KABALIK Devletten Bulaşıyor
Biz de kaba olan devlettir; Görgüsüzlük, nezaketsizlik hatta gösteriş devletten halka sirayet eder.
Adliyedeyiz. Ufak bir trafik kazası için ifadelerimiz alınacak. Sert adımlarla 35-40’larda biri giriyor içeri. Diğer memurların ciddileşmesinden beklenen kişi olduğu anlaşılıyor. Kendisini bekleyenlere kendini tanıtmaya ihtiyaç hissetmeden doğrudan sorgulama işine girişiyor. Hitabeti, nezaketten ve görgüden hayli uzak. Yaşıtlarına da, babası yaşındakilere de “SEN” diye hitap ediyor. Neredeyse tüm cümleleri emir kipinde: “gel, anlat, yerine dön, yeter, çık dışarı, kes, uzatma”. Biri araya girmek istiyor, -sanki aradığı fırsat buymuş gibi- sesin tonu çıkabileceği en yüksek ve hakaretamiz tona yükseliyor. “RESMEN” ciyak ciyak bağırıyor.
“Böylesi bir kabalığa ne gerek var?” diye geçiriyorum aklımdan. Zira bu toplum devlet karşısında zaten korkutulmuş, sindirilmiş, ezik bir topluluktur. Korkmasa bile devletine karşı diğer toplumlarda olmayan farklı bir saygı, hürmet ve kutsama hatta tapınmaya varan bir ruh hali içindedir.
Kendine karşı bu kadar kibar, bu kadar saygılı, bu kadar
edepli ve hürmetkâr olan halkının üzerine devletin böylesine kaba, böylesine
nezaketsiz, böylesine görgüsüz bir şekilde gitmesindeki sebep nedir?[1]
sorusu takılıyor aklıma.
Sanırım Batılılaşma projemiz ile ilgili bir durum bu, diyorum.
Haddini Bildire Bildire Terbiye Etmek!
Hatırlar mısınız bilmem yıllar önce, Büyük Millet Meclisine
giren bir hanımefendiye sadece ve sadece başına örtü taktığı için dönemin
Başbakanı Meclis kürsüsünden şöyle bağırmıştı (Seslenmemişti, RESMİ olarak
bağırmıştı.): “Bu hanıma haddini
bildiriniz!”
Aslında Sayın Başbakan farkında olarak ya da olmayarak bize “KABALIK
olarak yansıyan” devletin, herkesin bildiği ancak anayasaya geçirilmemiş
misyonunu tarif ediyordu: Halka Haddini bildirmek.
Daha açık ifade ile “Halkı, haddini bildire bildire terbiye vermek.”
O zaman da kimse “devletin, anayasal sorumlulukları içinde
kendi tebaasına had bildirmek var mıdır?” Diye sormadı ya da soramadı.
Çünkü Adliye Sarayı, Hastane, Okul, Nüfus
Müdürlüğü, Tapu, Emniyet, Valilik, Kaymakamlık fark etmeden devletin elinin
değdiği her yerde vatandaşa haddini bildirmek devletin dolayısı ile devlet
memurunun, “doğal ve ASLİ misyonuymuş” gibi, hatta adeta varlık sebebiymiş gibi
kabul görmüş, sorgulanamıyordu. Malumunuz Devlet “güçlü” BABAYDI: İster söver,
ister döverdi.
Belki de bu konuda verilecek en temiz ve net örnek hemen
herkesin malumu olan eski Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın Osman Yüksel
Serdengeçti’ye terbiye verirken(?) dilinden döküldüğü rivayet edilen
kelimelerdir: "Ulan öküz Anadolulu!
Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa bunu
biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var:
Birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi askere çağırdığımızda
askere gelmek."
Ancak haddini bildirerek topluma terbiye verme görevinin
aksayan bir tarafı olduğunu düşünüyoruz. Zira bize göre bu harika planın(!) çok
önemli bir eksiği var?
Kendi kendilerine topluma “had bildirerek edep verme” görevini verenlerin, toplumdan daha edepli, görgülü, hikmetli, irfanlı ve daha “had bilir” olduğunu iddia etmek bize göre hiç de kolay değil. Zira Avrupalı üst sınıf binlerce yıla dayalı gelenekten terbiyesini alırken, bizim üst sınıfın böyle bir dayanağı ve terbiyesi yoktur. Aksine halkın içinde halka edep ve ahlak veren yüzlerce senelik müesseseler vardır.
Böyle bir durumda kabalığının farkında olacak kadar bile
nezaket sahibi olmayan devlet, bu insanlara edebin hangi dersini verebilir ki?
Keşke sorun burada kalsa.
Sorun
devletle kalmıyor, kabalık bulaşıyor.Devletin vatandaşına karşı bu KABAlığı,
nezaketsizliği topluma da sirayet ediyor. İnsanlar, güç ve fırsat bulduklarında
tıpkı devletin onlara davrandıkları gibi davranıyor, birbirlerine “HAD bildirmek”
için fırsat kollamaya başlıyorlar. Aynı çocuğun babasını taklit etmesi gibi…
KABALIK,
olması gereken insani ilişkilerin ana unsuruymuş gibi, herkes diğerinin
kusurunu yakalayıp haddini bildirmekle sorumlu memurmuş gibi dolanmaya
başlıyor. Nezaket ve edeple birbirine seslenmek, karşılıklı anlayış ve hoşgörü
adeta ACİZLİK , hatta güçsüzlük gibi
algılanıyor. Öyle ya güçlü olan HAD bildirir, Devlet baba öyle yapmıyor mu? Herkes
GÜÇLÜ olduğunu ispat ebilmek için birbirine –afedersiniz- KÖPEKLERİN
birbirlerine hırlayarak üstün gelmeye çalışması gibi hırlamaya başlıyor:
Trafikte, alış verişte, işte, okulda, ekmek kuyruğunda, mecliste …
Burada bir itiraz
gelebilir;
“Devlet dediğiniz bireylerden oluşur. Halk ne ise devlette
de odur” denebilir. Ancak bu cevap, bizim kanaatimize göre doğru değildir.
Mesela doktor, öğretmen, polis ya da herhangi bir memuriyet almış kişinin
devlet sıfatı aldığı durumdaki davranışları son derece kaba ve nezaketten
yoksun iken devletten istifa edip özele geçtiğinde nezaketi ve kibarlığı
bildiğini ancak DEVLETTE iken bu sıfatları halka layık görmediğini fark
edebiliyorsunuz.
Adeta, devlet memuru olmak kişiye KABALIK ve nezaketten
yoksun davranış için meşruiyet alanı sağlıyor gibidir.
Görgüsüzlükde de Durum Aynı
Hâlbuki, Lazı ile Kürdü ile Arnavut’u Arap’ı ile bu
insanların hangisi olursa olsun evlerinin kapısına gidin misafir nasıl
ağırlanır, hizmet nasıl edilir, ikram ve cömertlik nedir, görürsünüz. Yani
DEVLET kapısında olmayan görgü ve nezakete dair her şey halkın kapısında bol
bol vardır.
Devletin görgüsüz ve zevksiz görüp aşağıladığı insanların
müziklerine bir bakın;
Hâlbuki devletin, hiç beğenmediği, fıkralarla dalga geçtiği,
toplum hiyerarşisinde belki de en altta yer verdiği abdalların (Neşet Ertaş,
Hacı Taşan vs.) tınısına yanaşabilen, kokusundan azcık nasiplenebilen, o irfanı ucundan da olsa tattığını hissettirebilen
bir tek müzik eseri var mı? 100 senede 1 tek tane üretilebildi mi?
Sanırım devletin ürettirdiği en muhteşem(?) eser kimilerine
göre bir Roman bestecinin bestesinden[4]
araklama olduğu iddia edilen İstiklal Marşının bestesidir. Ancak bu bestenin Türk
dinleyiciye özel bir his hatta herhangi bir duygu verebildiğini iddia etmek
hayli zordur. Ama kitleyi ne coşturabilen ne hüzünlendirebilen beste,- Ruhu şad
olsun- Büyük Şairinin muhteşem şiirinin manasını bozmaktan, anlamını fark edilemez
kılmaktan da geri kalmaz.
Bu halkın hiçbir şehir planlamacı olmadan, mühendis, mimar,
yapı denetçisi olmadan kurduğu köylere kasabalara bakın. Antalya’nın,
Kütahya’nın, Erzurum’un, Konya’nın, Aydın’ın BÜYÜK belediyecilik HİZMETleri(?) ve kentsel dönüşümler
girmemiş eski mahallerine bakın. Safranbolu’ya bakın, Bursa’nın Fidyekızık’ına
bakın, Akdeniz’in tarihi Rum Köylerine, Rize’nin ahşap yayla evlerine,
Mardin’in taş konaklarına bakın.[5]
Koca devlet tarihimizin mimari ŞAH Eseri Abraham Lincoln’ün mezarından
apartma olmasına rağmen ondaki inceliğe ve zevke yanaşamayan, kurucu önderine
yaptığı Anıt Mezar değil mi? Ortaya çıkan şey kuru devasa direkler ve üzerine
ağır bir blok yerleştirmekten ibaret ruhsuz bir yapıdan başka bir şey mi? Ondan
altı üstü 39 sene önce 1914’te Mimar Kemal Efendinin çok daha uygun bir bütçe
ile Sultan Mehmet Reşad Efendiye yaptığı mezarla bu mezar arasında işçilik, derinlik,
zevk ve estetik fark arada, sanki bin seneden daha fazla bir zaman olduğu hissini
vermiyor mu?
Üstelik mesele sadece görgü, nezaket, edep, ahlak meselesi de
değil.
Bu coğrafyada Halk,
Devlete Rağmen Varlığını Korumaya Çalışır.
Bu halk, girişimcilikte de, atılımda da, teali ve terakki de
de devletten çok öndedir. Hatta devlet yoldaki köstektir. Halk, devlete rağmen bir
şeyler yapmak için çırpınır.
Bakın bu ülke insanı, DEVRİM Arabasını 1961’de yollara
çıkardı. Devlet, 63 sene sonra hala (TOGG’a rağmen hala) o arabayı yola
çıkaramadı. Muhtemelen devlet yolu tıkamasa idi şimdi kendi 3-5 markamız
olurdu.
Bu halk daha 1941’de
ilk uçağını Nuri Demirağ Bey ile yaptı. Seri üretimi yapılan Nu. D-38 modeli,
1944 yılında Dünya Havacılık Otoritesi tarafından “A sınıfı yolcu uçağı” kategorisine
alındı. 325 km hız yapabilen bu uçak 1.000 km mesafeye
uçabiliyordu. Belçika Posta Teşkilatına satılan 23 uçaktan sonra devlet
geldi ve uçak fabrikasını KAPATTI. Üstüne üstlük bir de -galiba Demirağ iflas
etsin diye- imal edilen uçakların yurt dışına satılmasını yasaklayan KANUN
çıkardı. Hâlbuki İspanya, İran ve Irak ile anlaşmalar yapılmış, on kadar ülke
ile de görüşmeler başlamıştı[6].
Eğer onların yolu kesilmemiş olsaydı Türkiye’nin durumu şimdi nasıl olurdu?
Sorunun cevabını bilmiyorum ancak benim yaşlarıma gelindiğinde en az 5-10 farklı,
devletin bizzat engel olduğu, bürokraside boğduğu, yabancı kartellere paspas
ettiği kaba tabirle üzerine çöktüğü süper yetenekli, girişimci, atılgan ve
harcanmış insan hikâyesi duymuş oluyorsunuz.
Bu noktada itiraz edemesem de mazisini en az 2000 sene öteye
götüren, 100 sene öncesine kadar kendi eğitim, terbiye, ahlak ekolü olan bir
toplumun devleti tarafından böylesine horlanması, aşağılanmasının tek sebebinin
bu olmayacağını da düşünüyorum.
Allah doğrusunu bilir. Bizdeki hikmet buna yetti.
0 yorum:
Yorum Gönder