Halen, Bursa Numaniye Dergâhının hizmetini vermekte olan Eşref-i Rumi’nin son torunlarından Safiyüddin Bey, bizden hemen önceki dönemde yaşamış farklı değerlerin, farklı kıymetlerin, farklı tepkilerin ve insanlarının dünyasının son anlarına yetişmiş, onlara şahitlik etmiş biri. Gördüklerinden bir kısmını, adeta bir müze ya da bir kabristan bekçisi gibi yeni nesillere aktarmaya çalışıyor.
Gayret bizden Tevfik Allah’tan.
Düşeni kaldırmak[i]
Peşlerine takıldım…
Safiyüddin Bey acele ediyor, zeytinleri dökülmeden toplamak istiyordu. Tekkeye
daha yeni yeni gelip gitmeye başlamıştım. Belki bir fırsat olur oturur muhabbet
eder, üç beş kelamını dinler irfanından istifade ederiz, diye ümit ediyordum.
Hemen öğrendim Beyefendi ile zeytin toplamak kolay iş değildi:
Zeytinleri değnekle toprağa yatırmaya izin vermiyordu, dalları kırma ihtimaline
karşı kaba saba ağaca tırmanmaya da; gözüne kestirdiği ağaçlarda, makine ile
ağacı gövdesinden sarsarak zeytinlerini dökme işine de müsaade etmiyordu. Eski
usul, merdivenle yükselip taneleri tek tek el ile toplamak gerekiyordu. “Ağacı dahi
incitmemeli, insana hizmet ettiği için adeta onu cezalandırıyormuş gibi
davranmamalı, aksine hürmet etmeli” düsturu ile hareket ediyordu.
Öncelikle rüzgârın döktüğü ‘dip zeytini’ denen, halde 2.
Kalite diye isimlendirilip düşük fiyata alınıp satılan zeytinler toplandı.
Bunlar sofralık olmaz, yağ için sıkılırmış. Ardından ağaçların altına yaygılar
yayılıp, ağaçların üstündeki zeytinlere geçildi. Zeytin toplarken ele gelmeyen,
daldan direk toprağa inip, toprakla buluşan zeytinlerin, anında, ardına düşüp
sepete alınması gerekiyordu.
Belki de en zor yanı da buydu: Zeytin toplama mevsimi aralık ayına denk
geldiğinden bir kısmı ayazın dondurduğu, hala buzu çözülmemiş, bir kısmı da eriyen
karla çamurlaşmış toprak zeminde çalışılıyordu. Eğil kalk, eğil kalk otların
arasında ya da erimiş kar suyunun içinde çamura bulanıp toprakla aynı rengi
alarak kendini gizlemiş zeytinleri arama işi; elleri nasırlaşmamış, emek gücü
ile çalışmaya alışmamış, benim gibi pamuk elli kalem erbabı için oldukça zordu.
Daha yarım saat geçmeden ıslanmış kollarım, çamura bulanmış, üşümüş, titreyen,
kıpkırmızı ellerimle feryat eder hale gelmiştim.
Ama Safiyüddin Bey dalları bırakmış yerdekilerin peşine
düşmüştü. O yerdekileri kovalarken, bizim kolay ve daha zahmetsiz olan
dallardaki zeytinleri toplamaya çalışmamız edebe yakışmazdı.
Hemen hesap yapmaya başladım. İşin doğrusu öyle çok hesaplık
bir şey de yoktu: Daldan düşüp, otların ve çamurun arasında kaybolmuş
zeytinleri ararken harcanan vakitle daldaki zeytinler toplansa en az 1’e 10
daha fazla zeytin toplanılırdı. Dökülen zeytinleri olduğu gibi bırakıp bahçeden
1 gün önce çıkmak çok daha karlı bir seçenekti. Çünkü toplanan zeytinlerin
getirisi 1 kişinin bile yevmiyesini karşılamıyordu. Yani benim gibiler aslında
zarara çalışıyordu.
Bir taraftan zeytin peşinde inip kalkar diğer taraftan düşündüklerimi
ve hesaplarımı yanımdaki arkadaşa izah etmeye çalışırken, Safiyüddin Bey
arkadan gelip önümdeki ağaca doğru seğirtti. Tam yanımdan geçerken “Kahramanlık
düşeni kaldırmaktır” dedi.
“Kahramanlık düşeni kaldırmaktır”, “Kahramanlık düşeni
kaldırmaktır.” Sarsıldım. Üst üste Kur’an’ı Kerimdeki garipler, yetimler,
miskinler, yolda kalmışlar, anne baba, komşu vs. ayetleri geldi aklıma.
Beyefendi arka taraftan benim gevezeliklerimi işitmiş ve “maddi
değeri yüksek olana herkes talip olabiliyor, düşeni kaldırmaya sadece
kahramanlar talip olabilir” diye nasihat vermişlerdi.
Nitekim istikbal vadettikleri zamanlarda kapılarında
kuyruklar gördüğüm kişi veya kurumların düştükten sonra bırak hürmet, meveddet
ve nezaketi, haklarının-hukuklarının dahi gözetilmediğine defalarca şahit olmuştum.
Bu durumlarda edindiğim bir kanaatim de vardı: “İnsanın düşeni kaldırmaya her
zaman takati olmayabilir, bu durumda düşenin üzerine ayak basmamaya dikkat etmek
kişinin “insanlığına işarettir”. El uzatamıyorsun, hiç değilse ezip çamur etme,
olur da erbabı denk gelir, o kaldırır belki. Başka bir insanın kahramanlık etme
imkânını da heder etmemeye dikkat etmeli insan.
Kelime, İslam’ın misyonunu ne kadar güzel özetliyordu.
Hayran olmuştum.
Ertesi gün cemaatten kıdemli bir abinin yanına giderek heyecanla olayı
anlattım. “Mesele düşeni kaldırmakmış” abi dedim. Ancak bendeki heyecan onun
yüzüne sirayet etmedi. Sevimli Bursa şivesi ile;
- “Yok, beyaaa, sen meseleyi anlamamışsın, aga” dedi. Bu son aşamadır yahu. İnsanın en düşük basamağıdır. Eğer insan, düşene de el uzatmıyorsa artık ondan insan olarak bahsedilebilir mi? Yook, uygun düşmez! O’nun insanlık ile münasebeti kalmamış demektir. O artık hayvan-ı natıka çerçevesinde zikredilmelidir. Sen Efendiyi yeterince gözleyememişsin” dedi. Şaşırarak,
- Nasıl yani abi? Dedim.
- Efendiyi görmedin mi, düşeni kaldırmadan önce zeytinler düşmesin diye nasıl da çırpınıyordu? Kahramanlık düşmesine izin vermemektir. Asıl mesele düşmeden tutabilmektir.
- Allahhh, Allahhhhh.
- Ekseriyetle Âdemoğlu diğerinin düşmesinden zevk alır. Çünkü birinin ona muhtaç olması ile kendisinin kıymetinin ortaya çıktığını düşünür. Düşeni kaldırırken kendisini önemli, kendisini özel hisseder. “Ben” der, “filancanın elinden tuttum, filanı giydirdim, falan ülkede kuyu açtım, filan yerde yemek verdim”. Bunların hepsi, düşenin üstünden Kendi EGOSUNU, “BEN”İNİ beslemektir.
Sen düşeni kaldırmıyorsun NEFSİNİ kaldırıyorsun. O’nun düşmesi senin kibrini beslemen için fırsat veriyor ve sen kendini önemli, diğerlerinden daha HAYIRLI ve İYİ hissediyorsun.
O yüzden önemli olan düşürmemektir. KENDİNE muhtaç etmemektir. Müsavatı (eşitliği, denkliği) bozdurmamaktır. Kapında ricacı kılmamaktır, el açtırmamak, utandırmamaktır. Mahcup etmemektir.
- Çok güzel abi de düşeni kaldırmak da önemli değil mi?
- Aziz Allah, bilir düşeni. Sahibi odur. Onların sana ihtiyacı yoktur. Allah dilerse hepsini zengin eder. Dilemiyorsa o işte bir hayır gördüğündendir. Lakin bigâne kalınmaz. Oda bizim imtihanımızdır. El uzatmak gerekir. Ama uzanan elin “KENDİ ELİN OLMADIĞINI”, aracı olduğunu unutmadan. “Veren de O, alan da O” bilerek. Kendine dikkat et, “Vererek kime veriyorsun? Hakka mı hizmet ediyorsun yoksa kendi egonu mu şişiriyor, kibrini mi besliyorsun?”
- He yaa, neyi besliyorsun?
- Biz de düşmüş değil miyiz? Cennetten düşmedik mi? Hz Âdem babamız Cennetten düşerek buraya gelmedi mi?
İnsan parçalara ayrılabilen bir varlık değil: Eğer onu parçalara ayırmaya kalkarsak şizofreni başlar. Bu yüzden insan eşyaya, hayvana nasıl bakıyorsa insana da öyle bakar. Eşya ile kurduğu ilişkiyi insanla da kurar. Eşya ile kurulan ilişki insanla kurulacak ilişkinin ön pratiği, yani provasıdır. Sanırım Safiyüddin Bey insanla kuracağı ilişkiyi zeytinlerde pratik ediyordu.
İki kelime öğrendim; üzerime, ömrümce yetecek yük aldım.
1443
Cemaziyelahir
Derleyen Ahmet H. Çakıcı
[i]
Hatıralarını bizimle paylaşma lütfunda bulunan Hacı Abi, Hasan Abi, Zakir ve
diğer Tekke ahalisine teşekkür ederim.
0 yorum:
Yorum Gönder