Küçük Güzeldir ve Yeni Dünya Düzeni

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 16 Ara 2022 0 yorum

Küçük Güzeldir ve Yeni Dünya Düzeni-1

Tüketim Çılgınlığı

En açık gerçekler, en kolay unutulanlardır.

R.H. Tawney 

Amerikan Beyaz Taçlı Serçeleri göç mevsiminde Alaska’dan Meksika Körfezine sadece 7 günde uçarlar ve bu yolculuk boyunca hiç uyumazlar. Bu durumu fark eden Amerika Savunma Bakanlığı başta Wisconsin’in Madison kentinde olmak üzere birkaç üniversite ve araştırma enstitüsünü Pentagon’un finansmanı ile “Bu kuşlardan elde edilecek bilgilerin insanlara nasıl uygulanabileceğini” araştırmaya yönlendirdi.

Ancak serçelerle ilgilenen sadece Amerikan Ordusu değildi; uykusuz Beyaz Taçlı Serçeler sermaye sahibi kapitalistlerin de dikkatini çekmişti.

Amerikan Ordusunun amacı “7 gün 24 saat uyumadan savaşabilen insanlar üretebilir miyiz” iken, kapitalist girişimcilerin niyetini şu cümle sanırım açıklıyor: “İnsan ömrünün 3’te 1’i uykuda geçiyor. Bu sürede ne bir şey üretiyor ne de tüketiyorlar. Ne bir şey satın alıyor ne de satıyorlar. Bu, sahip olduğumuz pazar potansiyelinin ancak 3’te 2’sini kullanabildiğimiz, 3’te1’inin ise boş yere harcanıp gittiği anlamına geliyor. Uykuda geçen zamanı ekonominin içine çekebilmeliyiz.”

Bir başkası ise hedefi, “insanlara uykularını satmak” olarak tanımlıyordu ve kendisine gelen,

-“İnsanlar, kafalarını yastığa koyarak kendiliklerinden uyuyabiliyorlar. Bunun için neden para ödesinler?” sorusunu şöyle cevaplandırıyordu:

- Ticari yetenek ya da deha olmayınca yapılmak isteneni anlamamanız normal: Yüz yıl önce bizim öncülerimize, “İnsanlara ne satabiliriz?” diye sorduklarında benim atalarım “İnsanlar en çok su içiyorlar; onlara su satabiliriz” cevabı vermişlerdi. Bunun üzerine sizin atalarınız onlara karşı çıkmış ve “Yağmurlar, göller, nehirler, ırmaklar, dereler, pınarlar, kuyular “bedava” su taşıyorken, insanlar, neden suya para versinler?” diye itiraz etmişlerdi. “Biz onları öylesine korkuttuk, öylesine korkuttuk ki; artık para vermeden su içemiyorlar!”

Kesinlikle bunu yaptılar

Modern insan, nereden doldurulduğu belli olmayan, çeşitli kimyasallar katılarak sabit bir tada ayarlanan, haftalarca belki aylarca kanserojen plastik şişelerde bir soğuyup bir ısınarak iyice bayatlayan suları, “temiz”, “sağlıklı” diye içebilirken “kaynağından” kaynayan taptaze suları içmekte tereddüt eder hale geldi.  

Jonathan Crary’nin 7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu isimli eserinden alıntıladığımız bu anekdot; egemenlerin bütün dünya ekonomisine devasa darbeler vurarak yeni bir ekonomik düzene (New World Order) geçişe neden ihtiyaç duyduklarını anlamak için kaynak olarak kullanacağımız Ernst Friedrich Schumacher’in “Küçük Güzeldir” eserine giriş için oldukça iyi bir örnek olduğunu düşündük.

Sayın Schumacher mevcut ekonominin nereye gidip saplanacağını daha 1972’lerde yazmış ve bunun için çözüm önerilerinde de bulunmuştu. Kitaba girmeden önce mevcut duruma nasıl geldiğimizi, bu ekonominin nasıl var edildiğini dolayısı ile son 100 yıllık süreci kaba ve yüzeysel bir şekilde olsa da özetlemek istiyoruz. Eğer bunu başarabilirsek derdimizi anlatmanın çok kolaylaşacağını ümit ediyorum.   

Tüketimin Hızlandırılması

 En azından bir yüzyıl daha kendimizi ve ikna edebildiğimiz herkesi, ‘İyi’nin ‘Kötü’, ‘Kötü’nün ise ‘İyi’ olduğuna inandırabilmeliyiz. Çünkü ‘Kötü’ işe yarar, ‘İyi’ işe yaramaz. Açgözlülük, bencillik(cimrilik) ve hırs bir süre daha kutsal Tanrılarımız olmaya devam etmeli.[1]
John M. Keynes

Makinelerin, sanayi devrimi sonrası üretim süreçlerinin parçası olması ve Henry Ford’un bant modelini sanayinin hizmetine vermesi ile sanayicilerin üretim kapasiteleri müthiş rakamlara çıktı. Önceleri 2 kişinin ancak 6 ayda dokuyabildiği bir halı artık bir tek günde dokunulabiliyordu. Hatta makinelerin daha da gelişmesi ve atölyelerin büyük fabrikalara dönüşmesi ile günde yüzlerce halı dokunabilir oldu.

Bu durum sanayiciyi daha 1900’lü yıllarda büyük bir sorun ile karşı karşıya bıraktı: Bu kadar hızlı ve fazla miktarda üretilen işlenmiş mamul kime satılacaktı? Örneğimizden hareket edersek, sanayi devrimi öncesi 6 ayda 1 halı müşterisine ihtiyacımız varken, şimdi, günde yüzlerce halı müşterisine ihtiyacımız var. Üstelik hiç kimsenin bilmediği, ne işe yaracakları meçhul ve bir ihtiyaç çerçevesinde üretilmemiş “yeni sanayi ürünlerinin” piyasaları nasıl oluşturulacaktı? Müşteri bilmediği ve ihtiyacını hissetmediği şeyleri almaya nasıl ikna edilecekti?   

Ford Modeli

Henry Ford buna kendi çapında bir çözüm buldu: İşçilerine verdiği maaşı yükselterek onları araba taksitlerini ödeyebilecek hale getirip, işçilerini kendine müşteri edindi. Böylece işçilere verilen para fabrikaya geri dönecek yani sadaka saraydan çıkmayacak, işçilerin emeği neredeyse bedavaya gelecek ve üretim maliyetleri aşağıya düşecekti. Ancak bu, sorunu tam olarak çözmüyordu. Zira üretilen araba sayısı oldukça fazlaydı ve işçiler her gün araba alamazdı.

Kapitalizmin 4 yeni hizmetkârı: Sosyoloji, Psikoloji, Reklamcılık ve Medya

İşe yaramaz(!) Tanrı çoktan öldürülmüş ve ayak bağı olmasının önüne geçilmişti. Yeni dönemin Tanrısı “kâr”dı. Önce Nietzsche şimdi de ünlü İngiliz iktisatçı Keynes bize, Yüce KÂR Hazretlerine hizmet edip, sadık bir kul olabilmek için gerekli olan yeni kutsal teslisi tanımladılar: “Bencillik, Aç Gözlülük ve Hırs”. İş dünyasından bu kutsallara itiraz edebilecek kimse yoktu. Keynes eğer bir yüzyıl daha KÂR Tanrısına tapınıp bu teslisi kutsamaya devam edersek piyasanın herkese yetecek kadar işi, dolayısı ile maaşı üreteceğini, böylece işsizlikle birlikte fakirlik ve yoksulluğun da yok olacağını ve toplumların çok daha mutlu bir hayata erişeceklerini öngörüyordu.

Ünlü İngiliz filozof, ekonomist ve parlamenteri John Stuart Mill’in daha 1850’lerde itiraf ettiği gibi “Bilim” uzun zamandır zaten “bu yolda” sermayenin hizmetindeydi. O ve prestij verilip, beslenip kuvvetlendirilerek hizmetine verilmiş sosyoloji, antropoloji ve psikolojiden kalabalıkların formüllerini bulmaları, ceplerinin kilitlerini kırmaları, hızlı tüketimin önünü açmaları ve yeni pazarlar yaratmaları istendi.

Sermaye, onların kitleleri büyülemek için geliştirdikleri formüllerin ve fark ettikleri zaafların etkin şekilde kullanılabilmesi için iki ileri santraforu daha kadroya kattı: Reklamcılık ve Medya.

Özellikle iletişim araçlarının (TV, gazete, dergi ve radyonun) günlük hayata girmesi ile insani duyguları ve toplumsal davranışları etkileme ve yönlendirme noktasında Firavun ’un büyücülerini kıskançlıktan çatlatabilecek bir güce sahip olan sermaye, kitleleri tüketmeye yönlendirerek fakirlerin servetlerinin yukarı tabakalara taşınması sürecinde müthiş bir güce ulaştı.

Az önce anlattığımız beyaz taçlı Amerikan serçe kuşlarının hikâyesinde olduğu gibi. (Bkz: Özgürlük Meşaleleri)

Reklamcılık ve Medya: Moda ve Model

Sermayenin depolarında birikmeye başlayan mallarına pazar bulma sorununu aşmak için geliştirilen en etkili yöntemlerden biri de medya destekli MODA oldu. Moda ile normal şartlar altında 15-20 sene giyilebilecek kıyafetler, birkaç nesil dayanan mobilyalar, 20-30 sene kullanılabilen eşyalar ve pek çok diğer meta “modası geçmiş”; modası geçmiş bir şeyi kullanmak da eziklik, kabalık, gerilik, bedevilik, köylülükmüş gibi lanse edilerek özellikle gösterişten beslenen şımarık, parazit varlıklı zümre üzerinde psikolojik baskı kuruldu. Bu zümre yaz modası, güz modası, kış modası, bahar modası denilerek yılda 4 sefer gardırop yenilemeye hatta bir giydiği kıyafeti bir daha giymemeye bile zorlanıldı.

Aslında moda geçmiş nesillerde de vardı ancak değişim periyodları 40-50 seneden aşağı olmayan ve sadece en üst tabaka asiller ve saray çevresinde dolanan bir şımarıklık/gösteriş merakı iken devreye medya ve TV’nin girmesi ile toplumun en alt tabakalarını dahi etkileyebilen bir cereyana dönüştürüldü.

Aynı süreç elektronik cihazlarda MODEL kelimesi üzerinden işletildi: Tüm teknik özellikleri aynı olan 1 yaşını bile doldurmamış arabalar farlarında ya da kaputun görünen herhangi bir yerinde ufak bir değişiklik ile ESKİ model ilan edildiler.

Ya da yeni ürünün ESKİ(?) üründen üstünlüklerine vurgu yapılarak, elinde bir önceki model ürün bulunanlara EKSİKLİK duygusu hissettirildi.

EN SON modeli takip etmek adeta bir fetiş haline getirilerek, son modayı, en son modeli takip edemeyenler FAKİR ilan edildiler, fakir görünmek, modayı takip edememek lanetli bir şeymiş hissi özellikle yeni nesil üzerinden topluma yayılmaya çalışıldı.

Tek kıyafetin her şeye yettiği dedelerin; çalışırken başka, dinlenirken başka, yürürken başka, koşarken başka, otururken başka, yatarken başka, bisiklet sürerken başka, at binerken başka, tırmanırken başka, işte başka, yolda başka, evde başka, hafta sonu başka, hafta içi başka, girerken başka çıkarken başka kıyafet giymek zorunda kalan(?) “gösteriş düşkünü” torunları böylece caddeleri ve mağazaları dolduruverdi.

Kanaat kelimesinin toplumların dilinden düşürülüp, sürekli YENİnin peşinde koşmanın insani bir erdem diye sunulmaya başlandığı bu yıllarda satışlar büyük bir patlama yapmış olduysa da bu kapitalizmin üretim hırsına dolayısı ile ihtiraslarını tatmin etmeye yetmiyordu. Sistemin her sene daha fazla satış rakamına ulaşma zarureti yeni piyasalar istiyordu.

Planlı Eskitme

Sosyoloji ve psikolojisinin bireysel ve kitlesel olarak insanları yönlendirme konusunda sanatkârane kullanımına verilebilecek harika bir örnek olan, kadınların “sigara yakarak ataerkil düzene karşı geldikleri”(!) propagandası üzerinden sigara tiryakilerine dönüştürüldükleri 1929 yılında ABD’li bir emlak komisyoncusu olan Bernard London fabrikalarda yığılmaya başlayan ürünleri eritmek, işçi çıkarmaları durdurmak ve ekonomiyi yeniden hızlandırmak için ‘üretilen her malın üzerine bir son kullanma tarihi konulmasını ve bu tarihten sonra ürünlerin kullanılmasının yasaklanmasını’ önerdi.

Son kullanma tarihi dolan ürünler devlete iade edilecek, son kullanma tarihi dolmasına rağmen ürünleri iade etmeyenler veya kullanmaya devam edenler, hapis ya da para cezasına çarptırılacaktı. Böylece “

Pazar” sürekli mala ihtiyaç duyacak, işsizlere iş çıkacak ve sermayenin sürekli artan para ihtiyacı karşılanmış olacaktı.

Son kullanım tarihi uygulaması, tatbikinin mümkün görülmemesi ve toplumlar içinde büyük gerilimlere neden olacağı düşünülerek hayata geçirilmedi. Ama Bernard London’un kullandığı bir terim sermayeye bir başka yöntem için ilham kaynağı oldu: Planlı Eskitme.

Planlı eskitmenin mantığı şuydu: Sanayiciler ürettikleri ürünün üzerindeki bazı parçaları dayanması gereken ömürden çok daha kısa ömürlü üretecek ve bu parça, tam da garantinin bitiminde bozularak tüketiciyi yeni bir ürün almak ya da ürüne bir masraf yapmak zorunda bırakacaktı.

Çok bilinen bir örnek: 1901 yılında ABD, Kaliforniya’da bir itfaiye binasına takılan ampul aradan 121 yıl geçmesine rağmen hala yanmakta. 1901’de üretilen ampul, 1 Milyon 60 bin saatten daha fazla saattir yanarken geçen süre zarfında teknolojide büyük bir gelişme olmuş olmasına rağmen bugünün ampulleri ancak birkaç ay yani 300-500 saat dayanabilirler. Çünkü artık ARGE birimleri ve teknoloji mühendisleri, ürünün ömrünü uzatmak, dayanıklı ve güvenilir kılmak için değil; ürünün piyasadaki döngüsünü hızlandırmak/yani kolayca bozulmasını sağlamak için çalışıyorlar. Lamba üreticisi firmalar bu konuda öylesine ciddidirler ki, kendi aralarında Phoebus Karteli denen bir örgütlenmeye giderek birbirlerinin ürettikleri ürünün uzun ömürlü olmaması için kontrol mekanizması dahi kurmuşlardır.

Piyasada çok bilinen başka bir örnek de naylon çoraplardır: Du Pont firması 15 Mayıs 1940 tarihinde naylon çorapları piyasaya sürdüğünde reklamını, bir aracı diğer araca çektirmek için iki araç arasında çekme halatı olarak kullandığı naylon kadın çorabı ile yapar. “Ömür boyu” dayanıklı diye piyasaya sunulan çoraplar dört gün içinde dört milyon çift satılmış, modern ülkelerin kadınları, reklamcıların “daha seksi” gösteriyor diye lanse ettikleri bu dayanıklı, mucize çorapların peşine düşmüş adeta kapışmıştı.

Ancak piyasa, “ömür boyu giyilebilen” çoraplara sadece 4 senede doyunca, Du Pont’un satışları her sene bir önceki senenin yarısına düşmeye başladı. Bunun üzerine Du Pont firması da ARGE mühendislerine ürünlerin ömürlerini kısaltmak için çalışma emri verdi. Kısa süre içinde, ömürlük kadın çorapları, sadece tek sefer giyilme ile “kaçan” çoraplara dönüştürüldü.

Kısa sürede planlı eskitme, 1-2 sektör için değil tüm endüstri için kural hale geldi. Artık 10-15 yıl giyilebilen ayakkabıların, kıyafetlerin, oyuncakların ömürleri kısalsın diye hammaddelerine insana zararlı bazı kimyasallar katılıyor ya da kimyasal alaşımlarda bekletiliyorlardı. Bu yolla normalde birkaç on yıl gidebilecek yünlü, pamuklu kumaşlar 2-3 yıkamadan sonra afiyetle giyilemeyecek hale gelebiliyorlardı. Bu kadar yaygın bir durumdur ki, insanlar devamlı olarak eşyanın ömrünü eriten kimyasallara maruz bırakılmış kanserojen oyuncaklara, kıyafetlere karşı uyarılır halde geldiler.   

Dikkat edilirse bu arada çok büyük bir zihniyet dönüşümü yaşanmış oldu. Artık piyasada firmanın ya da ürünün piyasa değerini belirleyen, ürünün dayanıklı ve kaliteli olması değil, ürününün, topluma dayatabildiği döngünün kısalığı olmuştu.

Tüketmek için Tüketmek

“Tüketim için tüketmek”; aç gözlülük, kıskançlık ve EGO’yu sistemli olarak besleyerek, aslında hiç de gerekli olmayan şeylerden bir sürü ihtiyaç yaratmamızdan müteşekkildir.
E.F. Schumacher

Büyük kapitalist Sanayi, “Tüketmek için tüketen, tüketerek kendisini ifade eden veya tanımlayan, tükettiği için sosyal statü atlayan, tüketimine göre sosyal hiyerarşide yer bulan, “bir insan modelini sistemli olarak medya üzerinden aç gözlülüğü, kıskançlığı, gösterişi, egoyu ve hırsı besleyerek ve bunların önünde engel olan geleneksel ve dini değerleri aşağılayarak, alaya alarak var etti. Böylece toplumlarda kitleler için gerçekte ihtiyaç olmayan bir sürü arzu nesnesi ihtiyaç olarak tanımlanabildi.[2] Market arabasına doldurduğu birçok şeyi neden aldığını bilmeyen, para harcayarak mutlu olan, alış veriş yaparak rahatlayan, ellerinde ihtiyacı olmayan pek çok şeyle evinin kapısına varan ve daha içeri girmeden onlardan kurtulmak için yol arayan, tüketmek için tüketen bir insani modeli, insan psikolojisinin zaaflarını keşfederek var etmeyi başardılar. 

Bunlar ve benzeri yollarla tüketim döngüsü ve piyasa, müthiş bir hıza çıkarılabildi.

Kredilendirme

Ancak tüketim hızı, bu ve benzeri yollarda müthiş bir rakama çıkarılınca bir başka sorun ortaya çıktı: Tüketicinin müthiş hızlandırılmış bu tüketim döngüsüne ayak uydurması, MODA’yı ve MODEL’i, piyasayı sürekli dinamik tutabilecek bir hızda takip edebilmesi mümkün değildi. Çünkü hiçbir ülkenin ve toplumun böylesi büyük bir hızla işleyen tüketim döngüsünü ve israf ekonomisini karşılayabilecek bir geliri yoktu. Bu noktada küresel şirketler ulus devletleri zorlayarak onları gerçek değerler (tarla, bağ, bahçe, ev, arsa vs.) karşılığında kitlelere, bankalar üzerinden kredi vermeye zorlarken kendileri de onlara bol keseden kredi kartı dağıttılar.

Zira tüketim döngüsü hızını, sürekli artan konumda tutmak ancak kitlelere verilecek her gün daha fazla kaynak ile mümkündü. Bu da geri dönmeyeceğini bile bile hem ulus devletlere hem de kitlelere devamlı yeni yeni krediler vermekle mümkün olabiliyordu.

Kalkınma Tuzağı

Küresel şirket, gelişmekte olan ülkelere yükte hafif pahada ağır ürünleri üretmemesi karşılığında “kalkınması için” ucuz kredi veriyor ve bunu toplumlarına dağıtmaları için zorluyordu. Devlet, memur ve emekli maaşları ve bankalar üzerinden ucuz kredi ile aldığı bu paraları topluma dağıtıyordu. Toplum, eline geçen parayı akıllı telefon, bilgisayar, akıllı saat, tablet, lüks araba gibi yerel devletin üretmesinin yasak olduğu ürünlere harcarken, piyasaları da döndürmüş oluyordu. Diğer taraftan para geldiği yere dönerken ulus devlet bir kat daha borçlanmış, halk da kredi, haciz, ipotek şeytan üçgenine çekilerek toplumların GERÇEK mülkleri -sanal değerlerle yer değiştirilerek- egemenlerin mülkü haline getirilmiş oluyordu. Sonuçta kalkınmak için yola çıkan ulus devlet kalkınamadığı gibi kendisini ve halkını da büyük bir borç batağına saplarken kendi esareti üzerine de zincir üzerine zincir vurmuş oluyordu.

Artık Batılı ve gelişmekte olan ülkelerin sıradan insanları, 100 yıl önce kralların dahi sahip olmadığı bir konfora, tüketime ve -kullan at kültürünün getirdiği- tüketim hızına erişmiş oldular. Her sene araba değiştirmek; onlarca kıyafet, ayakkabı vs. sahibi olmak; yazlık, kışlık, köylük, yaylalık, şehirlik birkaç evde aynı anda oturmak; gözü alıştığı için mobilya değiştirmek, 15-20 hatta 30 yaşlarına gelmiş ergenliği bitmeyenlere ya da adam olamayanlara binlerce liralık OYUNCAK telefon, saat, bilgisayar almak ve her şeyi kullanıp atmak gibi geçmiş dönemde saraylarda dahi rastlanamayacak şımarıklıklar toplumlarda sıradanlaştı.

Ancak süreç birçok bakımdan tıkandı.

Sorunlar, Sorunlar…

Süreç mükemmel işlemiyor: Sorunlar, Sorunlar…

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Barry Commoner’in uyardığı gibi önümüze çıkan sorunlar, kaza ile ya da bir hata neticesi önümüze çıkmış sorunlar değil; dünya çapında kurulan ekonomik yapının ve teknolojik başarıların zorunlu sonucu olarak karşımıza çıkmış problemlerdir. Dolayısı ile yapacağımız bazı teknik ya da idari düzenlemeler ile onları çözüp yolumuzdan kaldırmamız mümkün değil.

Noah Harari, tüm sorunların anası olarak büyük kitlelerin işlevsiz ve hayalsiz kalması olduğunu düşünüyor[3]. Ancak bu tespitte ufak bir saptırma olabileceğinden şüpheleniyorum. Zira gelen teknolojik yenilenmeler ve yapay zekâ uygulamaları neticesinde fakirlerin işlevsiz kaldıklarını fark ve tespit edenler fakirler değil, gücü ve sermayeyi elinde tutan egemenler. Fakirlerin durumdan şikâyetçi olduklarına dair henüz elimizde herhangi bir veri yokken, aksine zenginler çok huzursuz. Sanırım fakirler, her geçen gün biraz daha fazla sermaye sahibi egemenlerin gözüne; hiçbir şey üretmediği halde yüksek hayat standardı isteyen, kurtulunması gereken baş belası parazitler olarak görünüyor.

Müsaadenizle hem bu bakışa neden olan sebepleri hem de sistemi kilitleyen sorunları birlikte konuşmaya çalışalım:

1-   Sürekli büyümek imkânsız

Sistem, sürekli daha fazla büyüme üzerine kurulu ancak sürekli büyümek imkânsız.

Her sene daha fazla ciro, daha fazla üretim, daha fazla satış, daha fazla gelir, daha fazla müşteri bulma zorunluluğunu ifade ederken ABD Ekonomik Danışmanlar Konseyine Başkanlık etmiş olan Prof Walter Heller, dünyanın her tarafında rastlanabilecek hemen her politikacının ağzından dökülebilecek şu cümleleri kullanmıştı: “Ulusumuzun emellerini yerine getirebilmemiz için iktisaden genişlememiz gerekmekte. Sürekli ekonomik büyüme olmadan başarılı olma ihtimali olduğuna inanmıyorum[4]”. Sanırım haksız da sayılmazdı. Çünkü sistemin üzerine kurulu olduğu yapı; yatırımları ve yeni teknolojileri finanse etmek, yeni ürünlere yeni pazarlar açmak, pazarlara saldıran diğer rakiplerle mücadele etmek, devamlı artan nüfusa iş yaratmak ve toplumların her gün baskısı artan ve daima daha fazlasını işaret eden yüksek hayat standardı talebini karşılamak için sürekli daha fazla büyümek ve sisteme daha fazla kaynak sokmak zorunda.

Ancak sürekli büyümek sonsuz kaynaklar gerektirir. Bizimse kaynaklarımız sınırlı. Üstelik birisi büyüyorsa rakiplerine rağmen büyür; herkes aynı anda nasıl büyüyecek? Bu da imkânsız!

Mesela E.F. Schumacher’in “Küçük Güzeldir” eserini yazdığı 70’li yıllarda dünyanın %5,6’lık nüfusuna ev sahipliği etmesine karşılık Amerika Birleşik Devletleri, tek başına dünya kaynaklarının %40’ını kullanmaktaydı. Bu rakama İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika, Kanada gibi diğer sömürgeci Batılı devletleri eklediğimizde; 300-350 milyonluk bir nüfusun tüm dünya kaynaklarının %90’ından fazlasını kullandığı fark edilecektir. Birkaç devlet, dünyanın tüm kaynaklarının %90’ını kullanırken bırakın, az gelişmiş ya da gelişmemiş devletlerin gelişmesini, mevcut sömürgeci devletlerin bile diğerlerini geriletmeden daha fazla genişleme/büyüme imkânları olamaz.

Bu şartlar altında eğer ABD ekonomisi daha da büyümek zorunda ise bu nasıl mümkün olacak? Ya da ABD bunu başarırsa dünyanın geri kalanına ne olacak? Bize göre Batı, sömürebileceği fiziksel sınırların en ucuna gelmiş gibi görünüyor. (Uzaya yönelik çalışmalar, yeryüzünde fiziksel sınırlara dayanmış sömürgecilerin, sömürge sınırlarını aşma çabası olarak okunabilir.-AHÇ)

Diğer taraftan 2019 yılında Unesco’nun yayınladığı rapora göre 4,3 milyar insanın evinde lavabo, 2 milyar insanın evinde ise akan su yok ve bu fakirlik içindeki ülkelerin kaynakları neredeyse tamamen -yok pahasına- Batı’ya akmakta. Batı’nın bu seviyede ekonomik konforu sürdürebilmesi ancak sömürülen bu ülkelerin, pozisyonlarını değiştirmemeleri ve sömürülen, kaynakları yağmalanan, fakirlik içinde ülkeler olmaya devam etmeleri ile mümkün. Yani 1,5 milyarlık Çin, 1,25 milyarlık Hindistan, Pakistan, Brezilya, Nijerya, Bangladeş gibi ülkeler BATI seviyesinde bir ekonomik hayat sürmeye kalkmaları durumunda Batı’nın refah seviyesini koruması mümkün olmadığı gibi yeryüzünün sahip olduğu kaynaklar da buna yetmeyecektir.

Üstelik yoksul ülkeler kendi kaynaklarını işlemek için gerekli bilgi, tecrübe, sınai altyapı ve sermayeyi biriktirme imkânı bulamadan, Batı, onların enerji ve doğal kaynaklarını yani geleceklerini de tüketmekte. Sömürülmekte olan ülkeler bu durumu fark ettikçe BATI’ya karşı direnç ve öfke de artmakta, bu sebeple sömürü işi, gittikçe daha pahalıya mal olmaktadır.  

Nüfus olarak %90’ı teşkil etmesine rağmen dünya kaynaklarının %10’undan daha azından faydalanabilen ülkeler için bu oranlar; her geçen gün daha fazla huzursuzluk sebebi olmakta ve kendilerine kalan payı yükseltebilmek için arayışa girmeye zorlamakta.

Anlaşılacağı üzere eğer büyük sömürgecilerin haricindeki ülkeler ekonomik kalkınma ve daha yüksek bir hayat seviyesi talebinde ısrar ederlerse büyük bir kapışmadan kaçınmak mümkün değil gibi görünüyor.

2-   Kaynakların yok olması: “Kullan at!” Ekonomisi”

Zalim diye, kendi budundan kebap yapıp yiyen adama derler.
Mevlana

Schumaher’e göre kaynak sorunun altında yatan ana neden, tanımlamakta zorlandığımız veya tanımlamaya cesaret edemediğimiz bir zihni bozukluk veya fikri bir sapma nedeniyle dünyaya bir KAYNAK gözüyle bakmamızdır. İnsan aç kaldığında kendi etinden, butundan yemez, çünkü insan, kendi için bir “kaynak” değildir. Eğer insan bir sapma sonucu, kendini yiyecek kaynağı olarak görmeye başlarsa, bu kişinin kendisini yok etmesi anlamına gelecektir. Doğa da bir KAYNAK değil, insanın “doğal yaşam” alanıdır. Eğer insanlık, ona savaş açar, onunla mücadele etmeye girişirse doğayı yendiğinde kendi yaşam sahasını da yok etmiş olacaktır. 

Medeni insan yeryüzünü arşınlamış ve bastığı her yerde çöl bırakmıştır. Bu söz bir abartma olsa bile dayanıksız değildir. Medeni İnsanın uzun süre yaşadığı her yer çoraklaşmıştır.
E.F. Schumacher

Doğa ile sağlıklı bir ilişki kuramayan modern insan, doğanın insanoğluna ikram ettiği nimetleri –farkında olmadığı- korkunç bir israf, vurdumduymazlık, kanaatsizlik ve müsriflikle harcıyor. Hatta yok ediyor.

Mesela; çok fazla değil sadece birkaç on yıl önce; yere su döküldüğünde, suyu, eskiden gömlek, pantolon ya da iç çamaşırı olarak kullanılmış bir kumaşla kurular, sonra o bezi kurutur ve ihtiyaç olursa yeniden kullanırdı. Aynı bezden, aynı ya da benzer bir iş için yüzlerce defa daha hizmet almak mümkündü. Bez, su tutamaz hale gelince, yine de çöpe atılmaz bir yastığı doldurmak ya da ip olarak kullanmak gibi bir başka hizmete koşulurdu.

Şimdi peçete ya da kâğıt havlu kullanıyoruz. Sil, kurula ve çöpe at. Sil, kurula ve çöpe at.

“Kolaylık” olsun diye sapılan bu yolla, bir insan bir ömürde kaç ağaç harcar? Ya bir şehir? Ya bir ülke dolusu insan?

Her gün ama her gün, her şehir bu yolla, en hızlısı 20-30 yılda büyüyen bir orman dolusu ağacı yok ediyor.

Mesela; geçmişte insanlar bir yerden bir yere herhangi bir şey taşımak için yanlarında file, heybe, sepet gibi bir eşya taşırdı. Bunlar 20-30 yıl hatta ömür boyu kullanılırdı. Modern insan yanına bir şey taşımak için herhangi bir şey almıyor; aldıklarını esnaftan aldığı poşete koyuyor ve menziline varınca çöpe atıyor.

Pet şişeler, ambalajlar, kutular, hediye paketleri vs. modern insanın talep etmediği halde ürettiği bir yan ürün olarak çöplerde birikiyorlar. Bunlardan pek çoğunun sadece 1 tek sefer kullanılmış doğal kaynaklarımız olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım.

Böylece her gün binlerce ton petrol de çöpe gitmiş oluyor.

Mesela; önceki yazıda bahsettiğimiz ömrü kısaltılmış 300-500 saat giden ampuller çöpe atıldığında, onunla birlikte içindeki çok yüksek sıcaklıklara karşı direnci ve iletkenliği sağlayan tungsten/volfram madeni de çöpe atılıyor. Şimdiye kadar atılan ampul miktarı o kadar büyüktür ki, dünya volfram madenlerinin %52’sinin şimdiden tüketildiği düşünülmektedir. (Volfram madeni başka alanlarda da sık kullanılır.)  

Mesela; yılda kabaca 1,5 milyar adet satılan cep telefonlarında dünya üzerinde çok nadir bulunan pek çok maden kullanılır. Firmaların, 2-3 senelik bir kullanım sonrası müşteriyi, telefon değiştirmeye zorlaması ile telefonlarla birlikte bu madenler de çöpe atılmış olur. Aynı şekilde pek çok kıymetli ve kısıtlı maden TV’Ler, bilgisayarlar,tabletler, saatler, radyolar, beyaz eşyaların ıskartaya ayrılması ile de çöpe gider.

Hatırlatmak isterim ki, madenler yeryüzünde üretilmezler: Onlar ya, en başından beri yeryüzünde bizimle idiler ya da milyonlarca yıl içinde gök taşları veya uzaydan dünyamıza yağan gök tozları ile yeryüzünde biriktiler. Anlayacağımız üzere onları tükettiğimizde ya onlara bir daha hiçbir zaman ulaşamayacağız ya da yeniden elde etmek için milyonlarca yıl beklememiz gerekecek.

Mesela, enerjimizin %70’ini, ihtiyaç duyduğumuz malzeme ve materyalin %25’ini fosil yakıtlardan karşılıyoruz. Ancak bunların doğada oluşum süreçleri milyonlarca sene alabilirken, BATI, yeryüzündeki kaynakların neredeyse yarısını, belki de daha fazlasını 100 yıl demeden harcamış durumda[5]. Modern insan neredeyse on binlerce senelik insanlık tarihinin toplamında yok edilen ya da kirletilen dünya kaynağının, yüzlerce hatta binlerce katını sadece son 50 senelik süreçte yok etti ya da kirletti.  

Yani, Batılı sömürgecilerin piyasayı hızlandırmak için hem propaganda hem teşvik ettikleri “Kullan At!” ekonomisi müthiş bir hızla sanayinin ma’müle dönüştürdüğü ürünleri çöpe dönüştürürken elimizdeki kıymetli madenleri de yok ediyor. Ürünün çöpe dönüşme süreci öylesine hızlandı ki, insan elinin ürüne ulaştığı anda, ürün çöpe dönüşebiliyor. Süreç teknolojik aletlerden, evdeki mobilyalara, giydiğimiz kıyafetlerden yediğimiz içtiğimiz şeylere kadar insan eli değen her alanı etkileyebiliyor.

Bu hızla devam edersek muhtemelen 20-30 yıl zarfında birçok ma’mülü üretmek için artık kaynak bulmak mümkün olmayacak.

Ancak burada dikkat çekilmesi, atlanmaması gereken husus dünya kaynaklarını tüketenlerin fakirler olmadıkları ZENGİNLERİN olduğudur. Yazarımızın verdiği bir örnekle konuyu somutlaştırmak gerekirse; 7 milyarlık fakir kesimin nüfusu, 14 milyara çıktığında dünya petrol tüketimindeki artış %10’ların altında kalırken; 300 milyon Batılının nüfusunun iki katına çıkması durumunda aynı tüketim oranı ile dünya üzerindeki üretim kaynaklarının ihtiyacı karşılaması mümkün olmayacaktır.  

(Yine de görünen o ki, zenginler kendi tükettikleri ya da zehirledikleri doğal kaynakların faturasını fakirlere kesmeye hazırlanıyorlar.-AHÇ) 

3-   Kaynaklar Tükeniyor, Çöp Dağları Büyüyor:

Modern insan 2 şeyi tüketirken bir şeyi de sürekli üretiyor: Bir taraftan kendi ekonomik kaynaklarını (parasını) diğer taraftan dünyanın doğal kaynaklarını tüketirken, bir taraftan da sürekli çöp üretiyor. 

GAG isimli bir şaka programında şakazedeye yanaşan şakacı, “arabasını kilitleyemediğini” söyleyip tuvalete gidip gelene kadar arabasını beklemesini rica ediyordu[6]. Şahıs ayrılır ayrılmaz bir polis arabası ve ezici gelip şakazedenin önündeki arabayı ezicinin içine atıp, bir sandık büyüklüğünde demir yığınına dönüştürüyor ve hızla oradan ayrılıyor. Şakazede şaşkınlıkla olduğu yerde kalırken araba sahibi koştur koştur gelip şakazedeye “Arabasına ne olduğunu” soruyordu.


Benim sayabildiğim kadar, 9 farklı kişiye aynı şaka yapıldı ve her seferinde bir araba ezilip hurda haline getirildi. Dikkat edilirse korkunç boyutlardaki israf kültüründen türemiş bir şakanın sonunda elimizde kalan sadece biraz gülücük ve reklam geliri değildir: Arabanın enkazı da kurtulmamız gereken arzu edilmemiş bir yan ürün olarak elimizdedir.

Ancak ne yazık ki, bu sorun sadece ekonomik olarak zenginleştikçe şımarmış Batı toplumlarının sorunu değil: Modernitenin ürettiği insan tipi sürekli ÇÖP üreten bir varlık. Türkiye’de günlük 32,3 milyon, dünyada yıllık 2 milyar tondan fazla çöp üretiliyor[7]. Türkiye’de üretilen çöpün yaklaşık binde 7,4’ü, yani 239 bin tonu tehlikeli atık denen zehirli kimyasal atık kategorisinde. Bu zehirli atıkların sadece 40 bin tonluk kısmı Türkiye’nin tek zehirli atık imha tesisi olan Kocaeli Belediyesinin kurduğu İZAYDAŞ’da yakılmakta. Gerisi ya denize ya toprağa gömülmekte oradan da yine sulara karışmaktadır. Sadece Türkiye’deki kimyasal atıkları yok etmek için en az 6 tesis daha kurulması gerekiyor[8].

Ancak bu tesislerin kurulması ve işletilmesi çöp imha işini çok pahalı bir işe dönüştürüyor.

Görüleceği gibi zehirli kimyasal atık kategorisine girse de girmese de devletlerin başına bela olmuş çok büyük bir çöp sorunu var. Sorun sadece evsel atıklar değil, mesela 2014 yılında 44 milyon ton olan elektronik atık miktarı 2019 yılında 54 milyon tona yükseldi. Eğer süreç böyle devam ederse 2030 yılında bu rakamın 75 milyon tona yükselmesi bekleniyor. Üstelik bu rakama arabalar, asansörler, motorlar, aküler, akıllı telefonlar vs. gibi bir çok atık çeşidi de dâhil değil[9].

İlk dönemlerde Batı, kurtulmak istediği çöpleri yakmayı denerken çöplerden kalan atıkların havayı, toprağı ve suyu zehirlediğini fark etti. Bunun üzerine sorunu çöplerini denizlere dökerek çözmeye kalktı. Ancak deniz o çöpleri geri tükürünce ve deniz altındaki yaşam da çölleşmeye başlayınca buna alternatif olarak çöplerini kendisinden uzak gelişmemiş ülkelere ihraç ederek çözme yoluna gitmeye başladı. Türkiye[10], Vietnam ve birçok Afrika ülkesine gönderilen çöpler; bu ülkelerde dağlar gibi birikmeye başladıkça, yerli kamuoyunun da dikkatini çekmeye ve tepki toplamaya başladı. Bu nedenle her geçen gün Batının, kendi artığı olan sırtındaki yükü, gelişmemiş ülkelerin sırtına atma çabası yani çöp ihracatı yapabilmesi zorlaşmakta ve sorun Batılı sanayileşmiş ülkeler için daha da içinden çıkılmaz bir hale gelmekte. 

4-   Toprağın Zehirlenmesi

Modern insan günün yarısını kendine yağ pompalamakla, diğer yarısını o yağı eritmeye çalışmakla geçiriyor.

E.F. Schumacher

Vaktinin yarısını kendisine yağ pompalamak için, diğer yarısını o yağları eritmek için harcayan” modern insan, israfı modern yaşamın gereği olarak algılarken, doğru dürüst değerlendirmeden çöp haline getirdiği besin miktarını da her gün artırıyor. Öyle ki modern ülke mutfaklarına giren gıdanın 5’te 1’inin doğrudan çöpe gittiği bile iddia edilebiliyor[11]. Üretilen ancak gıda olarak değerlendirilemeden çöpe dönüşen gıda miktarı arttıkça boşluğu doldurmak için daha fazla üretmek zorunda kalıyoruz.

Diğer taraftan piyasanın efendileri toplumu; ekonomiyi hızlandırmak adına, modası/modeli geçti gibi psikolojik baskılarla ya da planlı eskitme ile ömrü kısaltılmış ürünlerle zorunlu olarak geçmişte 20-30 sene giyilebilen kıyafetleri, kullanılabilen koltukları, perdeleri, diğer eşya ve aletleri sık sık değiştirmeye zorlayınca her alanda kat be kat fazla gıda, pamuk, yün, maden vs. üretmek zorunda kalmış oluyoruz. Bunu başarabilmek için her sene bir önceki seneden fazla pamuk ekmek ve daha fazla miktarda maden çıkarmak ya da ekilebilir topraklardan ve hayvanlardan kat be kat fazla ürün almanın yolunu bulmak zorundayız.

Ama toprağı kimyasallarla kat be kat fazla ürün versin diye zorlamak gördük ki, toprağı öldürüyor ve işe yaramaz bir çöle dönüştürüyor. Kimyasallar, hem toprağı, -gelecek sefer kimyasal ve ilaç kullanmadan- ürün alınamaz hale getirirken hem her seferinde daha fazla kaynağı bu iş için seferber etmemize neden oluyor.

Daha fazla alanı ekeceğiz diye tarım alanı açmak ise ormanları, otlakları yok ediyor, temiz su havzalarını kirletiyor. Maden sahası açmak için tıraşlanan verimli toprağın yerini alan verimsiz kayalıklar ve boş çukurların yeniden verimli tarım arazilerine dönüşmesi muhtemelen yüzlerce hatta binlerce sene alacak.

Kimyasal ilaçlar, atıklar ve petrol ürünleri ile zehirlenen topraklardan -onlara daha fazla zehir vermeden- birkaç nesil boyunca faydalanmak pek mümkün görünmüyor. Böyle giderse çok değil 1-2 nesil geçmeden ekebilecek canlı topraklar için dünya savaşları bile çıkabilir.  

5-   Hayvanlara işkence

Ekonomik döngüyü hızlandırmak için hayvanlardan daha fazla ürün almaya çalışmak hayvanlar için de korkunç dünyalar kurmamıza neden oldu.

Mesela 45. günde kesime girmesi, gereken tavuklar enerji harcamamaları ve hızla kilo almaları için hiç hareket edemeyecekleri küçücük kafeslere kapatılıyorlar. Uzun süre tel üzerinde sabit durunca ayakları ve etleri, tele ya da oturdukları askıya kaynıyor. Bu yüzden onları parçalayarak yerinden almak zorunda kalıyoruz. Stresten kendilerini yoldukları için, kendilerine zarar vermesindeler diye gagalarını kesmek zorunda kalıyor, tüyleri kolay yolunsun diye canlı canlı kaynar su kazanlarına basıyoruz. İşe yaramaz görülen milyarlarca erkek civcivi yumurtadan çıktıkları gün öldürüp yumurta verecek dişiler için yem malzemesi ediyoruz.

Ünlü hamburger firmalarının et ihtiyacını karşılamak için kurdukları sığır, domuz, keçi, koyun tesislerindeki hayvanların durumları da tavukların durumundan daha iç açıcı değil: Onlar da kolay kilo alsınlar diye temiz hava görmeden, dasdaracık ve fıtratlarına çok ters alanlarda, fıtratlarına ters yiyeceklerle beslenip kesiliyorlar. 

6-   İkili Ekonomiler, toplumsal katmanlaşmalar…

Ekonomik kalkınmayı sağlayıp, Batı’ya meydan okuyabilmeyi yani kaynaklarının sömürülmesini durdurmayı hedefleyen ulus devletler Batılı ülkeler seviyesine çıkabilmek için bazı sektörlere ve alanlara özel teşvikler ve fırsatlar vererek o alanların gelişmesini sağlamaya çalışıyorlar. Ancak gelişme parça bazında olabilecek bir şey değil. Ancak, komple bir gelişme, “gelişme” olarak adlandırılabilir. Zira bir şehrin ya da bir sektörün hatta bölgede bir devletin çevresinden kopuk bir şekilde korunarak, beslenerek, hormonlarak geliştirilmesi; sonraki süreçte de onun diğerlerine karşı sürekli korunmasını gerektiriyor. Bütüncül bir gelişme olmadığında, hormonal destekleme ve koruma durduğu an gelişme, çok hızlı bir çöküşe geçiyor.


Diğer taraftan sürekli gözetlenen, korunan ve kollanan devlet ya da sektör; karşısında çaresiz kalan diğerlerinin iliğini emiyor. Bu durumda güçsüzün hiçbir şansı yoktur. Desteklenmeyen ya yok olacak ya da güçlünün sömürüsüne boyun eğecektir. Kendi başına bırakılma ihtimali yoktur.

Ancak bu durum sadece ekonomik alanlarda değil toplumsal alanda da dengesizliklere ve çatışmalara neden olur. Bir tarafta günde 2-3 USD’ye çalışan büyük bir kitle, diğer tarafta, hemen yanı başında saatte on binlerce dolar kazanan yapılar arasındaki çatışma, toplumsal huzursuzlukları ve ahlaki yozlaşmayı kaçınılmaz kılar.
 

7-   Kamu Hizmetleri Dışlanıyor

Eğer bir faaliyet ekonomik olarak tanımlanmışsa sürdürülmeye değer olup olmadığı artık tartışılmayacak demektir; bir şey ahlaka aykırı, çirkin, ruhu zedeler, insanı yozlaştırır, dünya barışını tehdit eder ya da gelecek kuşakların mutluluğunu tehlikeye atar nitelikte olsa bile, “ekonomik” olduğu düşünüldüğü sürece var olma, gelişme ve yayılma hakkına sahiptir[12]. (Porno, fuhuş ve kumar sektörü gibi) Ancak eğer faaliyetin ekonomik olmadığı (Yani kâr getirmediği) saptanmışsa, sürdürülmeye değer olup olmadığı tartışılmaz; kesinlikle reddedilir. Ekonomik büyümeye engel olan BOŞ yani kârsız çabalardan utanılması gerekir; yine de bunlardan vaz geçmeyen insanlar ya ahmaktırlar ya da ülkenin ilerlemesini istemeyen sabotajcılardır.

Kâra tapınan model KÂRIN olmadığı işleri ve sektörleri aşağılıyor. Hizmet kavramı düşüyor ve devlet dahi toplumunu sömüren bir ticari işletmeye dönüşüyor.

Bu durumda “Ne kadar kazanacağız?” sorusu kutsal bir soruya dönüşmüştür. Kâr getirmeyen işler “lüzumsuz, gereksiz, boş iş” klasmanına alınır. Bunlar “Haram olmayan” lakin yapılması hoş karşılanmayan “mekruh” işler hükmündedir. Böylece kamusal hizmetler ya tamamen kaldırılır ya da olabilecek en alt seviyelerden, “idare-i maslahat” kabilinden devam ettirilmeye çalışılır.

Bu durum bu tür hizmetlerin bedelini ödemekte zorlanan en alt tabaka toplum katmanlarını perişan eden, onları çok zora sokan bir hayat modelini dayatır. Ve fakirlerin durumu her geçen gün daha da kötüleşir.

8-   Vaat Boş Çıktı: İşsizlik ve Yoksulluk Sorunu Devam Ediyor

Keynes bize 100 yıl “açgözlülük, bencilik ve hırsa” tapınmamız durumunda toplumların refaha ereceklerini, zenginleşeceklerini, işsizlik probleminin ortadan kalkacağını, yoksulluk ve sefaletin biteceğini vaad etmişti. Aradan 100 değil neredeyse 200 sene geçti ve bunların hiç biri çözülmedi. Daha 1950’lerden itibaren gelişmiş ülkelerde işsizlik oranları %9-13 arasına, gelişmekte olan ülkelerde %30’lara demirledi ve bunda bir gerileme görülmedi. Üstelik sürekli zengin üretimi toplumun zenginleşmesi anlamına gelmedi. Her üretilen “bir” zengin, 500 ailenin orta gelirden koparılıp fakirleşmesi pahasına zengin oldu. Zenginleşme, zengin sayısını artırırken her zenginle birlikte fakirlerin sayısı da katlanarak arttı.

Sefalet sorunu ise her gün biraz daha kendisini hissettiren büyük bir sorun olarak tüm toplumları tehdit eden bir konuma evrildi. Daha önce sadece fakir devletlerin sorunu olarak görülen sefalet artık en gelişmiş devletlerin dahi yakasına yapışmış durumda. Öyle ki, Amerika’da pandemi sürecinin ardından evsizlerin sayısının 900 bini geçtiği konuşulurken, Fransa’da rakam 550 bini buldu. İngiltere’de akrabalarının yanına sığınan gizli evsizlerle evsiz insan sayısı 3 milyon civarındayken[13] sadece çocuk evsiz sayısının bile 121 binin üzerine çıktığı rapor ediliyor[14]. Suriyeli akını ile 2018’de Almanya’da da evsiz miktarının 1 milyonu aştığı da basına yansımıştı.[15]

Yani işsizlik ve sefaletin çözümü için önümüzde hiçbir ışık görülmezken bu durumun gittikçe kalıcılaştığı ve her gün biraz daha yayıldığını söylemek çok mümkün.

9-   Değerleri Yok Olmuş Toplumlar

Bütün bu maddi kayıpların ötesinde “Kâr Tanrısına” tapınan açgözlü, bencil ve hırslı Modern İnsan,  kâr tanrısına tapınırken tüm kutsallarını, değerlerini, ahlakını ve bunların üzerinde ayakta durabilen toplumsal bağlarını kaybediyor. Bir de buna, burjuvazinin her gittiği yerde fakirlerin feodal, kırsal, ataerkil ya da akrabalık bağlarına saldırıp bu bağları darmadağın etmesini de ekleyince modern insanın diğer insanlarla kurabileceği geriye tek bir bağ kalıyor: Menfaat bağı.

Menfaat bağı diğer tüm bağları yok etmek bahasına korunan bir bağ iken “Menfaat Tanrısı” da tüm kutsalları çiğneme pahasına tapınılan bir Tanrı. Hâlbuki üst değerler, erdemler ve ahlaki davranış biçimleri toplumlarda binlerce yılda birikebilen hasletlerdir. Onlar yıkıldıklarında, onların yeri boş kalmaz ve toplumların en adi ve süfli arzularından neş’et eden hasletler onların yerini doldurur.

Bu noktada altını çizelim ki, Aydınlanma ile Tanrıyı öldürdüğümüzü düşünüyoruz ancak Tanrı’nın ölüp yok olduğu doğru değil; Kilisenin Rabbi olan Tanrıyı tahtından indirip onun yerine kapitalizmin Kâr Tanrısını koyduk ve ona tapınmaya başladık, diyor Schumacher.

Dikkat edilirse fark edilecektir ki; bizi ahlaki öğretiye davet edecek papazlar/hocalar her geçen gün azalan saygınlıkları ile birlikte ortalıktan kaybolurlarken; UZMANLAR, her cenahtan bize sağlık, mutluluk, yeryüzü cenneti, huzur, sükûn, para ve başarının yollarını anlatmak için fırsat kolluyorlar.

Artık, Tanrı’nın emir ve sorumluluklarından kurtulduk ancak “PİYASA” denen yeni Tanrımız çok daha acımasız, merhametsiz, buyurgan ve despot. Üstelik TANRI, fakirleri güçlülere karşı korurken, “Piyasa Tanrısı” her zemin ve şart altında zenginlerden taraf.

10- Sistem Fakirlik Üretiyor

Alttan aldığını yukarıya taşıyan bir değirmen gibi işleyen sistem, piyasa döngüsü hızlandıkça fakirlerin ellerindeki servetlerin, en tepedeki büyük sermayedarlara doğru akma hızı da artıyor. Öyle ki, bugün sadece 26 kişinin serveti en alttaki 4 milyar insanın tüm varlıklarının toplamından daha fazla. Üstelik zenginleri daha da zengin fakirleri daha da fakir yapan süreçlerde herhangi bir azalma olmadığı gibi adeta bir çarpan hızı ile zengin fakir arasındaki uçurum gittikçe artan bir hızla daha da açılıyor. (Bu konuyu daha geniş bir şekilde “Fakirlerin Anlamadığı” (Ahmet Hakan ÇAKICI / Fakirlerin Anlamadığı (hertaraf.com) isimli yazımızda değerlendirmeye çalışmıştık)

11- Modern İnsan Üretmese De Dünyaları İstiyor

Schumacher döndüre döndüre tekrarlıyor: “Sorun toplumların fakirliği ya da zenginliği değil, toplumlar beraberce inanabilecekleri üst değerlerini yitirdiler. Bunun getirdiği devasa boşluk ve sermayenin piyasayı hızlandırmak için herkesi büyülediği “sen her şeye layıksın” propagandası birleşince, hiç bir sorumluluğun altına girmek istemeyen, hiçbir şey üretmeyen ancak her şeye sahip olma hakkını kendisinde gören; bunun için hırslanan, bunun için üzülen, bunun için strese giren, depresyon altında ezilen bir insan modelini ortaya çıktı. En fakirler bile çocuklarını 100 sene önce saraylarda prenslerin sahip olmadığı bir lüks ve israf kültürü ile büyütmeye çalışıyor, çocuklarına her şeyi layık görüp, hiçbir şeyleri eksik kalmasın diye –onlara hiçbir sorumluluk tanımlamadan- önlerine her şeyi yığmaya çalışıyorlar.

Üstelik eğitim süresinin uzatılması nedeni ile 25-30 yaşlarına kadar geciktirilen çocukluk ve gençlik dönemi, toplumları, devasa bir nüfusu -çok genç ve güçlü olmasına rağmen- uzun yıllar bakmak gibi ağır bir yükün altına itiyor. Neredeyse ömrünün yarısına ulaşmasına rağmen topluma hiçbir katkıda bulunamayan ancak sürekli isteyen ve beklentilerinin yenilgisinde sinir krizleri geçiren, depresif ve huysuz koca koca kalabalıklar üretip duruyor modern toplum.

Ancak
Batılı Gençlere dikkat edin diyor Schumacher! Onların başları, tüm zenginliklerine ve imkânlarına rağmen fakir ülkelerin gençlerinden çok daha fazla belada. Sürekli yaygınlaşan uyuşturucu problemi, alkolizm, tecavüz, şiddet, cinayetler ve intiharlar Batılı gençlerin arasında fakir ülkelerden çok daha yaygın.

Kanaatimize göre, bu problemlerin de toprağın, hayvanların durumunun da, insan toplama kamplarına dönüşmüş kentlerdeki kontrolsüz yerleşimin de, dağ gibi yığılan çöplerin de sebebi temelde fakirlik problemi değildir: İlk başta söylediğimiz gibi insana, toprağa, hayvana, çevreye ve tüm eşyaya bütünlük içinde bir bakış sağlayan düşünce sistematiğinin ve onun dayandığın üst değerlerin kaybedilmiş olmasıdır.

                 12-Bizce En Büyük Sorun

Fakirler artık, sisteme artı değer katamıyor. Çünkü ellerinde bir şey kalmadı.

Piyasa döngüsünün sürekli hızlandırılması; alt tabakalardaki servetlerin yüksek tabakalara aktarılması anlamına geldiği gibi kırsal kesimde yaşayan insanların akın akın şehirlere göçmeye zorlanması anlamına da geliyordu. Zira hızlanan sanayi üretimi ile sanayi işletmelerinin insan emeğine ihtiyacı her geçen gün artıyordu. Üstelik köylerde oturan ve kendi kendine yetecek kadar üreten insanlardan iyi tüketiciler de çıkmıyordu. Sadece erkekler değil, desteklenen feminist hareketler üzerinden patronlar, kadınları ve çocukları da sanayinin hizmetine ve tüketici olma sürecine sokmuşlardı.

Türkiye’de de sadece 40-50 senelik bir süreçle kırsalda yaşayan nüfus oranı %60’lardan %6,8’e düşürülürken[16], yaz-kış kırsalda yaşayıp geçimini köyden sağlayan üretici insan oranı %3,2’lere kadar indirildi. Özellikle 3. nesilden itibaren şehirlere yığılan kalabalıkların köyle bağı neredeyse kalmamış durumda. Büyük çoğunluğun köyde satacak evi, arsası, tarlası da yok. Artık köyden yağ, peynir, fındık, çay, pestil, bulgur, buğday, mısır, turşu, tarhana, salça vs. de gelmiyor.

Yani şehirlere yığılan yeni kentli/eski taşralılar artık, sisteme kırsaldaki atalarından kalan veya köyden gelen varlıkları sokarak sistemin beslenmesine katkıda bulunamıyorlar. Sanayiden ya da devletten maaş alarak hayatlarını sürdürmek ve aldıklarını yine sisteme vermek zorundalar. Yani sanayici ya da devlet toplumdan ancak verdiği kadarını almak sorunu ile karşı karşıya kalmış durumda.

Bu öyle bir hale geldi ki, maaş alanların İngiltere’de %40’ı, Türkiye’de %60’ı eğer sadece 1 ay maaş alamazlarsa gelecek aya kadar idare edemeyecek haldeler. David Harvey bu durumu şöyle tanımlıyor: “… şehirleri ancak maaştan maaşa yaşayabilen kitlelerle dolduran da, gıda bankaları ve ücretsiz yemekler gibi hayır kurumlarından yardım almadan hayatta kalamayacak büyük bir nüfusu var eden de, diğer tüm sorunları yaratan da sermayedir. Sermaye işsizlik, küresel bir sorun, hastalık ya da başka bir kişisel trajedi esnasında evinin kredisini ödemeyi geçin kirasını bile ödeyemeyecek kadar aciz insanlar topluluğu yaratır.”[17]

Emekliler ve memurlar maaş alamazlarsa ne olur?

Sanırım fakir ülkeler hariç tüm gelişmiş ülkelerde sistem durur.

Yani sistem, eğer “Para Babaları” halka para vermezlerse dönemez hale geldi.

Küresel tefeciler/para babaları ulus devletlere kredi veriyor; ulus devletler bunu emekli, memur maaşları olarak topluma dağıtıyorlar. Küresel firmalar da ürettikleri emtiaya müşteri bulmuş oluyorlar. Böylece küresel şirketler devlete verdikleri krediyi halktan geriye almış da oluyorlar. Yani üretimden, topraktan ve hayvandan koparılmış; kendi değerini üretmekten aciz, maaşa ve hazır tüketime alıştırılmış neredeyse milyarı bulan bir kitleyi, sistemin ve piyasa döngüsünün içinde tutmak için kendi paraları ile beslemek zorundalar.

Ancak onlar sistemi, “ellerindekileri fakirlere vermek için değil, onların ellerindekileri almak için” kurmuşlardı. Zira zenginler fakirleri çok nadiren düşünürler. Ellerindekileri onlara vermek için değil, onların ellerindekini almak için onlara yanaşırlar.  

Ancak teknolojinin ve yapay zekânın gelişmesi ile birlikte insan gücünden makine ve robotlara geçiş sürecinin hızlanması sorunu çok daha çetrefili bir yere taşıdı.

Bu yüzyıla kadar büyük sermayenin fakirlere, çalıştırmak için ya da savaştırmak için ihtiyacı vardı ve zenginden fakire doğru akan para akışı bir zorunluluktu. Ancak makineler, robotlar ve yapay zekâ onların yerini alınca zenginlerin fakirlere para vermek için hiçbir sebebi kalmadı. (Fakirlere yardım ancak TANRININ olduğu yerde anlam kazanabilir. Zira sadece TANRI, zenginlerin malından fakirlere HAK ayırır[18].”)

              Çözümsüz Çözümler

İri yarı oldukça kilolu şahıs, sırtına çıktığı cılız rakibinin boynuna doladığı kollarını –yerini daha da sağlama almak için- kuvvetle sıkarken, sırtındaki ağırlık nedeniyle ayakta zor duran, dizleri titreyen, nefes almakta zorlanan, gözleri dışarı çıkmış muhatabına acıyarak bakar ve hüzünlü bir ses tonu ile:

 “İnan ki senin durumuna çok üzülüyorum, içim parçalanıyor. Yeminle söylüyorum, çevredeki her şey hatta bütün âlem şahit olsun ki, senin için her şeyi yapmaya hazırım:

Sırtından inmek hariç[19]” der.

Tolstoy

Batılı Büyük sermaye, kârını maksimuma çıkarmak ve ürün satış miktarını artırmak için ürünlerin piyasadaki döngü süresini olabildiğince kısalttı ve ticari piyasayı müthiş hızlandırdı. Bunun karşılığında dünyanın uzanılabilen tüm servetlerini Batı’ya taşırken bütün dünya kaynaklarını insanlığı dehşete düşürmesi gereken bir müsriflikle yok etme sürecine girişti. Bunun neticesi olarak doğayı, toprağı, suyu ve havayı zehirlerken dünyanın her tarafına çöp dağları inşa etti. Demiştik, oradan devam edelim: 

ÇÖZÜM

A.F. Schumacher Küçük Güzeldir eserinde, bir önceki yazıda sayılan sorunların çözümü konusunda kalabalıkların ümidinin bilimde ve bilim adamlarında olduğunun tespitini yapıyor… Ancak konuya girer girmez, kalabalıkların ümit ateşinin üzerine bir koca kova suyu boca ediveriyor: “Bu sorunlar karşısında bilim adamlarından HİÇ ümit yok! Zira 200 senelik tecrübe bize, bilim adamlarının sorunları çözüm hızı ile sorunların büyüme hızı arasında, bilim adamlarının aleyhine büyük bir fark olduğunu gösteriyor. Üstelik bu farkın azalacağına dair hiçbir işaret görülmezken, tam tersine fark ivmeleniyor. Getirilmesi başarılmış çözümlerin de gerçekte çözüm olmadıklarının, sadece sorunun geleceğe ertelenmesi olduğunun fark edilmesi ve çözüldü sanılan problemlerin zaman geçtikçe daha da büyüyerek karşımıza çıkmakta olması ise olayın bir başka sıkıntılı yönü” diyor.           

“Hemen hemen bütün bilimciler ekonomik bakımdan tam bağımlıdır ve topluma karşı kendini sorumlu hisseden bilimci sayısı çok azdır”. Bu nedenle araştırmaların yönünü belirleyemezler. (Ahlaki olana yönlendiremezler.-AHÇ)

Albert Einstein

Mesela “hızlı Tüket” kültürünün yığdığı çöplerin temizlenmesi için bilim adamlarının önerdiği çözümler o kadar pahalıdır ki, şimdiye kadar bunu gerçekleştirebilen hiçbir ülke olmamıştır. Temiz enerji diye toplumlara lanse edilen[20] ama asla yok olmayan, toprağı, havayı ve suyu zehirleyen, insanlarla birlikte tüm canlıları tehdit eden, Nükleer Enerji[21] santrallerinden çıkan nükleer atıklar için bilimin önerebildiği tek çözüm ise onları toprağa gömmektir.

Diğer taraftan araştırmaları için imkân bulabilen bilim adamlarının genel olarak finansörleri hatta bu imkânları var eden kurumların sahipleri, sorunları da var eden kapitalistlerin ta kendileridir. Hatta namı duyulmuş birçok üniversitenin dahi finans kaynağı bu şirketlerdir. Dolayısı ile bilim ya da bilim adamları gerçek çözümler üretebilmiş olsalar bile, maaşlarını veren bu kurumların çıkarına uymayan ya da onların desteklemeyecekleri çözümleri önermeleri, önerseler bile, kabul ettirmeleri mümkünmüş gibi görünmüyor.  

Schumacher’in Teklifi

Schumacher’in çözüm teklifleri anladığım kadarı ile büyük egemenlerin çok da hoşlarına giden teklifler değil. Zira Tolstoy’dan alıntıladığı hikâyede olduğu gibi açıkça Batının -eğer gerçek bir çözüm istiyorsa- dünyanın geri kalanının sırtından inmek zorunda olduğunu ifade ediyor. Her şeyden önce Batı, yoksul ülkelerin kaynaklarını yağmalayıp korkunç bir müsriflikle harcamayı bırakmalıdır.

Tüketim ekonomisinin kışkırtılması durdurulmalı; insanları, kendilerine bakmakta aciz kalıp devlete ve sosyal yardımlara muhtaç duruma geldikleri, teknolojinin gelişmesi ile ıskarta/çöp durumuna düştükleri metropollere yığmaktan vaz geçmelidir. Onları kendi bulundukları yerde, kendi imkânları ile kendi coğrafyalarına uygun, dar bölgeli ticaret içinde eritebilecekleri ürünleri üretmeye ve sıradan kasabalıların sermayeleri ile altından kalkabilecekleri “küçük işletmeler” kurmaya teşvik etmelidir. Kitaba ismini de veren Küçük Güzeldir sloganı ile hayata geçirilecek bu ekonomi ile sermayenin birkaç kişide yığılması önlenilmiş, paranın toplumda daha adil dağıtılması da sağlanmış olacaktır. Böylece sıradan insanların devlete ve küresel sermayeye olan mecburiyetlerine yani memur olma kuyruğunda birikmelerine de son verilebilecektir. Bir taraftan da gençleri çok geç yaşlara kadar tüketici ve toplumun sırtında parazit olmak zorunda bırakan eğitim modelinden vaz geçilmeli, ÜRETİCİ insanlara itibarları iade edilerek, toplum, üretime teşvik edilmelidir. Tüm toplumun memurlaşarak hazır yemeye özendirildiği bir yerde kalkınmadan bahsetmek mümkün değildir.  

Bunlar ve diğer öneriler egemenler tarafından ciddiye alınmadığı ve hayata geçirilmediği için daha fazla üzerinde durmadan geçelim ve gözleyebildiğimiz kadarı ile egemenlerin hayata geçirmeyi düşündükleri ekonomik model üzerine birkaç kelime etmeye çalışalım:

Batı için Temel Soru

Kanaatimize göre sistemin çökmekte olduğunu ve daha fazla idare edilemeyeceğini fark eden Batı için temel soru şu: “Batının liderliği, hegemonik ve emperyal gücü korunarak ekonomik bir değişim ve Yeni bir Dünya Düzeni mümkün müdür?[22]

Sanırım soruyu şöyle de ifade edebiliriz: Batı’nın gelirinde düşme olmadan kaynakların yok edilmesini durdurabilmek mümkün müdür?

Yeryüzü kaynaklarının korkunç bir israfla yok edilmesini durdurabilmek ancak müthiş bir ivme yakalamış ve ısınmış olan ticari piyasanın ve tüketim hızının yavaşlatılması[23] ile yani insanları çok daha az tüketmeye ve çok daha az kaynak harcamaya ikna etmekle mümkün.

İkna Yöntemi: Cittaslow, Minimalist Yaşam

İnsanları minimalist (sade hayat) yaşam formlarına veya yavaş şehir (cittaslow) uygulamalarına ikna etmek için yürütülen onca propaganda ve kampanyanın[24] pek işe yaramadığını gördük. Şehrin hızlı temposundan bunalan insanlar için yavaş bir yaşam başlangıçta sempatik gelse ve kırsalda bir yere taşınsalar da, ya şehri de gittikleri yere götürüyorlar ya da sıkılıp birkaç sene içinde alıştıkları hayata geri dönüyorlar.

Diğer taraftan çevre hassasiyeti öne çıkarılmış insanlar doğa koruma eylemleri çerçevesinde gidip ormanları temizleyebiliyor, sahillerde çöp toplayıp çevreci eylemlere katılabiliyorlarsa da; evlerine girdikleri anda, o müsrif tüketiciyi ortaya çıkarıveriyorlar. 

Yani toplumları reklam ve propaganda ile çok daha az tüketmeye ve alıştıkları konfordan vaz geçmeye ikna etmek pek mümkün bir şeymiş gibi durmuyor. Sanırım onlar için ZORUNDA bırakmak daha uygun bir seçenek, olarak düşünülüyor.

Şöyle olabilir

Eğer bir ürün 20 kat yüksek kâr marjı ile satılabilirse, 20 tane ürün satmadan dolayısı ile 20 kat az kaynak harcayarak aynı kârı elde etmek mümkün olabilir. Bu durumda kâr marjlarının yüksek rakamlara çekilmesi üretici firmaları da tatmin edeceğinden ürünün kalitesinin dolayısı ile ömrünün yükseltilmesi ve ürünlere yapılan bilinçli su-i kastların (planlı eskitme) durdurulması da mümkün olacaktır.

Böylece yeniden bir ömür kullanılabilen kıyafetler, bir ömür ışık yayan ampuller, mobilyalar ortaya çıkacağından yeryüzü kaynaklarının yok edilme sürecini de durdurmuş olacağız, kanaatindeler.    

Ama böylesi bir rekabet ortamında bir ürünü 20 kat fazla kâr marjı ile satabilmek ancak, despotik yollarla, diğerlerinin ticaretini yasaklayarak ve tekeller oluşturarak mümkün olabilir. Zira bu durumun büyük bir toplumsal hareketliliğe ve anarşiye neden olacağı açıktır. Çünkü toplumların alıştıkları rahat ve konfordan kolayca vazgeçmeleri mümkün değildir.

Belki Bir Yolu Vardır

Ama eğer suni kıtlıklarla ürünlerin fiyatlarını yavaş yavaş, alıştıra alıştıra yukarı doğru itersek diğer taraftan da büyük ŞOKLARLA alternatif piyasalardan gelen rekabeti mümkün olduğunca sınırlayabilirsek çok da uzun olmayan bir vadede ekonomiyi yavaşlatmak ve kârları maksimum seviyeye çıkarmak mümkün olabilir.

Başa Bela Alternatif Piyasalar

Sanırım herkes şu tespite katılır: Gerek iş gücünün ucuzluğu gerek girişimcilik gerek hırs, esneklik, dayanıklılık ve heyecan olarak gelişmekte olan ülkelerdeki alternatif piyasaların potansiyeli Batılı şirketlerden daha dinamiktir. Bu yüzden alternatif piyasalar Batılı sömürgeci güçler için sanılandan çok daha büyük sorundurlar.

Bu konuda mürekkepli yazıcıların başına gelenlerin iyi bir örnek olarak verilebileceğini düşünüyorum:

Mürekkepli yazıcılar ilk üretildiklerinde 80-100 ml kapasiteli mürekkep kartuşlar ile üretilmeye başlandılar. Yazıcının üzerindeki mekanik bir dişli zayıf yapıldığı için 1000-1500 çıktı aldıktan sonra arızaya düşüyor, tüketiciyi, ya yeni yazıcı almak ya da yazıcının yarı fiyatına parçayı yenilemek zorunda bırakıyordu. Ancak alternatif piyasalar bu parçaların muadillerini çok daha ucuz fiyata piyasaya sürünce ümit ettikleri “sürekli” kârı elde edemez oldular. Bunun üzerine sorunu, kartuş fiyatlarını yükseltip, kartuşlardaki mürekkep miktarını 8-10 ml’ye kadar azaltarak çözme yoluna gittiler. Hatta yazıcı ile birlikte gelen ilk “demo” kartuşlar kapasitenin 3’te veya 5’te biri kadar mürekkep dolu oluyordu. Ancak alternatif piyasalar muadil mürekkepleri piyasaya sürüp tüketiciye, elle kartuşları doldurma imkânı sununca, kartuşların üzerine CHIP monte ettiler. Chip ister dolu ister boş olsun belli bir çıktı sayısına ulaşınca arızaya düşüyor ve kullanıcıyı yeni bir kartuş daha almak zorunda bırakıyordu. Ancak alternatif piyasalar kısa sürede muadil chipleri piyasaya sokunca bu yöntem de işe yaramaz hale geldi. Bunun üzerine yazıcının ana kartı üzerine bir sayaç koyarak, belli bir çıktı adedine gelince yazıcıyı kilitlemeye başladılar. Yazıcı kilitlenince üretici firmaya belli bir miktar para ödeyerek satın alınan bir yazılımla yazıcıyı tekrar kullanılır hale getirmek mümkündü. Tekrar yazılım satın alanların yazıcıları aktif oluyor diğerleri çöpe gidiyordu. Ancak bu yöntem de kısa sürede özellikle Rus yazılımcılar tarafında geliştirilen yazılımlarla aşıldı.

Üreticiler hala ürünü sattıktan sonra, onun üzerinden sürekli para kazanabilme hayalini istedikleri düzeyde gerçekleştirebilmiş değiller. Benzeri süreçler hemen hemen tüm elektronik cihazlar için söz konusu.

Yani her geliştirilen yöntem, kendi alternatif piyasalarını var ediyor ve küresel büyük şirketlerin kârlarına ortakçı yan sanayileri ortaya çıkıyor. Bu da küresel şirketlerin kartelleşmesine ve fiyat tekelleri oluşturmasına izin vermeyen bir sürece neden oluyor.

Görüldüğü gibi alternatif piyasalar Yeni Dünya Düzeninin önündeki en ciddi engel. Eğer onları kontrol ve zapt-û rap altına alamazlarsa muhtemelen bu; hem “kurgulanmış” Yeni Dünya Düzeninin hem de Batı Çağının sonu olabilir demektir.

Bizim gördüğümüz kadarı ile özellikle gelişmekte olan devletlere zorlanan Yeni İklim Politikaları, Kyoto ve Paris Sözleşmeleri gibi çalışmalar daha çok alternatif piyasaların kontrolünü sağlayacak uygulamaların meşrulaştırılması vazifesini görecekler.

Dikkat edilirse yaptırımlar, dünya kaynaklarının %90’ından fazlasını tüketen %5’lik azınlık olan Batılı gelişmiş ülkeleri değil daha çok gelişmekte olan ya da gelecekte yeryüzü kaynaklarını kullanma konusunda Batı’ya rakip olması beklenen toplumları etkileyecek. Zira getirilen şartları aşabilecek teknolojiye ve sermayeye sadece Batılı Küresel şirketler sahip. Üstelik Batı sahip olduğu serveti ve gücü bu kaynaklarla elde etti. Eğer bu saatten sonra gelişmekte olan ülkelere “Biz kulandık ama sizin kullanamazsınız, YASAK!” deniyorsa, bu, aynı zamanda gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere asla GÜÇLÜ ve zengin toplum olamayacaksınız, demek anlamına da gelmiyor mudur?

Diğer taraftan ABD, Çin, İngiltere, Rusya gibi ülkelerin bu anlaşmalara uymamaları durumunda onlara yaptırım uygulayabilecek bir gücün de ortada olmayışı bu anlaşmaların büyük bir zaafı olarak önümüzde duruyor sanırım.

(Hatırlasanız İsveçli çevreye duyarlı bir kız çocuğu olarak tanıtılan Greta Thunberg ve 15 arkadaşı içlerinde Türkiye’de bulunan 5 ülkeyi UNICEF’e şikâyet etmişlerdi ve bu ülkelerin arasında dünyayı açık ara daha fazla kirleten Amerika ve Çin gibi ülkeler yoktu. Çünkü Türkiye, Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 3. Protokolü'ne imza atmıştı ve bu madde bireysel olarak çocuklara ülkeleri BM’ye şikâyet etme imkânı veriyordu. Ancak ABD, Çin, Hindistan, Rusya ve Japonya gibi dünyayı en çok kirleten ülkeler bu maddeyi imzalamamıştı. Ve GRETA ve arkadaşları bu ayrıntıları biliyordu.[25])

Egemenlerin Çözümü: RANT Ekonomisi yani KİRA

Tüketici buzdolabı, çamaşır makinesi, cep telefonu veya klima gibi bir ürün alıyor ve o arıza yapana kadar belki 5 belki 10 belki de 20 yıl egemenlere hiçbir şey ödemiyor. Hiç bir şey ödemediği için de “yatırım olur” diye düşünerek bunları kolayca edinip, kenarda bekletebiliyor ve yeryüzünün kaynaklarını boş yere harcıyor. Yani hem doğanın kaynaklarını, hem devletin imkânlarını, hem kendi sermayesini harcıyor; karşılığında ise sadece çöp dağları ve doğa kirliliği üretiyor.

İtiraz edilebilir: Tüketici, satış sonrasında arabaya para ödemiyor ama yakıt üzerinden; klimaya, buzdolabına para ödemiyor ama elektrik üzerinden sürekli vergilendirilerek sisteme bedelini ödüyor, denilebilir.

Ya kullanmazlarsa? O zaman egemenler kenarda bekleyen üründen hiç para alamıyorlar, demektir.

Kapının önünde bekleyen arabalar, her odada yılın 10 ayı hiç dokunulmayan klimalar, 2 şer 3’er buzdolapları, derin dondurucular, çamaşır makineleri, hiç kullanılmayacak yemek takımları, kıyafetler, ayakkabılar, iki üç senede bir değiştirilen mobilyalar, 2 ya da 3 yerde dayalı döşeli, evler… Neredeyse hiç bir bedeli olmadan öylece sahiplerinin keyfini bekliyorlar…

GayrıMenkulü unutun! Zaten paranız da yetmez.

Dikkat ederseniz, pek çok ürüne ilk aldığınız andan sonra bir daha para ödemiyorsunuz. Üstelik ilk satışta alınan kâr da, ürünlerdeki rekabet nedeniyle çok düşmüş durumda. Bu demektir ki fakirler, teknolojinin nimetlerinden faydalanıyor ama zenginlere yeterince bedelini ödemiyorlar(?).

“Bunu önlemek için sanayiciler planlı eskitme ile ürünleri bir süre sonra bozuyor ve kullanıcıyı egemenlere para ödemek zorunda bırakıyorlar. Bu da, hem dünya kaynaklarının boş yere harcanmasına hem de çöp dağlarının yığılmasına neden oluyor. Yani bu çözüm, çözüm olmadığı gibi başımıza daha büyük bir bela oluyor” demiştik.

Ev Sahibi Olmak İçinizdeki Kötülüğü Ortaya Çıkarabilir.

Eğer ürünler çok daha dayanıklı imal edilir ve bir sefer yerine “HER AY” kullanıcıdan para alınırsa planlı eskitmeye ve dünyanın kaynaklarının tüketilmesine gerek kalmaz. Üstelik eğer evi, arabayı, cep telefonunu, klimayı, süpürgeyi hatta çeyizlik aldığınız halıyı KİRALAMIŞSANIZ; ister kullanın ister kullanmayın, ister her gün çiğneyin, ister tavan arasında unutun PARA ödersiniz ve egemen sizden sürekli para kazanabilir.Böylece kullanıcı kullanmayacağı ürünü almaz ve evini gereksiz eşyalar ile doldurmaz. Üstelik üreticiler ürünleri uzun süreli kiralamak isteyeceklerinden çok daha kaliteli üretecek, planlı eskitmelere ve kolay bozulan parçalara da gerek kalmayacaktır. Böylece dünya kaynaklarının tüketilmesi engellenmiş olacaktır.

(Yanda görsellerini alıntıladığım yabancı basında çıkmış “EV satın alma“ ile ilgili birkaç haber bu konuda kalabalıkları ikna çalışmalarının çoktan başladığına işaret ediyor sanırım:  “Gelecekte her şeyi kiralayacak mıyız?”, “Amerika kiracılar ülkesi olmalı”, “Kiralamayı Satın almaktan saha iyi yapan 10 neden”, “Gayrı menkul almayı unutun zaten paranız yetmez”, “Ev sahibi olmak içinizdeki kötülüğü ortaya çıkarabilir” bunlardan birkaç tanesi.)

Kira (RANT) Ekonomisi

İngilizlerin 1700’lü yıllardan itibaren Hindistan’da uygulayarak geliştirdikleri ve sonrasında tüm dünyaya yaydıkları RANT (kira) ekonomisi, mülkün değerinin sıradan insanların alamayacakları seviyelere yükseltilerek fakirlerin ulaşamayacağı hale getirilmesi, sonrasında fakirlerin o mülkleri kiralamak zorunda bırakılması ile mülk sahibine “sürekli” gelir yolu açılması, fakirin “fark ettirmeden, adını koymadan” köleleştirilmesi üzerine işleyen bir sistem. “

Yani direk Kur’an’ın itiraz ettiği şekilde, servetin[26], sadece zenginlerin arasında dolanıp durduğu ekonomik modele RANT (kira) ekonomisi deniyor. Spekülasyonlar ve devletlerin işbirliği ile mülk fiyatlarının artırılması, servetin dar bir azınlığın elinde toplanılması ve mecbur bırakılmış fakirlerin emeklerinin “gönüllü(?)” sömürülmesi üzerine kurulu bir sistem bu.

Bizim anladığımız kadarı ile bedelini ödeyebilecek kadar zengin olanlar haricinde neredeyse tüm toplumun mülksüzleştirilerek herkesin her şey için –araba, ev, akıllı telefon, bilgisayar, klima, çamaşır makinesi, buzdolabı, elektrikli süpürge, hatta kıyafetlere kadar- kiracı durumuna düşürülmesi hedefleniyor.

Bu yolla egemenlerin bırakın daha az ürün satmaları sebebiyle gelir kaybına uğramalarını, sürekli KİRA gelirleri ile kârlarını katlamaları söz konusu olacak sanırım.    


Mucizevi Bir Çözüm: Kripto Para, Metaverse

Kanunlarla boğuşmadan, meşru olarak tanımlanmış yollarla, fakirlerin elindeki servetleri alıp,  onların eline hiçbir şey vermemek dolayısı ile yeryüzü servetlerini harcamamak ve de onların öfkelerine hedef olmamak mümkün mü?

Hem onlara hiçbir şey vermeyeceksiniz, hem ellerinde ne var ne yok alacaksınız. Bunu yaparken suç işlemiş de olmayacaksınız ve de ceplerini boşalttıklarınız buna itiraz etmeyecekler.

Sanırım bu 30 yıl önce bile ancak BÜYÜ ya da mucize ile açıklanabilecek bir şey olabilirdi. Şimdi bunu yapabilmenin adına sanal alem, metaverse, kripto para vs. diyoruz.

Birkaç örnek vermeye çalışalım:

Dikkat edilirse mesela sanal oyunlarda satın alınan SANAL yetenekler, kahramanlar, uygulamalar, metalar vs. ile satın alınan her şey SANALken ödemeler gerçek değerler ile yapılmak zorunda kalınır. 2019 yılını 145 milyar dolarlık bir pazar hacmi ile kapatan oyun sektörü, 2020 ve 2021 yıllarında sırasıyla 174 milyar dolar ve 198 milyar dolar seviyelerine ulaştı. 2021 yılında sanal oyuncu sayısı 3 milyar insanı buldu[27]. Büyük bir kısmı alt tabakalardan olan bu insanların servetleri üst tabakalara kaydı. Alt tabakaların bu servetler karşılığında satın aldıkları tam anlamı ile HİÇ BİR ŞEY’di. Ve bu süreçte neredeyse hiç çöp çıkmadı.

Diğer yandan bu sürecin bir başka ve çok önemli bir etkisi daha var: Sürece itiraz etme, dünyayı değiştirme, Paris’i yakma potansiyeli olan tek yaş grubu DELİKANLILAR/genç erkekler SANAL HAPİSHANELERDE yollarını kaybettiler. Böylece belki de insanlık tarihinin en kalabalığı olmasına rağmen en az muhalefet eden, en az itiraz eden, en itaatkâr fakirleri ortaya çıktı.

Sanal seksle metaverse ortamında kazanılan sadece başka insanlardan gelebilecek hastalıklara karşı güvenli seks ve sıradan insanların gerçek hayatta asla ulaşılamayacakları kişilerin üç boyutlu hologramları ile UCUZA seks imkânı değildir (Üstelik dilediği ölçülerde, dilediği ortamlarda, dilediği şartlarda): Özellikle erkekler ömür boyu ödeyecekleri nafaka problemlerinden; uğrayabilecekleri tecavüz, taciz ve şiddet iftiralarından; kadının hamile kalması ile çocuğa ve annesine edilecek bir ömür boyu kölelik(?) gibi risklerden de kurtulurlar. Kadınlar da tecavüz, taciz, şiddet ve hamile kalma riski olmadan; ırz, namus, iffet, şeref, bekâret gibi sınırlamalara takılmadan diledikleri ile birlikte olma şansı(?) yakalamış olurlar. Kaynanalar da gri gelmemek üzere tamamen ortalıktan kaybolmuştur J.

Diğer yandan kadın erkek ilişkilerinin getirdiği örfi, geleneksel veya mecburi ilişkilerin harcamaları ve problemlerin yansıdığı kamusal süreçlerden de (Flört, nişan, söz, evlilik, mahkemeler, davalar, adli süreçler, polisler, hâkimler, avukatlar, velayet sorunları, gelmeler, gitmeler vs.) kurtulmuş olacağımızdan yeryüzü kaynaklarının harcanması da azalmış olacaktır. Zira genelde erkek de kadın da kaynaklarını en çok karşı cinsi etkileyebilmek veya çocuklarının bakımı için harcar. Sanaldaki seks, kalabalıkların servetlerini sanal âlemin patronlarına taşırken onlara ne aile, ne çocuk, ne eş ne de akrabalar verir.

Sanal âlem bize, METAVERSE ortamında sanal arsa, ev, yat kat satın alma imkânı da verir. İnsanların metaverse’de aldıkları arsalarda piknik yapıp çöplerini oraya bırakmaları dolayısı ile çevreyi kirletmeleri söz konusu değildir. Arsalar tertemiz onları bekler. Peki, gerçek değerler verip aldıkları metaverse’deki arsalarla insanların gerçekte aldıkları şey nedir? İnsanlara hiçbir şey vermeden, kanunlara uygun şekilde, kendi rızaları ile isyana sebep olmadan ellerindekileri almanın bir yolu da sanırım bu.

Bir giyim markasının metaverse ortamında kuracağı satış reyonundan satış yapması binlerce mağaza kurmak için ihtiyacımız olan yeryüzü kaynaklarının harcanmasını önleyecek, zamanla bu mağazalardan çıkan çöplerden ve mağazaların çöpe dönüşüp başımıza bela olmasından da bizi koruyacaktır. Üstelik ihtiyaç duyulacak insani personel minimuma düşeceğinden personel giderleri çok azalacak, mağazaya geliş gidiş ve eşya nakliyesi sırasındaki yakıt tüketimi de ortadan kalkacaktır. İnsanların, bilgisayar ya da telefon başında iken, oldukları yerden ürünleri sanal olarak giyinip çıkarabilmeleri geri dönüşleri de oldukça azaltacaktır. Böylece sanal alışverişler, üretim ve satış süreçleri esnasında ihtiyaç olan yeryüzü kaynaklarının tüketilmesini minimuma indirirken aradan çıkardığı toptancılar, küçük esnaf, personel ve nakliyeciler vs. ile sermayenin kârını da maksimuma çıkaracaktır. Yeter ki, alternatif piyasalar devreye girip ürünlerin kalabalıkların eline “Ucuza” geçmesine imkân vermesin.
 
Ya da kripto paralar patladığında elde ne kalır? Kime dava açılır, hak nerede aranır?

İtirazları Sindirebilmek için İnsan Haklarının Kısılması Şart

Kalabalıkların gelirlerinin düşürülmesi ve alıştıkları yaşam standardından edilmeleri büyük itirazlara gebe sanırım. İçinden geçtiğimiz pandemi sürecinde ellerinden alınan Haklarını, getirilen sokağa çıkma yasaklarını, takip ve gözetleme sistemlerini vs. kalabalıklardan gelebilecek itirazları kontrol ve bastırma üzerine bir ön çalışma olarak değerlendirmek fazla komplocu bir yaklaşım gibi gelebilir. Muhtemelen Hayvan Hakları seviyesinin İNSAN Hakları seviyesi ile eşitlenme sürecinin tüm dünyada aynı zamana denk gelmesi de bir tesadüftür.

Ancak bizim kanaatimiz, Noah Harari’nin Homo Deus eserinde yazdığı gibi “fakirler çok daha azı ile yetinmeyi öğrenecekler” (daha doğrusu öğretecekler) şeklinde. Hatta, eğer “Üç sene önceki hayat standardımı koruyorum” diyebilenlerin yüzdesi hesap edilirse, “daha az harcayarak yaşamaya” başladık bile denilebilir, diye düşünüyorum.     

Bunun sonunda huzurlu bir dünya kurulabilecek mi?

Sanmıyoruz. Zira kurulan model şöyle bir varsayımın üzerine inşa ediliyor gibi: Eğer rekabet ortamını engeller ve kaynakların kullanımını sorumluluk sahibi(!) tekellerin ellerine verirsek, dünya ekonomisini ve hareketliliği yavaşlatıp, disiplin altına alır böylece yeryüzü kaynaklarının boşa harcanmasını engelleyebiliriz. Bu aynı zamanda büyük kartellere yüksek karlar vermek anlamına da geleceğinden, egemenler yeterince sürekli gelire ve sermayeye ulaşmış olacaklarından, sorumluluklarının gereği boşa çıkan büyük çoğunluğun zaruri ihtiyaçlarını karşılamada gönüllü olacaklardır.

Ancak şu ana kadar paraya ya da güce doymuş herhangi bir kapitaliste rastlamış olmamamız, fakirlerin daha da fakirleştirilerek ellerindeki her şeyin alınmakta olduğunu haber veren şu süreçten şüphelenmemiz ve bir manipülasyona maruz kalmış olabileceğimizden korkmamız için yeterli sebep değil midir?

Üstelik bizim atalarımız “Biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar” derken huzurun ancak teavün/paylaşım ile gelebileceğini, değilse boğuşmanın kaçınılmaz olduğunu ikaz etmeye çalışırlar. Bu öğüt çerçevesinde bakarsak yeryüzü servetlerini birkaç sömürgecinin eline teslim ederek kalabalıkların tamamen güçsüz ve edilgen kılındıkları bir süreçten hayır çıkma ihtimali en azından fakirler için oldukça zor gibi duruyor.

Diğer taraftan sorunu üreten kapitalistlerin, “kendilerine değil de fakirlere ceza kesiyor olmalarına” ve çözüm olarak yine kendilerini İşaret edip “bize güvenin” demelerine teslim olmak da sorunlu bir ruh hâline işaret ediyor değil midir?

Sonuç:

Dinlerin, İnsan vicdanına seslenerek “israf haramdır. Kanaat insanın en büyük zenginliğidir” diyerek hiç kimsenin başına bir bekçi dikmeden, milyarlarca dolar harcamandan, gözetleme ve takip sistemleri kurmadan ve insani haklarını kısıtlamadan çözdükleri sorunu, Tanrı’yı öldürdüklerini söyleyen egemenler kitlelerle savaşarak, hem insani hem de vicdani olarak insan onurunu ayaklar altına alarak çözme yolundalar.

Egemenlerin her şeyi değiştirmeye çalışıyor olmaları aslında hiçbir şeyin değiştirilmemesi için gösterdikleri gayretten ibaret. Egemenler kendi sorumlu oldukları krizden bizi değil kendilerini kurtarmanın derdindeler; yani yerleştikleri fakir halkların sırtından inmeye hiç niyetleri yok, kanaatindeyiz.

Dünyanın tüm servetlerini 50-100 kişilik topluluğunun elinde toplayan bir sistemi daha adil bir paylaşıma zorlamak yerine milyarlarca insanı çok daha azı ile yetinmeye hatta açlığa mahkûm eden sistemi devam ettirmenin yolunu arıyorlar. Eğer başarabilirlerse “dünyadaki zenginliklerin dağılımındaki adaletsizlik piramidi hiçbir şekilde değişmeyecek” [28] gibi duruyor.

Bizim ilmimiz buna yetti Allah doğrusunu bilir.

(Bu yazıyı biraz daha uzatma niyetindeydik lakin heyecanımız tükendi.)

ZEYL: Çözüm ne? Diyeceklere:

Eğer fakir ve güçsüzler beraberce itiraz etmenin yolunu bulamazlarsa sanırım onlar için hiçbir çözüm yok, diye düşünüyorum. Görüldüğü gibi “çözüm ne?” sorusu, “Beraber hareket etmenin, beraberce itiraz etmenin, beraberce konuşabilmenin, birbirimizi dinleyebilmenin yolunu bulabilir miyiz?” sorusuna evriliyor.

Ahmet Hakan Çakıcı
Rebiülahir 1444 / ALANYA
 


[1] E.F. Schumacher, Küçük Güzeldir
[2] E.F. Schumacher, Küçük Güzeldir s:27 Ekonomik anlamda yanlış yaşamamız, aç gözlülük ve kıskançlığı sistemli olarak besleyerek hiçbir şekilde gerekçesi olmayan bir sürü gereksinim yaratmamızda müteşekkildir. Açgözlülük kıskançlığında yardım ile çağdaş insanın efendisi olmasaydı, giderek daha yüksek “ yaşam düzeyleri” ne erişildikçe ekonomizmin çılgınlığı zamanla geçer giderdi Oysa ekonomik çıkarlarını en acımasızca sürdürenler en varlıklı toplumlar olmaktadır. 
[3] https://www.hertaraf.com/haber-tarihin-sonu-ertelendi-yuval-harari-9750
[4] S: 92
[5] Nihayet Dergi, Mayıs 2022, Ahmet C. Kahraman, Değişen Atık ve Adaleti Uzayda Aramak
[6] https://www.youtube.com/watch?v=XTm4JKlPvX4
[7] Nihayet Dergi, Mayıs 2022,M. Şeker-F.N. Tanyeri, Sokak Toplayıcılarının Sosyo-Ekonomik Yapısı Araştırması
[8] Nihayet Dergi, Mayıs 2022, Onur Uludağ, Ev ve Ofis Kaynaklı Tehlikeli Atıklar 
[9] Nihayet Dergi, Mayıs 2022, Rıfat Ü. Sayman, Elektronik Atık Geri Dönüşüm Oranları Artırılmalı
[10] https://www.webtekno.com/turkiye-nasil-oldu-da-ingiltere-den-en-fazla-plastik-cop-ithal-eden-ikinci-ulke-oldu-h60241.html
[11] https://www.referansturk.com/abde-ithal-edilen-gidanin-5te-biri-cope-gidiyor-haber-37009
[12] E.F. Schumacher, Küçük Güzeldir, s:31
[13] https://batiraporu.com/genel/ingilterede-evsiz-sayisi-her-gecen-gun-artiyor/
[14] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/ingilterede-genc-evsizlerin-5-yilda-yuzde-40-arttigi-tahmin-ediliyor/2395785
[15] https://www.dw.com/tr/bagw-almanyada-evsizlerin-say%C4%B1s%C4%B1-bir-milyonu-ge%C3%A7mi%C5%9F-olabilir/a-46856148
[16] https://www.ensonhaber.com/yasam/turkiyede-nufusun-sehir-ve-kirsala-gore-dagilimi
[17]https://www.indyturk.com/node/190906/d%C3%BCnyadan-sesler/amerikan%C4%B1n-sorunlar%C4%B1n%C4%B1n-%C3%A7%C3%B6z%C3%BCm%C3%BC-kapitalizm-de%C4%9Fil-kapitalizm-sorunun-ta
[18]  Zariyat Suresi 19. Ayet-i kerime: “Onların mallarında isteyen ve istemeyen yoksullar için bir hak vardır.”
[19] A.F Schumacher’in kitabına alıntıladığı, Lev Tolstoy’un, İngilizlerin yönettiği Hindistan’ın durumunu anlatmak çin yaptığı betimleme.
[20] https://www.webtekno.com/abd-temiz-enerji-nukleer-enerji-h108293.html
[21] https://tr.euronews.com/2022/02/02/ab-komisyonu-nukleer-enerji-ve-dogal-gaz-surdurulebilir-enerji-yat-r-m-olarak-s-n-fland-r-
[22] Sorunun ilhamı Kevin Robins: İmaj, Görmenin Kültür ve Politikası’ndan
[23] https://www.reuters.com/business/energy/us-diesel-shortage-increasingly-likely-until-economy-slows-kemp-2022-10-27/
[24] http://www.tezcanmahmut.com/planli-eskitme-buz-daginin-gorunmeyen-kismi/
[25] https://t24.com.tr/haber/greta-thunberg-neden-turkiye-yi-bm-ye-sikayet-etti,840812?ysclid=lae3gdc8yy903837815
[26] Haşr Suresi 7. Ayet: Allah'ın fethedilen ülkeler halkından peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Bu taksim, malların içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaması içindir. Peygamber size ne verdiyse onu alınız, size ne yasakladıysa ondan da sakınınız. Allah'a saygılı olunuz, çünkü Allah'ın azabı çetindir.
[27] https://home.kpmg/tr/tr/home/medya/press-releases/2022/01/oyun-sektorunde-trendler-ve-birlesme-ve-satin-alma-islemleri.html
[28] Vurgu bu yazıdan alınmıştır. https://www.teneremedya.com/2021/05/hicbir-seyi-degistirmemek-icin-her-seyi-degistirmek-2/

 


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder