Küçük Güzeldir ve Yeni Dünya Düzeni-1
Tüketim Çılgınlığı
En açık gerçekler, en kolay unutulanlardır.
R.H. Tawney
Amerikan Beyaz Taçlı Serçeleri göç mevsiminde
Alaska’dan Meksika Körfezine sadece 7 günde uçarlar ve bu yolculuk boyunca hiç
uyumazlar. Bu durumu fark eden Amerika Savunma Bakanlığı başta Wisconsin’in
Madison kentinde olmak üzere birkaç üniversite ve araştırma enstitüsünü
Pentagon’un finansmanı ile “Bu kuşlardan elde edilecek bilgilerin insanlara
nasıl uygulanabileceğini” araştırmaya yönlendirdi.
Ancak serçelerle ilgilenen sadece Amerikan Ordusu değildi; uykusuz Beyaz Taçlı Serçeler sermaye sahibi kapitalistlerin de dikkatini çekmişti.
Amerikan Ordusunun amacı “7 gün 24 saat uyumadan savaşabilen insanlar üretebilir miyiz” iken, kapitalist girişimcilerin niyetini şu cümle sanırım açıklıyor: “İnsan ömrünün 3’te 1’i uykuda geçiyor. Bu sürede ne bir şey üretiyor ne de tüketiyorlar. Ne bir şey satın alıyor ne de satıyorlar. Bu, sahip olduğumuz pazar potansiyelinin ancak 3’te 2’sini kullanabildiğimiz, 3’te1’inin ise boş yere harcanıp gittiği anlamına geliyor. Uykuda geçen zamanı ekonominin içine çekebilmeliyiz.” Bir başkası ise hedefi, “insanlara uykularını satmak” olarak tanımlıyordu ve kendisine gelen,-“İnsanlar, kafalarını
yastığa koyarak kendiliklerinden uyuyabiliyorlar. Bunun için neden para
ödesinler?” sorusunu şöyle cevaplandırıyordu:
Kesinlikle bunu yaptılar
Modern insan, nereden doldurulduğu belli olmayan, çeşitli kimyasallar katılarak sabit bir tada ayarlanan, haftalarca belki aylarca kanserojen plastik şişelerde bir soğuyup bir ısınarak iyice bayatlayan suları, “temiz”, “sağlıklı” diye içebilirken “kaynağından” kaynayan taptaze suları içmekte tereddüt eder hale geldi.
Jonathan Crary’nin 7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu isimli
eserinden alıntıladığımız bu anekdot;
egemenlerin bütün dünya ekonomisine devasa darbeler vurarak yeni bir ekonomik
düzene (New World Order) geçişe neden ihtiyaç duyduklarını anlamak için kaynak
olarak kullanacağımız Ernst Friedrich Schumacher’in “Küçük Güzeldir” eserine giriş için oldukça iyi bir örnek olduğunu
düşündük.
Sayın Schumacher mevcut ekonominin nereye gidip saplanacağını daha 1972’lerde
yazmış ve bunun için çözüm önerilerinde de bulunmuştu. Kitaba girmeden önce mevcut
duruma nasıl geldiğimizi, bu ekonominin nasıl var edildiğini dolayısı ile son
100 yıllık süreci kaba ve yüzeysel bir şekilde olsa da özetlemek istiyoruz. Eğer
bunu başarabilirsek derdimizi anlatmanın çok kolaylaşacağını ümit ediyorum.
Tüketimin Hızlandırılması
En azından bir yüzyıl daha kendimizi ve ikna
edebildiğimiz herkesi, ‘İyi’nin ‘Kötü’, ‘Kötü’nün ise ‘İyi’ olduğuna
inandırabilmeliyiz. Çünkü ‘Kötü’ işe yarar, ‘İyi’ işe yaramaz. Açgözlülük,
bencillik(cimrilik) ve hırs bir süre daha kutsal Tanrılarımız olmaya devam
etmeli.[1]
John M. Keynes
Makinelerin, sanayi
devrimi sonrası üretim süreçlerinin parçası olması ve Henry Ford’un bant modelini
sanayinin hizmetine vermesi ile sanayicilerin üretim kapasiteleri müthiş
rakamlara çıktı. Önceleri 2 kişinin ancak 6 ayda dokuyabildiği bir halı artık bir
tek günde dokunulabiliyordu. Hatta makinelerin daha da gelişmesi ve atölyelerin
büyük fabrikalara dönüşmesi ile günde yüzlerce halı dokunabilir oldu.
Bu durum sanayiciyi daha 1900’lü yıllarda büyük bir sorun ile karşı karşıya
bıraktı: Bu kadar hızlı ve fazla miktarda üretilen işlenmiş mamul kime
satılacaktı? Örneğimizden hareket edersek, sanayi devrimi öncesi 6 ayda 1 halı
müşterisine ihtiyacımız varken, şimdi, günde yüzlerce halı müşterisine
ihtiyacımız var. Üstelik hiç kimsenin bilmediği, ne işe yaracakları meçhul ve bir
ihtiyaç çerçevesinde üretilmemiş “yeni sanayi ürünlerinin” piyasaları nasıl
oluşturulacaktı? Müşteri bilmediği ve ihtiyacını hissetmediği şeyleri almaya
nasıl ikna edilecekti?
Ford Modeli
Henry Ford buna kendi çapında bir çözüm buldu: İşçilerine verdiği maaşı yükselterek onları araba taksitlerini ödeyebilecek hale getirip, işçilerini kendine müşteri edindi. Böylece işçilere verilen para fabrikaya geri dönecek yani sadaka saraydan çıkmayacak, işçilerin emeği neredeyse bedavaya gelecek ve üretim maliyetleri aşağıya düşecekti. Ancak bu, sorunu tam olarak çözmüyordu. Zira üretilen araba sayısı oldukça fazlaydı ve işçiler her gün araba alamazdı.
Kapitalizmin 4 yeni hizmetkârı: Sosyoloji, Psikoloji,
Reklamcılık ve Medya
İşe yaramaz(!) Tanrı
çoktan öldürülmüş ve ayak bağı olmasının önüne geçilmişti. Yeni dönemin Tanrısı
“kâr”dı. Önce Nietzsche şimdi de ünlü İngiliz iktisatçı Keynes bize, Yüce KÂR Hazretlerine
hizmet edip, sadık bir kul olabilmek için gerekli olan yeni kutsal teslisi
tanımladılar: “Bencillik, Aç Gözlülük ve Hırs”. İş dünyasından bu kutsallara
itiraz edebilecek kimse yoktu. Keynes eğer bir yüzyıl daha KÂR Tanrısına
tapınıp bu teslisi kutsamaya devam edersek piyasanın herkese yetecek kadar işi,
dolayısı ile maaşı üreteceğini, böylece işsizlikle birlikte fakirlik ve
yoksulluğun da yok olacağını ve toplumların çok daha mutlu bir hayata erişeceklerini
öngörüyordu.
Ünlü İngiliz filozof, ekonomist ve
parlamenteri John Stuart Mill’in daha
1850’lerde itiraf ettiği gibi “Bilim” uzun zamandır zaten “bu yolda” sermayenin
hizmetindeydi. O ve prestij verilip, beslenip kuvvetlendirilerek hizmetine
verilmiş sosyoloji, antropoloji ve psikolojiden kalabalıkların formüllerini
bulmaları, ceplerinin kilitlerini kırmaları, hızlı tüketimin önünü açmaları ve
yeni pazarlar yaratmaları istendi.
Sermaye, onların kitleleri
büyülemek için geliştirdikleri formüllerin ve fark ettikleri zaafların etkin şekilde
kullanılabilmesi için iki ileri santraforu daha kadroya kattı: Reklamcılık ve Medya.
Özellikle iletişim
araçlarının (TV, gazete, dergi ve radyonun) günlük hayata girmesi ile insani duyguları
ve toplumsal davranışları etkileme ve yönlendirme noktasında Firavun ’un
büyücülerini kıskançlıktan çatlatabilecek bir güce sahip olan sermaye,
kitleleri tüketmeye yönlendirerek fakirlerin servetlerinin yukarı tabakalara
taşınması sürecinde müthiş bir güce ulaştı.
Az önce anlattığımız beyaz
taçlı Amerikan serçe kuşlarının hikâyesinde olduğu gibi. (Bkz: Özgürlük
Meşaleleri)
Reklamcılık ve Medya: Moda ve Model
Sermayenin depolarında birikmeye başlayan mallarına pazar bulma sorununu aşmak için geliştirilen en etkili yöntemlerden biri de medya destekli MODA oldu. Moda ile normal şartlar altında 15-20 sene giyilebilecek kıyafetler, birkaç nesil dayanan mobilyalar, 20-30 sene kullanılabilen eşyalar ve pek çok diğer meta “modası geçmiş”; modası geçmiş bir şeyi kullanmak da eziklik, kabalık, gerilik, bedevilik, köylülükmüş gibi lanse edilerek özellikle gösterişten beslenen şımarık, parazit varlıklı zümre üzerinde psikolojik baskı kuruldu. Bu zümre yaz modası, güz modası, kış modası, bahar modası denilerek yılda 4 sefer gardırop yenilemeye hatta bir giydiği kıyafeti bir daha giymemeye bile zorlanıldı.
Aslında moda geçmiş
nesillerde de vardı ancak değişim periyodları 40-50 seneden aşağı olmayan ve sadece
en üst tabaka asiller ve saray çevresinde dolanan bir şımarıklık/gösteriş
merakı iken devreye medya ve TV’nin girmesi ile toplumun en alt tabakalarını
dahi etkileyebilen bir cereyana dönüştürüldü.
Aynı süreç elektronik
cihazlarda MODEL kelimesi üzerinden
işletildi: Tüm teknik özellikleri aynı olan 1 yaşını bile doldurmamış arabalar
farlarında ya da kaputun görünen herhangi bir yerinde ufak bir değişiklik ile
ESKİ model ilan edildiler.
Ya da yeni ürünün ESKİ(?)
üründen üstünlüklerine vurgu yapılarak, elinde bir önceki model ürün
bulunanlara EKSİKLİK duygusu hissettirildi.
EN SON modeli takip etmek
adeta bir fetiş haline getirilerek, son modayı, en son modeli takip edemeyenler
FAKİR ilan edildiler, fakir görünmek, modayı takip edememek lanetli bir şeymiş
hissi özellikle yeni nesil üzerinden topluma yayılmaya çalışıldı.
Tek kıyafetin her şeye
yettiği dedelerin; çalışırken başka, dinlenirken başka, yürürken başka,
koşarken başka, otururken başka, yatarken başka, bisiklet sürerken başka, at
binerken başka, tırmanırken başka, işte başka, yolda başka, evde başka, hafta
sonu başka, hafta içi başka, girerken başka çıkarken başka kıyafet giymek
zorunda kalan(?) “gösteriş düşkünü” torunları böylece caddeleri ve mağazaları
dolduruverdi.
Kanaat kelimesinin toplumların dilinden düşürülüp, sürekli
YENİnin peşinde koşmanın insani bir erdem diye sunulmaya başlandığı bu yıllarda
satışlar büyük bir patlama yapmış olduysa da bu kapitalizmin üretim hırsına
dolayısı ile ihtiraslarını tatmin etmeye yetmiyordu. Sistemin her sene daha
fazla satış rakamına ulaşma zarureti yeni piyasalar istiyordu.
Planlı Eskitme
Sosyoloji ve
psikolojisinin bireysel ve kitlesel olarak insanları yönlendirme konusunda sanatkârane
kullanımına verilebilecek harika bir örnek olan, kadınların “sigara yakarak ataerkil
düzene karşı geldikleri”(!) propagandası üzerinden sigara tiryakilerine
dönüştürüldükleri 1929 yılında ABD’li bir emlak komisyoncusu olan Bernard
London fabrikalarda yığılmaya başlayan ürünleri eritmek, işçi çıkarmaları
durdurmak ve ekonomiyi yeniden hızlandırmak için ‘üretilen her malın üzerine
bir son kullanma tarihi konulmasını ve bu tarihten sonra ürünlerin
kullanılmasının yasaklanmasını’ önerdi.
Son kullanma tarihi dolan
ürünler devlete iade edilecek, son kullanma tarihi dolmasına rağmen ürünleri
iade etmeyenler veya kullanmaya devam edenler, hapis ya da para cezasına
çarptırılacaktı. Böylece “
Pazar” sürekli mala ihtiyaç duyacak, işsizlere iş
çıkacak ve sermayenin sürekli artan para ihtiyacı karşılanmış olacaktı.
Planlı eskitmenin mantığı
şuydu: Sanayiciler ürettikleri ürünün üzerindeki bazı parçaları dayanması
gereken ömürden çok daha kısa ömürlü üretecek ve bu parça, tam da garantinin
bitiminde bozularak tüketiciyi yeni bir ürün almak ya da ürüne bir masraf
yapmak zorunda bırakacaktı.
Piyasada çok bilinen başka
bir örnek de naylon çoraplardır: Du Pont firması 15 Mayıs 1940 tarihinde naylon
çorapları piyasaya sürdüğünde reklamını, bir aracı diğer araca çektirmek için
iki araç arasında çekme halatı olarak kullandığı naylon kadın çorabı ile yapar.
“Ömür boyu” dayanıklı diye piyasaya sunulan çoraplar dört gün içinde dört
milyon çift satılmış, modern ülkelerin kadınları, reklamcıların “daha seksi”
gösteriyor diye lanse ettikleri bu dayanıklı, mucize çorapların peşine düşmüş
adeta kapışmıştı.
Ancak piyasa, “ömür boyu giyilebilen” çoraplara sadece 4 senede doyunca, Du Pont’un satışları her sene bir önceki senenin yarısına düşmeye başladı. Bunun üzerine Du Pont firması da ARGE mühendislerine ürünlerin ömürlerini kısaltmak için çalışma emri verdi. Kısa süre içinde, ömürlük kadın çorapları, sadece tek sefer giyilme ile “kaçan” çoraplara dönüştürüldü.
Kısa sürede planlı
eskitme, 1-2 sektör için değil tüm endüstri için kural hale geldi. Artık 10-15
yıl giyilebilen ayakkabıların, kıyafetlerin, oyuncakların ömürleri kısalsın
diye hammaddelerine insana zararlı bazı kimyasallar katılıyor ya da kimyasal
alaşımlarda bekletiliyorlardı. Bu yolla normalde birkaç on yıl gidebilecek
yünlü, pamuklu kumaşlar 2-3 yıkamadan sonra afiyetle giyilemeyecek hale gelebiliyorlardı.
Bu kadar yaygın bir durumdur ki, insanlar devamlı olarak eşyanın ömrünü eriten kimyasallara
maruz bırakılmış kanserojen oyuncaklara, kıyafetlere karşı uyarılır halde
geldiler.
Dikkat edilirse bu arada çok büyük bir zihniyet dönüşümü yaşanmış oldu. Artık piyasada firmanın ya da ürünün piyasa değerini belirleyen, ürünün dayanıklı ve kaliteli olması değil, ürününün, topluma dayatabildiği döngünün kısalığı olmuştu.
Tüketmek için Tüketmek
“Tüketim için tüketmek”; aç gözlülük,
kıskançlık ve EGO’yu sistemli olarak besleyerek, aslında hiç de gerekli olmayan
şeylerden bir sürü ihtiyaç yaratmamızdan müteşekkildir.
E.F. Schumacher
Büyük kapitalist Sanayi, “Tüketmek
için tüketen, tüketerek kendisini ifade eden veya tanımlayan, tükettiği için
sosyal statü atlayan, tüketimine göre sosyal hiyerarşide yer bulan, “bir insan
modelini sistemli olarak medya üzerinden aç gözlülüğü, kıskançlığı, gösterişi,
egoyu ve hırsı besleyerek ve bunların önünde engel olan geleneksel ve dini
değerleri aşağılayarak, alaya alarak var etti. Böylece toplumlarda kitleler
için gerçekte ihtiyaç olmayan bir sürü arzu nesnesi ihtiyaç olarak
tanımlanabildi.[2]
Market arabasına doldurduğu birçok şeyi neden aldığını bilmeyen, para
harcayarak mutlu olan, alış veriş yaparak rahatlayan, ellerinde ihtiyacı
olmayan pek çok şeyle evinin kapısına varan ve daha içeri girmeden onlardan
kurtulmak için yol arayan, tüketmek için tüketen bir insani modeli, insan psikolojisinin
zaaflarını keşfederek var etmeyi başardılar.
Bunlar ve benzeri yollarla
tüketim döngüsü ve piyasa, müthiş bir hıza çıkarılabildi.
Kredilendirme
Ancak tüketim hızı, bu ve
benzeri yollarda müthiş bir rakama çıkarılınca bir başka sorun ortaya çıktı: Tüketicinin
müthiş hızlandırılmış bu tüketim döngüsüne ayak uydurması, MODA’yı ve MODEL’i,
piyasayı sürekli dinamik tutabilecek bir hızda takip edebilmesi mümkün değildi.
Çünkü hiçbir ülkenin ve toplumun böylesi büyük bir hızla işleyen tüketim döngüsünü
ve israf ekonomisini karşılayabilecek bir geliri yoktu. Bu noktada küresel
şirketler ulus devletleri zorlayarak onları gerçek değerler (tarla, bağ, bahçe,
ev, arsa vs.) karşılığında kitlelere, bankalar üzerinden kredi vermeye zorlarken
kendileri de onlara bol keseden kredi kartı dağıttılar.
Zira tüketim döngüsü
hızını, sürekli artan konumda tutmak ancak kitlelere verilecek her gün daha fazla
kaynak ile mümkündü. Bu da geri
dönmeyeceğini bile bile hem ulus devletlere hem de kitlelere devamlı yeni
yeni krediler vermekle mümkün olabiliyordu.
Kalkınma Tuzağı
Küresel şirket, gelişmekte
olan ülkelere yükte hafif pahada ağır ürünleri üretmemesi karşılığında
“kalkınması için” ucuz kredi veriyor ve bunu toplumlarına dağıtmaları için
zorluyordu. Devlet, memur ve emekli maaşları ve bankalar üzerinden ucuz kredi
ile aldığı bu paraları topluma dağıtıyordu. Toplum, eline geçen parayı akıllı
telefon, bilgisayar, akıllı saat, tablet, lüks araba gibi yerel devletin
üretmesinin yasak olduğu ürünlere harcarken, piyasaları da döndürmüş oluyordu.
Diğer taraftan para geldiği yere dönerken ulus devlet bir kat daha borçlanmış,
halk da kredi, haciz, ipotek şeytan üçgenine çekilerek toplumların GERÇEK
mülkleri -sanal değerlerle yer değiştirilerek- egemenlerin mülkü haline
getirilmiş oluyordu. Sonuçta kalkınmak için yola çıkan ulus devlet
kalkınamadığı gibi kendisini ve halkını da büyük bir borç batağına saplarken
kendi esareti üzerine de zincir üzerine zincir vurmuş oluyordu.
Artık Batılı ve gelişmekte
olan ülkelerin sıradan insanları, 100 yıl önce kralların dahi sahip olmadığı
bir konfora, tüketime ve -kullan at kültürünün getirdiği- tüketim hızına
erişmiş oldular. Her sene araba değiştirmek; onlarca kıyafet, ayakkabı vs.
sahibi olmak; yazlık, kışlık, köylük, yaylalık, şehirlik birkaç evde aynı anda
oturmak; gözü alıştığı için mobilya değiştirmek, 15-20 hatta 30 yaşlarına
gelmiş ergenliği bitmeyenlere ya da adam olamayanlara binlerce liralık OYUNCAK
telefon, saat, bilgisayar almak ve her şeyi kullanıp atmak gibi geçmiş dönemde
saraylarda dahi rastlanamayacak şımarıklıklar toplumlarda sıradanlaştı.
Ancak süreç birçok
bakımdan tıkandı.
Sorunlar, Sorunlar…
Süreç mükemmel işlemiyor: Sorunlar, Sorunlar…
Noah Harari, tüm
sorunların anası olarak büyük kitlelerin işlevsiz ve hayalsiz kalması olduğunu
düşünüyor[3]. Ancak bu
tespitte ufak bir saptırma olabileceğinden şüpheleniyorum. Zira gelen
teknolojik yenilenmeler ve yapay zekâ uygulamaları neticesinde fakirlerin
işlevsiz kaldıklarını fark ve tespit edenler fakirler değil, gücü ve sermayeyi
elinde tutan egemenler. Fakirlerin durumdan şikâyetçi olduklarına dair henüz
elimizde herhangi bir veri yokken, aksine zenginler çok huzursuz. Sanırım
fakirler, her geçen gün biraz daha fazla sermaye sahibi egemenlerin gözüne;
hiçbir şey üretmediği halde yüksek hayat standardı isteyen, kurtulunması
gereken baş belası parazitler olarak görünüyor.
Müsaadenizle hem bu bakışa
neden olan sebepleri hem de sistemi kilitleyen sorunları birlikte konuşmaya
çalışalım:
1- Sürekli
büyümek imkânsız
Sistem, sürekli daha fazla
büyüme üzerine kurulu ancak sürekli büyümek imkânsız.
Her sene daha fazla ciro,
daha fazla üretim, daha fazla satış, daha fazla gelir, daha fazla müşteri bulma
zorunluluğunu ifade ederken ABD Ekonomik Danışmanlar Konseyine Başkanlık etmiş
olan Prof Walter Heller, dünyanın her tarafında rastlanabilecek hemen her
politikacının ağzından dökülebilecek şu cümleleri kullanmıştı: “Ulusumuzun emellerini yerine getirebilmemiz
için iktisaden genişlememiz gerekmekte. Sürekli ekonomik büyüme olmadan
başarılı olma ihtimali olduğuna inanmıyorum[4]”. Sanırım
haksız da sayılmazdı. Çünkü sistemin üzerine kurulu olduğu yapı; yatırımları ve
yeni teknolojileri finanse etmek, yeni ürünlere yeni pazarlar açmak, pazarlara
saldıran diğer rakiplerle mücadele etmek, devamlı artan nüfusa iş yaratmak ve
toplumların her gün baskısı artan ve daima daha fazlasını işaret eden yüksek hayat
standardı talebini karşılamak için sürekli daha fazla büyümek ve sisteme daha
fazla kaynak sokmak zorunda.
Ancak sürekli büyümek
sonsuz kaynaklar gerektirir. Bizimse kaynaklarımız sınırlı. Üstelik birisi
büyüyorsa rakiplerine rağmen büyür; herkes aynı anda nasıl büyüyecek? Bu da imkânsız!
Mesela E.F. Schumacher’in “Küçük Güzeldir” eserini yazdığı 70’li
yıllarda dünyanın %5,6’lık nüfusuna ev sahipliği etmesine karşılık Amerika
Birleşik Devletleri, tek başına dünya kaynaklarının %40’ını kullanmaktaydı. Bu
rakama İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika, Kanada gibi diğer
sömürgeci Batılı devletleri eklediğimizde; 300-350 milyonluk bir nüfusun tüm
dünya kaynaklarının %90’ından fazlasını kullandığı fark edilecektir. Birkaç
devlet, dünyanın tüm kaynaklarının %90’ını kullanırken bırakın, az gelişmiş ya
da gelişmemiş devletlerin gelişmesini, mevcut sömürgeci devletlerin bile diğerlerini
geriletmeden daha fazla genişleme/büyüme imkânları olamaz.
Bu şartlar altında eğer
ABD ekonomisi daha da büyümek zorunda ise bu nasıl mümkün olacak? Ya da ABD
bunu başarırsa dünyanın geri kalanına ne olacak? Bize göre Batı, sömürebileceği
fiziksel sınırların en ucuna gelmiş gibi görünüyor. (Uzaya yönelik çalışmalar,
yeryüzünde fiziksel sınırlara dayanmış sömürgecilerin, sömürge sınırlarını aşma
çabası olarak okunabilir.-AHÇ)
Diğer taraftan 2019
yılında Unesco’nun yayınladığı rapora göre 4,3 milyar insanın evinde lavabo, 2
milyar insanın evinde ise akan su yok ve bu fakirlik içindeki ülkelerin
kaynakları neredeyse tamamen -yok pahasına- Batı’ya akmakta. Batı’nın bu
seviyede ekonomik konforu sürdürebilmesi ancak sömürülen bu ülkelerin, pozisyonlarını
değiştirmemeleri ve sömürülen, kaynakları yağmalanan, fakirlik içinde ülkeler
olmaya devam etmeleri ile mümkün. Yani 1,5 milyarlık Çin, 1,25 milyarlık Hindistan,
Pakistan, Brezilya, Nijerya, Bangladeş gibi ülkeler BATI seviyesinde bir
ekonomik hayat sürmeye kalkmaları durumunda Batı’nın refah seviyesini koruması mümkün
olmadığı gibi yeryüzünün sahip olduğu kaynaklar da buna yetmeyecektir.
Üstelik yoksul ülkeler
kendi kaynaklarını işlemek için gerekli bilgi, tecrübe, sınai altyapı ve
sermayeyi biriktirme imkânı bulamadan, Batı, onların enerji ve doğal
kaynaklarını yani geleceklerini de tüketmekte.
Sömürülmekte olan ülkeler bu durumu fark ettikçe BATI’ya karşı direnç ve öfke
de artmakta, bu sebeple sömürü işi, gittikçe daha pahalıya mal olmaktadır.
Nüfus olarak %90’ı teşkil etmesine
rağmen dünya kaynaklarının %10’undan daha azından faydalanabilen ülkeler için
bu oranlar; her geçen gün daha fazla huzursuzluk sebebi olmakta ve kendilerine
kalan payı yükseltebilmek için arayışa girmeye zorlamakta.
Anlaşılacağı üzere eğer büyük
sömürgecilerin haricindeki ülkeler ekonomik kalkınma ve daha yüksek bir hayat
seviyesi talebinde ısrar ederlerse büyük bir kapışmadan kaçınmak mümkün değil
gibi görünüyor.
2- Kaynakların
yok olması: “Kullan at!” Ekonomisi”
Zalim diye, kendi budundan kebap yapıp yiyen adama derler.
Mevlana
Schumaher’e göre kaynak sorunun altında yatan ana neden, tanımlamakta zorlandığımız veya tanımlamaya cesaret edemediğimiz bir zihni bozukluk veya fikri bir sapma nedeniyle dünyaya bir KAYNAK gözüyle bakmamızdır. İnsan aç kaldığında kendi etinden, butundan yemez, çünkü insan, kendi için bir “kaynak” değildir. Eğer insan bir sapma sonucu, kendini yiyecek kaynağı olarak görmeye başlarsa, bu kişinin kendisini yok etmesi anlamına gelecektir. Doğa da bir KAYNAK değil, insanın “doğal yaşam” alanıdır. Eğer insanlık, ona savaş açar, onunla mücadele etmeye girişirse doğayı yendiğinde kendi yaşam sahasını da yok etmiş olacaktır.
Medeni insan yeryüzünü arşınlamış ve
bastığı her yerde çöl bırakmıştır. Bu söz bir abartma olsa bile dayanıksız
değildir. Medeni İnsanın uzun süre yaşadığı her yer çoraklaşmıştır.
E.F. Schumacher
Doğa ile sağlıklı bir
ilişki kuramayan modern insan, doğanın insanoğluna ikram ettiği nimetleri
–farkında olmadığı- korkunç bir israf, vurdumduymazlık, kanaatsizlik ve
müsriflikle harcıyor. Hatta yok ediyor.
Mesela; çok fazla değil sadece birkaç on
yıl önce; yere su döküldüğünde, suyu, eskiden gömlek, pantolon ya da iç
çamaşırı olarak kullanılmış bir kumaşla kurular, sonra o bezi kurutur ve
ihtiyaç olursa yeniden kullanırdı. Aynı bezden, aynı ya da benzer bir iş için
yüzlerce defa daha hizmet almak mümkündü. Bez, su tutamaz hale gelince, yine de
çöpe atılmaz bir yastığı doldurmak ya da ip olarak kullanmak gibi bir başka hizmete
koşulurdu.
Şimdi peçete ya da kâğıt havlu
kullanıyoruz. Sil, kurula ve çöpe at. Sil, kurula ve çöpe at.
“Kolaylık” olsun diye sapılan bu yolla,
bir insan bir ömürde kaç ağaç harcar? Ya bir şehir? Ya bir ülke dolusu insan?
Pet şişeler, ambalajlar, kutular, hediye
paketleri vs. modern insanın talep etmediği halde ürettiği bir yan ürün olarak çöplerde
birikiyorlar. Bunlardan pek çoğunun sadece 1 tek sefer kullanılmış doğal
kaynaklarımız olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım.
Böylece her gün binlerce ton petrol de çöpe
gitmiş oluyor.
Mesela; önceki yazıda bahsettiğimiz
ömrü kısaltılmış 300-500 saat giden ampuller çöpe atıldığında, onunla birlikte içindeki
çok yüksek sıcaklıklara karşı direnci ve iletkenliği sağlayan tungsten/volfram
madeni de çöpe atılıyor. Şimdiye kadar atılan ampul miktarı o kadar büyüktür ki,
dünya volfram madenlerinin %52’sinin şimdiden tüketildiği düşünülmektedir.
(Volfram madeni başka alanlarda da sık kullanılır.)
Mesela; yılda kabaca 1,5 milyar adet satılan cep telefonlarında dünya üzerinde çok nadir bulunan pek çok maden kullanılır. Firmaların, 2-3 senelik bir kullanım sonrası müşteriyi, telefon değiştirmeye zorlaması ile telefonlarla birlikte bu madenler de çöpe atılmış olur. Aynı şekilde pek çok kıymetli ve kısıtlı maden TV’Ler, bilgisayarlar,tabletler, saatler, radyolar, beyaz eşyaların ıskartaya ayrılması ile de çöpe gider.
Hatırlatmak isterim ki, madenler
yeryüzünde üretilmezler: Onlar ya, en başından beri yeryüzünde bizimle idiler ya
da milyonlarca yıl içinde gök taşları veya uzaydan dünyamıza yağan gök tozları
ile yeryüzünde biriktiler. Anlayacağımız üzere onları tükettiğimizde ya onlara
bir daha hiçbir zaman ulaşamayacağız ya da yeniden elde etmek için milyonlarca
yıl beklememiz gerekecek.
Yani, Batılı sömürgecilerin piyasayı
hızlandırmak için hem propaganda hem teşvik ettikleri “Kullan At!” ekonomisi
müthiş bir hızla sanayinin ma’müle dönüştürdüğü ürünleri çöpe dönüştürürken
elimizdeki kıymetli madenleri de yok ediyor. Ürünün çöpe dönüşme süreci
öylesine hızlandı ki, insan elinin ürüne ulaştığı anda, ürün çöpe
dönüşebiliyor. Süreç teknolojik aletlerden, evdeki mobilyalara, giydiğimiz
kıyafetlerden yediğimiz içtiğimiz şeylere kadar insan eli değen her alanı
etkileyebiliyor.
Bu hızla devam edersek muhtemelen 20-30
yıl zarfında birçok ma’mülü üretmek için artık kaynak bulmak mümkün olmayacak.
Ancak burada dikkat çekilmesi, atlanmaması gereken husus
dünya kaynaklarını tüketenlerin fakirler olmadıkları ZENGİNLERİN olduğudur. Yazarımızın verdiği bir örnekle
konuyu somutlaştırmak gerekirse; 7 milyarlık fakir kesimin nüfusu, 14 milyara
çıktığında dünya petrol tüketimindeki artış %10’ların altında kalırken; 300
milyon Batılının nüfusunun iki katına çıkması durumunda aynı tüketim oranı ile dünya
üzerindeki üretim kaynaklarının ihtiyacı karşılaması mümkün olmayacaktır.
(Yine de görünen o ki, zenginler kendi tükettikleri ya da zehirledikleri doğal kaynakların faturasını fakirlere kesmeye hazırlanıyorlar.-AHÇ)
3- Kaynaklar Tükeniyor, Çöp Dağları Büyüyor:
Modern
insan 2 şeyi tüketirken bir şeyi de sürekli üretiyor: Bir taraftan kendi
ekonomik kaynaklarını (parasını) diğer taraftan dünyanın doğal kaynaklarını
tüketirken, bir taraftan da sürekli çöp üretiyor.
GAG isimli bir şaka programında şakazedeye yanaşan şakacı, “arabasını kilitleyemediğini” söyleyip tuvalete gidip gelene kadar arabasını beklemesini rica ediyordu[6]. Şahıs ayrılır ayrılmaz bir polis arabası ve ezici gelip şakazedenin önündeki arabayı ezicinin içine atıp, bir sandık büyüklüğünde demir yığınına dönüştürüyor ve hızla oradan ayrılıyor. Şakazede şaşkınlıkla olduğu yerde kalırken araba sahibi koştur koştur gelip şakazedeye “Arabasına ne olduğunu” soruyordu.
Benim sayabildiğim kadar, 9 farklı kişiye aynı şaka yapıldı ve her seferinde bir araba ezilip hurda haline getirildi. Dikkat edilirse korkunç boyutlardaki israf kültüründen türemiş bir şakanın sonunda elimizde kalan sadece biraz gülücük ve reklam geliri değildir: Arabanın enkazı da kurtulmamız gereken arzu edilmemiş bir yan ürün olarak elimizdedir.
Ancak ne yazık ki, bu
sorun sadece ekonomik olarak zenginleştikçe şımarmış Batı toplumlarının sorunu
değil: Modernitenin ürettiği insan tipi sürekli ÇÖP üreten bir varlık.
Türkiye’de günlük 32,3 milyon, dünyada yıllık 2 milyar tondan fazla çöp
üretiliyor[7].
Türkiye’de üretilen çöpün yaklaşık binde 7,4’ü, yani 239 bin tonu tehlikeli
atık denen zehirli kimyasal atık kategorisinde. Bu zehirli atıkların sadece 40
bin tonluk kısmı Türkiye’nin tek zehirli atık imha tesisi olan Kocaeli
Belediyesinin kurduğu İZAYDAŞ’da yakılmakta. Gerisi ya denize ya toprağa
gömülmekte oradan da yine sulara karışmaktadır. Sadece Türkiye’deki kimyasal
atıkları yok etmek için en az 6 tesis daha kurulması gerekiyor[8].
Ancak bu tesislerin
kurulması ve işletilmesi çöp imha işini çok pahalı bir işe dönüştürüyor.
Görüleceği gibi zehirli kimyasal atık kategorisine girse de girmese de devletlerin başına bela olmuş çok büyük bir çöp sorunu var. Sorun sadece evsel atıklar değil, mesela 2014 yılında 44 milyon ton olan elektronik atık miktarı 2019 yılında 54 milyon tona yükseldi. Eğer süreç böyle devam ederse 2030 yılında bu rakamın 75 milyon tona yükselmesi bekleniyor. Üstelik bu rakama arabalar, asansörler, motorlar, aküler, akıllı telefonlar vs. gibi bir çok atık çeşidi de dâhil değil[9].
İlk dönemlerde Batı, kurtulmak istediği çöpleri yakmayı denerken çöplerden kalan atıkların havayı, toprağı ve suyu zehirlediğini fark etti. Bunun üzerine sorunu çöplerini denizlere dökerek çözmeye kalktı. Ancak deniz o çöpleri geri tükürünce ve deniz altındaki yaşam da çölleşmeye başlayınca buna alternatif olarak çöplerini kendisinden uzak gelişmemiş ülkelere ihraç ederek çözme yoluna gitmeye başladı. Türkiye[10], Vietnam ve birçok Afrika ülkesine gönderilen çöpler; bu ülkelerde dağlar gibi birikmeye başladıkça, yerli kamuoyunun da dikkatini çekmeye ve tepki toplamaya başladı. Bu nedenle her geçen gün Batının, kendi artığı olan sırtındaki yükü, gelişmemiş ülkelerin sırtına atma çabası yani çöp ihracatı yapabilmesi zorlaşmakta ve sorun Batılı sanayileşmiş ülkeler için daha da içinden çıkılmaz bir hale gelmekte.
4- Toprağın Zehirlenmesi
Modern insan günün yarısını kendine yağ pompalamakla, diğer yarısını o yağı eritmeye çalışmakla geçiriyor.
E.F. Schumacher
“Vaktinin
yarısını kendisine yağ pompalamak için, diğer yarısını o yağları eritmek için
harcayan” modern insan, israfı modern yaşamın gereği olarak algılarken, doğru
dürüst değerlendirmeden çöp haline getirdiği besin miktarını da her gün
artırıyor. Öyle ki modern ülke mutfaklarına giren gıdanın 5’te 1’inin doğrudan çöpe
gittiği bile iddia edilebiliyor[11]. Üretilen ancak gıda
olarak değerlendirilemeden çöpe dönüşen gıda miktarı arttıkça boşluğu doldurmak
için daha fazla üretmek zorunda kalıyoruz.
Diğer taraftan piyasanın efendileri
toplumu; ekonomiyi hızlandırmak adına, modası/modeli geçti gibi psikolojik
baskılarla ya da planlı eskitme ile ömrü kısaltılmış ürünlerle zorunlu olarak geçmişte
20-30 sene giyilebilen kıyafetleri, kullanılabilen koltukları, perdeleri, diğer
eşya ve aletleri sık sık değiştirmeye zorlayınca her alanda kat be kat fazla
gıda, pamuk, yün, maden vs. üretmek zorunda kalmış oluyoruz. Bunu başarabilmek için
her sene bir önceki seneden fazla pamuk ekmek ve daha fazla miktarda maden
çıkarmak ya da ekilebilir topraklardan ve hayvanlardan kat be kat fazla ürün
almanın yolunu bulmak zorundayız.
Daha fazla alanı ekeceğiz diye tarım
alanı açmak ise ormanları, otlakları yok ediyor, temiz su havzalarını
kirletiyor. Maden sahası açmak için tıraşlanan verimli toprağın yerini alan
verimsiz kayalıklar ve boş çukurların yeniden verimli tarım arazilerine
dönüşmesi muhtemelen yüzlerce hatta binlerce sene alacak.
5- Hayvanlara işkence
Ekonomik döngüyü hızlandırmak için hayvanlardan
daha fazla ürün almaya çalışmak hayvanlar için de korkunç dünyalar kurmamıza
neden oldu.
Mesela 45. günde kesime girmesi, gereken
tavuklar enerji harcamamaları ve hızla kilo almaları için hiç hareket
edemeyecekleri küçücük kafeslere kapatılıyorlar. Uzun süre tel üzerinde sabit
durunca ayakları ve etleri, tele ya da oturdukları askıya kaynıyor. Bu yüzden
onları parçalayarak yerinden almak zorunda kalıyoruz. Stresten kendilerini
yoldukları için, kendilerine zarar vermesindeler diye gagalarını kesmek zorunda
kalıyor, tüyleri kolay yolunsun diye canlı canlı kaynar su kazanlarına
basıyoruz. İşe yaramaz görülen milyarlarca erkek civcivi yumurtadan çıktıkları
gün öldürüp yumurta verecek dişiler için yem malzemesi ediyoruz.
Ünlü hamburger firmalarının et
ihtiyacını karşılamak için kurdukları sığır, domuz, keçi, koyun tesislerindeki
hayvanların durumları da tavukların durumundan daha iç açıcı değil: Onlar da
kolay kilo alsınlar diye temiz hava görmeden, dasdaracık ve fıtratlarına çok
ters alanlarda, fıtratlarına ters yiyeceklerle beslenip kesiliyorlar.
6- İkili
Ekonomiler, toplumsal katmanlaşmalar…
Ekonomik kalkınmayı sağlayıp, Batı’ya meydan okuyabilmeyi yani kaynaklarının sömürülmesini durdurmayı hedefleyen ulus devletler Batılı ülkeler seviyesine çıkabilmek için bazı sektörlere ve alanlara özel teşvikler ve fırsatlar vererek o alanların gelişmesini sağlamaya çalışıyorlar. Ancak gelişme parça bazında olabilecek bir şey değil. Ancak, komple bir gelişme, “gelişme” olarak adlandırılabilir. Zira bir şehrin ya da bir sektörün hatta bölgede bir devletin çevresinden kopuk bir şekilde korunarak, beslenerek, hormonlarak geliştirilmesi; sonraki süreçte de onun diğerlerine karşı sürekli korunmasını gerektiriyor. Bütüncül bir gelişme olmadığında, hormonal destekleme ve koruma durduğu an gelişme, çok hızlı bir çöküşe geçiyor.
Ancak bu durum sadece ekonomik alanlarda değil toplumsal alanda da dengesizliklere
ve çatışmalara neden olur. Bir tarafta günde 2-3 USD’ye çalışan büyük bir kitle,
diğer tarafta, hemen yanı başında saatte on binlerce dolar kazanan yapılar
arasındaki çatışma, toplumsal huzursuzlukları ve ahlaki yozlaşmayı kaçınılmaz kılar.
7- Kamu
Hizmetleri Dışlanıyor
Eğer bir faaliyet ekonomik
olarak tanımlanmışsa sürdürülmeye değer olup olmadığı artık tartışılmayacak
demektir; bir şey ahlaka aykırı, çirkin, ruhu zedeler, insanı yozlaştırır,
dünya barışını tehdit eder ya da gelecek kuşakların mutluluğunu tehlikeye atar
nitelikte olsa bile, “ekonomik” olduğu düşünüldüğü sürece var olma, gelişme ve
yayılma hakkına sahiptir[12]. (Porno, fuhuş ve kumar sektörü gibi) Ancak eğer
faaliyetin ekonomik olmadığı (Yani kâr getirmediği) saptanmışsa, sürdürülmeye
değer olup olmadığı tartışılmaz; kesinlikle reddedilir. Ekonomik büyümeye engel
olan BOŞ yani kârsız çabalardan utanılması gerekir; yine de bunlardan vaz
geçmeyen insanlar ya ahmaktırlar ya da ülkenin ilerlemesini istemeyen
sabotajcılardır.
Kâra tapınan model KÂRIN
olmadığı işleri ve sektörleri aşağılıyor. Hizmet kavramı düşüyor ve devlet dahi
toplumunu sömüren bir ticari işletmeye dönüşüyor.
Bu durumda “Ne kadar
kazanacağız?” sorusu kutsal bir soruya dönüşmüştür. Kâr getirmeyen işler
“lüzumsuz, gereksiz, boş iş” klasmanına alınır. Bunlar “Haram olmayan” lakin
yapılması hoş karşılanmayan “mekruh” işler hükmündedir. Böylece kamusal
hizmetler ya tamamen kaldırılır ya da olabilecek en alt seviyelerden, “idare-i
maslahat” kabilinden devam ettirilmeye çalışılır.
Bu durum bu tür hizmetlerin bedelini ödemekte zorlanan en alt tabaka toplum katmanlarını perişan eden, onları çok zora sokan bir hayat modelini dayatır. Ve fakirlerin durumu her geçen gün daha da kötüleşir.
8- Vaat Boş
Çıktı: İşsizlik ve Yoksulluk Sorunu Devam Ediyor
Keynes bize 100 yıl
“açgözlülük, bencilik ve hırsa” tapınmamız durumunda toplumların refaha
ereceklerini, zenginleşeceklerini, işsizlik probleminin ortadan kalkacağını,
yoksulluk ve sefaletin biteceğini vaad etmişti. Aradan 100 değil neredeyse 200
sene geçti ve bunların hiç biri çözülmedi. Daha 1950’lerden itibaren gelişmiş
ülkelerde işsizlik oranları %9-13 arasına, gelişmekte olan ülkelerde %30’lara
demirledi ve bunda bir gerileme görülmedi. Üstelik sürekli zengin üretimi
toplumun zenginleşmesi anlamına gelmedi. Her üretilen “bir” zengin, 500 ailenin
orta gelirden koparılıp fakirleşmesi pahasına zengin oldu. Zenginleşme, zengin
sayısını artırırken her zenginle birlikte fakirlerin sayısı da katlanarak arttı.
Sefalet sorunu ise her gün
biraz daha kendisini hissettiren büyük bir sorun olarak tüm toplumları tehdit
eden bir konuma evrildi. Daha önce sadece fakir devletlerin sorunu olarak
görülen sefalet artık en gelişmiş devletlerin dahi yakasına yapışmış durumda. Öyle
ki, Amerika’da pandemi sürecinin ardından evsizlerin sayısının 900 bini geçtiği
konuşulurken, Fransa’da rakam 550 bini buldu. İngiltere’de akrabalarının yanına
sığınan gizli evsizlerle evsiz insan sayısı 3 milyon civarındayken[13] sadece çocuk
evsiz sayısının bile 121 binin üzerine çıktığı rapor ediliyor[14].
Suriyeli akını ile 2018’de Almanya’da da evsiz miktarının 1 milyonu aştığı da
basına yansımıştı.[15]
Yani işsizlik ve sefaletin
çözümü için önümüzde hiçbir ışık görülmezken bu durumun gittikçe kalıcılaştığı
ve her gün biraz daha yayıldığını söylemek çok mümkün.
9- Değerleri
Yok Olmuş Toplumlar
Bütün bu maddi kayıpların
ötesinde “Kâr Tanrısına” tapınan
açgözlü, bencil ve hırslı Modern İnsan, kâr tanrısına tapınırken tüm kutsallarını, değerlerini, ahlakını ve
bunların üzerinde ayakta durabilen toplumsal bağlarını kaybediyor. Bir de buna,
burjuvazinin her gittiği yerde fakirlerin feodal, kırsal, ataerkil ya da
akrabalık bağlarına saldırıp bu bağları darmadağın etmesini de ekleyince modern
insanın diğer insanlarla kurabileceği geriye tek bir bağ kalıyor: Menfaat bağı.
Menfaat bağı diğer tüm bağları yok etmek bahasına korunan bir bağ iken “Menfaat Tanrısı” da tüm kutsalları
çiğneme pahasına tapınılan bir Tanrı. Hâlbuki üst değerler, erdemler ve ahlaki
davranış biçimleri toplumlarda binlerce yılda birikebilen hasletlerdir. Onlar
yıkıldıklarında, onların yeri boş kalmaz ve toplumların en adi ve süfli arzularından
neş’et eden hasletler onların yerini doldurur.
Bu noktada altını çizelim ki, Aydınlanma ile Tanrıyı öldürdüğümüzü düşünüyoruz
ancak Tanrı’nın ölüp yok olduğu doğru değil; Kilisenin Rabbi olan Tanrıyı
tahtından indirip onun yerine kapitalizmin Kâr Tanrısını koyduk ve ona
tapınmaya başladık, diyor Schumacher.
Dikkat edilirse fark
edilecektir ki; bizi ahlaki öğretiye davet edecek papazlar/hocalar her geçen
gün azalan saygınlıkları ile birlikte ortalıktan kaybolurlarken; UZMANLAR, her cenahtan
bize sağlık, mutluluk, yeryüzü cenneti, huzur, sükûn, para ve başarının
yollarını anlatmak için fırsat kolluyorlar.
Artık, Tanrı’nın emir ve
sorumluluklarından kurtulduk ancak “PİYASA” denen yeni Tanrımız çok daha
acımasız, merhametsiz, buyurgan ve despot. Üstelik TANRI, fakirleri güçlülere
karşı korurken, “Piyasa Tanrısı” her zemin ve şart altında zenginlerden taraf.
10- Sistem
Fakirlik Üretiyor
Alttan aldığını yukarıya
taşıyan bir değirmen gibi işleyen sistem, piyasa döngüsü hızlandıkça fakirlerin
ellerindeki servetlerin, en tepedeki büyük sermayedarlara doğru akma hızı da
artıyor. Öyle ki, bugün sadece 26 kişinin serveti en alttaki 4 milyar insanın
tüm varlıklarının toplamından daha fazla. Üstelik zenginleri daha da zengin
fakirleri daha da fakir yapan süreçlerde herhangi bir azalma olmadığı gibi
adeta bir çarpan hızı ile zengin fakir arasındaki uçurum gittikçe artan bir
hızla daha da açılıyor. (Bu konuyu daha geniş bir şekilde “Fakirlerin
Anlamadığı” (Ahmet
Hakan ÇAKICI / Fakirlerin Anlamadığı (hertaraf.com) isimli yazımızda değerlendirmeye çalışmıştık)
11- Modern İnsan Üretmese
De Dünyaları İstiyor
Schumacher döndüre döndüre
tekrarlıyor: “Sorun toplumların fakirliği
ya da zenginliği değil, toplumlar beraberce inanabilecekleri üst değerlerini
yitirdiler. Bunun getirdiği devasa boşluk ve sermayenin piyasayı
hızlandırmak için herkesi büyülediği “sen her şeye layıksın” propagandası
birleşince, hiç bir sorumluluğun altına girmek istemeyen, hiçbir şey üretmeyen
ancak her şeye sahip olma hakkını kendisinde gören; bunun için hırslanan, bunun
için üzülen, bunun için strese giren, depresyon altında ezilen bir insan modelini
ortaya çıktı. En fakirler bile çocuklarını 100 sene önce saraylarda prenslerin
sahip olmadığı bir lüks ve israf kültürü ile büyütmeye çalışıyor, çocuklarına
her şeyi layık görüp, hiçbir şeyleri eksik kalmasın diye –onlara hiçbir
sorumluluk tanımlamadan- önlerine her şeyi yığmaya çalışıyorlar.
Üstelik eğitim süresinin
uzatılması nedeni ile 25-30 yaşlarına kadar geciktirilen çocukluk ve gençlik
dönemi, toplumları, devasa bir nüfusu -çok genç ve güçlü olmasına rağmen- uzun
yıllar bakmak gibi ağır bir yükün altına itiyor. Neredeyse ömrünün yarısına
ulaşmasına rağmen topluma hiçbir katkıda bulunamayan ancak sürekli isteyen ve
beklentilerinin yenilgisinde sinir krizleri geçiren, depresif ve huysuz koca
koca kalabalıklar üretip duruyor modern toplum.
Ancak Batılı Gençlere dikkat edin diyor Schumacher! Onların
başları, tüm zenginliklerine ve imkânlarına rağmen fakir ülkelerin gençlerinden
çok daha fazla belada. Sürekli yaygınlaşan uyuşturucu problemi, alkolizm,
tecavüz, şiddet, cinayetler ve intiharlar Batılı gençlerin arasında fakir
ülkelerden çok daha yaygın.
Kanaatimize göre, bu problemlerin de toprağın, hayvanların durumunun
da, insan toplama kamplarına dönüşmüş kentlerdeki kontrolsüz yerleşimin de, dağ
gibi yığılan çöplerin de sebebi temelde fakirlik problemi değildir: İlk başta
söylediğimiz gibi insana, toprağa, hayvana, çevreye ve tüm eşyaya bütünlük
içinde bir bakış sağlayan düşünce sistematiğinin ve onun dayandığın üst
değerlerin kaybedilmiş olmasıdır.
Fakirler artık, sisteme artı değer katamıyor. Çünkü
ellerinde bir şey kalmadı.
Piyasa döngüsünün sürekli
hızlandırılması; alt tabakalardaki servetlerin yüksek tabakalara aktarılması
anlamına geldiği gibi kırsal kesimde yaşayan insanların akın akın şehirlere
göçmeye zorlanması anlamına da geliyordu. Zira hızlanan sanayi üretimi ile sanayi
işletmelerinin insan emeğine ihtiyacı her geçen gün artıyordu. Üstelik köylerde
oturan ve kendi kendine yetecek kadar üreten insanlardan iyi tüketiciler de
çıkmıyordu. Sadece erkekler değil, desteklenen feminist hareketler üzerinden
patronlar, kadınları ve çocukları da sanayinin hizmetine ve tüketici olma
sürecine sokmuşlardı.
Türkiye’de de sadece 40-50
senelik bir süreçle kırsalda yaşayan nüfus oranı %60’lardan %6,8’e düşürülürken[16], yaz-kış kırsalda yaşayıp geçimini köyden
sağlayan üretici insan oranı %3,2’lere kadar indirildi. Özellikle 3. nesilden
itibaren şehirlere yığılan kalabalıkların köyle bağı neredeyse kalmamış
durumda. Büyük çoğunluğun köyde satacak evi, arsası, tarlası da yok. Artık
köyden yağ, peynir, fındık, çay, pestil, bulgur, buğday, mısır, turşu, tarhana,
salça vs. de gelmiyor.
Yani şehirlere yığılan yeni kentli/eski taşralılar artık, sisteme kırsaldaki
atalarından kalan veya köyden gelen varlıkları sokarak sistemin beslenmesine
katkıda bulunamıyorlar. Sanayiden ya da devletten maaş alarak hayatlarını
sürdürmek ve aldıklarını yine sisteme vermek zorundalar. Yani sanayici ya da
devlet toplumdan ancak verdiği kadarını almak sorunu ile karşı karşıya kalmış
durumda.
Bu öyle bir hale geldi ki,
maaş alanların İngiltere’de %40’ı, Türkiye’de %60’ı eğer sadece 1 ay maaş alamazlarsa
gelecek aya kadar idare edemeyecek haldeler. David Harvey bu durumu şöyle
tanımlıyor: “… şehirleri ancak maaştan
maaşa yaşayabilen kitlelerle dolduran da, gıda bankaları ve ücretsiz yemekler
gibi hayır kurumlarından yardım almadan hayatta kalamayacak büyük bir nüfusu
var eden de, diğer tüm sorunları yaratan da sermayedir. Sermaye işsizlik, küresel
bir sorun, hastalık ya da başka bir kişisel trajedi esnasında evinin kredisini
ödemeyi geçin kirasını bile ödeyemeyecek kadar aciz insanlar topluluğu yaratır.”[17]
Emekliler ve memurlar maaş
alamazlarsa ne olur?
Sanırım fakir ülkeler
hariç tüm gelişmiş ülkelerde sistem durur.
Yani sistem, eğer “Para
Babaları” halka para vermezlerse dönemez hale geldi.
Küresel tefeciler/para
babaları ulus devletlere kredi veriyor; ulus devletler bunu emekli, memur
maaşları olarak topluma dağıtıyorlar. Küresel firmalar da ürettikleri emtiaya
müşteri bulmuş oluyorlar. Böylece küresel şirketler devlete verdikleri krediyi
halktan geriye almış da oluyorlar. Yani üretimden, topraktan ve hayvandan
koparılmış; kendi değerini üretmekten aciz, maaşa ve hazır tüketime
alıştırılmış neredeyse milyarı bulan bir kitleyi, sistemin ve piyasa döngüsünün
içinde tutmak için kendi paraları ile beslemek zorundalar.
Ancak onlar sistemi, “ellerindekileri fakirlere vermek için değil, onların
ellerindekileri almak için” kurmuşlardı. Zira
zenginler fakirleri çok nadiren düşünürler. Ellerindekileri onlara vermek için
değil, onların ellerindekini almak için onlara yanaşırlar.
Ancak teknolojinin ve
yapay zekânın gelişmesi ile birlikte insan gücünden makine ve robotlara geçiş
sürecinin hızlanması sorunu çok daha çetrefili bir yere taşıdı.
Bu yüzyıla kadar büyük
sermayenin fakirlere, çalıştırmak için ya da savaştırmak için ihtiyacı vardı ve
zenginden fakire doğru akan para akışı bir zorunluluktu. Ancak makineler, robotlar
ve yapay zekâ onların yerini alınca zenginlerin fakirlere para vermek için
hiçbir sebebi kalmadı. (Fakirlere yardım ancak TANRININ olduğu yerde anlam
kazanabilir. Zira sadece TANRI, zenginlerin malından fakirlere HAK ayırır[18].”)
Çözümsüz Çözümler
İri yarı oldukça kilolu şahıs, sırtına
çıktığı cılız rakibinin boynuna doladığı kollarını –yerini daha da sağlama
almak için- kuvvetle sıkarken, sırtındaki ağırlık nedeniyle ayakta zor duran,
dizleri titreyen, nefes almakta zorlanan, gözleri dışarı çıkmış muhatabına
acıyarak bakar ve hüzünlü bir ses tonu ile:
“İnan ki senin durumuna çok üzülüyorum, içim
parçalanıyor. Yeminle söylüyorum, çevredeki her şey hatta bütün âlem şahit
olsun ki, senin için her şeyi yapmaya hazırım:
Sırtından
inmek hariç[19]”
der.
Tolstoy
Batılı Büyük sermaye, kârını maksimuma çıkarmak ve ürün satış miktarını artırmak için ürünlerin piyasadaki döngü süresini olabildiğince kısalttı ve ticari piyasayı müthiş hızlandırdı. Bunun karşılığında dünyanın uzanılabilen tüm servetlerini Batı’ya taşırken bütün dünya kaynaklarını insanlığı dehşete düşürmesi gereken bir müsriflikle yok etme sürecine girişti. Bunun neticesi olarak doğayı, toprağı, suyu ve havayı zehirlerken dünyanın her tarafına çöp dağları inşa etti. Demiştik, oradan devam edelim:
ÇÖZÜM
A.F. Schumacher Küçük Güzeldir eserinde, bir önceki yazıda sayılan sorunların çözümü konusunda kalabalıkların ümidinin bilimde ve bilim adamlarında olduğunun tespitini yapıyor… Ancak konuya girer girmez, kalabalıkların ümit ateşinin üzerine bir koca kova suyu boca ediveriyor: “Bu sorunlar karşısında bilim adamlarından HİÇ ümit yok! Zira 200 senelik tecrübe bize, bilim adamlarının sorunları çözüm hızı ile sorunların büyüme hızı arasında, bilim adamlarının aleyhine büyük bir fark olduğunu gösteriyor. Üstelik bu farkın azalacağına dair hiçbir işaret görülmezken, tam tersine fark ivmeleniyor. Getirilmesi başarılmış çözümlerin de gerçekte çözüm olmadıklarının, sadece sorunun geleceğe ertelenmesi olduğunun fark edilmesi ve çözüldü sanılan problemlerin zaman geçtikçe daha da büyüyerek karşımıza çıkmakta olması ise olayın bir başka sıkıntılı yönü” diyor.
“Hemen hemen bütün bilimciler ekonomik
bakımdan tam bağımlıdır ve topluma karşı kendini sorumlu hisseden bilimci
sayısı çok azdır”. Bu nedenle araştırmaların yönünü belirleyemezler. (Ahlaki
olana yönlendiremezler.-AHÇ)
Albert
Einstein
Mesela “hızlı Tüket” kültürünün
yığdığı çöplerin temizlenmesi için bilim adamlarının önerdiği çözümler o kadar
pahalıdır ki, şimdiye kadar bunu gerçekleştirebilen hiçbir ülke olmamıştır.
Temiz enerji diye toplumlara lanse edilen[20] ama asla
yok olmayan, toprağı, havayı ve suyu zehirleyen,
Diğer taraftan araştırmaları için imkân bulabilen bilim adamlarının genel olarak finansörleri hatta bu imkânları var eden kurumların sahipleri, sorunları da var eden kapitalistlerin ta kendileridir. Hatta namı duyulmuş birçok üniversitenin dahi finans kaynağı bu şirketlerdir. Dolayısı ile bilim ya da bilim adamları gerçek çözümler üretebilmiş olsalar bile, maaşlarını veren bu kurumların çıkarına uymayan ya da onların desteklemeyecekleri çözümleri önermeleri, önerseler bile, kabul ettirmeleri mümkünmüş gibi görünmüyor.
Schumacher’in TeklifiSchumacher’in çözüm teklifleri
anladığım kadarı ile büyük egemenlerin çok da hoşlarına giden teklifler değil.
Zira Tolstoy’dan alıntıladığı hikâyede olduğu gibi açıkça Batının -eğer gerçek bir
çözüm istiyorsa- dünyanın geri kalanının sırtından inmek zorunda olduğunu ifade
ediyor. Her şeyden önce Batı, yoksul ülkelerin kaynaklarını yağmalayıp korkunç
bir müsriflikle harcamayı bırakmalıdır.
Tüketim ekonomisinin
kışkırtılması durdurulmalı; insanları, kendilerine bakmakta aciz kalıp devlete
ve sosyal yardımlara muhtaç duruma geldikleri, teknolojinin gelişmesi ile
ıskarta/çöp durumuna düştükleri metropollere yığmaktan vaz geçmelidir. Onları
kendi bulundukları yerde, kendi imkânları ile kendi coğrafyalarına uygun, dar
bölgeli ticaret içinde eritebilecekleri ürünleri üretmeye ve sıradan kasabalıların
sermayeleri ile altından kalkabilecekleri “küçük işletmeler” kurmaya teşvik
etmelidir. Kitaba ismini de veren Küçük
Güzeldir sloganı ile hayata geçirilecek bu ekonomi ile sermayenin birkaç
kişide yığılması önlenilmiş, paranın toplumda daha adil dağıtılması da
sağlanmış olacaktır. Böylece sıradan insanların devlete ve küresel sermayeye
olan mecburiyetlerine yani memur olma kuyruğunda birikmelerine de son verilebilecektir.
Bir taraftan da gençleri çok geç yaşlara kadar tüketici ve toplumun sırtında
parazit olmak zorunda bırakan eğitim modelinden vaz geçilmeli, ÜRETİCİ
insanlara itibarları iade edilerek, toplum, üretime teşvik edilmelidir. Tüm
toplumun memurlaşarak hazır yemeye özendirildiği bir yerde kalkınmadan bahsetmek
mümkün değildir.
Bunlar ve diğer öneriler egemenler
tarafından ciddiye alınmadığı ve hayata geçirilmediği için daha fazla üzerinde
durmadan geçelim ve gözleyebildiğimiz kadarı ile egemenlerin hayata geçirmeyi
düşündükleri ekonomik model üzerine birkaç kelime etmeye çalışalım:
Batı için Temel Soru
Kanaatimize göre sistemin çökmekte olduğunu ve
daha fazla idare edilemeyeceğini fark eden Batı için temel soru şu: “Batının
liderliği, hegemonik ve emperyal gücü korunarak ekonomik bir değişim ve Yeni bir
Dünya Düzeni mümkün müdür?[22]”
Sanırım soruyu şöyle de
ifade edebiliriz: Batı’nın gelirinde
düşme olmadan kaynakların yok edilmesini
durdurabilmek mümkün müdür?
İkna Yöntemi: Cittaslow, Minimalist Yaşam
İnsanları minimalist (sade hayat) yaşam formlarına veya yavaş şehir (cittaslow) uygulamalarına ikna etmek için yürütülen onca propaganda ve kampanyanın[24] pek işe yaramadığını gördük. Şehrin hızlı temposundan bunalan insanlar için yavaş bir yaşam başlangıçta sempatik gelse ve kırsalda bir yere taşınsalar da, ya şehri de gittikleri yere götürüyorlar ya da sıkılıp birkaç sene içinde alıştıkları hayata geri dönüyorlar.
Yani toplumları reklam ve
propaganda ile çok daha az tüketmeye ve alıştıkları konfordan vaz geçmeye ikna
etmek pek mümkün bir şeymiş gibi durmuyor. Sanırım onlar için ZORUNDA bırakmak
daha uygun bir seçenek, olarak düşünülüyor.
Şöyle olabilir
Böylece yeniden bir ömür
kullanılabilen kıyafetler, bir ömür ışık yayan ampuller, mobilyalar ortaya
çıkacağından yeryüzü kaynaklarının yok edilme sürecini de durdurmuş olacağız, kanaatindeler.
Belki Bir Yolu Vardır
Başa
Bela Alternatif Piyasalar
Sanırım herkes şu tespite
katılır: Gerek iş gücünün ucuzluğu gerek girişimcilik gerek hırs, esneklik,
dayanıklılık ve heyecan olarak gelişmekte olan ülkelerdeki alternatif piyasaların
potansiyeli Batılı şirketlerden daha dinamiktir. Bu yüzden alternatif piyasalar
Batılı sömürgeci güçler için sanılandan çok daha büyük sorundurlar.
Bu konuda mürekkepli yazıcıların başına gelenlerin iyi bir
örnek olarak verilebileceğini düşünüyorum:
Mürekkepli yazıcılar ilk
üretildiklerinde 80-100 ml kapasiteli mürekkep kartuşlar ile üretilmeye
başlandılar. Yazıcının üzerindeki mekanik bir dişli zayıf yapıldığı için
1000-1500 çıktı aldıktan sonra arızaya düşüyor, tüketiciyi, ya yeni yazıcı
almak ya da yazıcının yarı fiyatına parçayı yenilemek zorunda bırakıyordu.
Ancak alternatif piyasalar bu parçaların muadillerini çok daha ucuz fiyata
piyasaya sürünce ümit ettikleri “sürekli” kârı elde edemez oldular. Bunun üzerine sorunu, kartuş fiyatlarını yükseltip,
kartuşlardaki mürekkep miktarını 8-10 ml’ye kadar azaltarak çözme yoluna
gittiler. Hatta yazıcı ile birlikte gelen ilk “demo” kartuşlar kapasitenin 3’te
veya 5’te biri kadar mürekkep dolu oluyordu. Ancak alternatif piyasalar muadil
mürekkepleri piyasaya sürüp tüketiciye, elle kartuşları doldurma imkânı
sununca, kartuşların üzerine CHIP monte ettiler. Chip ister dolu ister boş
olsun belli bir çıktı sayısına ulaşınca arızaya düşüyor ve kullanıcıyı yeni bir
kartuş daha almak zorunda bırakıyordu. Ancak alternatif piyasalar kısa sürede muadil
chipleri piyasaya sokunca bu yöntem de işe yaramaz hale geldi. Bunun üzerine
yazıcının ana kartı üzerine bir sayaç koyarak, belli bir çıktı adedine gelince
yazıcıyı kilitlemeye başladılar. Yazıcı kilitlenince üretici firmaya belli bir
miktar para ödeyerek satın alınan bir yazılımla yazıcıyı tekrar kullanılır hale
getirmek mümkündü. Tekrar yazılım satın alanların yazıcıları aktif oluyor
diğerleri çöpe gidiyordu. Ancak bu yöntem de kısa sürede özellikle Rus
yazılımcılar tarafında geliştirilen yazılımlarla aşıldı.
Üreticiler hala ürünü
sattıktan sonra, onun üzerinden sürekli para kazanabilme hayalini istedikleri
düzeyde gerçekleştirebilmiş değiller. Benzeri süreçler hemen hemen tüm
elektronik cihazlar için söz konusu.
Yani her geliştirilen
yöntem, kendi alternatif piyasalarını var ediyor ve küresel büyük şirketlerin kârlarına ortakçı yan sanayileri ortaya çıkıyor.
Bu da küresel şirketlerin kartelleşmesine ve fiyat tekelleri oluşturmasına izin
vermeyen bir sürece neden oluyor.
Görüldüğü gibi alternatif
piyasalar Yeni Dünya Düzeninin önündeki en ciddi engel. Eğer onları kontrol ve
zapt-û rap altına alamazlarsa muhtemelen bu; hem “kurgulanmış”
Yeni Dünya Düzeninin hem de Batı Çağının sonu olabilir demektir.
Bizim gördüğümüz kadarı
ile özellikle gelişmekte olan devletlere zorlanan Yeni İklim Politikaları,
Kyoto ve Paris Sözleşmeleri gibi çalışmalar daha çok alternatif piyasaların
kontrolünü sağlayacak uygulamaların meşrulaştırılması vazifesini görecekler.
Dikkat edilirse
yaptırımlar, dünya kaynaklarının %90’ından fazlasını tüketen %5’lik azınlık
olan Batılı gelişmiş ülkeleri değil daha çok gelişmekte olan ya da gelecekte yeryüzü
kaynaklarını kullanma konusunda Batı’ya rakip olması beklenen toplumları etkileyecek.
Zira getirilen şartları aşabilecek teknolojiye ve sermayeye sadece Batılı
Küresel şirketler sahip. Üstelik Batı sahip olduğu serveti ve gücü bu kaynaklarla
elde etti. Eğer bu saatten sonra gelişmekte olan ülkelere “Biz kulandık ama
sizin kullanamazsınız, YASAK!” deniyorsa, bu, aynı zamanda gelişmemiş ve
gelişmekte olan ülkelere asla GÜÇLÜ ve zengin toplum olamayacaksınız, demek
anlamına da gelmiyor mudur?
Egemenlerin Çözümü: RANT Ekonomisi yani KİRA
İtiraz edilebilir: Tüketici, satış sonrasında arabaya
para ödemiyor ama yakıt üzerinden; klimaya, buzdolabına para ödemiyor ama
elektrik üzerinden sürekli vergilendirilerek sisteme bedelini ödüyor,
denilebilir.
Ya kullanmazlarsa? O zaman
egemenler kenarda bekleyen üründen hiç para alamıyorlar, demektir.
Kapının önünde bekleyen arabalar,
her odada yılın 10 ayı hiç dokunulmayan klimalar, 2 şer 3’er buzdolapları,
derin dondurucular, çamaşır makineleri, hiç kullanılmayacak yemek takımları,
kıyafetler, ayakkabılar, iki üç senede bir değiştirilen mobilyalar, 2 ya da 3
yerde dayalı döşeli, evler… Neredeyse hiç bir bedeli olmadan öylece sahiplerinin
keyfini bekliyorlar…
GayrıMenkulü unutun! Zaten paranız da yetmez. |
Dikkat ederseniz, pek çok ürüne ilk aldığınız andan sonra bir daha para ödemiyorsunuz. Üstelik ilk satışta alınan kâr da, ürünlerdeki rekabet nedeniyle çok düşmüş durumda. Bu demektir ki fakirler, teknolojinin nimetlerinden faydalanıyor ama zenginlere yeterince bedelini ödemiyorlar(?).
“Bunu önlemek için sanayiciler
planlı eskitme ile ürünleri bir süre sonra bozuyor ve kullanıcıyı egemenlere
para ödemek zorunda bırakıyorlar. Bu da, hem dünya kaynaklarının boş yere
harcanmasına hem de çöp dağlarının yığılmasına neden oluyor. Yani bu çözüm,
çözüm olmadığı gibi başımıza daha büyük bir bela oluyor” demiştik.
Eğer ürünler çok daha dayanıklı imal edilir ve bir sefer yerine “HER AY” kullanıcıdan para alınırsa planlı eskitmeye ve dünyanın kaynaklarının tüketilmesine gerek kalmaz. Üstelik eğer evi, arabayı, cep telefonunu, klimayı, süpürgeyi hatta çeyizlik aldığınız halıyı KİRALAMIŞSANIZ; ister kullanın ister kullanmayın, ister her gün çiğneyin, ister tavan arasında unutun PARA ödersiniz ve egemen sizden sürekli para kazanabilir.Böylece kullanıcı kullanmayacağı ürünü almaz ve evini gereksiz eşyalar ile doldurmaz. Üstelik üreticiler ürünleri uzun süreli kiralamak isteyeceklerinden çok daha kaliteli üretecek, planlı eskitmelere ve kolay bozulan parçalara da gerek kalmayacaktır. Böylece dünya kaynaklarının tüketilmesi engellenmiş olacaktır.
(Yanda görsellerini alıntıladığım yabancı basında çıkmış “EV satın alma“ ile ilgili
birkaç haber bu konuda kalabalıkları ikna çalışmalarının çoktan başladığına
işaret ediyor sanırım: “Gelecekte her
şeyi kiralayacak mıyız?”, “Amerika kiracılar ülkesi olmalı”, “Kiralamayı Satın
almaktan saha iyi yapan 10 neden”, “Gayrı menkul almayı unutun zaten paranız
yetmez”, “Ev sahibi olmak içinizdeki kötülüğü ortaya çıkarabilir” bunlardan
birkaç tanesi.)
Kira (RANT) Ekonomisi
Yani direk Kur’an’ın itiraz ettiği şekilde,
servetin[26],
sadece zenginlerin arasında dolanıp durduğu ekonomik modele RANT (kira)
ekonomisi deniyor. Spekülasyonlar ve devletlerin işbirliği ile mülk
fiyatlarının artırılması, servetin dar bir azınlığın elinde toplanılması ve mecbur
bırakılmış fakirlerin emeklerinin “gönüllü(?)” sömürülmesi üzerine kurulu bir
sistem bu.
Bizim anladığımız kadarı ile bedelini ödeyebilecek kadar zengin olanlar haricinde neredeyse tüm toplumun mülksüzleştirilerek herkesin her şey için –araba, ev, akıllı telefon, bilgisayar, klima, çamaşır makinesi, buzdolabı, elektrikli süpürge, hatta kıyafetlere kadar- kiracı durumuna düşürülmesi hedefleniyor.
Bu yolla egemenlerin bırakın daha az ürün satmaları sebebiyle gelir kaybına uğramalarını, sürekli KİRA gelirleri ile kârlarını katlamaları söz konusu olacak sanırım.
Mucizevi Bir Çözüm: Kripto Para, Metaverse
Kanunlarla boğuşmadan,
meşru olarak tanımlanmış yollarla, fakirlerin elindeki servetleri alıp, onların eline hiçbir şey vermemek dolayısı ile
yeryüzü servetlerini harcamamak ve de onların öfkelerine hedef olmamak mümkün
mü?
Hem onlara hiçbir şey vermeyeceksiniz, hem ellerinde ne var ne yok alacaksınız.
Bunu yaparken suç işlemiş de olmayacaksınız ve de ceplerini boşalttıklarınız
buna itiraz etmeyecekler.
Sanırım bu 30 yıl önce
bile ancak BÜYÜ ya da mucize ile açıklanabilecek bir şey olabilirdi. Şimdi bunu
yapabilmenin adına sanal alem, metaverse, kripto para vs. diyoruz.
Birkaç örnek vermeye çalışalım:
Dikkat edilirse mesela sanal oyunlarda satın alınan SANAL yetenekler, kahramanlar, uygulamalar, metalar vs. ile satın alınan her şey SANALken ödemeler gerçek değerler ile yapılmak zorunda kalınır. 2019 yılını 145 milyar dolarlık bir pazar hacmi ile kapatan oyun sektörü, 2020 ve 2021 yıllarında sırasıyla 174 milyar dolar ve 198 milyar dolar seviyelerine ulaştı. 2021 yılında sanal oyuncu sayısı 3 milyar insanı buldu[27]. Büyük bir kısmı alt tabakalardan olan bu insanların servetleri üst tabakalara kaydı. Alt tabakaların bu servetler karşılığında satın aldıkları tam anlamı ile HİÇ BİR ŞEY’di. Ve bu süreçte neredeyse hiç çöp çıkmadı.
Diğer yandan bu sürecin bir
başka ve çok önemli bir etkisi daha var: Sürece itiraz etme, dünyayı
değiştirme, Paris’i yakma potansiyeli olan tek yaş grubu DELİKANLILAR/genç
erkekler SANAL HAPİSHANELERDE yollarını kaybettiler. Böylece belki de insanlık
tarihinin en kalabalığı olmasına rağmen en az muhalefet eden, en az itiraz
eden, en itaatkâr fakirleri ortaya çıktı.
Sanal seksle metaverse
ortamında kazanılan sadece başka insanlardan gelebilecek hastalıklara karşı
güvenli seks ve sıradan insanların gerçek hayatta asla ulaşılamayacakları
kişilerin üç boyutlu hologramları ile UCUZA seks imkânı değildir (Üstelik
dilediği ölçülerde, dilediği ortamlarda, dilediği şartlarda): Özellikle erkekler
ömür boyu ödeyecekleri nafaka problemlerinden; uğrayabilecekleri tecavüz, taciz
ve şiddet iftiralarından; kadının hamile kalması ile çocuğa ve annesine
edilecek bir ömür boyu kölelik(?) gibi risklerden de kurtulurlar. Kadınlar da tecavüz,
taciz, şiddet ve hamile kalma riski olmadan; ırz, namus, iffet, şeref, bekâret gibi
sınırlamalara takılmadan diledikleri ile birlikte olma şansı(?) yakalamış olurlar.
Kaynanalar da gri gelmemek üzere tamamen ortalıktan kaybolmuştur J.
Diğer yandan kadın erkek
ilişkilerinin getirdiği örfi, geleneksel veya mecburi ilişkilerin harcamaları
ve problemlerin yansıdığı kamusal süreçlerden de (Flört, nişan, söz, evlilik, mahkemeler,
davalar, adli süreçler, polisler, hâkimler, avukatlar, velayet sorunları,
gelmeler, gitmeler vs.) kurtulmuş olacağımızdan yeryüzü kaynaklarının
harcanması da azalmış olacaktır. Zira genelde erkek de kadın da kaynaklarını en
çok karşı cinsi etkileyebilmek veya çocuklarının bakımı için harcar. Sanaldaki
seks, kalabalıkların servetlerini sanal âlemin patronlarına taşırken onlara ne
aile, ne çocuk, ne eş ne de akrabalar verir.
Sanal âlem bize, METAVERSE ortamında sanal arsa, ev, yat kat satın alma imkânı
da verir. İnsanların metaverse’de aldıkları arsalarda piknik yapıp çöplerini
oraya bırakmaları dolayısı ile çevreyi kirletmeleri söz konusu değildir.
Arsalar tertemiz onları bekler. Peki, gerçek değerler verip aldıkları metaverse’deki
arsalarla insanların gerçekte aldıkları şey nedir? İnsanlara hiçbir şey
vermeden, kanunlara uygun şekilde, kendi rızaları ile isyana sebep olmadan
ellerindekileri almanın bir yolu da sanırım bu.
Bir giyim markasının
metaverse ortamında kuracağı satış reyonundan satış yapması binlerce mağaza
kurmak için ihtiyacımız olan yeryüzü kaynaklarının harcanmasını önleyecek,
zamanla bu mağazalardan çıkan çöplerden ve mağazaların çöpe dönüşüp başımıza
bela olmasından da bizi koruyacaktır. Üstelik ihtiyaç duyulacak insani personel
minimuma düşeceğinden personel giderleri çok azalacak, mağazaya geliş gidiş ve eşya
nakliyesi sırasındaki yakıt tüketimi de ortadan kalkacaktır. İnsanların,
bilgisayar ya da telefon başında iken, oldukları yerden ürünleri sanal olarak
giyinip çıkarabilmeleri geri dönüşleri de oldukça azaltacaktır. Böylece sanal
alışverişler, üretim ve satış süreçleri esnasında ihtiyaç olan yeryüzü
kaynaklarının tüketilmesini minimuma indirirken aradan çıkardığı toptancılar,
küçük esnaf, personel ve nakliyeciler vs. ile sermayenin kârını da maksimuma çıkaracaktır. Yeter ki,
alternatif piyasalar devreye girip ürünlerin kalabalıkların eline “Ucuza” geçmesine
imkân vermesin.
Ya da kripto paralar patladığında elde ne kalır? Kime dava açılır, hak nerede
aranır?
İtirazları Sindirebilmek için İnsan
Haklarının Kısılması Şart
Kalabalıkların gelirlerinin düşürülmesi ve alıştıkları yaşam standardından
edilmeleri büyük itirazlara gebe sanırım. İçinden geçtiğimiz pandemi sürecinde
ellerinden alınan Haklarını, getirilen sokağa çıkma yasaklarını, takip ve
gözetleme sistemlerini vs. kalabalıklardan gelebilecek itirazları kontrol ve
bastırma üzerine bir ön çalışma olarak değerlendirmek fazla komplocu bir
yaklaşım gibi gelebilir. Muhtemelen Hayvan Hakları seviyesinin İNSAN Hakları seviyesi
ile eşitlenme sürecinin tüm dünyada aynı zamana denk gelmesi de bir tesadüftür.
Ancak bizim kanaatimiz,
Noah Harari’nin Homo Deus eserinde yazdığı gibi “fakirler çok daha azı ile yetinmeyi
öğrenecekler” (daha doğrusu öğretecekler) şeklinde. Hatta, eğer “Üç sene önceki
hayat standardımı koruyorum” diyebilenlerin yüzdesi hesap edilirse, “daha az
harcayarak yaşamaya” başladık bile denilebilir, diye düşünüyorum.
Bunun sonunda huzurlu bir dünya kurulabilecek
mi?
Sanmıyoruz. Zira kurulan model şöyle bir varsayımın üzerine inşa ediliyor gibi:
Eğer rekabet ortamını engeller ve kaynakların kullanımını sorumluluk sahibi(!)
tekellerin ellerine verirsek, dünya ekonomisini ve hareketliliği yavaşlatıp,
disiplin altına alır böylece yeryüzü kaynaklarının boşa harcanmasını
engelleyebiliriz. Bu aynı zamanda büyük kartellere yüksek karlar vermek
anlamına da geleceğinden, egemenler yeterince sürekli gelire ve sermayeye
ulaşmış olacaklarından, sorumluluklarının gereği boşa çıkan büyük çoğunluğun zaruri
ihtiyaçlarını karşılamada gönüllü olacaklardır.
Ancak şu ana kadar paraya
ya da güce doymuş herhangi bir kapitaliste rastlamış olmamamız, fakirlerin daha
da fakirleştirilerek ellerindeki her şeyin alınmakta olduğunu haber veren şu
süreçten şüphelenmemiz ve bir manipülasyona maruz kalmış olabileceğimizden
korkmamız için yeterli sebep değil midir?
Üstelik bizim atalarımız
“Biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar” derken huzurun ancak
teavün/paylaşım ile gelebileceğini, değilse boğuşmanın kaçınılmaz olduğunu ikaz
etmeye çalışırlar. Bu öğüt çerçevesinde bakarsak yeryüzü servetlerini birkaç
sömürgecinin eline teslim ederek kalabalıkların tamamen güçsüz ve edilgen
kılındıkları bir süreçten hayır çıkma ihtimali en azından fakirler için oldukça
zor gibi duruyor.
Diğer taraftan sorunu üreten kapitalistlerin, “kendilerine değil de fakirlere
ceza kesiyor olmalarına” ve çözüm olarak yine kendilerini İşaret edip “bize
güvenin” demelerine teslim olmak da sorunlu bir ruh hâline işaret ediyor değil
midir?
Sonuç:
Dinlerin, İnsan vicdanına
seslenerek “israf haramdır. Kanaat insanın en büyük zenginliğidir” diyerek hiç
kimsenin başına bir bekçi dikmeden, milyarlarca dolar harcamandan, gözetleme ve
takip sistemleri kurmadan ve insani haklarını kısıtlamadan çözdükleri sorunu,
Tanrı’yı öldürdüklerini söyleyen egemenler kitlelerle savaşarak, hem insani hem
de vicdani olarak insan onurunu ayaklar altına alarak çözme yolundalar.
Egemenlerin her şeyi değiştirmeye çalışıyor
olmaları aslında hiçbir şeyin değiştirilmemesi için gösterdikleri gayretten
ibaret. Egemenler kendi sorumlu oldukları krizden bizi değil kendilerini
kurtarmanın derdindeler; yani yerleştikleri fakir halkların sırtından inmeye
hiç niyetleri yok, kanaatindeyiz.
Dünyanın tüm servetlerini 50-100 kişilik
topluluğunun elinde toplayan bir sistemi daha adil bir paylaşıma zorlamak
yerine milyarlarca insanı çok daha azı ile yetinmeye hatta açlığa mahkûm eden
sistemi devam ettirmenin yolunu arıyorlar. Eğer başarabilirlerse “dünyadaki zenginliklerin dağılımındaki
adaletsizlik piramidi hiçbir şekilde değişmeyecek” [28] gibi
duruyor.
Bizim ilmimiz buna yetti Allah doğrusunu bilir.
(Bu yazıyı biraz daha uzatma niyetindeydik lakin heyecanımız tükendi.)
ZEYL: Çözüm ne? Diyeceklere:
Eğer fakir ve güçsüzler beraberce itiraz etmenin yolunu bulamazlarsa sanırım
onlar için hiçbir çözüm yok, diye düşünüyorum. Görüldüğü gibi “çözüm ne?”
sorusu, “Beraber hareket etmenin, beraberce itiraz etmenin, beraberce
konuşabilmenin, birbirimizi dinleyebilmenin yolunu bulabilir miyiz?” sorusuna
evriliyor.
Ahmet Hakan Çakıcı
Rebiülahir 1444 / ALANYA
[1] E.F.
Schumacher, Küçük Güzeldir
[2] E.F.
Schumacher, Küçük Güzeldir s:27 Ekonomik
anlamda yanlış yaşamamız, aç gözlülük ve kıskançlığı sistemli olarak besleyerek
hiçbir şekilde gerekçesi olmayan bir sürü gereksinim yaratmamızda
müteşekkildir. Açgözlülük kıskançlığında yardım ile çağdaş insanın efendisi
olmasaydı, giderek daha yüksek “ yaşam düzeyleri” ne erişildikçe ekonomizmin
çılgınlığı zamanla geçer giderdi Oysa ekonomik çıkarlarını en acımasızca
sürdürenler en varlıklı toplumlar olmaktadır.
[3] https://www.hertaraf.com/haber-tarihin-sonu-ertelendi-yuval-harari-9750
[4] S: 92
[5] Nihayet
Dergi, Mayıs 2022, Ahmet C. Kahraman, Değişen Atık ve Adaleti Uzayda Aramak
[6] https://www.youtube.com/watch?v=XTm4JKlPvX4
[7] Nihayet
Dergi, Mayıs 2022,M. Şeker-F.N. Tanyeri, Sokak Toplayıcılarının Sosyo-Ekonomik
Yapısı Araştırması
[8] Nihayet
Dergi, Mayıs 2022, Onur Uludağ, Ev ve Ofis Kaynaklı Tehlikeli Atıklar
[9] Nihayet
Dergi, Mayıs 2022, Rıfat Ü. Sayman, Elektronik Atık Geri Dönüşüm Oranları
Artırılmalı
[10] https://www.webtekno.com/turkiye-nasil-oldu-da-ingiltere-den-en-fazla-plastik-cop-ithal-eden-ikinci-ulke-oldu-h60241.html
[11] https://www.referansturk.com/abde-ithal-edilen-gidanin-5te-biri-cope-gidiyor-haber-37009
[12] E.F.
Schumacher, Küçük Güzeldir, s:31
[13] https://batiraporu.com/genel/ingilterede-evsiz-sayisi-her-gecen-gun-artiyor/
[14] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/ingilterede-genc-evsizlerin-5-yilda-yuzde-40-arttigi-tahmin-ediliyor/2395785
[15] https://www.dw.com/tr/bagw-almanyada-evsizlerin-say%C4%B1s%C4%B1-bir-milyonu-ge%C3%A7mi%C5%9F-olabilir/a-46856148
[16] https://www.ensonhaber.com/yasam/turkiyede-nufusun-sehir-ve-kirsala-gore-dagilimi
[17]https://www.indyturk.com/node/190906/d%C3%BCnyadan-sesler/amerikan%C4%B1n-sorunlar%C4%B1n%C4%B1n-%C3%A7%C3%B6z%C3%BCm%C3%BC-kapitalizm-de%C4%9Fil-kapitalizm-sorunun-ta
[18] Zariyat Suresi 19. Ayet-i kerime: “Onların
mallarında isteyen ve istemeyen yoksullar için bir hak vardır.”
[19] A.F
Schumacher’in kitabına alıntıladığı, Lev Tolstoy’un, İngilizlerin yönettiği
Hindistan’ın durumunu anlatmak çin yaptığı betimleme.
[20] https://www.webtekno.com/abd-temiz-enerji-nukleer-enerji-h108293.html
[21] https://tr.euronews.com/2022/02/02/ab-komisyonu-nukleer-enerji-ve-dogal-gaz-surdurulebilir-enerji-yat-r-m-olarak-s-n-fland-r-
[22] Sorunun
ilhamı Kevin Robins: İmaj, Görmenin
Kültür ve Politikası’ndan
[23] https://www.reuters.com/business/energy/us-diesel-shortage-increasingly-likely-until-economy-slows-kemp-2022-10-27/
[24] http://www.tezcanmahmut.com/planli-eskitme-buz-daginin-gorunmeyen-kismi/
[25] https://t24.com.tr/haber/greta-thunberg-neden-turkiye-yi-bm-ye-sikayet-etti,840812?ysclid=lae3gdc8yy903837815
[26] Haşr
Suresi 7. Ayet: Allah'ın fethedilen ülkeler halkından peygamberine verdiği
ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar
içindir. Bu taksim, malların içinizden yalnız zenginler arasında
dolaşan bir devlet olmaması içindir. Peygamber size ne verdiyse onu alınız, size
ne yasakladıysa ondan da sakınınız. Allah'a saygılı olunuz, çünkü Allah'ın
azabı çetindir.
[27] https://home.kpmg/tr/tr/home/medya/press-releases/2022/01/oyun-sektorunde-trendler-ve-birlesme-ve-satin-alma-islemleri.html
[28] Vurgu
bu yazıdan alınmıştır. https://www.teneremedya.com/2021/05/hicbir-seyi-degistirmemek-icin-her-seyi-degistirmek-2/
0 yorum:
Yorum Gönder