“Tamam” diyor “Sözleşmede eşcinsel atıflar vardı ama bu ülkede kadınlar öldürülmeye devam ediyor. Sadece eleştirmekle olmaz, çözüm için bir şey söyleyen yok.”
O zaman biz neyi tartışıyoruz? Bunca gürültünün sebebi ne?
Mesela “şiddet” sadece fiziksel değildir; psikolojik, ekonomik ve sosyolojik şiddet de vardır, diyordu. Bununla birine surat asmak, laf söylemek, moralini bozmak, sert bakmak hatta erkek ya da kadın olarak yetiştirmeye çalışmak bile şiddet tanımının içine dâhil olmuş, oldu. Böylece birini (çocuğun bile olsa) ahlaklı olmaya yönlendirmek; ondan edep ya da hayâ beklentisinde olduğunu hissettirmek; ırz, namus, şeref, iffet, sadakat veya vefa gibi dinlere yani GEÇMİŞE, ÖLÜ BİR UYGARLIĞA(?) ait olduğu düşünülen değerleri bugüne taşımak ve çevremizdekilerden bu değerler üzerinde yaşamalarını beklemek de şiddet kapsamına alınmış oldu. Hatta Sözleşmede AİLE kavramı düşmüş olduğu için geçmişte Aile çerçevesinde düzenlenmiş sorumluluklar bile (karı-koca, ebeveyn-çocuk sorumlulukları) otomatikman “şiddet” kavramının kapsamına girmiş oldu.
(Hatırlarsanız meşhur bir sunucu hanım beraber olduğu erkeğin karısına, uzaklaştırma kararı aldırabilmişti. Ya da sevgilisi ile birlikte olmak isteyen başka bir kadın, kocasına uzaklaştırma kararı aldırabilmişti[1]. Olaylar ortaya çıktıktan sonra kanun onlara, “Sen evlisin, kocanı sevgilinle birlikte olmak için nasıl uzaklaştırırsın ya da evli bir adamla ne işin var, bunun için kanunu nasıl kullanırsın” diye hesap sormadı. Çünkü Sözleşmenin mantığında “aile/karı-koca” olmanın bir anlamı yok; o karı-koca tanımının yerine PARTNER kavramını getiriyor ve partnere bakıyor. Dolayısı ile karı-koca kavramın getirdiği sorumlulukları ve öncelikleri tanımıyordu.)
Güzel ablam, yani biz kadına
şiddeti tamamen bitirsek dahi sorun bitmeyecek: Zaten sözleşme, “ya beni komple
kabul edersin ya da etmezsin ama sözleşmenin hiçbir hükmüne hiç bir çekince
koyamazsın[2]”,
diyor. Yani sözleşmede, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine” yönelik düzenlemeleri kaldırmak,
değiştirmek, yeniden formüle etmek mümkün değil. Bize göre bunun nedeni
sözleşmenin asıl ideolojisinin “Toplumsal Cinsiyet” (Gender) ideoloji
olmasıdır. Kadına şiddet meselesi, Toplumsal Cinsiyet İdeolojisini içeriye taşımak
için araç olarak kullanılır. Eğer kadın hareketleri sırtlarında Gender
İdeolojiyi de taşımaya razı olmazlarsa, bu nedenle tüm desteklerini de
kaybedeceklerdir.
Bu fikriyatla hazırlanmış
sözleşme, “Ailenin çöktüğü ve eşcinselliğin yaygınlık kazandığı bir toplumda
Tanrının ve -Nietzsche’nin deyişiyle- Tanrı’dan geriye kalan hortlağın
(ahlakın) toplumları rahatsız etmesine –bu hatırlatıp öğüt verme boyutunda bile
olsa- müsaade edilmemelidir, fikrindedir. Böyle bir toplumda “Şiddetin
Kaynağı” inatla Tanrının
öldüğünü kabul etmeyip, çevresinin ilişkilerini dinlerin tanımı olan ahlak,
namus, ırz, şeref, sadakat, mahremiyet, edep, haya ve cinselliği sadece nikah
çerçevesindeki kadın-erkek ilişkisi üzerinden tanımlayanlardır. Ezilmesi,
geriletilmesi gereken suçlu, Ahlak Erkeğidir. (Heteronormativiteyi inşa eden
erkek-yani peygamberler kastediliyor. Kadın bile olsa aslında o, patriyarkayı
yani erkek hegemonyayı savunan erkekleşmiş biri olarak tanımlanır.)
Sözleşme Ahlak erkeğinden kaynaklı Aile, ırz, namus beklentisinin doğurduğu
ŞİDDETİ sonlandırmanın ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin (Gender ideolojinin)
sağlanabilmesinin ancak AHLAK sonrası topluma geçişle yani Peygamberlerin
kelimelerini önemseyen insanın (Posthüman, Hz İNSAN) sonrası döneme geçmekle
mümkün olabileceğini düşünür. Bu da ancak toplumda, Tanrı’nın ciddiye alındığı
dönemlerden/dinlerden kalan kelimelerin gelecek nesillere naklini engellemekle mümkündür,
düşüncesindeler. Bu nedenle sözleşme, eğitim çağındaki çocuklara, medyaya ve
kültürel hayata bu kelimelerden arınmış, cinsiyetsiz bir dili dayatmanın
devletin sorumluluğu olduğunu söyleyerek bu politikaları Milli Eğitimde,
kültürde ve medyada uygulaması için devlete baskı kurar[4].
Hatta daha da ileri giderek serbest ve her yönlü ilişkiyi kötüleyen, dışlayan,
ahlaksız sayan, aile, ırz, namus, şeref gibi kelimeleri koruyan, tanımlayan,
yayan TÜM kaynakların Kökünün kazınmasını
devletin yükümlülüğü haline getirir[5].
Canım Abim, işte bize göre kıyamet burada
kopuyor.
Bu noktada hükumet, almayı hedeflediği fonlar, Avrupa Birliği ve onun yurt
içerdeki uzantıları olan dernekler ve yine onların fonlamasındaki medya ile Gender
İdeoloji uygulamalarına uyanan toplumsal kesimler arasında sıkışmıştır. Devlet,
bir taraftan Batı’dan gelen Gender ideolojinin okullarda okutulması ve Dini
kaynaklardan DA bu kelimelerin kazınması için baskı altında iken diğer taraftan
da uygulamalar ortaya çıktıkça kendi seçmeninden gelen, “Ne oluyoruz?”
homurtuları arasında sıkışıp kalmıştır.
Üstelik sorun burada kalmayacak: “Sözleşme,
Toplumsal Cinsiyetler” LGBTTQ+ (Lezbiyen, gay, biseksüel, trans, travesti,
queer vs.) gibi fiilleri meşrulaştırırken, “Gender Identify, Sexual
orientation” gibi kavramlarla neyi anlatmak istiyor? Geriye ne acayiplikler kaldı?”
sorusu gittikçe daha fazla insanın merakını celbetmeye başlamıştır. Diğer
yandan TCK, çocuklara şiddeti koruma altına alırken 18 yaşının altındaki
kızların, çocuk tanımından çıkarılıp sıfır yaşa kadar KADIN sayılmasındaki[6]
pedofilik kokular, Sözleşme anlaşıldıkça daha kuvvetli hissedilir olacaktır.
Bunlar toplumda daha yaygın olarak fark edildikçe ve kanunlar İstanbul
Sözleşmesinin çerçevesinde dizayn edildikçe hükumet açısından durum daha da
içinden çıkılmaz hale gelecekti..
İstanbul Sözleşmesinin iptali
“Feminist Hareketlerin çabaları ile” kazanılmış “Kadın Haklarını” geriye itti diye de iddia ediyorlar. Öncelikle bu iddianın ilk kısmına yani kadınların güçlenmesinde
Feminist Hareketlerin ve İstanbul Sözleşmesinin etkili olduğu görüşüne itiraz
etmek istiyorum.
Canım abim, her şeyi
birbirine karıştırarak zihinleri yönlendirmeyi ve görülmesi gerekeni gizlemeyi
başarabiliyorlar. Ne yazık ki, büyük medya onların ellerinde ve bunu
yapabilecek güçleri var.
Kadınların güçlenmesinde, Türkiye
özelinde feminist hareketlerin etkisi kanaatimizce YOK hükmündedir. (Batı’da
durum farklı) Kadınların güçlenmesi ya da kazanımları denen olumlu ve olumsuz
pek çok şey feministlerin değil son yüzyıldaki Batıcılaşma Politikalarının,
Modernleşmenin ve modernleşmenin bir gereği olan taşranın boşaltılarak köylerin
kentlere yığılmasının ZORUNLU ve doğal sonucu olduğu kanaatindeyiz.
Mesela, kızların okutulması,
sanayinin işçi ihtiyacının gereğiydi. Köylerden şehirlere göçmeye zorlanan
kızların (hakeza erkeklerin) eğitimden geçirilmeleri; çalıştırılacak işçilerin
talimatları okuyabilecek, anlayabilecek ve uygulayabilecek düzeye gelebilmeleri
için şarttı. Devlet, herkesi şehirlere yığıp, hayatta kalabilmenin ve sabit bir
gelir elde etmenin yolunu memuriyet veya işçilikle -becerebildiği ölçüde-
kısıtlayınca, topluma, çocuklarını okutmaktan başka bir seçenek zaten kalmamıştı.
Kızların okuma oranının yükselmesi ile siyaset, ekonomi ya da bürokrasi içinde
görünürlükleri doğal olarak arttı. Bunu bir başarı olarak değerlendirecek isek,
bu devletin başarısıdır (ya da ardındaki Kapitalist sanayici zümrenin),
feminist hareketlerin değil.
Köylerin boşaltılarak,
kitlelerin şehirlere yığılması kapımızın önüne yığınla problemi getirip bıraktı
ise de bazı sorunların kendiliğinden ortadan kalkmasını da sağladı. Mesela
taşranın boşaltılması örfü, töreyi, geleneği tutan aşiretleri ve kırsal
cemaatleri dolayısı ile cemaat dayanışmasını ve cemaatin birey üzerindeki
psikolojik baskısını da zayıflattı. Şehre gelerek cemaatinden, aşiretinden
kopup BİREYleşen kitleler, ardını toplayacak insan olmadığında bile bile
cezaevine girebilme cesaretini de nadiren gösterebildiler. Diğer taraftan adli
sistemin gelişmesi, kolluk kuvvetlerinin her yere hâkim olması ve işlenen suçun
cezasız kalma ihtimalinin (en azından fakirler için) çok azalması ile “kendi
adaletini sağlama” alışkanlığı da geriledi.
Üstelik TV’lerin topluma rol
ve davranış dayatmada en etkili araç haline gelip “değerleri” tanımlayan
vaizlerin yerini almaları, geleneğin kutsallarının da dağılmasına neden oldu. Dolayısı
ile namusu, şerefi için yaşayan insan sayısı da azaldı.
Bunların neticesi olarak mesela,
İstanbul Sözleşmesinin çözmeyi vaad ettiği aşiretin ya da ailenin bir araya
gelerek birinin infaz kararını aldığı “Töre cinayetleri”, -koparılan onca
yaygaranın aksine- toplumda kendiliğinden neredeyse bitme noktasına gelmiş bir sorundur.
Öyle ki, 2015 yılında adli raporlara HİÇ töre cinayeti kaydı işlenmemiştir[7]. Diğer yıllarda da vak’a sayısı 1-2’yi
geçmez.
Aynı şekilde Sözleşmenin
çözmeyi vaad ettiği diğer sorun olan “namus cinayetlerinde” de durum farklı
değil: O da yıllar geçtikçe sürekli azalmaktadır. 1995-2006 yılları arasında 1.
Ceza Dairesi’ne gelen namus cinayeti davalarında “üniversite mezunu fail”
oranının %1 olduğunu düşünürsek eğitilme oranı arttıkça namus cinayeti oranının
da düştüğünü fark etmek mümkün olacaktır. Üstelik rakamlar bize namus
cinayetlerinde birincil mağdurunun erkekler olduğunu da
söylemektedir.(2000-2006 yılları arasındaki namus cinayetlerinde öldürülen
erkek sayısı 710, kadın sayısı 480’dir). Namus cinayetlerinde öldürülen insan
sayısının giderek azalmasında da fakirlerin istiflendiği şehirlerde polisten
kaçma imkânının kalmaması, geniş ailenin çökmesi, insanlar arası bağların
dolayısı ile karşılıklı sorumlulukların gevşemesi, erkeğin de kadının da
değerini yitirmesi vs. gibi sosyolojik değişimlerin etkili olduğu
kanaatindeyiz. Yani namus cinayetlerinin azalmasında da feminist hareketlerin
bir katkısı yok.
İstanbul Sözleşmesinin
çözmeyi vaad ettiği bir başka sorun olan küçük yaşta evlilik, tarım toplumunun
bir gerekliliği idi. Tarım toplumundan kent toplumuna geçiş, eğitim yaşının
uzatılması, kızların aileye fiili emek yerine MAAŞ ile girdi sağlamasının çok
daha karlı olduğunun fark edilmesi ile bu sorun da kendi kendine çözülme
aşamasına gelmiş bir sorundur. Düşünün canım abim, son 20-30 senede kaç tane
14-15 yaşında yaşlarında evlendirilen bir kızın düğününe davet edildiniz ki?
Yine Sözleşmenin çözmeyi vaad
ettiği bir sorun olan ve İngiltere’de (özellikle Galler bölgesinde) sık
rastlanan kadın sünneti uygulaması da, bu topraklarda zaten çok dar bir alanda
görülen bir uygulama iken kentleşme ile kendiliğinden yok olmuş ya da yok olmaya
yüz tutmuş bir uygulamadır. (Sahi güzel ablam siz Türkiye’de hiç sünnet olmuş
bir hanımla karşılaştınız mı?)
Sözleşmenin çözmeyi vaad ettiği, “Ölen kocasının yerine kardeşiyle evlendirilme, başlık parası, berdel gibi tarım toplumu ve FAKİRLİK kaynaklı uygulamalar da kentleşme ile son yıllarda neredeyse toplumda hiç görülmeyen uygulamalar haline gelmiştir.
Canım abim toplumda yaşadığı iddia edilen “On beşinde kız, ya erde gerek, ya yerde!”, “Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!” gibi kelimelerin Sözleşme ile bitirileceği iddiasına ise daha fazla laf etmek istiyorum. Ben bu kelimeleri dalga mevzuu ya da gayri ciddi sohbetlerde işitsem de kimsenin kendi karısına, kızına böyle davrandığını görmedim. (Ben görmedim diye, YOK olduklarını iddia etmiyorum. Aksine hiçbir toplumda sorunların bitmeyeceğini iddia ediyorum.) Ancak kadın başı doğum oranının 2 çocuğun altına düştüğü (2019 doğurganlık ortalaması1,88[8]) bir toplumda bu sözlerin toplumsal tabanının hala var olduğunu iddia etmenin -af buyurun- ahmaklık değilse en hafif tabirle ciddiyetsizlik olduğunu düşünüyorum. Bu konular –eğer kötü niyetli değilse- daha çok şehirliliği 2. ya da 3. nesle gitmeyen, aşağılık kompleksli, kendinin “Ne kadar çağdaş olduğunu” ispat derdine düşmüş, nerede hangi toplumda yaşadığını fark edemeyecek durumdaki 3. Dünyanın Batılı söylemlerle BÜYÜLENMİŞ yeniklerinin konuşup durdukları meselelermiş gibi geliyor bana. Bu konuda da feministlerin ya da Sözleşmenin olumlu bir katkısından bahsedilemeyeceğini düşünüyorum.
Ancak mesele Sözleşmenin de başlığı olan “Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi” konusuna gelince durum değişiyor: Kadına Yönelik şiddet rakamlarında Sözleşmenin direk etkili olduğunu söylemek mümkün. Zira, İstanbul Sözleşmesinin imzalanmasından sonra “kadın cinayetlerinde” 4 kata varan bir artış görüldü. Yani Sözleşme, kadın cinayetlerini olumsuz yönde ciddi şekilde etkilemiş gibi görünüyor. Bu noktada feminist hareketlerin bir katkısının olduğunu sanırım kabul etmemiz gerekiyor.
Ancak etkinin TERS yönlü olması, Feminist hareketlere getirilen “Feminist hareketlerin ancak BAZI kadınların acıları ile var olabildikleri ve güçlü kadınların, güçsüz kadınların mağduriyetinden kendilerine pozisyon devşirdikleri” eleştirisi üzerinde bizi düşünmeye çağırıyor.
Ama Bu Ülkede Hala Kadınlar Öldürülüyor
Bu kelime 80 milyonluk bir ülkede hiçbir psikopatın, paranoyağın, şizofrenin, sadistin, ruh hastasının, veya çaresizlikle sıkıştırılınca öfkesini kontrol edemeyenin olmadığı ön kabulü üzerine işliyor. Oysaki her toplumda bunlardan mebzul miktarda da olsa bulunur. Ve insanlık tarihi boyunca zulmün, haksızlığın, hırsızlığın, sahtekârlığın cinayetin olmadığı bir toprak parçası ya da bir an olmamıştır. Olmayacaktır da…
Yani insanların beraberce yaşadıkları ortamlarda sorunların 0 (sıfıra) inmesi mümkün değildir. İnemez de.
Bu konuda hedef, ancak, sorunları en aza indirmek olabilir. Mesela İstanbul Sözleşmesinden önce 72 milyonluk Türkiye’de görülen 80 kadın cinayeti Avrupalıların rüyalarında bile göremeyecekleri MUHTEŞEM bir rakamdır. Sözleşme imzalandıktan sonra 4 kat artmasına rağmen kadın cinayetlerinde 2019 yılında ulaştığımız rakam ancak İngiltere’nin rakamıdır ve bu da Avrupa ortalamasının hala çok altındadır.
Güzel Ablam, burada sanırım bizim de “Toplumsal Cinsiyet Politikaları” hangi toplumlarda, getirdikleri toplum modeli ile kadına şiddet sorununu bitirmeyi başardılar?” diye sorma hakkımız var sanırım. Ya da “Azaldığı, bitmeye yüz tuttuğu bir tek yer var mı?” diye.
Bırakın şiddetin bitmesini İskandinav ülkelerinde ABD'de, Kanada ve Avustralya’da Tecavüzün suç kapsamından çıkarılması ve hamile kadınların SON güne kadar çocuklarını öldürme/kürtaj izni için bastırmaları (Ki bu izin Yeni Zelanda’da 20 haftaya kadar sorgusuz sualsiz, 20. hafta sonrası için de bir bahane göstermek şartı ile 2020 Nisan’da kanunlaştı[9].) şiddet meselesinin bambaşka bir boyuta taşınmakta olduğunun delili olarak okunabilir. (Öjeni) Tecavüzün serbest bırakılması şimdilik sadece dar çevrelerde konuşuluyor olsa da ve bu konuda ceza kanunları hala yürürlükte olsa bile pratikte serbest kalmış gibidir. Finlandiya’da 2017 yılında 50.000 civarında tecavüz ihbarı olmasına rağmen alınan mahkumiyet kararı sayısı 209[10]’dur. Aynı yıl Danimarka’da polise yansıyan vaka sayısı 21.000 iken mahkumiyet sayısı sadece 89’dur. ABD’de tecavüz suçlusu olarak mahkemeye çıkarılanların %98’i bir tek gece bile cezaevine girmemiştir.
Sevgili abim, Kadın Haklarında gerileme
olduğunu iddia ediyorsun;
Sözleşmenin iptali ile kadının, erkeğin karşısındaki pozisyonunda bir gerileme
olmadığını yazının başında söylemiştik. Ancak sözleşme ile birlikte kadının
özgür cinsellik konusunda (eşcinsel ya da heteroseksüel) ciddi kazanımlar elde
ettiğini sanırım tartışmaya gerek yok. Din, gelenek, örf, ırz, namus, şeref,
evlilik, karılık-kocalık, annelik, kızlık, kardeşlik vs’nin getirdiği tüm
sorumluluk ve sınırlamaların kalkması ile kadınların/kızların müthiş cinsel
performansa ulaşabilecekleri bir iklimin var edilmiş olduğu açık. Güzel ablam,
düşünsene kadının, kızın ya da oğlanın diledikleri ile diledikleri yerde cinsel
performans deneyimlemek istemelerinden rahatsız olup, yüzünü ekşitecek babayı
6284’ten istedikleri an evden atabilecekleri bir avantajın kadına ve kıza
getirdiği özgülüğü(?). Bu durumun kadına 15-45 yaş arasında zevk ve şehvet
içinde bir hayat vaad ettiğine itiraz etmiyorum. Ama ya sonrası?
Sürekli alttan gelecek “ÖZGÜR tazelerin” bulunduğu bir iklimde kocasız,
çocuksuz, babasız, kardeşsiz tüm toplumsal bağları kırılmış, yaşını almış
hanımlara ne vaad ediyorsunuz? Hele ki bu kadın, sosyal imkânları dar bir
çevreden geliyorsa, o zaman geri kalan ortalama 40-45 senesi nasıl geçecek?
Geleneksel yapılar; tüm arızaları ve eksikleri ile özellikle, “özel” bir
kategori olarak YAŞLI kadına, ihtiyarlara, özürlülere, delilere, miskinlere,
çocuklara, işsizlere, dullara, yetimlere ve toplumun diğer zorda kalmışlarına
DAĞITILMIŞ ve nöbetleşe FEDAKARLIKLAR çerçevesinde sığınacak yer, konum,
pozisyon sağlayabiliyordu. Ancak ailenin dağıtıldığı toplumlarda aileden dökülen
kadını, kızı, oğlanı, özürlüyü, yaşlıyı, deliyi gönderebileceğiniz TOPLAMA
KAMPLARINDAN başka bir yeriniz olmadığını fark etmiyor musunuz?
Güzel ablam görmüyor musun: “Şehvet ve PARA” diye kışkırtılmış “güçlü kadınının”
yaşı 40'ı geçince sığınabileceği tek yerin hala, “geleneksel” kurumlar
olduğunu? Sahi Toplumsal Cinsiyetçi Politikaların bu konulara girmemeye
çalışmalarından hiç işkillenmiyor musun?
Hatırlatırım, Şeytan Hz. Adem’i Cennetten, ona daha iyisini VAAD ederek, düşürmüştü...
Saygı ve Hürmetlerimle
Ahmet
H. Çakıcı
Recep 1442, ALANYA
[1] https://www.cnnturk.com/turkiye/uzaklastirma-karari-aldiran-esini-sevgilisiyle-yakaladi
[2] İstanbul
Sözleşmesi 78-1
[3] https://tr.sputniknews.com/avrupa/202009201042880495-hollandada-pedofili-derneginin-kurdugu-siyasi-parti-infiale-neden-oldu-pedofiliyi-normallestirmek/
[4] İstanbul
Sözleşmesi 14-1. Maddesi.
[5] İstanbul
Sözleşmesi 12-1. Maddesi.
[6] İstanbul
Sözleşmesi 3-f Maddesi.
[7] Aşağıda
verilen rakamların kaynakçası ve konun ayrıntıları aşağıdaki yazımızda
verilmiştir.
https://www.ahmethakancakici.com/2020/06/itiraz-3-sozlesmenin-amaclar.html
[8] https://www.trthaber.com/haber/turkiye/turkiyede-dogum-hizi-dusuyor-484161.html
[9] https://righttolife.org.uk/news/new-zealand-pm-criticised-for-supporting-abortion-up-to-birth-as-election-race-heats-up
[10] Bu konuyu https://righttolife.org.uk/news/new-zealand-pm-criticised-for-supporting-abortion-up-to-birth-as-election-race-heats-up
0 yorum:
Yorum Gönder