerine büyük ilgi gösterilmektedir. Beklenmedik
ölçülerde bir ‘imaj devrimi’ yaşadığımız söylenirken bunun da postmodern döneme
tarihsel bir geçişle bağlantılı olduğu ileri sürülmektedir. Ekran kültürünün
her yeri bu kadar kuşatması, şimdi yeni bir taklidi gerçekliğin düzenine
girilmekte olduğuna dair tahminlere yol açmaktadır. Bu ara yüzeyin (interface)
zevklerini ve tekno-toplumsallığın olasılıklarını coşkuyla karşılamaktayız. Gündelik gerçeklik ve deneyimler, sanal
yaşantıları ve siber-kültürün düşleri yanında pek sönük duruyor…
“Bu
gösterişli yeni vizyondan güveninizi ve umudunuzu esirgemeyin” diyorlar. İmaj
teknolojilerinin bu biçimde idealleştirilmesi yeni bir ütopyacılığın
temellerini atmaktadır. Bunun tersi de post-modern ütopyacılık olarak görülecektir.
Yeni
teknolojinin eksik insanlık halimizi aşmamızı, gerçek yaratıcılık güçlerimizin
ortaya çıkmasını ve ideal yeni bir dünya bulmamızı sağlayacağına kesin gözüyle
bakılmaktadır… Peki imaj teknolojilerinde ki gelişmelerle açıldığı söylenen bu
yeni ufuklar nelerdir? ... Modern kültürde geçerli olan vizyon terimleri nasıl
değerlendirebilir? İmajların gücünü yenileyip görme biçimlerine ve deneyimlere
yüklenilen beklentiler nasıl ele alınabilir?
(Çağdaş imaj teknolojileri modern düşüncede görme, bakma ve izleme ile ilgili
deneyimlerimizi anlamamız noktasında ne kadar çok zayıf olduğumuzu bize
hissettirir.-AY )
Teknolojik
imaj kültürü tartışmalarını vizyon ve modernlik bağlamında tartışmak ve
vizyonun diğer duyulardan ayrıcalıklı olarak ele almak gerekmektedir. Vizyona
yaptığımız yatırımın doğası gereği bu imajlarımızla neler yapıyoruz? Onları
nasıl kullanıyoruz? Bu soruları kurumsal ve felsefi anlamda değil; sosyolojik,
psikolojik ve kültürel anlamda sormak, şu andaki güncel kültürümüzde yer alan
sıradan imaj kullanımlarını ortaya çıkarmaktır. Düşüncelerdeki imaj
biçimlerinin çağdaş ve eş zamanlı çerçevede belirlendiği fotoğraf, sinema, televizyon
gibi imajların görsel medya için hala önemli olduğu bilinmektedir. Ortada
yalnızca yeni teknolojiler yok. Bütün imaj biçimleri nihayetinde görme, bakma,
izleme şekillerini farklı ve karmaşık yollarla harekete geçerek
kullanılmaktadır.
İmajların
dünyayı tanımak ve anlamak için nasıl kullanıldığı ile ilgilenirken aynı
zamanda dünyadaki olayları olduğu gibi algılanmasını önlemek, reddetmek ve
hatta inkâr etmek üzere de kullanılabileceğine de dikkat etmek gerekir. Burada neyin görüntülendiği kadar hatta daha da
önemli olan neyin görüntülenmediği sorusudur.
Bu nedenle
vizyon ve imaja yüklediğimiz ruhsal beklentilerimizle ilgilenmek durumundayız. Görselliğin
zihinde oluşturduğu imaj ne yönde olursa olsun bilinçdışı güçler, arzular, fantazyalar
hatta temel kaygı ve korkularla olan bağlantılarına dikkatle bakmalıyız. Yaşadığımız
toplumsal ve siyasal dünyada ekran aracılığıyla yeni bir dünya düzeni doğdu. Bu
düzende globalleşen kültürlerle ve başkalarıyla temas halinde olmamız daha çok
ekranlardaki imajlarla mümkün oluyor.
Burada
sormamız gerekiyor: Uzaklardaki insanlarla kurduğumuz ilişkinin doğası nedir?
Televizyon elektronik bir köy yaratmış olabilir, binlerce kilometre ötedeki
insanları odamızın içine getirebilir lakin aynı anda komşumuzla hiç ilişki
kuramaz hale gelmemiz bu süreçten bağımsız bir süreç midir?
Günümüzün
imaj kültürü soyut bir alanda değil gerçek dünyanın düzensizliği içinde
yayılmakta. Bu durum, olası tehdit ve tehlikeleri kuytu bir köşede, gözden uzak
tutmak için bir araç olarak kullanılan yeni teknolojilere mutlak kudret sahibi
bir kimlik sağlamaktadır… Tekno-kültür
yeni imaj teknolojilerine koşulsuz kucak açar. Ekranda karşılaştığımız öteki
insanlarla aynı anda hem bağlanma hem de bağlanmama gibi savunmacı-paranoyak
bir konuma gelinmektedir... Yeni imajlar üzerinde düşünürken gerekli ayrımı
yapabilmek, bunu yapabilmek için de tekno kültürün dar çaplı takıntılarından
uzak durmak gerekir.
Tekno-kültür
yeni imaj teknolojilerine koşulsuz kucak açar, İstisnasız hepsinin
özgürleştirici olduğuna inanır… Bize cemaatin giderek coğrafyaya bağlı olmaktan
çıktığını ve artık tam anlamıyla dünya çapında cemaatlerin planlanması ve tasarımlanması
sürecinde olduğunu söyler… Sanal cemaatin dünya sorunlarına çözüm getireceğine
inanılıyor. Ancak etrafına bakmasını
bilen, coğrafyanın ortadan kalkmadığını görür. Yerel-bölgesel yatırımların ve
çatışmaların hala yenidünya düzeninde temel bir mesele olduğunu fark etmemiz
gerekir.
1- Bilinmeyenin Teması
İnsanoğlunun
bilinmeyenin temasından daha fazla korkutan bir şey yoktur
(Elias
Canetti, Kitle ve İktidar)
Temas
duygusu, bir şeyin veya birisinin yabancı olduğunu hissetmemiz riskini taşır.
Teknolojilerimiz işte bu riskten bizi uzak tutar.
(Richard
Sennett, Etve Taş)
Kültürümüzde
yeni imajların (Global medyadan gözetim sistemlerine, sanal çevrelerine doğru )
gelişmesinde her tarafa yayılmasında söz konusu olan şey nedir? Önümüzdeki
senaryoya göre, imaj kültüründe “devrimci” bir dönüşümden geçmekteyiz. Büyük
umutlar besleniyor Dijital imaj teknolojileri etrafındaki ütopyacı yanılsama
dalgasıyla canlandırılan şey, teknolojik yanılsamadan başka bir şey değildir...
Bu senaryoya göre, daha önceden benzeri görülmemiş yeni bir tekno-düzenin
eşiğindeyiz… Hâlbuki bize devrimciymiş
gibi sunulan şeyin aslında bir onarma ve düzenleme olduğunun anlaşılması gerek.
Başlangıçta
bu durumu dünyaya düzen ve uyum getirme çabası olduğunu, insanın yetkilerinin
geliştirilmeye yönelik modern bir proje olarak düşünebiliriz… Hâlbuki burada
düzen içindeki tekno-uzay üzerinde rasyonel bir hâkimiyet ve denetim kurulması
söz konusudur… Ve daha başlangıçta üstesinden gelinmesi gereken bir düzensizlik
ve yetkisizlik sorunuyla karşılaştığımız için teknolojik rasyonalizasyon
mantığını yürütecek koruyucu ve savunmacı motivasyonlara kabahat buluyoruz.
Teknoloji
yanılsamasının kıskacını anlayabilmek için bu korkuyu (ve korkunun
saklanmasını) sorgulamak gerekir. Horkheimer ve Adorno rasyonalizasyon
mantığını “insanoğlunu korkudan
kurtarmaya ve kendi egemenliğini kurmasını sağlamaya yönelik” bir mantık
olarak açıklamışlardı… İnsan artık
bilinmeyen hiçbir şey kalmazsa korkudan kurtulacağını düşünür… Hiçbir şey
dışarıda kalmamalı çünkü dışarıda olan her şey bizzat korku kaynağıdır.”
Kültürün,
korku unsurunu düzenleme ve içine almayla ilgili olduğunu söyleyen Elias
Canetti de “İnsanların kendi çevrelerinde
yarattıkları bütün mesafeler bu korku tarafından dağıtılır.” der.
Bilinmeyenin korkusu, “bilinmeyenle temas
korkusu” hiç yok olmaz. Bu korkuyu anlamadan içinde bulunduğumuz koşulları
anlayamayız. Modern dünyada teknolojik olarak yayılan görüntü çevremize mesafe
koymanın dünyayla doğrudan bağlantı kurmanın ürkütücülüğünden kendimizi uzak
tutma, kendimizi bu korkulardan tecrit etme biçiminde gelişti. Yeni imaj teknolojileri
dünyadan daha fazla uzaklaşmayı hatta bağları kopartmayı kolaylaştırır. Ama
diğer yandan vizyon giderek hayatı bizzat deneyimlemekten kopar hatta dünyadan
daha fazla uzaklaşmayı, bağları tamamen kopartmayı mümkün kılar.
Söz konusu
olan temel konu, dünyayla “postmodern” ilgilenme biçimimizdir; dünyadan uzak
durmamıza neden olan en ilkel arzularımızı doyurmak için geliştirdiğimiz
teknolojik araçlarla bu ilgi giderek zayıflamaktadır. Asıl
mesele gerçekliğin ürkütücü yanlarından ayrılıp uzaklaşmanın mümkün olup
olmadığı değil, gerçekliği giderek görüntü alanımızın dışında kalan artık
gerçek olarak göremediğimiz bir dünyayla yeniden birleşmemizin mümkün olup
olmadığıdır.
A- Her Yerin Ötekisi
Yeni imaj ve
enformasyon kültürü, günümüzde insanların kültür ve varoluş sorunlarına
teknolojik çözümler getireceğine dair yeni bir güvenle özdeşleştirilmektedir.
Yeni teknolojiler modern tekno-rasyonel projeye yönelik olarak beslenen
ütopyacı umutları canlandırmaktadır. Kültürümüzde “siber-devrimin” adeta
sınırsız olanakları olduğu kanısı yaygındır. Aslında bu egemen teknolojinin hayalidir.
Bu, hayalle beslenen yeni tekno-kültürün başka bir şekilde tartışılamayacağına
olan inançtır.
Eleştiriye başlamadan önce bu görüşün gücünü iki farklı şekilde bir gazeteci ve bir akademisyen bakışıyla ele almak istiyorum. İlk önce Newsweek dergisinin son sayılarından birinde yer alan tipik ütopyacı duygusallık ifadesini ele almak istiyorum. Gazete teknolojinin insanlara yeni bir dünya ve alternatif bir gerçeklik oluşturduğunu söylemektedir… ki bu düşünce aslında geleneksel ütopyayı oluşturmaktadır. Ona göre düzen ‘sanal devrim’ olarak adlandırılabilir. Sanal devrim insanların sadece yaşam biçimlerini değiştirmekle kalmayıp yaşamın kendisini dönüştürmektedir. “Aklın ürünleriyle dünyayı yeniden kurma” ve gerçeklik kavramımızın yön değiştirmesi söz konusu edilmektedir.
Eleştiriye başlamadan önce bu görüşün gücünü iki farklı şekilde bir gazeteci ve bir akademisyen bakışıyla ele almak istiyorum. İlk önce Newsweek dergisinin son sayılarından birinde yer alan tipik ütopyacı duygusallık ifadesini ele almak istiyorum. Gazete teknolojinin insanlara yeni bir dünya ve alternatif bir gerçeklik oluşturduğunu söylemektedir… ki bu düşünce aslında geleneksel ütopyayı oluşturmaktadır. Ona göre düzen ‘sanal devrim’ olarak adlandırılabilir. Sanal devrim insanların sadece yaşam biçimlerini değiştirmekle kalmayıp yaşamın kendisini dönüştürmektedir. “Aklın ürünleriyle dünyayı yeniden kurma” ve gerçeklik kavramımızın yön değiştirmesi söz konusu edilmektedir.
Bu varlıksal
(ontolojik) dönüşümün esaslarını açıklarken Levy, atomlar dünyası ve baytlar
dünyası arasında temel bir ayrımın olduğuna işaret eder… Bu durum maddenin
yerini sanal dünyaya bırakmasıdır. Bir sonrakinin kaçınılmaz olarak bir
öncekinden daha üstün olduğunu kabul eden süreç gelmekte olanın üstün olduğunu
bize dayatıyor. Ancak bu sanal düzen üstünlüğünü nereden almaktadır? Olması
istenen şey, alternatif bir “cisimsiz doğa” gerçekliğidir. Bu aynı zamanda her
şeyi denetleyebilme, fiziksel şeylerin düzensizliğinden ve kusurlarından kaçma
isteğinin yansımasıdır… “Oluşacak bu düzen maddenin, elle tutulan “gerçek”
olanın hâkimiyetini kaybedeceği, “sanalın” gerçek olanın yerini alacağı bir
düzendir. “Bizim dokunamayacağımız, onun
da bize dokunmayacağı bir gerçekliktir” söz konusu olan.
Görüşün
ikinci örneği olarak Roland Ficherin makalesini ele alalım. Fischer bu durumu
ütopyacı düşünce tarihi olarak ele alır. Burada aşkınlık mantığı, aşkın düzeni
“gerçekleştirmek” için yeni imaj ve simülasyon teknolojilerinin potansiyelini vurgulamaktadır.
Fischer’a göre “Ütopyacı arzu ve düşler başlangıçta dinsel yani aşkın
temellerden doğmuş ve birbirinden ölçülemeyecek kadar uzaklaşmışlardır. Ama zamanla
bu hiçbir yerde olan uzak mesafeler ütopyacı imgelem sayesinde birbirlerine
yakınlaşmışlardır. Ütopyacı bakış ikinci aşamada önce bilim kurguya daha sonra “etrafımızdaki dünyayı sanal bir gerçeklik
olarak taklit etme” hevesiyle uygulamalı bir bilim kurguya dönüşmüştür. “Uzak, dokunulmaz olan ütopyaya sanal
gerçeklik ile ulaşılmıştır”, der Fischer. Sanal kültür öyle bir gerçeklik
haline gelmiştir ki artık “bu herhangi
bir ütopyacı düş değil de burada ve şimdi olanın ta kendisi değil midir?”
Sanal
düzenin çekici olmasının sebebi uzak ve kurgusal olmasıdır. Bu yeni sanal
dünyada, aşkınlığa dair “kadim düşlerimizi”, “başka bir şeyler olma arzumuzu“
gerçekleştirebileceğimize bizi ikna etmeye çalışıyor, der Fischer. Her iki temsili
anlatımda da can alıcı nokta, “aşkın bir yer” (hiçbir yerdeki), “başka” bir
yerdeki yer düşüncesi ve hatta idealidir. Modernitenin
dinamiği, hem yayılması hem de ütopyacı yönleriyle her zaman şu anın
ağırlığından kaçma eğilimi gösterir.
Zygmunt
Bauman “Modernite ilk ve öncelikli olarak
sınır boyu uygarlığıdır” der. Bu nedenle ‘ancak başlangıç için vaat edilen, umut beslenen bir sınır parçası
kaldığı sürece varlığını sürdürebilir’. Louis Marin modern ütopyalar ve
yeni sınır boyları arasındaki benzerliğe dikkat çeker: “Ütopyalar ufkun ötesinde, hayal gücünde kendini gösterir.” Modern
hayal gücünün ihtiyacını karşılamak için gerçek olanlar tükendiği zaman yeni
yerler bulmak gerekir.
Sanal kültürün
gerçek dünyanın sınırlarına karşı modernitenin kavgasını sürdürdüğü
söylenebilir. Gerçekten de sanal kültür, farklı ve daha iyi bir dünya için,
olanaklar ve aşkınlık alanı düşüncesini besleyip sürdürme hedefiyle verilen bir
kavga ise, yeni tekno-kültürün beklenmedik, sürpriz bir durum olmadığını
söyleyebiliriz. (s:41)
Bence bu aşkınlık
projesinin temelinde önemli bir sorun var: Ütopyanın hedeflediği yer
konusundaki hayallerde bir sorun açığa çıkmakta. Louis Marin’in söylediği gibi,
ütopya “tamamen farklı bir yere yapılan yolculuk düşüncesini içerir”.(Bu
anlamda bir yeri yoktur-AHÇ) Alansız bir alan, zamansız bir an, kurgunun
“içindeki” gerçekliktir. Bu saf alanda, gerçek dünyanın çatışmaları,
düşmanlıkları kolayca alt edilebilir. Bu boş alanda artık kendi başına buyruk
gerçekliğin hüsranlarına yer yoktur. “Ütopya, sanal ya da potansiyel bir mekân
düzeni geliştirip sergiler, şüpheli anlam imajları ile seyirciye-okuyucuya
belirsizlik sunar. Marin “Ütopya tarafsız
isimdir, ‘tarafsızın’ ismidir” der. Kapsadığı alanın bir sınırı yoktur.
Ütopya hayal kırıklığı ve yanılgıların ötesini hedeflemektedir.
Ralph
Schroeder’ın söylediği gibi siber-kültür ‘insanları
şimdiki yaşamlarında bulunan maddi kısıntılardan kurtaracak… “Yeni insani kendini
ifade etme biçimlerini’ vaat eden teknolojileri ile insanların “yalnızca
kendi düş güçleri ile sınırlı, yapay olarak geliştirilmiş sanal dünyalar içinde
yaşama vaadini gerçekleştirecek” sanal gerçeklik sistemleri ile insanları
yanına çağırmaktadır. Bu çağrının
temelinde insani günlük yaşam ilkelerinin askıya alınması vardır. (Ütopik
yaşam bu noktada Geşek yaşama yabancılaşmadır-AHÇ)
Kiersta
Fricke’e göre, “Herhangi bir gerçek
tehdit olmadan içinde bulunduğumuz durumun dışına çıkıp farklı koşullar denemek
istiyoruz. Tanrılar gibi olmak, kendi irademizle biçimleri, kalıpları
değiştirebilmek istiyoruz. Sanal gerçeklikle bunları yapmamız mümkün.
Kanatlarımızdaki balmumunu eritmeden güneşe ulaşabiliriz.” Sanal dünya bambaşka
bir yerdir.
Sürekli olarak
her yerin “ötekisini” arayan ve hiçbir yerde aradığı tatmini bulamayan bu arzu
nedir? Bu arayış arzusunu; özgürlük, egemenlik ve mutlak kudretin bulunacağı
ideal bir yeni düzen yaratma arzusu olarak tanımlıyorum… Ancak bu arzuyu tam
tersi bir anlamda gerçek dünyadan tatmin olmamanın bir ifadesi olarak da ele
alabiliriz. (İslam toplumlarında insanın
Cennetten kovulması nedeni ile dünyaya hissettiği yabancılık duygusu ve Cenneti
özlemekten kaynaklandığı varsayılan yeryüzünde bir Cennet inşa etme, onu arama
güdüsü olarak tanımlanan duyguyu işaret ediyor sanırım-AHÇ) Ancak sanal
dünyadaki ütopya seyahatler bir taraftan da gerçeklikten kaçış olarak
okunabilir.
Daha
derinlerde bu ütopya, var olan insanlık durumumuza, hem doğaya hem de insanın
doğasına karşı küskünlüğün hatta nefretin ifadesi de olabilir. Öyleyse aşkınlık
zihinlerde tam anlamıyla, insan gerçekliğinin bizatihi kendisinin yadsınması
olarak canlandırılmaktadır.
B- Gerçekliği Olmayan
Bir Dünya
Sanal
gerçekliğin içine yerleştirilen bu duyguyu nasıl anlayabiliriz? Nasıl eleştirel
bir bakış geliştirebiliriz?
Sanal
gerçeklik teknolojileri insanlığın ifadesinde tamamen farklı bir ufuk
yarattığına göre, der Artura Escobar “Bilim
de dünya üzerinde hâkimiyet kurma aracı değil, büyünün hizmetkârı olarak görüldüğü
için, Sanal Gerçeklik insanları iletişim ve enformasyon makineleriyle birleştirme
inancının gerçekleşmesinde mükemmel bir araç olacaktır. Siborgler ise yeniçağa
uygun yeni bir bilinç biçimi sunabilirler.” Bu nedenle teknolojik değişimin
kültürel yenilenmenin dinamik bir faktörü olduğu ileri sürülür. Bunun için de
bana göre teknolojik yanılsamanın sürmesine hizmet eder.
Peki, bu yanılsamadan kendimizi nasıl kurtaracağız?
Peki, bu yanılsamadan kendimizi nasıl kurtaracağız?
Aslına bu
durum, hâkimiyet stratejilerinden başka bir şey olmayan “büyü” ve “birleşme”
olaylarına karşılık gelmektedir.
“İnsanlar kaosu örtbas edecekleri“ bir düzen
ve anlam kurmak isterler. Ancak bu düzen sürekli tehdit altındadır. Kaos “hiç
dinmez, şu ya da bu biçimde bireye kendini hissettirmeyi varlığını göstermeyi
sürdürür” der Zygmunt Bauman. “İnsanlar
hiçbir zaman sona ermeyen, hiçbir zaman da tam olarak başarıya ulaşamayan bir
kaostan kaçma çabası içindedir” deyip devam eder “Toplumun kitlesel ve sürekli bir örtbas etme operasyonu olduğunu söyleyebiliriz.” Anlam ve
anlamın erimesi arasında yaşamanın bir sonucu olarak varlığını sürdüren
korkaklığı vurgulayan Bauman, “Toplum
korkudan kaçıştır, aynı zamanda korkunun yetişmesine zemin teşkil eder, korkuyla
beslenir ve korkuyla bizi kendi güçlerinin pençesinde tutar.”
Wilfred Bion’a
göre insan varoluşunun temel çıkmazı katastrofik (felaket, belalar) temelleridir. “Benlik bir katastrofik duygusuyla doğar, gelişir ve sona erer…
Katastrofi sabit kalmakla birlikte çok daha özel içeriklerle (doğum, ölüm
korkusu, değişim, sınırsızlık, ayrılık, yağmacılık, hadım edilme, hastalık,
yanma, boğulma, tıkanma, düşme vb.) doldurulabilir. Görülebilenlere bakıp da
katastrofobinin yüzünü net olarak görmekte zorlanabilirsiniz ama bu sahnelerin
gerisindeki pençesinden kurtulamazsınız.”
Paul
Hoggett’te buna isimsiz korku der, “Öznelliğimizin
içine yerleşmiş temel korkulara benzer bir şeydir… Zapt edilemeyen korku ruhsal
süreç içinde toplumsal çevremizdeki gerçek şiddet ve zehirli havaya nüfuz edip
dışsal dünyada ziyaret edilir. Kendi içimize çöreklenen korku, Ötekinin içine
ait tehlikeli bir unsur haline gelir. Korku, içerideki bir korku olarak kabul
edilmez. İnsan kültürleri korkularını dışardakilere, bilinmeyenlere yansıtır,
sonra da “orada” olduğu hayal edilen tehditten kendilerini korumaya çalışırlar.”
Dokunmaktan hoşlanmamanın kökeni insanın
ilkel kültürüne, bulaşma ve kirlenme fikrine dayanmaktadır. Bilinmeyenin
temasından çok korktuğumuz şey yoktur. Teknoloji ile dünyayı/bilinmeyeni belli
bir mesafede tutabiliriz. Teknoloji bize dünyaya temas etmenin
vereceği rahatsızlıktan koruyarak dokunmamanın araçlarını sağlar. Bu açıdan
bakınca, dünyadan uzaklaşmaya, ayrılmaya imkân tanıyan görme duyusunun,
vizyonun mobilizasyonu özel bir önem taşır.
Der Elias Canetti
Teknolojilerin
özellikle imaj ve vizyon teknolojilerinin bu dünyadaki varoluşumuzu uyandırdığı
korkuya karşı gerçeklikten kaçış bir düzen oluşturmaya çalışmaktadır. Dünyayla
temasa girmek onun yabancılığını hissetmeyi beraberinde getirir. Dokunma duyusu
dünyanın kaotik ve katastrofik yapısına maruz kalma riskini taşır. İnsan
herhangi bir yabancı şeyle fiziksel temastan her zaman kaçınma eğilimindedir, der
Elias Canetti. “Karanlıkta beklenmedik
bir şeye temas etme korkusu paniğe yol açabilir… İnsan kendisine doğru gelmekte
olan bir şeyi, görmek, tanıyabilmek, en azından sınıflayabilmek ister.”
Özlenen dünya düzenlenebilen ve kontrol
edilebilen bir dünyadır. Yeni vizyon teknolojileri böyle bir görsel egemenliği inşa etmek üzere
sürekli olarak geliştirilip mükelleştirilirler. Modern planlamacılar ve mimarlar temas kenti
diyebileceğimiz bir yapıyı ortadan kaldırıp onun yerine görünmez binaları ve
açık bir toplum olan camdan bir kent kurmak için uğraşırlar…
“Rasyonel vizyon “canlı olmayan mutlak
göz” işlevi üstlemektedir. “Seyirci ve gösteri arasındaki boşluk genişledikçe
daha iç içe, katılımcı modellere olan ilgi tam olarak bastırılmamışsa da
ortadan kaldırılmıştır.” der Martin Jay, “Rasyonel seyirci,
yalnızca uzaktan bilmek istediği dünyanın dışında, tecrit edilmiş bir özne
olarak vardır.”
Dünyayı
giderek daha çok dolayımlı vizyon araçları ile görmekteyiz. Böyle yapmaya devam
ettikçe de dünyanın gerçekliği ile temas kurmaktan uzaklaşıp bağlantılarımızı
kopartmaktayız. Üstelik artık sadece en yakınımızdaki dünyayı görüp izlemek söz
konusu değil; yeni görsel medya, vizyon alanını sürekli genişletmekte. Küresel
televizyonun gelişimi ile dünya olaylarını izleme kapasitesi adeta sınırsız
gibi görülmektedir.
Benzetim
dünyası bedenlerin olmadığı bir dünyadır. Kaosun ve katastrofinin olmadığı bir
dünyadır. Yani gerçekliği olmayan bir dünya.
C - Teknoloji ve
Deneyim
Tekno-kültür
bugün yeni bir siber-alan, siber-kültür antropolojisine ihtiyaç olduğunu
savunuyor. Yeni teknolojilerin deneyim alanını genişlettiği ve
zenginleştirdiğini ileri sürerek tekno-kültürün bir ideal ve ilerleme ölçütü
sayılmasını istiyor. Ben de tam tersine, gerçeklikten kaçışı toplumsal olarak
kurumsallaştıran teknolojik sistem içinde ele almamız gerektiğine inanıyorum.
Teknolojik
gelişmelere yüklediğimiz yatırımlarımızın doğasını ve önemini; yasaklanan,
haciz altına alınan olanaklar açısından ele almalıyız. Teknolojik kültürün
gelişmesi içinde benimsenmeyenlerin aslında gerçek yaşam deneyimlerinde de
benimsenmeyenlerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Demek ki asıl önemli olan şey
deneyim sorunu. Modern kültür de deneyimlerin inkarı, reddedilmesi, hafifletilmesi,
vizyon teknolojilerinin yaşamımıza uyarlanması ile zihnimizi meşgul ediyor...
Yeni görsel
medyanın yaşam deneyimlerine engel olduğunu hangi temellere dayanarak
tartışabilirim? Dünyayı fark etme biçimlerimizi geliştirmediğini nasıl iddia
edebilirim?
Tekno-kültürün
dışladığı, anlamsızlaştırdığı deneyimin önemi ve değeri üzerinde ısrarla
durmalıyız… Tekno-kültürün başarısını değerlendirmek için ‘ilerlemenin’ değil
‘deneyimin’ bir ideal ve ölçüt olarak kullanılmasını öneriyorum.
Bion
çalışmalarında deneyim ve dünya hakkında ki bilgilerle ilgilenirken deneyimden
kaçınma ve deneyim yoluyla öğrenmenin zorluklarını ele alır. Bion özellikle
belirttiği bu eğilimleri bireysel davranışta değil, kolektif kurumların çalışmasında
da aramaktadır. Kolektif grup aklı ideal olarak oluşturulup eyleme araç
olabilirse de ‘bir topluluk veya kurum
olarak düzenlenen grup kendisinden kaynaklanana dönüşüm olasılıklarına da
direnir.’ (s:56)
Deneyim
dünyayla aramızda dinamik bir bağlantı sağlamalıdır. Her şeye gücümüz yetermiş
gibi takındığımız tavırlardan vazgeçmeli öznel iktidarımızın ötesinde ki
dünyanın karmaşık ve kararsız potansiyelini anlamalıyız. Bunun ön koşulu
bilmeme deneyimine de müsaade etme kapasitesidir; hem bizim için bilinmeyen
(Öteki) olanın gerçekliğini tanımalı hem de bilinmeyenin belirsizliğinin ve
rahatsızlığının yol açabileceği yaratıcı olanakları görebilmeliyiz… Christopher Bollas ‘üretici kaosun içsel
anlamlarını’ tanımamız gerektiği konusunda bizi uyarıyor. Bollas’a göre bu
kargaşa ve düzensizlik, insan kültüründeki yeniliklerin ve yaratıcılığın
temelidir.
Emmanuel
Levinas’a göre. “İnsanın ölümle
hesaplaşması ile öteki ile hesaplaşması arasında bağlantı vardır. Ölüm
bilinemez olandır ve ‘öznenin yiğitliğinin sınırına’ işaret eder.” Levinasa
göre: “Efendiliğin sonu olan bu durum
varlığımızı bize artık olmasını beklemediğimiz bir olayın olması hatta hep
görgül (ampirik) dünyanın içinde olduğumuz için vizyonumuzda olan olaylar
olarak da beklemediğimiz bir olayın olması biçiminde varsaydığımızı gösterir.
Ölüm, yaşamımızdaki varlığını ve gücünü bir buyruk olarak gösterir. Ölümün buyurucu gücünü Öteki aracılığı ile
yaşarız (Ölümlülük Ötekindedir)”. Alphonso’nun dediği gibi : “Buyruk, Ölüm ve Öteki birbirini ortaya
çıkarır.”
Teknolojik
düzene inanıyoruz çünkü teknolojik düzen deneyimleri nötrleştirmemize yarıyor. Bu inanç bizim modern bağımlılığımız. Gelişen
teknolojik sistemlerin narkotik potansiyelini deneyim ölçütüne göre
değerlendirmeye almalıyız.
Vizyon ve Temas
Ekranlarımızda bedenler uzaklaşıyor.
(Vincent Amiel)
(Vincent Amiel)
Tartışmamın
bu kısmında vizyon ve teması bir araya getirerek modern teknolojinin
kültürümüzde görsel duyunun hakimiyetiyle cisimsizlik güdüsü deneyiminden uzak
ikisi arasında bir bağlantı kurmaya çalışıyorum.
Modern ve
sonuç olarak kültürel ve entelektüel duyumsallıkta deneyimin vizyonla (Ayrılma
Duygusu) çok güçlü bir bağ içinde olması,
aynı zamanda da temasın anlam ve öneminin (mahremiyet duygusu) bastırılıp
değersizleştirilmesi söz konusudur. Bu durum bizi bir yandan modern kültürdeki
görselliğin hegemonyasıyla karşı karşıya getirirken, öte yandan temas (dokunma) duygusunun özelliklerini
yeniden değerlemeye ve değerlendirmeye yöneltir.
Biz
“video-siborglar” dünya olaylarının küresel gözetleme cemaatine katılmış
durumdayız. Bu görsel-sanal alanda, gerçek dünyanın tehlikeleri ve tehditleri
nötrleştirilmektedir… Bu dünyada bize ancak tanıdığımız, bildiğimiz şeyler
ulaşabilir. Yalnızca bize benzer Siborgler ile karşılaşacağız; aynı batılı, kenar
semtli, orta sınıf Siborg uğraşları ve beklentileri ile olacağız.
Bu bakış
diğer görme biçimlerine tamamen kör olan batı küstahlığını yansıtır. Daryush
Shayegan’ın “Gezegenimizde yaşayan bütün
insanlar dünyayı aynı biçimde görmektedir.” deyişine kulak vermeliyiz. “Dünyanın büyüsüyle gözleri kamaşmış vizyon
insanı” der Shayegan, “Gutenberg
galaksisinde aradığını bulamamış görsel insanla aynı biçimde bakamaz olaylara”.
Siber-dünya
gözleri kamaşmış bir ütopyadır çünkü düzen dünyasıdır, düzenlenmiş bir dünyadır.
Her şeyden evvel görsel bir dünyadır. Bu cisimsizleştirilmiş özneler dünyasına “hayal
bile edilemeyecek yeni zevk alma boyutları olacak” inancının bir gerçeklik
pay vardır. Ancak bu zevkin bedeli de olacaktır.
Asli ve
cismani varlıktan kurtulmak üzere yarattığımız seyirlik dünyanın efendileriyiz.
Öteki sanal takma adlar birimlerle etkileşime geçmekten alınan zevkler
yitirdiğimiz ruhsal ve ahlaki yaşamımızda bir şeylere tekabül ediyor olmalı. Berger’e
göre seyirlik kültürün hafifliğinde cisimleşmiş varlığın yükü ve karşılaşmalar
ortamı kaldırılmıştır: “Beden yok, acı yok, zorunluluk yok-zorunluluk, bir var
olma koşuludur çünkü burada ki koşullar ve olanaklarla-yaşam deneyimine artık
gerek yoktur” der Berger. Deneyim
yoluyla öğrenme yok, deneyim yoluyla dönüşüm yok… Gerçek olmama halinin can
sıkıcı tarafı, ötekini görebildiğimiz halde temasa geçemememizdir. “İncinebilirliğin, hassaslığın, ölümlülüğün
maddeleştiği, bana gösterildiği ve hemen bir buyruğun gerektiği takıntısı ile
bana ıstırap veren yer olarak” ötekinin önemi silinmektedir.
Modern çevrelerin
yapılandırılmasında ‘direnişten kurtulma’ amacı vardır. “Bedeni direnişten kurtarma arzusu” der Sennett “temas korkusu ile birlikte var olur… Bugün
düzen temasın olmaması demektir. Modern teknoloji kültürü “değiverecek
gerçeklik duygusunu hafifletme ve bedeni yatıştırma etkisi yapar.”
Tekno-kültür
bizi insan bedeninden kurtulmanın zevkleri üzerine fantazyalar kurmaya
yönlendiriyor. W. Mitchell “siborgleri
artırarak çoğaltıyoruz” der; uzakları hissedip hareket edebilen elektronik
olarak çoğaltılmış, yeniden biçimlendirilebilen, sanal bedenlerle post-insanlar
şimdi geriye, ‘atalarımızın protoplazmayla geçirdikleri bu uzun süren silikon-öncesi
asırların kültürüne’ nostalji ile bakabilirler. Bu siber-retoriği izlemeye
devam edersek, her şeye gücü yeter olmanın kazançlarına kendimizi kaptırıp
böyle bir kültürde neleri yitirdiğimizi, nelerin eksik kaldığını hesaba katmayı
beceremeyiz. Dünya ile fiziksel ilişki
kurmanın önemini kavramaktan, anlamaktan uzaklaştıkça kendimizi
insansızlaştırma, insanlıktan uzaklaşma noktasına geliriz.
Temas
birincil ve esasa dair bir melekedir. Elizabeth Geozs’un dediği gibi: “görünenin zeminini ön koşullarını sağlayan
şey dokunulabilir olandır”. Dokunulabilir olan, görünenin görünmez,
görülemez ortamıdır; görünürlüğün kaynağıdır; aktif-pasif; Özne-nesne
ayrımlarını sağlar.
“Okşama, öznenin varlığının bir tarzıdır,
temasta bulunan özne bu temasın ötesine geçer. Duygu olarak temas ışık
dünyasının bir parçasıdır. Ama okşanan şeye tam anlamıyla dokunulmaz. Okşamanın
aradığı şeyin özünde, okşamanın gerçekte ne aradığını bilmemesi vardır.”
Asıl olan, bu ‘bilmeme’ hali esas düzensizliktir.
Görmeyi Öğrenmek
Sana söylememiş miydim? Görmeyi öğreniyorum. Evet, yeni
başladım. Henüz pekiyi değil. Ama elimden geleni yapmaya devam edeceğim.
(Rainer Maria Rilke)
“Kendimizi cisimleşmiş (bedensel) varlıklar
olarak düşünmeliyiz”, der Merleau-Ponty. Dünyayı zihnimizde canlandıran
bedenleriz biz. Diğer bedenler arasında dolaştığımız için görünür varlıklar
olarak hareket eden bedenleriz (Benim avlandığım ve benim avladığım ‘ötekiler’.)
Ponty
vizyonu temasla süreklilik içinde olma hali olarak düşünmek, dünyayı
görülebilir biçimde elle tutulur bir dünya tahayyül etmek ister… Görmek
dünyanın içinde olmaktır. Dünyanın dokusu içinde yer almak, dünyaya açık olmak
demektir. Sanalda kurulmuş, dolayımlanmış dünyayla olan ilişkimiz kendiliğinden
bir bağlanmaya, bir karışıklığa yol açmaz. İmaj medyamızı “mükemmelleştirdikçe”
kendimizi dünyanın elle tutulabilir gerçekliğinden giderek daha da
uzaklaştırmaktayız… İmajların içine
gömüldükçe, nesneler dünyası ile ilişki kurmaya adeta gerek kalmamaktadır.
İmaj
teknolojilerinin gelişmesiyle dünyaya bu şekilde yönelmek daha zor ve sorunlu
hale gelmektedir. İmaj alanı ile nesneler dünyası arasında giderek artan bir
mesafe vardır. Gerçekliğin cansızlaşması
bu mutlak noktaya geldiği zaman yalnızca kendi yansımalarımızı görebiliriz. Vizyon
otistiktir.
Tekno-kültüre
göre bu kötü bir şey değildir. Siber-uzayın fantazya ve zevkleriyle dolu
dünyası, nesnel dünyanın yol açtığı hüsranlara ve acılara karşı çok daha kabul
edilebilir bir alternatiftir.
Bu
kesinlikle soyut bir dünya değildir. Tarihsel ve politik bir dünyadır… Julia
Kristeva’nın sorduğu soru gibi, “eninde
sonunda dünya olayları nerede yer alıyor?” Televizyon ekranında mı? Bedenlerimizin,
duygulanımlarımızın, imgelemlerimizin soluduğu havada mı?
Teknolojileri
dünya olaylarından uzaklaşmak, kendimizi dünyadan ayrı tutmak için
kullanabilir, alternatif sanal olaylar dünyasına dalmayı tercih edebiliriz.
Ama
teknolojik sistemin mantığına direnme yolunu da seçebiliriz. Gerçek dünyanın
düzensizliği içinde cisimleşmiş varlığımızı, bu dünyanın içinde olmak zorunda
olduğumuzu anlayabiliriz. Dünya olaylarını görme ve temasa geçme biçimlerini
bulmaya çalışmalıyız. En azından bir seçim yapmalıyız. Siborg seçeneği mi
seçeceğiz yoksa insanlığımızı mı arayacağız?
2- Ekran Alanı
Yeni vizyon
teknolojileri mikro-dalga, kızıl ötesi, ultra-viole ve kısa dalga radar imaj
sistemleri vizyonun ötesinde hepsi fotoğrafik görüş alanının genişlemesine
olanak sağladı… Görme biçimlerimizde önemli gelişmeler olduğuna göre imajların
kaydedilmesi ve saklanmasında da önemli şeyler oluyor demektir. Bu yeni vizyon
ve imaj teknolojilerinin post-fotoğrafik teknolojiler olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün
imajlardan söz etmek demek, bilgisayardan söz etmek demektir... Matematik
uyarlamalara dayanarak gerçekliği model alan ‘gerçekçi’ imajlar ortaya çıkarma
kapasitesi yeni post fotoğrafçılığın en önemli gelişmesi oldu… MIT’nin (ABD de
Boston’da Teknoloji Enstitüsü) medya laboratuvarlarında geleceğe dönük gelişmeleri
bilgisayar ortamında yaratılmış hologramlar hatta yapay bir bilgisayar
evreninin sanal gerçekliği inceleniyor. Burada yapay zekânın, robotların ve
canlandırma teknolojilerinin birbirine yaklaşmasının yepyeni bir sanal dünyada
eski gerçekliklerden hareketle ‘dünyanın yoktan yeniden keşfedilmesi’ anlamına
geldiği söyleniyor.
Yeni imaj teknolojileri, batı
kültürünün rasyonalite ve denetim mantığıyla biçimlenmiş, askeri ve emperyalist
emelleri olan bir kültür tarafından oluşturulmuştur. Bu açıdan bakınca kimyasal
fotoğraftan elektronik imajlara geçişle ilgili tekno-devirmci iddialar gücünü
yitirmeye başlar. Teknolojileri fetişleştirmeyi bir kenara bırakırsak, gelecek
şokunun rahatsız edici etkilerini daha az hissederiz Böylece batı kültürünün dinamiklerinin sürekliliğini daha iyi görüp
kavrayabiliriz. (s:77)
“Batılı vizyonun batılı olmayan kültürlerin
üzerinde ki etkisinin kaypak ve çoğunlukla yıkıcı olduğunu anlayabiliriz.” der
Shayegan.
A. Gerçeklik İlkesinin Ötesinde Mi?
Bu yeni
teknolojilerin özelliği insanın ayağını yerden kesmesi ve her şeye gücü
yetermiş gibi mutlak iktidar duygusu uyandırması. Adeta sınırsız olanakların sunulmasıyla baş
döndürücü bir sevinç yaşanmakta.
“Yeni bilgisayar teknolojileri ile
kolay anlaşılır olanla gözle görülür olanın bu yegâne bileşimi bize yeni bir
dünyanın kapılarını açtı.”
Hiçbir
kesinliği olmayan deneyler sunuluyor bize; “görünürde,
gerçekliğin doğasına ait sorunları ve gerçekliğin sunumlarıyla olan ilişkimizi
sorgulayan” deneyimler. Dünyevi gerçeklikten sıyrılıverdiğimiz her an,
artık yenidünyalara, “öğrenmek istediğimiz dünyalara” girme özgürlüğümüzün
olduğunu sanırız.” der Phillipe Quéau.
Gene
Youngblood’a göre “gerçeklikle teması
yitirme” korkusu, bir biçimde “doğal olmayan” yapay bir alanda yaşama korkusu,
bizim için mesele değil, biz böyle yaşamak için seçilmiş insanlarız”.
Yeni
teknolojilerin böylesine idealleştirilmesi ve uyandırdığı neredeyse mistik
duygular karşısında şaşkınlığa düşmemek mümkün değil.
Bütün yeni
sahalar hayranlığın neticesi olarak sahtelerin, uydurmaların, yanıltmacaların
üretimine açıldı. “Fotoğrafik imaj ile
‘gerçek dünya’ arasındaki ilişki, temsil etme kavramının bütün sorunsallığını
ezip geçerek, imajın zamanla, bellekle, tarihle olan bağını kopararak”
altüst etmiştir.
Ancak şimdi,
imajların kelimenin tam anlamıyla gerçekliği ortadan kaldırdığı ve yerini
kendisinin aldığı fikrini ciddi olarak düşünmemiz istenmekte. Bu öteki dünya
benzeşimine yerleşebileceğimize/orada yaşayabileceğimize inanmamız
istenmektedir.
“İmajlar ülkesine yerleşmek” ve
“yaşamı bir düş uğruna terk etmek” gerçekte ne anlama geliyor? Bence içinde
yaşadığımız dünya ile ilgili bir hastalık belirtisi yansıttığı için ciddiye
almamız gerekiyor. Burada yansıtılan arzuyu ve vizyonu
besleyen kültürel, psişik ve politik kökleri ciddiye almamız gerekiyor.
Hissedilen
güvensizlik duygusu ışığında, imajların mekan üzerinde simgesel veya imgesel
bir mülkiyet elde etmek için kullanıldığını söyleyebiliriz; imajların
kullanımında dâhil etme ve denetleme söz konusudur.
B- Sanal Gerçeklik: Mikro
Dünyaya Doğru
Ara yüzeylerin
şeffaflığı her yerde içsel bir başıboşlukla sona erer.
(Jean
Baudrillard)
İmajların gerçek dünyada ki
anlamlardan bağımsız olarak üretildiği bir dünyada yaşamaktayız. Modern yaşamda
artık gerçekliğin aracısı olmaktan çıkan imajlarla benzeşimlerle ilişki kurar
hale geldik. Scott Lash’in ifadesi ile “post-modernizm
gerçeğin sorunsallaştırmasını merkeze alır. Der ki: Artık kimliğimizi gerçekle
değil de, imaj yoluyla ifade etmekteyiz.” (s:87)
Sanal ortam ve
kontrol sistemlerinin gerçek nesnelerle etkileşimini taklit ettiği kendisi de
gerçekmiş gibi görünen ve gerçekmiş gibi de kullanılan bir ortamdır… Sanal
gerçeklik, gerçeği nasıl tanımlayacağımıza ve sınırları nereye çizeceğimize
dair sorulara cevap verecek yeni bir dünyadır. (Sürekli gösterilen yere bakıyoruz. Ekranlara, klavyelere, duyguları körleştiren
imajlara, sırıtan emojilere, tabelalara, binalara, duvarlara, göremediğimiz
ifadesiz yüzlere, sinsi illüzyonlara, kurmaca kişiliklere, doğrunun üstünü
örten sise, pusa ve de pasa. Onlar gerçek ilişkilerin yerini alırken bizi de
gerçek hayattan koparıyorlar. AY)
Şu an en
büyük devletler ve şirketler yapay eğitim ve eğlence sektörünün öncüsü olmak
için birbirleri ile yarışmaktadırlar. Dünyanın ilk sanal gerçeklik tema parkı
Japonya da açıldı. Siber Seks ve sanal pornografi kültürü şimdiden hayatımıza
girmeye başladı…
Yapay dünya (fikrini)
bu kadar çekici kılan şey nedir? Benzetim –dünya değiştirme- yoluyla
özgürleşmeyi bu kadar arzu edilir hale getiren “gerçek” gerçeklikle ilgili
tatminsizlik nereden kaynaklanmakta?
Bütün bu
sanallaşmanın aslında dinlerin de özünü teşkil eden, bütün ölümlü yaratıkların bir
öte dünyada yaşamaya devam etme gayreti olduğunu fark ederiz. Bunlar hep
birbirine belli esaslarla bağlı olan metinlerdir, tek başlarına bir şey ifade
etmezler. Bunun temsil ettiği şey sibernetik, bilimkurgu, postmodernizm ve New
Age felsefenin, sentetik yeni ütopyacılıkta birleşimidir.
Regina
Cornwell. “Geçmişte teknolojilerin yabancılık duygusu yaratmasına karşın bu yeni
teknolojiler dünyevi var olma biçimimizi ‘yeniden cazip hale getirmek’ vaadiyle
yola çıkmaktadır. Bir başka siber-öncüsü
yalnızca hayal gücüne bağlı, mülkiyet
sınırlarının olmadığı bir dünyada dolaşan bir gezgin olduğunu biliyorum”
diye yazıyor Barlow. Bütün bunlar bilimle sanatla ilgili geleneksel inançlara
karşı çıkmadığı için kabul edilebilir şeyler çünkü sanal-gerçeklik dünyasında
idealler gerçekleşebilecektir. Her şeye kadir olan bu yaratıcılık özleminde
canlı tutulan kendini unutturmayan şey teknolojik ütopyanın vaatleridir.
Söylendiğine
göre, sanal gerçeklik bir ‘sorular evreni’ açarak gerçeklik, var olma, bakış
açısı, hatta kimlikle ilgili tanımlamalarımızı temelden sorgulamaya davet
etmektedir. Peki, ama bu bakış açısı kime yöneliktir? Yeni gerçeklik rahatsız
etmekten çok güvence veriyor gibidir... Eski bir teknoloji pastasının üzerine
sürülen oyunlu krema süsleri gibidir.
“Gerçek deneyim reddedilir, her şey
benzetimdir. Arzu ve benzetim duyguları inkâr edilir. Var olmayla ilgili
gerilimler, hüsranlar ve kaygılar yatıştırılmıştır: Kaynak harcamaları yapım ve
denetimle sınırlandırılmıştır. Yenilikler
vardır ama doğrusunu söylemek gerekirse yeni olan bir şey yoktur.” (Peter
EMberley)
Benzetilmiş
gerçekliğe dalmak hatta içinde boğulmak mümkündür: “Bilgisayar başındaki insanlar tıpkı kendi silüetine âşık olan Narcissus
ve yansıması gibi kendi oluşturdukları dünyaya veya kendileri için başkaları
tarafından yaratılan dünyalardaki kendi performanslarına kolayca âşık
olabilmektedirler.” İmajın içine gidenlere baktığımızda Baudrillard’ın
narsistik inatçılık diye adlandırdığı bir tekbencilik görürüz… Narcissus kendi
yarattığımız imajlar karşısında, bunların gücünden doğan çekicilik ve iticilik,
arzu ve korku duygularının çelişkisiyle kaygıları temsil eder… Narsizm,
organizmanın kendi çevresiyle ilişkisinde kapalı bir birim kurduğu bir durumdur. Yitirilmiş çocuksu cenneti bulmaya
çalışır.
Narcissus kendi imajına âşık olmuştur ve kendi imajı i ile birleşmeye çalışır. Sanal gerçeklik kullanıcıları da aynı kucaklama arzusuna kapılarak, benzetilmiş bir imajla bir vücut olmaya kapalı bir birim kurmaya çalışıyor olabilirler.
Narcissus kendi imajına âşık olmuştur ve kendi imajı i ile birleşmeye çalışır. Sanal gerçeklik kullanıcıları da aynı kucaklama arzusuna kapılarak, benzetilmiş bir imajla bir vücut olmaya kapalı bir birim kurmaya çalışıyor olabilirler.
C- Düşman Vizyon: Benzetim,
Gözetleme ve Vurgun
Sanal
gerçeklik teknolojilerinin insani ve yaratıcı potansiyeli üzerine dil dökenlerin
arasında NASA ve Amerikan ordusunun öncü rolüne değinenler de var... Askeri
projelerden ‘fırlayan’ gösterişli ve yararlı aletler olarak görülen benzetim
teknolojilerine kucak açılıyor. Ancak bu
alanda ordunun aldığı yerin büyüklüğü tam olarak hesaba katılmıyor. Amerikan
ordusunun küresel benzetim ve eğitim pazarının yaklaşık olarak üçte ikisini
kapsadığını söyleniyor.
Vizyon
teknolojilerinde askeri geliştirme çalıştırmalarının özelliklerinin önemi nedir
acaba?
Benzetim
teknolojilerinde ve gözetleme sistemlerinde günümüz askeri stratejilerinin ne
kadar önemli olduğunu gözden kaçırmamamız gerekir. Örneğin, Körfez Savaşında
vizyonun askerileştirilmesinin toplumsal yansımalarının askeri-sibernetik,
kültürel, etik ve psikolojik sonuçlarını görmezden gelemeyiz. Sanal-prototip
aslında kesinliği olmayan bir model gibi görünmektedir. Ancak benzetim giderek
gerçek-dünya karşılaşmaları için stratejik bir öge olmaktadır. Benzetimin gerçek dünyanın bir modeli
olduğunu bu modeli kullanmanın asıl hedefinin de bu dünyaya müdahale etmek
olduğunu unutmamalıyız. Yeni teknolojiler; izleme ve kaydetme kapasitesini
arttırmaya, genişletmeye, mahreme girmeye/sokulmaya, sistematik ve sinsi olmaya
çabalamaktadır.
Gözetleme
kültürünü besleyen kuşkusuz ordudur... Ultra-yüksek çözümlü kameraları,
uzaktan-duyarlı yeni teknoloji üretimini, yeni dijital imaj işleme ve
yönlendirme teknolojilerini ordunun enformasyon ihtiyaçlarına bağlayabiliriz.
Uzay keşif çalışmaları vizyonun askerileştirilmesiyle de bağlantılıdır. ABD her
yıl uzay keşfi için yaptığı beş milyar dolarlık yatırımın yanı sıra Fransız
spot programıyla birlikte gelişmekte olan ticari girişimleri vardır. Uzay keşfi
ve gözetleme teknolojileri ile ilgili ayrıntılar gizli tutulur. Üzerine sır
çekilir. ABD’nin yer küre üzerinde kırk iki bin farklı hedefi izlediği tahmin
ediliyor. Böylece yeryüzü gözleri, kulakları ve silikon beyinleriyle sonsuz
akış içinde enformasyon toplayıp anında işleme ve çözümleme yapabilen
bilgisayarlara aktaran tarayıcı aletlerle kuşatılmış durumdadır. Gözetleme ve
benzetim teknolojileri birbirlerini besler; her ikisi de yeni ‘şık’ vizyon kılavuzluk
vurucu silahların üretimini denetlemek için kullanılır.
Benzetim adeta model aldığı
gerçekliği silmektedir. Komutan da, savaşçı da heyecanlı, kanlı, yıkıcı bir savaş içindeymiş
gibi değil, bir oyun mantığına hükmediyormuş gibidirler. Olay sanki bundan
ibaretmiş gibi. Oysaki gerçek bu değil. Hükmetmek yalnızca yanılsamadır.
Gerçeklik her zaman benzetimi bozguna uğratabilir… Post modern savaşlar giderek
daha çok araçlarla olmaktadır. Benzetim, tele-temsil ve uzaktan kumanda gibi
aracılar bu savaşların adeta özelliği haline gelmiştir. Yeni uydu imajları tüm
ülkeleri hedef belirleme enformasyonu haline dönüştürebilir.
Mikro dünya sisteminde
varoluşsal-ahlaki sorunlar anlamını yitiriyor. Askeri sistem içinde çalışan
bireyler kendi kararlarını alıp amaçlar belirleseler de emir komuta zincirinde
amaçları ve değerleri hakkında söz söyleme yetkileri bulunmamaktadır. Sistemin
mantığı bireysel ve toplumsal ahlakın üzerindedir. “ Bu noktadan sonra dünyanın hiç görmediğimiz bir parçasını imha etmek
üzere düğmeye basmak, mekanik olarak parçalanmış bir faaliyettir.”
D- Aslan Çavuş F. Cooper
Olmak
Belirli
biçimlerde, belirli amaçlar için kullanılan imajların batılı kültürlerde bir
tınısı vardır. Batılı kültürün kimliğini biçimlendiren ve tanımlayan iki genel
gündem olduğu söylenebilir. Birincisi bilimsel ve teknolojik rasyonalite:
Modern batı kültürü rasyonel, kendini rasyonelleştiren ve rasyonel bilinci olan
mükemmeliyetçi bir kültürdür. İkincisi ise ‘diğer kültürlerle çok yoğun olarak
karşı karşıya gelmek (çatışmak-AHÇ)’. Yani imparatorluk döneminde ve sonrasında
Batılı olmayan toplumlarla karşılaşmaktır. Bu karşılaşmalarla batı her zaman kendi
farklılığını kavrayıp ortaya koymak için direnmiş, kendini Üstün görmek ve
kendini başarıya götüren baskıcılığını meşrulaştırmak için evrensel
değerlerinin ve projesinin doğruluğunu öne sürmüştür… Teknolojik rasyonalite
diğer kültürler üzerindeki Batılı hegemonyanın haklılaştırılmasının ve
meşrulaştırılmasının temeli olmuştur.
Bilgisayar
evrensel makine ürettiği imajlarda evrensel araçtır. Tüm kültürel biçimlerin
aynı dijital dile çevrildiği evrensel makine bizi ‘tarih sonrası’ anına
getirmektedir… Yeni enformasyon ve
sibernetik teknolojilerinin gelişimiyle tüm kültürler ve kültürel formlar
birbirine yaklaşmakta, evrensel batı rasyonelliği söylemiyle uyum içine
girmektedir.
Evrenselcilik
adına diğer kültürlere karşı hareket ediliyor, diğer kültürleri ihlal ediyorlar.
Bu yeni evrensel araç olarak adlandırılanlara baktığımızda belirli bir vizyon
kültürü yansıttığını ve desteklediğini görmekteyiz. 19. Yüzyılın fotoğrafı gibi
bu da Batı gözüyle bakmaktadır.
Batı kültürü-aydınlanma kültürü için
bilgi temel olarak vizyonla (Aydınlatma/illumination) bağlantılıdır. Vizyon
duyguların en uzak olanı (belki de en sağır olanı) olduğu için nesnel ve bilimsel
(değer-erdem dışı) bilme idealine hizmet eder. Bu anlamda vizyonun üstünlüğüne inanmak
mümkün hale geliyordu, yani vizyon teknolojileri Batı’nın özünde saklı olan
üstünlük duygusunu yansıtıyordu. (Batının “Ben üstünüm, gelişmemiş alt-insana karşı ahlaki
yükümlülüklerim yok” düşüncesi vizyon teknolojilerinin hayata geçtiği ahlaki
zeminidir. AHÇ)
Bugün imaj
emparyalizminden söz ederken İmajların hiper-gerçek bolluğuna gönderme yapıyor
olabiliriz. Daha sonra bu imajların özerk bir gücü olduğuna kendilerine ait bir
iktidarları olduğunu söyleyerek eski gerçekliklerin, eski gerçeklik
duygularının imajın bu gücü tarafından gölgede bırakıldığına olan inancımızı
ifade ediyor olabiliriz. Adeta imajın
kendisi yeni bir dünyanın, sanal bir dünyanın özü haline gelmiş gibi
görünmektedir. Bu meçhul kıtayı (Amerika’yı/Vaat edilmiş topraklar) keşfetmeye
giden Batılıların ecdatlarının refleksine benzemektedir; keşfetmek, incelemek
ve sömürgeleştirmek.
Bu hakikatten yeni bir dünya: Yalnızca yeni bir dünya olduğu için değil, her şey hem tuhaf biçimde tanıdık hem de hiç şaşırtıcı değil. Alışkın olduğumuz Batı uygarlığının sanal uzantısından başka bir şey değil bu. İnsanın her şeyi yapmaya gücü yettiği bir fantazya dünyası. Sonuçları ile yüzleşmeden kahraman olmanın mümkün olduğu, ahlak dışı bir dünya. Bu zamansız dünyada en akıl dışı fantazyalarımızı oynayabiliriz. Bunda kültürel olarak yeni hiçbir şey yok. Batı narsisizminin tanıdığı ve kurcalamak isterken büyülenip içinde boğulduğu bir imaj dünyası bu… Ancak oyun bittiğinde gerçeklik dışarıda, tüm memnuniyetsizliği ile bizi beklemektedir.
Bu hakikatten yeni bir dünya: Yalnızca yeni bir dünya olduğu için değil, her şey hem tuhaf biçimde tanıdık hem de hiç şaşırtıcı değil. Alışkın olduğumuz Batı uygarlığının sanal uzantısından başka bir şey değil bu. İnsanın her şeyi yapmaya gücü yettiği bir fantazya dünyası. Sonuçları ile yüzleşmeden kahraman olmanın mümkün olduğu, ahlak dışı bir dünya. Bu zamansız dünyada en akıl dışı fantazyalarımızı oynayabiliriz. Bunda kültürel olarak yeni hiçbir şey yok. Batı narsisizminin tanıdığı ve kurcalamak isterken büyülenip içinde boğulduğu bir imaj dünyası bu… Ancak oyun bittiğinde gerçeklik dışarıda, tüm memnuniyetsizliği ile bizi beklemektedir.
3 - Savaş Görüntüleri
Ah,
bu ateşli gökyüzünün dumanlarında öyle çok şey gözden kayboluyor ki.
Gözlerimizin
şehlasıdır, biten yüzyılın gölgesi
(Tony
Harrison)
A) İzleyenler ve İzlenen
Askeri
teknolojinin eğilimi bellidir. “Hedeflerin çoğunu gerçek-zamanda taramaya
duyarlı yeni global ağlar… ve uzun menzilli nükleer olmayan bu ağ içinde yer
alan uygun yerlere silah ulaştırma sistemleri, hepsi de dijital bilgisayarlarla
bağlı.” (Kenneth L. Adelman.) Irak’a karşı olan savaşta enformasyon ve silah
sistemlerinde vizyon teknolojilerinin rolü çok açıktı. Askeri strateji her zaman görmekle ve görülmemekle, vizyonla gizliliği
bağdaştırmakla uğraşır. Uzun zamandır Amerikan casus uydularının Ortadoğu’yu
gözlediği söylenmektedir. ‘Irak uzaydan gözetlenip belirli askeri operasyonlar
için tespit’ edilmiştir. Bu savaşta yıkım silahlarının elektronik gözleri
vardır... Tomahawk füzelerinin akıllı olduklarını da öğrendik; ateşlemek yeter;
bu füzeler hedefe doğru kendi yollarını görmesini bilirler. Irak Savaşı, Batılı teknolojilerin açık bir örneğidir.
İzleyenler ile izlenenler arasındaki savaştır.
David White
Louse. “Yüksek teknolojili sistemler
yarattıkları örtüklük duygusuyla savaşı algılama biçimlerimizi yönlendirdiler”
derken Rober J Lifton “Bu teknolojilerin
izleyenlere neler yaptığı hakkında pek bir fikrimiz olmadığını" söyler.”
Ona göre, ‘bu teknolojiler psişik bir dondurma süreci yarattılar: Bireysel
aklın parçalara ayrılması, iç bölümlere parçalanması, bilgiyi duygudan ayırır. “Silahlarımızın öldürücü olduğunu biliyoruz
ama öteki taraftakilerin ölüm acısını hissetmeyi başaramıyoruz.” … İmajın içine giren askerlerde, seyircilerde
gerçeklik ve gerçekliğin acı verme özelliğinden uzaklaşmış oldular” der.
Z.Bauman’ın söylediği gibi “kurbanların psikolojik olarak görünmez”
olmaları gerekir. Öldürme işlemi-uzakta- teknoloji vasıtasıyla doğrudan çatışma
ve şiddet şokundan uzak olmalıdır. ‘Ateşle’ düğmesi ile bunu izleyen ölümler
arasındaki nedensel bağlantının kırılması gereklidir. Kurbanlar kendilerini öldürenlerden “optik olarak ayrı” ise psikolojik
yalıtım da artar.
Körfez
savaşı ekrandan bakılan bir savaştı. Yüksek teknoloji vuruşları batı
televizyonlarında defalarca gösterildi, izlendi, yeniden izlendi. Tıpkı video
savaş oyunu gibiydi. Ama ekranlarımızda seyrettiğimiz
bir savaş idiyse bunun bir eksiği vardı, savaşın gerçekliği eksikti. Çünkü
imajlar uzak gerçeklikleri, soyutlaştırdı. İmajın kanıtlama gücüyle savaş
hakkında bir şeyler öğrendik ama bildiğimiz şey gerçekleşmemiş savaşmaydı. Sanki
bir imajın röntgencisi olup gerçekliğe sağır olmak mümkün gibiydi. John Berger,
“Günde dört beş kez halk kendi
belleğinin, vicdanın ve tahayyülünün sesine nasıl kulak tıkayacağı konusunda
dersler alıyor” der John Berger. “Görebiliyorduk
ama gördüklerimize karşı sağırdık. Gerçek dünyayla, savaşı dinlemenin,
hissetmenin ve tepki vermenin gerçekliğiyle bağlantılarımız kopmuştu. İmaja çok
fazla gömülmüş olduğumuz için ahlaki olarak kilitlenmiş nötrleşmiştik.”
B- Savaş, Ekran, Kuduz
Köpek ve Zavallı İnsanoğlu
Bir paradoksla karşı karşıya kaldık; hem elimizden geldiğince
uygarlaşma kapasitesini elimizde tutmaya hem de durumun ilkel ve tehlikeli
doğasını kanıtlamaya çalışıyoruz
(Wilfred Bion)
Medyanın
rolünün; temel olarak izleyenlere dünyada olup bitenler hakkında bilgi sahibi
olmalarını sağlayacak enformasyonu aktarmaktan ibaret olduğu düşünülür. Ancak
ideal olan bu durum savaş zamanlarında elde edilemeyebilir. ‘Evdeki halkı’
bilgilendirmek, bir başka ölçütle, mesela askeri güvenlik ölçütleriyle dengeli
olmalıdır. Ahlaki riskler savaşın gerçeklerini (?) görmeyi engelleyebilir.
Morrison’un
izleyici araştırmaları, izleyicilerin %86’sının televizyonda izledikleri
haberlerin tatmin edici, güvenilir, geçerli olduğunu söylemektedir... Philip
Taylor ise daha yakından bakar. “Kontrollü enformasyon ortamında gerçekten de
neyin enformasyon neyin propaganda olduğunu ayırt etmek imkânsız hale geldi”
der… İdeal olan televizyonun “dünyaya açılan bir pencere” olmasıydı. Gerçekte ise “pencere, enformasyonunu kontrol
edenler tarafından üretilen imajların aynası oldu”. Taylor, Körfez
Savaşını değerlendirirken “Aslında iki
savaş vardı. Müttefik güçlerin, Saddam Hüseyin rejimine karşı yürüttükleri
savaşın kendisi, bir de medya tarafından sergilenen savaş” der.
Taylor’un
tezinin mantığı rasyonel bilgi ve kamuoyunun yönlendirilmesi ilkelerinin bu
medya savaşı tarafından ihlal edildiği sonucuna varmaktadır… Makul ve mantıklı kamuoyu düşüncesi bu
sırada tamamen iflas etmiştir. Cristopher
Norris de körfez savaşının “Kitlesel
olarak yönlendirilmiş retorik ve ‘hiper-gerçek’ tatlı dil denemesi olarak”,
bir postmodern savaş olduğunu kabul eder.” “Verilen haberlerin genişliği ile
halkın bilgilenme düzeyi arasında olağandışı bir ters ilişki vardır.” Gerçeklere
karşı takınılan kolektif ilgisizlik tavrının günden güne yerini
sağlamlaştırarak yayılmaya devam eden yanlış enformasyon yığınına neden
olduğuna dikkati çeker. Ayrıca Norris, bilgilendirme düzeyinde ‘kamusal alanın’
toptan çöküş içinde olduğunun sonucuna varır.
Norris’e göre
“Postmodernizm entelektüel dünyadaki
(camiadaki) bir çeşit propaganda ve yanıltıcı bilgi verme kampanyasıdır. İletişimin
saptırılması ve aklın çarpıtılması bu postmodernizm denen şeyin kapısında hazır
beklemektedir.”
Baudrillard
savaşta Aklın “ancak kabile dinlerinde
veya ilkel toplumlarda görülebilecek kadar şiddetli bir şekilde ‘Aydınlanmacı
Fundemantalizme” dönüştüğünü” söyler. ‘Ötekini’ Şeytan ilan etmek bile
arkaik bir düşünme biçimi değil midir? Korku
Akıldan daha zorlayıcıdır.
“Peki nedir korku, kuduz köpek gibi sinsice
bizi izleyen bu dehşet (katastrofi) nedir? Ne olduğunu söyleyemiyoruz çünkü
adlandıramıyoruz. Ama orada işte, midemizde çöreklenmiş duruyor. Temsil edilemez
olmasına rağmen bir yolunu bulur bulmaz simgeleştirmeye çalışıyoruz. Tek bir
temel niteliği, başkalığı, ben-olmama niteliğini paylaşan sonu gelmez yalan
yanlış temsiller kuruyoruz.” (Paul Hoggett) Politik gerçekliği ne olursa
olsun Körfez Savaşı en azından bir süre için korkularımızı dışa yansıtarak
kuduz köpekten kurtulmamız için kendisini bize, bir vesile, zengin bir fırsat
olarak sundu.
“Önce Korku gelir” der Hoggett, “şiddetimiz ve nefretimiz daha sonra gelir”... Bu an geldiğinde birey grupla birleşir. Birey bireysel savunmasını bir süreliğine bile olsa grup savunmasına bırakabilir. Tehdit ve tehlike bu arada yansıtıldığı sürece grup yeni bulduğu birlik ve bütünlük içinde adeta kendisi ile iftihar eder… Buradaki birlik ruhu, uyumlu bir cemaatte olmanın ve aynı haklı kavgadan (Haçlı Seferi) alınan zevki yansıtır. Bu durum daha önce pek çok kez olduğu gibi üzerinde uzlaşılan bir yalanın habercisidir. Irak Savaşı tüm tehdit ve tehlikelerin işte “orada” olduğu, kuduz köpeğin de aslında Saddam olduğu yolundaki yanılsamalı kutsal savaş inancına dayanıyordu.
“Önce Korku gelir” der Hoggett, “şiddetimiz ve nefretimiz daha sonra gelir”... Bu an geldiğinde birey grupla birleşir. Birey bireysel savunmasını bir süreliğine bile olsa grup savunmasına bırakabilir. Tehdit ve tehlike bu arada yansıtıldığı sürece grup yeni bulduğu birlik ve bütünlük içinde adeta kendisi ile iftihar eder… Buradaki birlik ruhu, uyumlu bir cemaatte olmanın ve aynı haklı kavgadan (Haçlı Seferi) alınan zevki yansıtır. Bu durum daha önce pek çok kez olduğu gibi üzerinde uzlaşılan bir yalanın habercisidir. Irak Savaşı tüm tehdit ve tehlikelerin işte “orada” olduğu, kuduz köpeğin de aslında Saddam olduğu yolundaki yanılsamalı kutsal savaş inancına dayanıyordu.
Ekranın özellikleri
ve nasıl kullanıldığı çok önemlidir. Ekran dünyada olup bitenlere tanıklık
etmemize imkân verirken aynı zamanda gördüğümüz olayların gerçekliğinden bizi
ayrı tutarak, tecrit ederek korumaktadır… Gördüklerimizle yaşayabilmemiz için
duyarlılıklarımızın dondurulması gerekmektedir. Ancak ötekilerle aramızdaki
ilişkileri düzenleyen ahlaki kısıtlamalar nötrleştirildiği takdirde böyle korunaklı bir izleme mümkün
olabilir. John Berger’in söylediği gibi “ekran
röntgenciliği hayata karşı şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş bir acımasızlığa
ve kayıtsızlığa geçit vermektedir.“ Ekran gerçekliğin yerine geçmektedir. Bu
yer geliştirmenin çifte işlevi vardır çünkü gerçeklik olaylarla bilincin
karşılaşmasından doğar. Gerçekliği reddetmek yalnızca nesnelliği reddetmek
değildir. Öznel olanın da bir parçasını reddetmektir.” Ekranın gücü ahlaki
tepki vermeyi çok daha zorlaştırmaktadır.
Bion “Düşüncelerle; ya kaçınmayla ya da biçim
değiştirerek başa çıkılabilir” der. Ona göre, düşünmek pek de istenmeyen
bir gelişmedir. “Düşünme kapasitesiyle neler yapılabileceğini bilmek zordur.”…
Duygu ve düşüncelerle ‘düşünmeden’ başa çıkabilmenin yolu, tahammül
edilemeyenin tahliyesi, def edilmesi veya yansıtılmasıdır… Düşünme beraberinde
değişimi getirir ki, değişim, bireysel olarak zorumuza giden ve direndiğimiz
bir şeydir.
Akıl insan
denen hayvana verilmiş bir tanrı vergisi veya sıfat değildir. Peşinden
koşmamızı ve elde etmek için uğraşmamızı gerektiren bir şeydir. Üstelik yalnızca
akıllı ve rasyonel olmakla da insan olduğumuzu düşünemeyiz. Bizi insan yapan
tam olarak varlığımızın merkezinde ki itkilerimizin, korkularımızın ve arzularımızın
oluşturduğu bileşimdir. Bizi hem insan hem uygar yapan şey bu ceryanı ahlaki
yaratıcı hayal gücüyle dolu hedeflere varmak üzere dönüştürme çabasıdır.
Savaş
süresince yaşanmak zorunda olduğunu bildiğimiz insanların acılarına karşı ‘tepki
göstermemiz’ gerektiği söyleniyor, diyen John Berger’a göre “Trajiğin
trajik olduğunu ilan etmeliydik.” Ona göre asl olan merhamet
duygusuydu: “Başlangıçta bizim olmayan kayıpları, fark edebilecek miydik?”
Şu kutlama
yapanlara birileri hatırlatsın
Başkalarının
kötü haberidir, iyi haberi onların
yoksa günü ağarmayacak zavallı insanoğlu’nun
yoksa günü ağarmayacak zavallı insanoğlu’nun
(Tonny
Harrison, İlk Aydınlatma)
Medya
sosyolojisi bunun yalnızca bir başka televizyon savaşı olduğunu, kötü haberin
iyi haber olduğunu, %86’nın tatmin olduğunu söylüyor.
C- Ele Geçirilmiş Ekran
Körfez
Savaşı’nda öldürülen 300 Amerikalı vardı. Aynı süre içinde 300 Amerikalı da
cinayete kurban gitti. Bu ne biçim bir ülke?
(Jean-Luc Godard)
Savaşın
ortaya çıkması ile Korkunç (ve müşfik-AHÇ) Ebeveyn dışa yansıtılabilecekti. Çocuk
tacizcisi rolü Saddam Hüseyin ’e verildi. Saddam’ın çocukları rehin alan
propaganda imajları Batılı İzleyicilerin “midesini bulandırdı” . Bush ise
“masum çocukların” koruyucuydu… Amerika ‘Örselenmiş Çocukların’ koruyucusuydu.
Bush’un açıkça söylediği gibi; bu iyi ve kötü arasındaki savaştı, dünyanın
“ahlaki düzenini” korumak ve savunmak için yapılan savaştı. Saddam bulaşıcı ve
kirletici bir güç olarak görülüyordu. Newsweek dergisine göre “Saddam’ı
göndermek için sifonun çekilmesi gerekiyordu”
Körfez
Savaşı dışarıda “ıssız Ortadoğu çöllerinde”ymiş gibi yansıtılan şeytanı kovarak
Amerika’yı temizlemek içindi. Korku türünde ortaya çıkan şey ise, şeytan
korkusu ve kaygısının gerçekte içimizde olmasıdır. (s:135)
“Hayalet
koyunlar Gibi” kaçışan adamların üstüne cehennem ateşi açabilecek olan bir
ABD’li asker ile kurbanlarını yiyen Hannibal Lecter gibi bir katil arasında ne
gibi bir fark olduğu üzerinde düşünmeliyiz. Bir yanda IRAK’taki bir “hindi
avı”ydı, öteki yanda ise bir yamyamlık olayı vardı. Aradaki fark, Irak’ta Hannibal Lecter olmak kabul edilebilir bir
şeydir, Amerika’da Hannibal Lecter olmak ise kabul edilmez.
Susan
Sontag, “Acı çekmek başka şeydir,
vicdanımızı sızlatması, merhamet uyandırması şart olmayan fotoğraflara
kaydedilmiş acılı imajlar seyretmek başka bir şey”, der. İmajların,
uzaktaki felaketlerin dondurulmuş fotoğraflarının bizi acıdan uzaklaştırma gücü
sayesinde acı çekmeyle olan ilişkimizi ayarlamayı öğrendik. Fotoğrafik imaj
bize önce gerçek acıyı/ acı çekenleri gösterir, sonra bizi onlardan
uzaklaştırır. Ahlaklı ve merhametli, olmamızı gerektirecek gerçek ve karşılıklı
ilişkilere girmemizi fotoğrafik imaj sağlamaz, sağlayamaz da. Video
ekranlarında ve elektronik imajlarda ahlaki uçurum daha da büyür… Artık imaj
bolluğunun vicdan ve merhamet duygusunu geliştirip geliştirmediği değil,
azalttığı ve aşındırdığını düşünmeliyiz. (s:137)
“… aniden sadizm eylemleri röntgencilik eylemine dönüşüyor. Sadizmin röntgenciliğe dönüştüğü noktada seyirci bir şekilde nötrleşiyor.” Röntgencilik öldürme olayının asıl realitesini ekran dışına atarak öldürülenle ahlaki ilişkiye görmekten bizi uzaklaştırıyor.
“… aniden sadizm eylemleri röntgencilik eylemine dönüşüyor. Sadizmin röntgenciliğe dönüştüğü noktada seyirci bir şekilde nötrleşiyor.” Röntgencilik öldürme olayının asıl realitesini ekran dışına atarak öldürülenle ahlaki ilişkiye görmekten bizi uzaklaştırıyor.
Ekran adeta
marazi, gözünü kan bürümüş bir röntgenciliği teşvik eder. Ignacio Ramonet daha
da ileri giderek, televizyonu “kanla, şiddet ve ölümle beslenen “ölü sevici
sapkınlıkla” suçlar.”... Katliam ve ıstırap görüntülerinden çabucak “sıkılmak”
ne demektir? Sonra da korkutulma gereksinimini tatmin etmek için korku filmlerine
gitmek ne anlama gelmektedir?
Ekran
gerçekliğin ele avuca sığmaz es geçer ve bize sanki dünyayı kontrol ediyormuşuz
duygusu verir. Ekranlara bakanların ahlaki yönlendirme içinde olmadıkları değil,
ekrandan gözünü ayırmamanın ahlaki davranışları zorlaştıracağını söylüyorum.
Ekran gerçekliğe katkıda bulunmak yerine gerçekliğin yerine geçer…
Ekran temel
olarak hareketsizdir, bizi diyalog ve müzakere sürecine sokmaz.
4 - Siber-Alan ve
İçinde Yaşadığımız Dünya
William
Gibson’a göre siber-alan “uzlaşmalı
halüsinasyondur” der. Siber-alanı postmodern zamanların ütopyacı vizyonu
alanı olarak görebiliriz. Nicola Steniger “siber-alan
Oz ülkesi gibidir, oraya gideriz ama orası yoktur.” der.
Sanal gerçeklik
‘tanrıcılık oynamamıza’ izin verir.
Gerçek bir
dünyada yaşamaktayız ve hakikaten de bu dünyayı her nasıl istiyorsak o hale
getirmemiz mümkün değildir. Bunu anlamalıyız artık. Siber-alan sanal gerçeklik
peygamberleri kendilerini teknolojik hayal dünyasına gömmüşlerdir. Teknolojiyle
ilgili olarak geliştirilen hayal gücü insanların doğa ve insan doğası üzerinde
rasyonel bir hâkimiyet kurma fantazyasının bir ürünüdür.
Bence
kendimizi böyle kandırmaktan acilen vazgeçmeliyiz. Siber-alan ve sanal
gerçekliğin verebileceği alternatif ve daha mükemmel bir gelecek dünyası
yoktur. Gerçek bir dünyada yaşamaktayız ve hakikatten bu dünyayı her nasıl
istiyorsak o hale getirmemiz mümkün değildir, bunu anlamalıyız artık.
Bugünün dünyasında
insan olmanın anlamıyla ilgili neler değişti, neler aynı kaldı?
(Önümüze konulan soyut-felsefi anlamdaki teknoloji
insan olmamızdan neler götürdü? Öğrenmemiz gerekenlere iki tıkla kolayca erişebiliyor
olmak hoşumuza gidiyor. Lakin ulaşılan kuru bilgiden başka nedir ki? Kalpler
boş umutlarla dolu, pratik bilgiden uzak. Kazanmak, kaybetmek, arayarak ‘ayrıntıya
takılarak’ bulmak, bulunulanı kalplere, insanlığa ekleyerek öğrenmek gerekmiyor
mu? AY)
A- Siber-Alan ve Öz-Kimlik
Teknoloji ve kimlik sorunu çok
farklı biçimlerde ele alınmaktadır. Mesela Sherman “Sanal gerçeklikte kendimizi
nasıl istiyorsak o şekilde tanımlamayı seçebiliriz.” derken sanal-gerçeklik
gurusu Timothy Leary elektronik alanda “Düşünebileceğiniz,
düşleyebileceğiniz her türlü hayal yaratılabilir” der. (O malum mecrada herkes kendi camekânını
oluşturuyor asıl mesele bütün bunlar gerçek mi? AY)
Jaron
Lanier’e göre kişinin içinde bulunduğu kimlik, sanal olarak var olan bütün
kimliklerin ortak özelliklerinden daha önemsizdir. Claudia Springer ‘bedenin kuşatıcılığından kaçmanın yol açtığı
dehşete’ dikkat çeker. Teknolojik olanla insan kimliğini birleştirerek
benliği bütünüyle yeni bir şeye dönüştürür. Mongardini “Değişim, uyuşturucu gibi faaliyet gösterir.” der. Michael Heimin ileri
sürdüğü gibi asıl bedensel varlığı tele-varlığa dönüştüren teknolojik sistemler
‘temsil edilen varlıklardan uzaklaşmayı’
beraberinde getirir. “Diğerleriyle
doğrudan fiziksel olarak karşılaşmayınca…” der Heim “Etik anlayışımız gevşemeye uğrar.”. Gerçekten de makine ara yüzeyi insan
ilişkilerinde ahlak dışı kayıtsızlığı arttırabilir. Doğrudan tepki verme
gereğini ortadan kaldırır.(Gerçek dünyada
var olma sorumluluğumuz, kişisel olarak var olmaya, kimliğe, hissiyata, hayat
hakkında birçok şey biriktirmeye dair ahlaki yatırımlarımız ve bunlarla
bağlantılarımızı zorunlu kılan, asıl kimliğimizin sürekliliğidir. AY)
Donna
Haraway’in siborglarla ilgili manifestosunda yaratıcı projeyi, “postmodernist, doğal olmayan tarzda,
cinsiyetin olmadığı bir dünya düşleyen ütopyacı gelenekte, sosyalist feminist
kurama ve kültüre katkıda bulunma çabası” olarak tanımlar. Siborg kimlik,
sınırların karışıklığından duyulan zevki ve bu sınırların yapılandırılmasındaki
sorumlulukla ilgili tartışmaların geliştirilmesinde kullanılan, ‘yaratıcı
kaynağı’ temsil etmektedir... Kimlikleri kaldırıldıkları dolaptan indirerek
kullanmak heyecan verici bir serüvene çıkmak gibidir… Tebdili kıyafetler
hakkında çok şey bilen kadınlar için bu serüven hiç de yabancı değildir…
Erkeksi fantazyaları saptırmayı amaçlayan bu müdahale “insan kimliğine” keskin
kulaklardan, cinsiyet düğümünden, duyarlı bir ahtapot olmaktan çok daha rahatsız
edici bir müdahaledir.
Carlo
Mongardini postmodern dönemde ego-imajın tutarsızlığına ve bu tutarsızlığın
rahatsız edici sonuçlarına dikkat çeker.
“Burada her şeyden önce gerçekliği
yorumlamasına ve kontrol etmesine izin verecek tarihsel bilinç sorunu olan
bireyin direnme kapasitesi yetersiz kalmaktadır. Birey kendisinin yalnızca bir
parçası haline gelerek, değişim sürecinde bir aktör olma duygusunu yitirmektedir…
Sevgi, dostluk, cömertlik, özdeşleşme biçimleri gibi kişilikten çok şey
bekleyen ilişkiler kurmayı giderek zorlaştıran yoğun bir yabancılaşma duygusu var…
Gerçekliğe anlam verme yetisinin yitirilmesi, aynı zamanda psişik korumanın,
bireyin artık yorumlayamadığı gerçekliğin uyaranlarıyla karşı karşıya kalarak
kendisini riske atmak istememe arzusunun ürünüdür.”
Ayrılma, bağları koparma, geriye
çekilme ve tekbencilik söz konusudur. “Değişim Uyuşturucu bir faaliyet
gösterir” der
Mongardini “Bireylerin hem psikolojik hem
de toplumsal düzeyde, kimliklerinin birlik ve bütünlüğe aldırmamalarına yol
açar.”
Bu psikolojik alanda gerçek dünyanın
gerçekliği inkâr edilir; benliğin bütünlüğü parçalara ayrıştırılır, deneyimin
kalitesi duygusallaşma ve esrikleşmeye indirgenir. Siberpunk Romanlarında dile
getirildiği gibi “şefkat, ince düşünce (nezaket) ve gözetmenin” yerini dehşetin
hızı alır, ”halüsinasyonlar ve gerçeklik birbirinin üzerine çöker, düşünceye
dalınacak yer bulunamaz.
Marike Finlay “Kayıplardan ve
telafilerden uzak bir mutlak kudrete yalnızca fantezilerde ulaşılabilir. Böyle
bir gerçeklik ve öznellik ancak toplum dışı ve ahlak dışı kalarak mümkündür.
Yüzer kimlikler der Gerard Raulet “şizofreni veya yeni narsisizm alanında
bulunur.” Sınırsız özgürlük ve hâkimiyet cisimsiz kimliklere aittir. Böyle bir
fantazya toplumsal olarak kurumsallaştırıldığı zaman, gerçek kimliklerin belirlenmesine
de neden olacaktır... Diğerleri ile fiziksel olarak karşılaşmayınca der Heim,
“etik anlayışımız gevşemeye uğrar”. Gerçekten de makine ara yüzeyi “insan
ilişkilerinde ahlakdışı kayıtsızlığı artırabilir ve insanlar arasında yaşanan
doğrudan tepki verme gereğini genellikle ortadan kaldırır.
Ahlaki yaptırımları ve
bağlantıları zorunlu kılan şey, yerleşik kimliğin sürekliliğidir.
“gerçek nesnelerle, sadece kendi
içsel nesne dünyasının aktarılan bir yansıtması olmakla yetinmeyen ilişkilere
girilebilir… zihinsel temsiller [kendi] köklerinden ve içsel nesnelerle
ilişkiye bağlı mutlak kudret düşüncesinden özerk olmayı gerektirir.”
B- Sanal Cemaat
Kolektif Kimlik
Sanal
gerçeklik ve siber-alan genellikle gerçek dünyaya bir tepki, bir karşıtlık
olarak düşünülür. Yeni, yenilikçi toplum ve toplumsallık biçimleri hakkında
oluşturulan düşüncelerle bağlantılı olarak ele alınır. Sanal gerçeklik, günümüz
toplumsal gerçekliğinin zor ve tehlikeli koşullarına alternatif bir “hiçbir
yer/herhangi bir yer” olarak düşünülür… “ görünen o ki, 18. Yüzyıl öncesi eski,
alansal ütopya biçimlerine geri dönülmektedir. Michael Bendikt’e göre bu Cennet
kent düşünün hayata geçirilmeye çalışılmasıdır.
Dünya bir
dönüşüm içinde haritalar değişiyor, yeniden düzenleniyor. Bu çalkantılı
çoğunlukla çatışmalı dönüşüm sürecinde aidiyet ve cemaat duygularının yerinden
oynadığını yeniden oluşturulduğunu görmekteyiz.
Rheingold’a göre
bilgisayar-aracılı iletişimin kullanılmasıyla ‘gayri resmi kamusal alanların gerçek yaşamlarımızdan çıkmasıyla
birlikte dünyada ki insanların göğsünde büyüyen cemaate açlık duyma’ dürtüsüyle
harekete geçmektedir, der… Ağdaki sanal cemaat büyük toplumsal canlanma ve
yenilenme projesinin odakladığı konudur. Gerçek dünyada yitirilen değerlerin ve
ideallerin sanal gerçeklik konumunda yeniden elde edileceği düşünülmektedir. Rheingold
bölgesel ağların “daha geniş bir alana, dünya çapındaki Geniş-Ağ’a geçiş kapısı”
olduğunu düşünmektedir. Bu bütünleşmiş varlık bağlamında “global sivil toplum”
ve yeni bir uluslararası kültür kurma konumunda olacağımızı ileri sürer.
Eski
dayanışma biçimleri geniş aile ve köy cemaati içinde yaşanıyordu der Edgar
Morin ‘ama şimdi bu içselleştirilmiş toplumsal bağlar ortadan kaybolmaktadır.’.
Bir
postmodern olan Disneyland üzerine yazı yazan Michael Sorkin sanal dünyanın “bir
kent inşa etmeden, kentçiliğe davet ettiğini… bir çeşit hale-şeritli
hiper-kent, milyarlarca kentliyi barındıran… ama yerlisi olmayan bir ket ürettiğini
söyler. Jean Baudrilard bu dünyanın, “Filiz
veren tamamen sentetik bir dünya bütün tarihin dondurulmuş bir maketi”
olduğunu söyler. Burada Grup Aklı var ama grupsal karşılaşma ve sorumluluk yok.
Hat bağlantıları ile oluşturulmuş bir cemaat var ama hiper-alanın yerleşik
sakinleri yok… Eski dayanışma ve cemaat şekillerinin benzetim yoluyla korunması
söz konusu. (Hat bağlantılarıyla
kendimizden, toplumdan gitmek. Dokunabilir, hissedilebilir güzelliklerine, hayatın
doğrudan gerçek seyrine dalmanın yerine stoklanmış dijital belleklerde yaşamak.
AY)
Sonuçta
alternatif bir toplum değil, topluma alternatif bir durum ortaya çıkmakta.
Tekno-cemaat
temel olarak anti-politik bir idealdir. Serge Moscovici insan toplumlarında
düzenin ve düzensizliğin diyalektiğinden söz eder. Düzen gerçeklikte temeli
olan bir şey değildir, “gerici bir fantazyadır” der. Toplumsal sistem ancak
“belli bir düzensizliğe, belli bir düzeyde belirsizliğe, belli bir korku
düzeyine izin verirse, yaşayabilir.”
Farklılık,
asimetri ve çatışmanın, bu dünyanın temel özellikleri olduğunu idrak etmeliyiz.
Chantal Mouffe’un söylediği gibi, ortak temel çıkarlardan, konsensüsten ve
fikir birliğinden söz etmek yalnızca bir yanılsamadır. Toplumsal yaşamda
husumetin var olduğunu ve “sağlıklı bir
demokratik sürecin ancak siyasal çatışmaların titreşimleriyle ve ayan beyan
çıkar çatışmalarıyla mümkün olduğunu” kabul etmeliyiz. (s:174)
C- İçinde Yaşadığımız
Dünyalar
Yeni
teknolojiler dünyayı yeni baştan yaratma olanakları sunuyor. Dieter Lenzen çağdaş
toplumu çocukluğun bütünleştirilmesi yoluyla kefaret ödeme olarak yorumlar… Paul
Virilio iki toplumun birlikte varoluşunu şöyle yorumlar: “Birisi, ‘kozalar toplumudur… İnsanların evlerinde saklanarak iletişim
ağlarıyla birbirlerine bağlandıkları…’ . Öteki, aşırı kalabalık megalapolis ve
kentsel göçebelik toplumudur… Sanal cemaatte bulunan insanlardan bazıları dünya
kentinin gerçek zamanında yaşarken diğerleri ertelenmiş zamanda, yani gerçek
kentte, sokaklarda yaşayacaklardır”, der.
5- İmaj Tüketimi:
Sembolikten Psikotiğe
İnsan
bedeni, isimleri farklı olsa da hepsi aç ve yemekten başka bir şey düşünmeyen
parazitler sürüsünün sürekli istilası altında olan yumuşak makinedir.
William Burroughs
A- Tüketim
Sosyolojileri
Stuard Ewen’a
göre “ileri görüşlü bir iş adamı,
işlerini düzenlerken yalnızca mal üretimiyle değil, alıcı bir kitlenin ve
psikolojik bir tüketme arzusunun yaratılmasıyla da ilgilenmesi gerektiğini
bilir.” der. O, “kitlesel bireyin oluşturulma sürecinde iş dünyası ‘sınıf’
kavramını ‘kitle’ye dönüştürerek ihtiyaçlarının ve hüsranlarının kendi
yaşamının içinde değil, tüketim mallarında arayan bireyi yaratmak ister…
Even’in çizdiği bu umutsuz tabloda piyasanın sahte ve fetişistik düzeni,
otantik (popüler) kültürün yerine geçmiştir. Tüketici kendisine özgürlükler
sunulduğunu sanabilir oysa acımasızca aldatılmaktadır. Burası gösteri
dünyasıdır. Gösteriyse ortak çıkarların icadıdır.
Zygmunt
Bauman, “Kapitalizm, tüketici ideolojide
adeta felsefecinin hazinesini bulmuş gibidir, der. Tüketicilerin hepsi aynı
anda özgür ve mutlu olabilirler, kimlikler ve zevkler az bulunur mallardan değildir.”
Bauman’a göre “Tüketici için gerçeklik
zevkin [artık] düşmanı değildir. Keyif almanın aç gözlülüğündeki trajik an
uzaklaştırılmıştır. Tüketicinin yaşadığı gerçeklik zevk arayışının kendisidir.”
Don
DeLillo “Acı, ölüm, gerçeklik, bunların hepsi doğal olmayan şeylerdir. Bunlara
oldukları gibi katlanamayız. Gereğinden fazla şey biliyoruz. Bu yüzden de
bastırmaya, uzlaşmaya ve saptırmaya sığınıyoruz. Evrende ancak bu şekilde
yaşayabiliyoruz. Türlerin doğal lisanı budur.”
B- Yumuşak Makine
Elias Canetti’ye
göre, korku ve kaygıyla yaşama stratejileri insanın kültürel yaşamının
temelidir. “İnsan, bedeni yumuşaklığıyla
her saldırıya karşı çıplak ve incinmeye açıktır.” der Canetti.
“[Beden] Sakınma ve kurnazlıkla kendisine
yaklaşan şeylerden uzak durabilir ama ona uzaktan da oklar ve yaylarla
yaklaşmak mümkündür. Kalkanlar zırhlar yarattı, duvarlar kaleler kurdu
etrafına; bütün bu önlemlerle yapmak istediği şey, incinmezlik duygusuna
kavuşmaktır.”
Kültürel
organizasyon ve ifade biçimleri, korunaklı bir varoluş duygusu sağlamak üzere
harekete geçirilir… Freud “acı çekme, duygudan başka bir şey değildir. “Hissettiğimiz
sürece acı çekeriz.” Böyle olunca acı çekmekten uzak durmanın yollarını
aramamız gerekir. Bulunan çare duyguların bir çeşit Uyuşturulmasından
ibarettir. Bulunan çözüm duyarlılığı azaltma yollarının geliştirilmesidir. Buck
Morss’a göre “Bunun amacı, organizmayı
dondurmak, duyguları öldürmek, belleği bastırmaktır. Sinestetiğin bilişsel
sistemi daha çok anestetik haline gelmiştir. Anestezi gerçeklikle temasta olma
halinin bilişsel bir biçimi olmaktan çıkıp gerçekliği dışlamaya doğru” bir
değişimle bağlantılıdır… Duyguları
dondurarak değil, coşturarak anestezi etme/duyarsızlaştırma etkisi yapmaktadır.
Teknolojik kalkanlar ve siperler, modern dünyadaki şeyleri def etmek için
kullanılır.
Agamben’e göre modern dünyanın özelliği
‘Deneyime el konulması’ ve ardından ‘laboratuvar farelerinin bulunduğu labirent
gibi kontrol edilen ve yönlendirilen bir deneyim biçiminin empoze edilmesidir.’
(Modern dünya ve bilim esaslı bir şekilde
insanları korkutarak kontrol edip tasfiye etmektedir. AY) “Dünyanın
büyük harikalarından biriyle yüz yüze gelen insanların büyük çoğunluğu gerçek
deneyim konusunda hiç istekli değiller. Kendileri yerine kameranın çalışmasını
tercih ediyorlar.” Tüketicinin bu tavrı tam da turistik bir tavırdır.
Uyuşturucu
haplar kullanıcılarının gerçeklik duygusunu yitirdikleri düşünüldüğü için
yasaklanmıştır. Toplum uyuşturucu kullanımına karşıdır çünkü insanı gerçek
dünyadan uzaklaştırır, gerçeklikten koparır, içinde yaşadığı kentin gerçek
yaşamından uzaklaşır ve bir hayal bir kurgu, simülasyon dünyasına kaçar. Video
oyunları da gerçek yaşamdan geri çekilmeyi ve bağımsızlaşmayı cesaretlendirdiği
için haplarla karşılaştırılabilir... Uyuşturucu madde bağımlılığı, modernitenin
temel özelliğidir.”
C- Korku ve Bilgi
Kültürümüzde
televizyon izlemek şiddet acı çekme ölümle karşı karşıya gelmektir. Hem
belgesel hem kurgusal program türlerinde gerçek veya yapay ölüm görüntülerinden
kaçınmak çok zordur. Ancak bu görüntüler gerçek ölüm deneyiminin giderek
dışlandığı bir bağlanma sergilenmektedir. Bizim kültürümüzde ölümle ilgili
kişisel ve varoluşsal sorular hep inkâr edilir, bastırılır.
Medyadaki
görüşler merhamete, merhamet de aktif ilgilenmeye dönüşmesi beklenebilir. Ancak
her zaman böyle olmaz: Zygmunt Baumann hayatta kalma duygusuna dikkati çeker. “Başkalarının ölümleriyle yaşıyoruz
başkalarının ölümleri kendi başarımızı anlamlı kılıyor, ölmedik halen hayattayız.”
Elias Canetti de “Ölüm karşısındaki korku, ölenin başka insan olmasıyla tatmin duygusuna
dönüşür.” diyerek hayatta
kalmanın verdiği zevki vurgular.
Philip
Mellor “Medyadan bize gösterilen ölümler, ölüm karşısında bütün stratejilerin
faydasız olduğunu bize hissettirmekten ziyade, insanları hayatta kalma
stratejilerine yönlendirdiği için tehdit edici değil, güven vericidir.”
Teknolojik
görme biçimi sayesinde görülenden belli bir mesafede kalmak mümkündür. Bu
anestezi edilmiş bir bilme biçimidir… Bireylerin bunları pekâlâ gönül rahatlığı
ile izlemesi de ilginçtir. Gözlemci konumundaki izleyici deneyimin dışında ve
ondan korunmuş durumdadır. Ekran
izleyeni deneyim bombardımanından koruyan kalkandır. Artık görünümlerin var olduğu ama
deneyimlerin olmadığı bir dünyadır bu.
Televizyon
“Hayal bile edilemeyecek izlenim deneyim ve fantazyaları mümkün kılarak” bizi baştan
çıkarır ama aynı zamanda ‘maddenin yitirilmesini’ ve deneyimin ‘duyarlılık
dışında tutulmasını’ beraberinde getirir der, Bachmair. Froncois Brune televizyonun
‘gerçeklikten kaçış’ ve ‘kaçamaklığın verdiği sarhoşluk’ elde etme hüneri
olduğunu söyler. “Medya dünyası toplumsal
varoluşun en temel durumlarını görünür hale getirir.” der Zygmunt Bauman.
DeLillo televizyon çağındaki
donakalmış tanıklığı şöyle tanımlar: Tutkusuz yakınlık,
mahrem ayrılık. Romanlardaki yorumculardan birinin söylediği gibi “Televizyon
ne arzuları tatmin eder ne de katarsis (arınma) sağlar yalnızca uyuşturur.”
Olayları defalarca yeniden oynatıp sonsuza dek seyredebilirsiniz. Yineleme dona
kalmışlık daha da artırır: “olayı izole edip yineledikçe, içeriği, dehşeti,
uçup gider. Karşımızda sadece biçimi ve
ritmi kalır. Olay estetik hale gelir, etkisi ise anestetiktir
(uyuşturucudur)
Tom LeClair’in
dediği gibi: “Televizyonlardaki ölümün
etkisi tıpkı tüketimcilikte olduğu gibi uyuşturucudur. Gerçeklikle bu şekilde
karşılaşmak aslında kişinin kendi ölümlülüğünden kaçınması anlamına gelir. Bu
tür imajların tüketilmesi, kökü derinde gizli, varoluşsal korkulara set çeker.”
D- Tüketmek ve
Gerçeklik
Paul Virilio
ve Jan Baudrilard fantazmagorik yaşantının (aldatıcı görüntüler) postmodern
deneyimin temel özelliği olduğunu yazmışlardır. Gianni Vattimo günümüzde “alım satım ve imaj dünyasının kitle iletişim
araçlarının fantazmagoriasının” hüküm sürdüğü ve “dünyanın imajlarının çoğalmasının ‘gerçeklik duygumuzu’ yitirmemize
neden olduğunu” söylemektedir. Vattimo’ya göre “gerçekliğin yitirilmesi ve gerçeklik ilkesinin hakikaten erozyona
uğraması” postmodern dünyanın belirleyici özellikleridir. Bu durum modern
dünyanın şok edici, yıpratıcı gerçekliğinden kaçıp bir yerlere sığınma arzusunu
yansıtmaktadır.
Fronçois
Brune “bir yanda artık anlaşılamayan ve
denetlenemeyen bir dünya vardır, öte yanda görsel olanın ve bu dünyanın sarhoş
edici ve dramatize edilmiş işaretlerinin önceliği vardır. İmaj ve duygular
gerçek dünyaya hâkimiyetlerini yitirmiş olanlar için ikame edilmektedir”
der.
Alain
Ehrenberg televizyonlardaki “reality”
programlarının tüketilmesini, üstesinden gelinip denetlenebilecek kontrollü
şoklara ve baş döndürücü deneyimlere kendini bırakmanın zevki olarak görür.
Bunlar uyuşturucu madde ve sinerjetik zevkin de içinde bulunduğu deneyim
alanının bir parçasıdır. Reality Şhowlar tüketiciyi bir duygu küvetine bastırır…
Ekranı imajların alıcısı olmaktan çıkarıp maddi şoklar üreten bir cihaza
dönüştürür. Özellikle zevk verir ama
aynı zamanda duyuları sarhoş ederek anestezi de yapar.
Duygu ve
düşüncelerin teknoloji aracılığı ile çoğaltılmasını, uyuşturucu deneyimi ile
aynı bağlamda görebiliriz… Mükemmel bir illizyon ve sarhoşluğun hâkim olduğu,
isteklerimizi tam anlamıyla karşılayan bir dünyadır bu. Yüzergezer bir
rahatlıkla okyanustaymış, döl yatağındaymış gibi deneyimler yaşayabilir; siber
seks erotizmini deneyimleyebiliriz. “Akşamdan
kalma baş ağrıları olmadan, partnerle ilişkinin sınırlarını tartışmak zorunda
kalmadan, en iyi uyuşturucuları alarak seks yapmak gibi bir şeydir.”
Bugün sanal
gerçeklik kültürünün en şöhretli isimlerinden bir olan Jaron Lanier,
teknolojinin “bir çeşit ölümden kaçış”
olduğunu ileri sürerken “bedenin ne
olduğu hakkında neler düşündüğünüze dayanarak, bedeni aşma vaadi veriyor çünkü
teknoloji beraberinde müthiş bir nesnel güç getirir” der. Sanal gerçeklik
ölüm korkusuna set çeker: “Teknolojiyi
sadece makine boyutunda düşünme eğilimi vardır ama teknolojik ürünlerin
kültürel bileşenlerinin her biri son derece önemlidir. Sanal gerçeklik
sisteminde algılayabileceğimiz tek şey kültürel ögedir. Bütün özelliklerini
tersine çevirir, gayet sıcak, mahremiyet duygusu veren bir hal alır. Birisi bir
dünya yaratıyor, bir başkası da bu dünyaya giriyor.”
E- Sonuç
Yıkılan şey, Gerçekliğin ta kendisi.
Don DeLillo
Son yıllarda
ki çalışmalar, tüketimin aktif ve yaratıcı özelliklerini vurgulamakta, zevk
sorununu ciddiye almakta, tüketimi farklılaştırmak ve ayırma mekanizmaları
yoluyla kimliğin biçimlenmesiyle ilgili bir mesele olduğunu vurgulamaktadır.
Özgürlüğün
koşullarını anlayabilmek için, tüketimi toplumsal ve tarihsel bağlam içinde,
tüm çelişkileri ile ele almamız gerekir. François Brune’in ifade ettiği gibi “hüküm süren hedonizm(hazcılık) bize,
mutluluk herkesin elinde dedirtiyor”
ve “aynı zamanda herkes, haberlere
bakıp bizi kuşatan gerçekliğin her zaman tehdit altında olduğuna da ikna olmuş
durumda.”
Sanal gerçekliğin çekiciliği
eğlenceyi ve gerilimi rahatlık ve güvenlik içinde çok güzel bir araya getirmesinden
kaynaklanıyor. Bu
zevk tüketimle ortak yüzeyde olmanın tüketimle karşılıklı iletişim içinde
olmanın zevkidir. Sınırsız tüketimin zevkidir. Öyleyse tüketim zevklerinin
altında yatan sebebin dünyanın tüketiciye yönelik saldırılarının izi
aranmalıdır.
Bütün
öngörülemezliği ele avuca sığmazlığı ile gerçek dünya iptal edilip, yerine
tüketicinin her şeye gücü yeten, arzularına ve fantazyalarına yanıt verebilen
benzeri bir kopyası konabilir. Buradan yola çıkarak bu tür “postmodern” tüketim
çevrelerinin psikoza karşılık gelen öğeler içerdiği iddia edebilirim. Bu tür tüketim çevrelerindeki zevk ve güvenlik
bileşimi, gerçeklikten ve gerçek dünyadan ayrılmanın bir sonucudur.
Postmodern
hayal gücünde gerçekliğin sıkıcılığından kaçış ve kurtuluş olarak görülebilecek
bu durumu, ben, giderek daha tehlikeli ve başa çıkılması zor bir gerçeklikten,
gerçek dünyadan kaçarak, buna karşı bir savunma gibi duran bir sanallığa
sığınma olarak görüyorum.
6- Vizyon Alanında Kent
Her şey gözden kayboluyor. Bir şeyler
görmek istiyorsanız, acele etmelisiniz.
Wim Wenders
Burada bizi
kuşatan dünyayı ve bu dünya içindeki kendi yerimizi nasıl gördüğümüzün farklı
biçimlerini ele almak istiyorum. Anlam ve hayal edilen göstergeler dünyasının
yaratılmasında vizyonun yeri ile ilgileniyorum… James Donald’ın söylediği gibi
kenti, bir “görme tarzı” bir “görünür olma yapısı” olarak ele alabiliriz.
Kent ve Düş Sahnesi
Kent
simgesel bir göstergedir. James Donald dediği gibi “Kent, biz modern insanların yalnızca içinde yaşayıp hareket ettiği yer
değil yaşayıp hareket etme biçimidir”. Kent, etrafımızdadır ama içimizde de
yaşar. Didier Anzieu “İnsanlar düşledikçe
gruplara girerler” der. İnsanlar karşılaşma ve zevk alanı isterler. Bir
yerlere dâhil olmak ve korunmak isterler. Kalabalıkla birleşme fantazyaları
vardır ama bu alan aynı zamanda korku ve kaygılarla da karşı karşıya kalınan
bir alandır. Grup tehdit edici ve zulmedici de olabilir. Bireyler kolektif olma
hali içinde ezilecekleri, kendi kimliklerini kaybedecekleri duygusuna da
kapılabilirler… “Kent kolektif duygusal
yaşamın sahnesidir.”
Kent gözün
hareketlerini öne çıkartır. Görsel bir karşılaşma ve deneyim yeridir. Kenti
görünürlüğünden dolayı tanırız. Ancak görünür olan her şeyde bir gözden
kaybolma potansiyeli vardır. Kentler ‘uyumlu’, ‘okunaklı’ ve ‘imajlanabilir’ olduğu
zaman planlanabilir. Kent şeffaf olmalıdır. Modern kent -en azından günümüzde-
ideal bir kapsayıcı ortam olarak görülmektedir. Düş imajı, düşsel alanda bunun
içindir. Kent insanın düş görme gereksinimine karışmış olur. Düş alanı,
‘kişinin belirli’ deneyimlerini gerçekleştirdiği geçiş alanının içeriye yönelik
intrapsişik (ruhsal) benzeri olarak tahayyül ediliebilir.
Düş alanı ‘toplumsal
alanda’ dışarıda bırakılacak tasfiye edilecek olanları kişisel kullanım
amacıyla içine alır, der Adam Philips. Bu durumda kamusal düşten söz edebiliriz.
Psişik alan, toplumsal alanın haritası içine yerleştirilmiştir. Kent,
deneyimlerin gerçekleşeceği bir geçiş alanı haline gelmiştir. İyi kent, iyi düş
demektir. Bugün ki kentler hakkında düşündüğümüzde parçalanmadan bölünmeden
ayrılmadan hayal kırıklıklarından yaratıcı gücünü kaybeden postmodern kentten
söz etmekteyiz.
B- Vizyon Alanında Kent
Johannes Bringer
“tanımlanabilir kentlerin ortadan
kayboluşu… Kültürel yabancılaşmaya bile yabancılaşılmış olan kentte kültürel
yabancılaşmanın hayal edilecek duygusal bir odak olmaktan çıkışından”
bahseder. Bu durumu “görsel alan krizi” olarak tanımlar. Donatella Mazoleni “kolektif bir yapıda yaşayanların insana
benzer kolektif bir yapı oluşturduğu bununla bir anlamda ‘özne’ kimliği
sağlayabildiği sürece kentten söz edebiliriz. Demek ki kent bir özdeşleşme
yeridir.” der. Kenti “bedenin çifti”
olarak tanımlar. Artık modern kent de
özdeşleşmenin yaşanması zorlaşmıştır. Kent şimdi vizyon alanının dışına
taşmıştır. Görünürlüğü yok olmuştur. Artık kentler, kimliğimizi bize yansıtamaz
olmuştur. Kentler, yeni küresel iletişim ağlarının düğüm noktaları olan yersiz
yurtsuz enformasyon ve imaj akışının hiper alanlarıdır.
Metropoller
artık “mekân” değillerdir; Çünkü boyutları, içinde yaşayanların algılama
aygıtlarının boyutlarını aşmıştır. En geniş algılama aygıtı olan ışık,
paramparça edilmiştir. Kentin boyutlarını bir anlamda görsel alan belirledi;
metropolde artık bir panorama (her şeyi kapsayan bir vizyon) yoktur çünkü
bedeni ufuk çizgisinin ötesine kaymaktadır. Metropol estetiğinde göz, uzaktan
bütüncül denetleme aracı olma işlevini kaybetmiştir.
Paul Virilio
“Günümüzün sanal kenti gerçek-zamanda ama
gerçek olmayan alanda bulunmaktadır.” der. “Kent artık coğrafi bir kentlik değildir. Kent her yerdedir, dünya
kentidir... Kent küresel ölçeğe taşınmıştır. Yerel bütünlüğe parçalanmıştır. Olmayan-yer
haline gelmiştir…”
Düşü,
belirli bir görsel ve deneyim ve kültür boyutu olarak ele alırsak vizyonun yeni
tınılar ve anlamlarla uyanmasını sağlayabiliriz. Düş görme dönüştürücü bir
süreç olabilir. Thomas Ogden düşü, “insanın
deneyimlerini bütünlük içinde olmaktan çıkararak yeni bir biçim ve bağlamda ona
yeniden sunma tecrübesi” diye tanımlar. Cristopher Bolles de düş deneyimi
için “düşsel yaşam benlik deneyiminin
önemli bir özelliğini yansıtır” der. Düş alanı bir deneyim alanıdır. Düş-imajını
uzun uzun düşünmenin bize ilham verdiğini söylemek yerindedir. Yaşayan dünyayı
bu yolla görür ve dünyayla bu şekilde ilişki kurarız. Yaratılan şeyi gören ve
görülen arasında aracılık yapan bir atmosfer olarak düşünebiliriz. Bu
atmosferler kent mekânlarını canlandırıp hayata geçirirler. Kente hem anlam
yükler hem de kentte anlam bulur.
Ama artık
bunlar yok gibi görünüyor.
Hayal gücü
çöküş halinde. Kentle kurulan görsel ilişki ve bağlantı da çöküntüye uğruyor. Kent
gözden kayboluyor görsellik anlamını ve imkânlarını kaybediyor.
Kent Gözden Kayboluyor
“En katlanılmaz olan gözden kaybolmak mıdır?”
diye sorar j.-B. Pontalis. “Ne olursa
olsun görmeliyiz. Yalnızca görmek değil, yokluğun neden olduğu hüzünleri
dindirmek, sevdiğimiz, bize kimliğimizi yansıtan nesnelerin görüş alanımız
içinde olduğundan emin olmak için görmeliyiz”. “Eğer derdimiz, her gece nelerin yok olduğunu (dünyaların, mekânların,
insanların, yüzlerin) görmek, kalıcılığını kanıtlamak, fani ve ebedi olana ulaşmak
değilse “niçin düş görürüz?” der j.B.pontalis. Kent gözden kaybolmamalı.
Kendi bireysel ve kolektif kimliğimizin bize yansıtıldığını görmeye ihtiyacımız
var. Kentle yaşadığımız görsel ilişkimizi sürdürmeliyiz.
Peki şimdi
bunlar nasıl olacak? Vizyon ve görünürlüğün “postmodern” kentle ilişkili
yapısını nasıl anlamalıyız.
Kameralar
kent ortamında çoğaldı. Her yanımızda, caddelerde, kamu binalarında, mağazalarda,
dükkânlarda kameraların mercekleri, yeni tarama alanı yaratarak bizi izliyor.
Kent merkezlerinin pek çoğu, hareket eden her şeyi kaydeden kameralar ağıyla
gözleniyor… Hiçbir ayırım gözetilmeksizin, sürekli olarak her şeyi videoya
kaydediliyoruz. Gözetleme yalnızca kamusal ve resmi alanda değil. Binlerce
kentlinin bireysel olarak kendini içinde bulduğu bir faaliyet haline gelen gözetleme
giderek artmaktadır. “İnsanlar üçüncü
şahıs olmaya başladılar” der Don Delillo. “Kendi kendilerinin muhbirleri, televizyon menajerleri, istasyonları
haline geldiler.”
Gören benlik
görülen benlik içinde çöküntüye uğramış yansıtan benlikte içine alan benlikte
kaybolmuştur.
Neo-televizyon
kentlilerin yaşamlarını şeffaflaştırmakta. Özel dünyaların içi dışına
çıkarılarak yayınlanıyor İmaj bolluğu. Oysa gerçekte ne söylenildiğini hiç
duymuyoruz. Bu anlamsızlık yığınıdır. İmajlardan başka bir şey yok. Parçalanmış bireylerin, artık ortak
değerleri ve toplumsallığı kalmamıştır.
Sinemanın
düşsel alanı yerini sıkıntı alanına bıraktı. “Düşün olağanüstü keyifleri ile karşılaştırıldığında” der Adam
Philips, “sıradan endişeler pek
renksizdir.”
D) Sinemanın Ölümüne
Seyirci Mi Kalacağız?
Televizyon
ve neo-televizyondaki gelişmeler sinemanın kültürümüzdeki ve hayal gücümüzdeki
yerini iyice zayıflatmıştır. Bonitzer “televizyon
imajın çözülmesine, değerini yitirmesine neden oldu” der. Bonitzer ‘e göre
imaj anlamdan ve hassasiyetten mahrum kalmıştır. Sinema görsel bir ifade biçimi
olarak dünyayla ilişki biçimini kaybetmiştir.
Tekno tahayyüle ilişkin galibiyetçi, daha çok manik düşünce
biçimleri, diğer şeylerde olduğu gibi,
vizyonda da geleceğin geçmişten iyi olduğunu söyleyen, elimizdeki temsil
biçimlerini küçük görmemizi sağlamaya çalışan, “eski” görme biçimlerini bir
kenara bırakıp unutmamızı salık verir (nostalji bu ilerleme mantığının
kalıntısıdır).
Gilles
Deleuze der ki televizyon ortaya çıktığında sinema yaratıcı projesinin henüz
başlangıcındaydı. Şimdi “sinemanın ölümüne” tanıklık ediyorsak bunun nedeni
sinemanın ölüme terk edilmesidir. Sinemanın yaratıcı, hayal gücü olanaklarında
mahrum kalmak üzereyiz.
Sinemanın kültürel
yapısını terk etmek dünyanın zengin ve karmaşık biçimini izleme olanağında
kaybolacaktır. Italo Calvino, sinemanın “yersiz-yurtsuzlaştırması,
dikkatimizi farklı bir mekâna çekme ihtiyacımızı, yani “ona göre” dünyadaki
yerimizi tayin etmeye yarayan temel bir işleve karşılık gelen güdümüzü tatmin
eder.” Sinemasal vizyon “gerçeğin
sınırlarının bir uzantısını” oluşturur.
Walter Benjamin’in uyarısına kulak vermeliyiz: “Yaşanan günün ilgi alanına girdiği fark
edilmeyen geçmişe ait her imaj, telafisi mümkün olamayacak şekilde yok olma
tehdidi altındadır.”
7- İmajlar Hala Bizi Çekiyor Mu?
A- “Fotoğrafın Ölümü”
Fotoğrafın öldüğü söyleniyor. Şimdi yeni bir çağın, fotoğraf
sonrası çağın doğumuna tanıklık ettiğimiz inancı yaygınlık kazanmaya başladı. Fotoğrafın
kendi otomatikliği ve gerçekliğiyle yani temeldeki edilgen yapısıyla
kısıtlanmış olduğu, fotoğrafçıların hayal gücünün sınırlı olduğu çünkü
gerçekliği olduğu gibi kaydetmekten başka bir beklentilerinin olmadığı
düşünülmektedir. Modası geçmiş görülen fotoğraf yeni teknolojilerin görsel
söylemiyle bağlantılıdır. Gerçeklik, bilgi ve doğruluk kavramlarının düşünce
dünyasında değişime uğradığı söylenmektedir. Fotoğrafın ölümü, imajın devrimi,
postmodern görsel kültürün doğuşu imajın tarihsel geçit çizgisi olarak
tanımlanıyor.
Fotoğraf dünya ile ilişki kurma yolu sağladı. Yalnızca
bilişsel değil estetik, ahlaki ve politik bir ilişkiyi sağladı. “İmajlar yoluyla duyguların ifade
edilebilmesinin çapı sözcüklerin ifade olanakları kadar geniştir. İmajlarla pişmanlık
duyar, umut eder, korkar ve severiz.” der John Berger. İdrak etme
kapasitelerimizin rehberliğinde bu duygulanımlar imajları yaratıcı, ahlaki ve
politik hedeflere dönüştürme enerjisi sağlar. Fotoğraf-sonrası kültürün yeni
gündeminde böylesi duygulanmaların ve ilgilenimlerin yeri pek yoktur. (Fotoğraf insanın görüşünü değiştirir.
Çekilen ve görünen nesnelerin anlam dünyasına farklı görünümler katar. Anlamı
çoğaltır ve birçok faklı mana yükler. Ancak görüntüler süreklileşip akmaya
başlayınca bu tür duygulanımlara fırsat kalmaz. Bir cafe’deki fotoğrafı
dikkatle inceler, karşısında değişik duygulara kapılıp, görüntüyü zihnimize
kaydederken TV’deki görüntüler akıp geçip gider.-AY)
Fotoğrafın görsel dünyayı oluşturmasındaki çıkmazları ortaya
çıkarmaya çalışanlar için artık pek bir anlamı kalmadı. İlerlemeci gündem,
geçmiş ve gelecek, fotoğraf ve dijital kültür arasında sahte bir kutuplaşma
yaratmaktadır. Yeni teknolojiler,
fotoğraf kültürünün meziyetlerini ciddiye almamaktadır.
B-
“İmajın Rasyonalizasyonu”
1839’da kamera icat edildiği zaman John Berger, aynı anda
Auguste Comte’un Pozitif Felsefeye Giriş
kitabını bitirmekte olduğuna dikkati çeker. Kamera ve positivizm birlikte
büyümüştür. Her ikisinin de uygulamaya geçmesini sağlayan, günün birinde bilim
adamları ve uzmanların kaydettiği gözlenebilir, sayılabilir bilgiler sayesinde insanların
doğa ve toplumu denetleyebileceğine duyulan inançtı.
Positivistlere göre dünyayı, dünyanın doğası ve içeriği ile
ilgili “doğruları“ anlamada fotoğraf ayrıcalıklı bir yere sahipti. Dünyadaki
görsel bilgiler, dünyayı kullanma ve uygulama deneyiydi. Kamera ve iktidar
yakından bağlantılıydı. İnsanın müdahale etmediği Gerçek-doğru görüntü nesnel
bir tarafsızlık modeliydi…
Positivizmin kullanımları doğrudan endüstriyel kapitalizmin
hedeflerine bağlanmıştır.
Dijital imajlar fotoğrafik imgelerden çok daha farklı
özellikleriyle yeni bir işaret çeşidi haline gelmiştir. Bu yeni imaj yeni
anlama biçimleri gibi yorumlanabilirken aynı zamanda sahip olduğumuz sınırları
bulanıklaştırarak, değiştirerek ihlal etmeye iterek de açıklanabilir.
Geleneksel sahicilik, otantiklik ve özgünlük kavramlarını saptırarak, imajların
doğası ve konumu ile ilgili daha bilgili olmaya zorlamaktadır.
Ancak imajlar yalnızca saf kuramsal alanda var olmazlar, var
olamazlar. Yeni imajlar kuşkusuz bugün endüstri sonrası veya enformasyon
kapitalizmi diye adlandırılan hedefleri yerine getirmede kullanılmaktadır. Ulaşılmak istenen hedef hala bütüncül
bilgidir, bu bilgi de dünyanın düzenlenmesi ve denetim altına alınmasını amaçlamaktadır.
Gerçekliğin yeni boyutları, gözlemin gücüne açılmış durumda. Bilgisayar-grafik çalışma istasyonlarıyla
insan gözünün ulaşamayacağı şeyleri “görmek” artık mümkün… “ölmekte olan bir yıldızın veya bir nükleer
patlamanın içini görüntülemek mümkün, “akıl fiziksel varlıkların gidemeyeceği
yerlere gidebilmekte.”
Görünümün (görmenin) , temel bir bilgilenme ve anlama ölçüsü
olma konusundaki itibarı hızla kaybolmaktadır. Jean Louis, “kaydederek öğrenme” çağından “benzetim
yoluyla öğrenmeye” geçtiğimizi ileri sürer. Benzetim yoluyla öğrenmede , “İmaj nesneyi temsil etmeye çalışmaz... Daha
çok işaret eder, ortaya çıkarır, var
olmasını sağlar” der. Amaç, gerçeğin, gönder-gesine yalnızca görünüm olarak
değil, diğer görünmez özellikleri ve nitelikleri açısından da yaklaşan bir
“çiftini” yaratmaktır. Yani gerçek dünyadan bir nesne imiş gibi imajla
etkileşime girmek, imajla bir deneyim yaşamanın mümkün olmasıdır… Deneyimsel
kavrayış kavramsal ve kuramsal mantığa dayanmaktadır.
Ernest Gellner’ın vurguladığı gibi “Modern dünyada rasyonalizm ve ampirizm arasında her zaman güçlü bir
ortak yaşam ilişkisi vardır. Birbirine zıt gibi görünseler de aslında birbirini
tamamlayıcı parçalardır. Biri olmadan diğeri çalışmaz. Her biri diğerinin
yararına çalışır”. Descartes’la başlayan Rasyonalizm projesi, bilişsel
kesinliğin ve bilişsel kanaatin peşinden gider. Ernest Gellner’a göre bu durum “tamamen kültürel, tesadüfi ve değersiz
olanları kafalarımızdan uzaklaştırmamıza
neden olmaktadır. Kültürde hata bir
çeşit “sistematik, ortak olarak düşülen bir hata” bulunduğu için, Kartezyen
anlayış, “insanın kültürden kurtulma programını” içerir. Akıl kendisini
kültürel birleşmeden uzak tutmalıdır. Aydınlanma potansiyelini kavraması için
kendi kendine yeterli ve kendi kendine değer verir hale gelmesi gerekmektedir.
John Berger’e göre “Kartezyen devrim, görünümlere büyük bir kuşku ile bakılmasına neden olmuştur.” Artık şeylerin görünüşü önemli değildi, Görsel farklılıklarından çok ölçü ve farklılık önemliydi.
Artık ”Vizyonun
rasyonalizasyonunun itici güçleri nelerdir?” Diye sormalıyız. Sadece pozitif olarak istenen ve peşinden
gidilen şeyleri değil, aynı zamanda inkâr edilen ve bastırılanları da ele
almalıyız. Genel anlamda “tamamen” kültürel,
tesadüfi, değersiz olanlara (geleneksel) karşı duyulan bu husumeti nasıl anlayabiliriz?
“Kültürümüzden özgürleşme”yi aramak ne demektir? Dijital kültürle daha yakından
bağlantılı olarak, görünümlere güvenmemeyi, “şeylerin görünüşünü” ve hatta asıl
görsel olanın kendisini nasıl anlayabiliyoruz?
C-
Dünyaya Yeniden Bakmak
Tuhaf bir şekilde vizyonun rasyonalleştirilmesi, gerçekten
derdimiz olan şeylerden (aşk, korku, keder, hüzün, acı…) daha önemli gibi
görünüyor. (Hayat, bakamadığımız her
yerde olanca renkleriyle, güzelliğiyle akıp gidiyor. AY) İmajlar ve
imajların dünya ile ilişkileri hakkında başka düşünce biçimleri değerini yitirmekte.
Farklı düşünme biçimlerinin şimdi anakronistik (zaman dışı) olduğuna bu zamana
ait olmadığına ikna olmuş durumdayız. (Gösterdikleri
yere bakıyoruz ve oraya kilitlenip kalıyoruz. Başka şeyleri görmüyor,
düşünemiyor ve merak edemiyoruz. AY)
Barths’a göre “imajların
temsil özelliklerini anlamak için, uyandırdıkları arzu veya keder duygularını
–temaslarını- anlamamız” gerekir.
İmaj, yeni olanaklara kapı açar: “seyirci tarafından kullanılan her imaj, tek başına elde edeceğimizden
fazlasını verir: Dua etmek, Meryem Ana, cinsel zevk, manzara, yüz, farklı bir
dünya gibi.”… Berger, görüntü ve imgelem arasındaki ilişkiyi
vurgulamaktadır. “Görünümlerin hem
bilişsel hem metaforik” olduğunu ileri sürer: “Görünümlerle sınıflandırma yapar, görünümlerle düş kurarız”. Dünyayı
kavramamıza ışık tutan, canlandıran yaratıcı hayal gücümüzdür. Hayal gücü
olmadan dünya, içinde düşünce olmayan donuk bir hal alır. Yalnızca varlık kalır.”
Benjamin görsel büyünün doğasını Freud yardımı ile anlmaya
çalışır: “Göze değil kameraya doğru
çalışan bir başka doğa daha vardır, İnsan bilinci tarafından bilinen bir
alanın, bilinç dışı tarafından bilinen bir alana yol verdiği bir başka yer”.
Görsel idrakin temelinde hem zevk alma hem zevk almama
duyguları vardır: Görme arzusu, görmekten korkmayla birlikte bulunur…
İmajlardan gördüğümüz şeylerden etkilenme kapasitemiz
gittikçe artıyor. Yeni olanaklar, yeni fantazyalar sunuyor bize. Dünyayı kavramamıza
ışık tutan hayal gücümüzü, görünümlerimizi, gördüklerimizden ne şekilde
etkileneceğimizi sıkıca tembih ettiler. (Gördüğümüzde,
görüldüğümüzü unutturdular bize. AY). Artık
göze (öze-içe) değil kameraya bakan, konuşan başka tabiat ruhlu insanlara döndük.
Görsel idrakin temelinde zevk alma ya da almama durumu vardır. Görme arzusu,
dikkatinizi odakladığınız nesneyle olan ilişki biçiminde ortaya çıkar.
Modern düşünce imaj kullanımının varoluşsal tarafını fotoğraf
kültürü üzerinden hep ölümle ve ölümlülükle karşılaştırmaktadır. “Fotoğraf çekmek başka insanların (veya
şeylerin) ölümlülüğüne, çaresizliğine,
değişebilirliğine katılmaktır” der Susan Sontag. “Ölüm, insanoğlu için en gizemli şeydir.” diyen Pierre Macorlon ise
aslında fotoğrafın gücünün de bu gizemle ilişkisinden kaynaklandığını söyler:
“Şeylerin ve canlıların
ölümünü yaratabilmek, bir an için bile olsa vahiy gücü gösterir. Açıklamaya
gerek olmadan (çünkü faydası yoktur) temel özelliğinin, biçimler, hoş kokular,
zıtlıklar ve doğal olarak fikri beraberliklerle dolu ince bir anksiyete-endişe
oluşturmak olduğunu gösterir.”
Ölümlü doğamızı
reddetmek veya inkâr etmek, modern rasyonalizm projesi ile yakından ilintili
olan bir başka tepki biçimi olabilir. Horkheimer ve Adorno’nun ileri sürdükleri
gibi, rasyonalitenin ve rasyonalizasyonun mantığı, aklın hükmedici gücüyle
“insanoğlunu korkudan kurtarmayı” amaçlamaktadır: Hiçbir şey dışarıda
kalmamalı; çünkü dışarda olma mantığı başlı başına korkunun kaynağıdır… İnsan
ancak bilinmeyen hiçbir şey kalmadığında korkudan kurtulacağını düşünür.
Rasyonel kontrol ve hükmetme (doğa ve insan doğasına) yoluyla rasyonalizm ve
pozitivimin asıl “ürünü” ölüm korkusunun kaynaklarını kurutmaktır.
Debray’e göre “Ölümün
ölmesi, hayal gücünü keskin bir vuruşla kesip atacaktır… Ölüm toplum içinde bir yerlerde olmalıdır.”
Tarihsel anın getirdiği fırsatları görebilecek miyiz? Horkheimer
ve Adorno’nun “Aydınlanmanın Diyelektiği’nden”
başlayabiliriz. Bazı yönleri ile postmodernizmin kurucusu sayılan bu metin: ‘ilkel terör çığlığından’ başlayarak
korkunun tarihinin nasıl olup da aklın tarihini gölgelediğini ortaya
çıkarmaktadır. Bastırılan korku kültürel
bir hastalık olarak geri dönmektedir… İnsanın doğanın korkunç gücünden
özgürleştiği kesin ama bu durum yeni bir musibet getirdi… Postmodern kültür,
aklın, ilerlemesini engelleyen bastırılmış korkular ve bilinçdışı güçlerle
hesaplaşma çabasıdır. (Her şeyi Kontrol endişesi Tanrısız dünyanın
çıkmazıdır-AHÇ)
Farklı imajların, farklı görme biçimlerinin, farklı görsel
imgelemlerin bir arada var olması yaratıcı bir kaynak olarak görülebilir.
Glyn Daly’nin özetlediği perspektifle “dünya ancak dil oyunlarında yarışarak tanımlanabilir”. Birbirleri ile yarışan dil oyunları/söylemler arasındaki çekişmenin sonucu olarak “hakikati” tanımlamaya çalışmaktayız… Bu çerçevede imajların artık “gerçek dünyaya ait üretilmiş doğru raporlar olarak ‘mutlak’ kabul edilemeyeceğini ve aslında daha çok tarihi süreçte insan eli ile üretilmiş olduklarını, bu nedenle son derece muğlak ve belirsiz insani yapıtlar olarak görülmeleri gerektiğini” kavramalıyız. Onlar epistemolojik/mutlak bilgiye dayalı olmaktan çok siyasi anlamlar ihtiva ederler.
Glyn Daly’nin özetlediği perspektifle “dünya ancak dil oyunlarında yarışarak tanımlanabilir”. Birbirleri ile yarışan dil oyunları/söylemler arasındaki çekişmenin sonucu olarak “hakikati” tanımlamaya çalışmaktayız… Bu çerçevede imajların artık “gerçek dünyaya ait üretilmiş doğru raporlar olarak ‘mutlak’ kabul edilemeyeceğini ve aslında daha çok tarihi süreçte insan eli ile üretilmiş olduklarını, bu nedenle son derece muğlak ve belirsiz insani yapıtlar olarak görülmeleri gerektiğini” kavramalıyız. Onlar epistemolojik/mutlak bilgiye dayalı olmaktan çok siyasi anlamlar ihtiva ederler.
Yeni enformasyon
formatı; imajın gerçekçi, duygusal bağlardan uzak, “insaniliğin tortusu” dahi
bulunmayan postmodernliğin çengeline takılmış rasyonalizasyon programının
maskelenmiş halidir.
Bizi insan yapan sadece aklın hükmedici gücü değil;
tasarımların, etkilenmelerin, deneyimlerin ve arzuların sürekli denetlenmemiş
ve denetlenmeyecek yaratıcı hayal gücüdür. Bu yaratıcı güçler; insanı, bir
makine olmaktan kurtaran ruhun derinliklerindeki tasarlama, biçimlendirme
yetisini fark edip iç hesaplaşma, mütalaa yapabilen bir yetiye sahip kılar.
Bunun olabilmesi için yalnızca bireyseli değil ötekiyi tanımak ve toplumsalı
fark etmek gerekir. Asıl mesele değişen modern imaj kültüründe gereğinden fazla
rasyonel ve hayal gücünden yoksul bir anlayışla bakılmasıdır. Anlam ve eylem
dünyasını sadece rasyonaliteye indirgenmeyecek bir şekilde revize edebilmek dünyaya
bakmayı yeniden öğrenmek, dünyayı yeniden değerlendirmek, ona bakışımız ve ona
karşı tavrımızı yeniden düzenleyebilmekle mümkün olacaktır... Değişen imaj
kültürünün duygusal, imgesel, ahlaki ve politik yönlerini öne çıkaracak düşünceler
geliştirmeliyiz.
Yeni imkânların sağlıklı değerlendirilebilmesi için
imajlardan ne istediğimizi dikkatle düşünmeliyiz… İmajlar önemli olmaya devam
edecek -“teknolojik devrim kalıcı
değildir-“çünkü imajlar içsel ve dışsal gerçeklikler arasında çok etkileyici,
hatta acıklı bir aracılık yapmaktadırlar.
Ayşe Yılmaz
Zilkade _ 1441 /ALANYA
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: Kevin Robins, Imaj (ÖZET)
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
Imaj,
Kevin Robins,
Kitaplarım,
sanal dünya
0 yorum:
Yorum Gönder