Karl Löwith, Tarihte Anlam. (Özet ve Yorum)

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 13 Tem 2025 0 yorum

 İşte böyle...

Dünya hayatı tıpkı bir zeytinyağı sıkma presi altındaymış gibi baskı altında; Tortu ile yağ ayrılır. Tortu çöpe atılır, yağ kabın içinde kalır.
Baskı ve stres altında olmak kaçınılmazdır, her daim vardır. Mesela savaşlar, açlık, yokluk, enflasyon, fakirlik, ölüm, tecavüz, açgözlülük ...
Bu baskılar altındayken sürekli homurdanan ve şunu söyleyen insanlar gördük: "Bu mu Hristiyanlık? Ne kadar da kötü şeyler getirdi başımıza!"
Böyle bağırır çöpe doğru giden YAĞDAN kalan posa; renkleri siyahtır çünkü küfrederler; çünkü ihtişamları yoktur. Yağın ise hem ihtişamı hem asaleti vardır. 
Bu dünyada başka bir tür insan daha vardır; Onları posadan ayıran duru bir yağa dönüştüren bizzat o baskılar, o belalar ve sıkıntılar olmasın? (Augustine)

Karl Löwith, Tarihte Anlam, Sunuş yazısı

Sadığı, mü'mini, kaliteliyi fırsatçı uyanık, münafık, sahtekârdan ayıran katlandıkları sıkıntılar, dertler, BELALARDIR, diyor sanırım. (Derdim Bana Derman İmiş –Niyazi Mısri)

Abdurrahman Arslan Bey'den işittiğimiz bu eserden biz çok istifade ettik. Ümid ederim muhatabına faydası olur.

 

Bilimlerin tersine cevaplanamayan sorular sormak İlahiyatın ve felsefenin cesaret edebileceği işlerdir.
İlk ve SON şeyleri ilgilendiren nihai soruların tümü bu alanların ilgisindedir. Bu sorular her zaman önemli kalırlar zira hiç bir cevap onları tatmin edemez. Sorular esaslı bir arayışa işaret ederler. Eğer tarihin anlamı tarihsel olaylarda açığa çıkmış olsaydı tarihin anlamı için herhangi bir soruşturmaya gerek kalmazdı. Soruşturmayı teşvik eden şey bizzat olayların içindeki anlam yoksunluğudur.
Aksine gerçek tarihin anlamsızmış gibi göründüğü önceden-kurgulanan, öte yandan saklı kalabilen nihai bir anlam ufkunun içindedir yalnızca.
Tarihin nihai anlamını sormak kişinin nefesini keser; içinin yalnızca umut ve inançla doldurulabileceği bir boşluğa doğru çeker bizi. 

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:20 

VARLIK ile ilgili ciddi sorular sormak ancak İLAHİYATIN ve FELSEFENİN cesaret edebileceği işlerdir. Lakin felsefenin verdiği cevaplar kaçınılmaz olarak bizi bir boşluğa sürüklemek zorunlar. Bu boşluk ancak ve ancak ÜMİT ve İMANLA (yani Tanrı'ya imanla) doldurulabilir, diyor sanırım.

Eskiler mukadder yazgılara inandıkları için, gelecek olaylar ve yazgılar esinlenen/ilham alabilen bir aklın görebileceği bir peçenin altında hafif bir şekilde gizlenmekteydi.
Bu yazgıları görebilenlerin kehanetlerine dayalı kararlar Yunan ve Roma yaşamında günlük hayatın bir parçasıydı.
Kehanete olan bu güven, KİLİSE onu kökünden koparıp atana kadar hiç azalmadı. Ama Kilise yazgıya inanamıyor olmasına rağmen Tanrının belirlediği Kadere inanırdı.
Modern insan ne, yıldızların haber verdiği gizli bir yazgıya ne de Tanrı'nın eliyle belirlenmiş bir kadere veya doğru hedefe giden bir hidayet kılavuzuna inanır.
O geleceğin KENDİSİ tarafından KENDİ elleriyle yaratılacağına inanmıştır. 

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:28 

Modern insan KENDİ kaderini KENDİSİNİN yazdığına inanan bir TANRI özentisidir. Tanrılık kibrinden sakalına bile hükmünün geçmediğini, saçlarının dökülmesini, derisinin buruşmasını engelleyemediğini göremez. Bunların ne anlama geldiği hakkında da fikri yoktur zira onun tabiata, yıldızlara, zamana, bilgelere ve kendine karşı kulakları sağır, gözleri kör kalbi ise TAŞ gibidir, diyor sanırım.

 Demokrasi ve bilim patlaması,
Yunanlıların ve Romalıların bizden çok önce bizden çok daha mükemmel bir şekilde yaptıkları şeylerin anlamsız tekrarıyken... 

Karl Löwith, tarihte Anlam, s:30 

Seçkin bir zümrenin kalabalıkları yönettiği demokrasi oyunu, toplumları KORKU ve DEHŞETLE teslim almak için geliştirilen bilim ve devasa taşlarla devasa bloklardan inşa edilen şehirlerin yükseldiği Tanrısal kibrin ANLAMSIZ tekrarını yaşıyoruz diyor sanırım Karl Löwith…

Seküler, pagan ya da ismen Hristiyan bir toplumun parçalanması, evrensel bir dinin yükselişi ve bireysel insanların ruhlarının kurtuluşu için tarihi bir imkân sağlar; fakat bu dolaylı olarak toplumu dönüştürür.
İnsanlar ACI yoluyla öğrenirler ve TAnrı sevdiğini cezalandırarak terbiye eder. Bu yüzden Hristiyanlık çöken bir Helenistik toplumun ıstıraplarından doğmuştur ki Helenistik toplumun Hristiyanlık Dinine iyi bir hizmetçi gibi büyük yardımları olmuştur.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:31

Toplumlardaki seküler veya paganist çözülmeler önceki dinin o toplumda çürüdüğüne işaret eder. Sekülerleşme ile bireyselleşen ve SIKINTILARI beraberce göğüsleyemeyen toplumlar büyük acılara gark olur. BU ACILAR o toplumların terbiye edilmesi ve bir önceki DİNDEN daha üst bir ahlakın ve insanlığın savunulduğu DİNİN ortaya çıkmasını sağlar.
YA da bunu beceremezse o toplum yok olur, demeye çalışıyor sanırım.
...............................................................................................................................................................

Demokrasi ve bilim patlaması -ve diğer Batı Seküler medeniyetinin işleri- "Yunanlılar ve Romalıların bizden çok daha önce ve çok daha mükemmel bir şekilde yaptıkları şeylerin hemen hemen anlamsız bir tekrarı iken..." Toynbee, yeni bir din ve kilise olanağını açık bırakmak yerine, Hristiyanlığın hala insanlık tarihindeki en büyük "yeni" olay olduğunu ispata çalışır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:32

Seküler BAtı, Roma ve Kadim Yunan'ın DEVLETİ ve güce tapan zevk perestliğinin devamıdır. Modern Seküler paganist Medeniyette olan sadece DEVLETİN kullandığı araçların yani şiddet unsurlarının daha gelişmiş, daha fazla insanı daha kısa sürede katledebilen cihazlar olmasıdır.

Zevkperestlik ve konformistlik (mele ve mütref) bilimin sağladığı imkânlarla yeni araçlarla devam eder.

Kölelerin ismi işçi olmuş, sayıları artarken EFENDİLERİN onlara karşı sorumlulukları AZALMIŞtır.

Hristiyanlık bu döngüde insana Sevmeyi, paraya tapmamayı yardımlaşmayı, merhameti, İNSAN olmanın EGOİSTLİKTEN BEN CİLİKTEN vazgeçmekle olduğunu öğütleyerek Putperest Seküler Batının yanında hala YENİ ve GENÇ olmaya devam etmektedir diyor sanırım Toynbee

Ne eski antik Yunanız, ne de Hristiyan, bizler moderniz.

Yani iki geleneğin tutarsız bileşimi.

Yunan tarihçiler büyük siyasi olayların merkeze alındığı pragmatik bir tarih yazmışlardı. Kilisenin Papaları/babaları Yahudi Kehanetlerinden ve Hristiyan Kıyamet anlayışından, Kaderci yaratım ve vücud bulmayı tarihleştirmişlerdi.

Modernler dini prensipleri sekülerleştirerek ve onları sürekli önlerine çıkan olaylara uygulayarak bir tarih felsefesi terkip ettiler.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:37

Bu çelişki modern insanın hemen her an karşısındadır.
Mesela Pandemi döneminde hatırlar mısınız?
Dinin Emirlerini mi uygulayacağız yoksa seküler papazlar olan DSÖ ve doktorlarının mı?
Bizim canımızı virüsler mi alıyor yoksa Azrail mi?
Tedbir alırsak ölümü erteleyebilir miyiz yoksa Allah, herkese değişmez bir ecel mi tayin etmiştir?
Şifa Allah'tan mı Aşılardan mı?
Helal mi Kanunlara uygun mu?
Büyük Tanrı Allah mı yoksa DEVLET mi?
İslam'ın ailesi mi, UZMANLARIN ailesi mi?
Ailesin reisi ERKEK mi yoksa herkes "EŞ" yani EŞİT mi?
Devletin çıkarları mı yoksa Ümmetin menfaati mi?
Faiz haram mı, çağın gereği mi?
Gibi yüzlerce konuda ACAİP terkiplere ürettik: Allah bize bilime/bilim adamlarına, Devlete, Büyüklere, doktora, öğretmene, uzmana, Hakime, Kanunlara, polise itaat etmeyi emreder ... dediğimiz gibi meselea Bilimin de BİR DİN olduğunu fark etmeden.
ya da "zamana uymak gerek" gibi.
Zeyl: Görsel Mustafa Armağan'ın "Gelenek ve Modernlik Arasında" eserinden alınma.
*******************************************************************************************

Batı uluslarının seküler mesiyanizmi (Tanrı'sız KURTARICIK ideolojisi) her durumda, Tanrı tarafından evrensel önemde inanmış her bireyin sorumluluğu olarak dini inançta kök salan ulusal, sosyal ve ırksal bir HİZMET BİLİNCİ ile birleşir.
Bu Fransa, İtalya, Almanya ve Rusya için olduğu gibi Amerika ve İngiltere için de geçerlidir. Dini bir hizmetin seküler bir iddiaya sapması nasıl olursa olsun, bu sekülerleştirmelerde (Allah'tan arındırmalarda) değişmeyen önemli tespit, dünyanın kötülük dolu olduğu ve kurtarılması ve yeniden canlandırılması gerektiğine dair kanaattir. 

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:39 

Hristiyanlık İNSANLIĞI Tanrı adına kurtarma ideolojisi idi. Batılılar Tanrıyı reddettiler ama İNSANLIĞI kurtarma görevi/HİZMETİ devam etti.

Batının Hristiyan köklerinden kalma başka ulusları, ırkları, fakirleri kurtarmak, ÇAĞDAŞ medeniyetler seviyesine çıkartmak, onlara DEMOKRASİ ve insan Hakları getirmek, kadınları erkeklerin zulmünden azad etmek KÖTÜLÜK DOLU olan, Hz Adem'in sürüldüğü, kovulduğu, bela ve musibet dolu bu dünyadan CENNETE ulaştırmak, İYİLİK adına yeryüzünün yeryüzünde yapılabilecek en insani hizmettir, bilinci TANRISIZ bir dünyada Hristiyanlığın devamıdır, diyor sanırım.

Burckhardt, Hegel'in teodisesine (Tanrı'nın Kötülüğü yaratmasının akla uymayacağı reddeden görüş) karşı, tarihin akla uygunluğunun bizim anlayışımızın çok ötesinde olduğunda ısrar eder, çünkü bizler sonsuz bilgeliğin amacına vakıf değiliz.
Augustinus'un hakikatin insanın içinde olduğu ve hakikatin Tanrının kendisi olduğu görüşüne de benzer şekilde yaklaşır: "Bizim için fark etmez". Her ikisi de bizim imkanlarımız dahilinde olan saf bilgeliğimizi aşar.
Felsefe de Tarih Teolojisi de; Başlangıçlar ve nihai sonlarla ilgilenmelidir. Sıradan bir tarihçi bunların her ikisine de yaklaşamaz. Onun için ulaşılabilir olan sadece tarihin kalıcı MERKEZİDİR. "Olduğu gibi olan, olmuş olan ve olacak olan" insanın açıklaması, eylemesi, acı çekmesi.
Burckhardt kendine sorar "Nihai sonla ilgilenmeyi reddetmenin getirdiği bütünleyici teslimiyetçilik bizi ne dereceye kadar şüpheciliğe itecektir. Şöyle cevap verir: "Asıl şüpheciliğin yeri başlangıcı ve sonu KESİNLİKLE bilinemeyecek olan değil, bizce sabit tek nokta olan dünyadır."

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:46

Anladığım kadarı ile Burckhardt; İnsanın SINIRLARI vardır. Bu sınırları aşma imkanı da yoktur. Bu anlamda İLK ve SONA dair, olmuş olana TESLİMİYETTEN başka bir çaremiz yok.
Bu konu İLAHİ olanın bilgisidir. Bu yüzden İLKE ve SONA dair olanda TARİH olmaz. tarih, şüphenin olduğu yerde olabilir. Şüphe ancak insani boyutta var olabilir.
O halde ne Tanrıdan ne geçmişten (yaratım ya da doğum öncesinden) ne de gelecekten (ölüm sonrasından) şüphe edebiliriz. Ne de bunların varlığını Akli zeminde ispat edebiliriz.
Bunlara ya iman edilir ya da RED.

Şüphe sadece bu dünyaya ait bişidir. Şimdiden, şu andan, şu anda olanlardan, kendimizden şüphe duyabiliriz., diyor sanırım.

Delice gözüken ama zihnimden atamadığım bir tahminim var:
Askeri devlet büyük bir fabrika haline geliyor. İnsanları kocaman sanayi merkezlerine yığanların hırsının varacağı yer şurası: Sabit ve denetlenmiş bir cimrilik, promosyonlarla ve üniformalarla yüceltilme, güne davul sesi ile başlama ve günü davul sesi ile bitirme...
Bireysel Führerlerin ve gaspçıların denetimi altında uzun süren gönüllü özneleşme kapıda. İnsanlar artık İLKELERE (ahlaka ve erdemlere-AHÇ) inanmıyorlar, muhtemelen periyodik olarak KURTARICILARA inanacaklar... Muhtemelen 20. Yüzyılda otorite yeniden şahlanacak, hem de ne korkunç bir şahlanma. (Burckhardt'tan alıntı)

Karl Löwith, tarihte Anlam, s:50

Pek de yanılmamış gibi zira DEVLETler gözetim ve takip teknolojilerini öylesine geliştirdiler ki, tüm toplumu askeri bir kamp olarak tanımlamak mümkün hale geldi.
CİMRiLİK ve para yığma, bencillik ve bireysellik övülen TEK DEĞER olarak kaldı. Ahlak, namus, şeref ve diğer erdemlere olan inanç darmadağın oldu.

2. Dünya Savaşını getiren LİDER TAPICILIK Hitler, Mussolini, Stalin, Churchill, Tito, Atatürk vs ile bitmedi; günümüzde hala vazgeçilmez "olmasaydın olmazdık" tipi "Allah'ın lütfu" olarak görülen YÜCE liderler üretmeye devam ediyor, diyor sanırım.

Papaz her şeyden önce okumuş, eğitimli sınıfa mensup, felsefeden anlayan bir ilahiyatçı, utangaç ve biraz sulandırmış olsa da hayırseverliği ile tanınan biridir.
Modern insan bu Hıristiyanlığın varlığını kabul eder. Ancak laik yani Tanrı'nın umursanmadığı bir dünyada böyle bir din ilham verici değildir.
Kilisenin hala toplumsal bir görevinin olduğunu kabul eder ama gerçek bir uyanış için onun tavsiyeleri gözlerine hiç de cazip gelmez. Çünkü sınırsız güvenliğin, emeğin, işin ve açgözlülüğün modern ruhu, kişisel kurtuluşa ilgisi duymaz.
Aksine modern ruh herhangi bir ruhsal pratiğe ve saf temaşaya kesinlikle düşmandır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:55

Sürekli devlet denen bir organize yapı tarafından tehdit edilen,
Vergi, gizli vergi, dolaylı vergi, trafik cezası, UTTS gibi bin türlü yolla elinde avucunda olan KORKUTULARAK alınan
Sabahın karanlığında evden çıkıp gecenin karanlığında geri dönen böyle bir tempo içinde bile bir ev sahibi olmanın neredeyse bir ömür sürdüğü
Kira, elektrik, gaz, aidat diye sürekli ümüğü sıkılan,
Para vermeden su içemeyen, -afedersiniz- hatta hacetini gideremeyen
VARLIK YOKLUK derdine düşmüş topluluğun semaya bakıp Yıldızların, güneşin, yağmurun, dumanın hayretine düşmesini beklemek mümkün değildir.
Akşamki ekmeğinin parasını, üç gün sonraki elektriğini, ay sonundaki kirasını ödemekte zorlanan tiplerin öldükten sonra Ahiret'te başıma ne gelecek diye endişe etmeleri kolay iş değildir.

Zenginlik içinde şımarmış, Kibir ve egoistlik hastalığına tutulup KALPLERİNi çürütmüşlerin ise irapta hiç mahalli yok diyor sanırım.

Bir defasında yine bir ilahiyatçı olan arkadaşına şöyle yazar. Burckhardt "Modern Hıristiyanlarla karşılaştırıldığında eski kâfirler ne kadar da dindar insanlarmış."
O, dini restorasyon altında gerçekleştirilen "muazzam işlere" karşı güçsüz tepkilere ve İncil'in eleştirel tarihsel iyileştirmesinin kaçınılmaz sonuçlarına şahit olmuştur.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:55

Türkiye'nin en eski ve namlı camiilerinden birindeyiz. Camiyi gezen MÜSLÜMAN hanımefendilerin bir kısmı sanırım tamamen üryan gezseler bu kadar kışkırtıcı olamazlardı. Zira giyindikleri ile o kadar şuh ve erotikler. Gerçi, bazılarının üryan olmadığını iddia etmek de oldukça zordu.
Turistler ise kapılarda giyindikleri etek ve üzerlerine aldıkları geniş örtüler ile onlardan çok daha saygı ile bulunuyorlardı mekânda.
Yanımdaki arkadaş, bu durumu kapıdaki güvenlikçilere şikâyet ettiğinde bazı ilahiyatçılardan bile "İslam'da örtü tesettür diye bişi yok. Cahillerin uydurması" gibi cevaplar aldıklarını söyledi.
Ben de bu durumun sadece Tesettür, edep, hayâ meselesinde olmadığını, eski gayrı müslimler sokakta yemek yememeye dikkat ederken bazı başörtülü hanımların RAMAZAN ayında kafelerde cigara tüttürebildiklerini, PARA ile kurduğumuz ilişkide de aynı durumun olduğunu, DİNDAR işletmecilerin Yahudi patronlardan çok daha insafsız olabildiklerini, vicdan sahibi ateistlerin bile karşı çıktıkları Toplumsal Cinsiyetler meselesini muhafazakârların savunabildiklerini, Ailenin dağıtılmasının SAĞCILARIn eli ile olduğunu, GÖSTERİŞ ve GÖRGÜSÜZLÜĞÜN medenilik iddiasındaki İSLAMCI kesimin adeta nişanesi haline geldiğinden falan bahsettim.

Yani durum Burckhardt'ın dediği gibiydi "Eski gâvurlar bugünün MODERN veya MODERNİST DİNDARLARINDAN daha EDEPLİ" gibiydi.

Fakirleştirip Muhtaç Hale Getirme

Burckhardt'ın 20. Yüzyılda büyük zihinlerin cüretkar bir inisiyatif olarak sahneye çıkabileceklerine dair ümidi; "fakirleştirip muhtaç hale getirme" ve "her şeyi basite indirgeme" zamanları maddi lüksü ve israfı tükettiğinde çok kısa bir süre içinde gelecek üst üste felaketler, savaşlar ve yaşam biçimimizin genel değişimden dolayı tüm entelektüel ilginin içine yuvarlanacağı korkunç ikilemdir.

Karl Löwith, tarihte Anlam, s:55

Burckhardt 1800'lü yılların sonunda Devletlerin TOPLUMLARI fakirleştirerek kendisine muhtaç etme ve üstadları, âlimleri, şeyhleri, hocaları itibarsızlaştırarak toplumu cahilliğe ve basitliğe indirgemenin LÜKS tüketimi ve GÖSTERİŞİ kışkırtması nedeniyle ÖZ kaynakların tükeneceğini; bunun büyük savaşlara ve felaketlere neden olacağını öngörmüş.
Ard arda gelen 1. ve 2. Dünya Savaşları Burckhardt'ı doğruladı, sanırım.
Ancak onun beklediği büyük sıkıntıların içinden çıkacak büyük DÜŞÜNÜRLER ortalıkta görünmüyor.

Zeyl: Türkiye'de biraz gecikmeyle olsa da DEVLET eli ile toplumun FAkirleştirilerek teslim alınması, ALİMLERİ itibarsızlaştırarak toplumun ahlaken çökertilmesi ve cahilleştirilmesi operasyonunda ciddi mesafeler kat etti sanırım.

İsa ile gelen ilk dönemlerin gerçek Hristiyanlığı dünyanın şu andaki standartları ile uyuşmayı bırakın tam olarak zıt tarafta konumlanır.
"Zamanımızın en tutucu Hristiyanlığının" bile kabullenmekte zorlandığı durumdan çok daha zor ve uzlaşmaz bir konumdadır.
"Mütevazı bir hayat, fedakârlık, "sağ yanağına vurana sol yanağını dön" öyküsü tamamen popülerliğini yitirmiştir.
İnsanlar sosyal kazanımlarını ve saygınlıklarını devam ettirmek, bunun için daha çok para kazanmak istiyorlar. Bu nedenle Modern Hayatın dinlerine her an daha da fazla müdahale etmesine göz yumuyorlar.
Kısacası insanlar, tüm Sofuluk ve dindarlıklarına rağmen modern kültürün avantajlarından ve sunduklarından vazgeçme eğiliminde değiller.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:56

Modern hayat topluluklara Rahatlık, konfor ve gösterişle dünya Cenneti vaad ederken onlardan dinlerini, ahlaklarını terk etmelerini ya da kendine göre yeniden düzenlemelerini ister.
Hristiyanlık bu duruma tamamen teslim olmuş "PARA ve zevke tapınmayı" ve "PARAYI tüm ilişkilerin merkezine" koymayı kabul etmiş tüm iddialarından vaz geçmiştir, diyor sanırım.

Ne yazık ki çok azı hariç İslam dünyasının özellikle ZENGİNLEŞEN kesimlerinde de durum benzer bir hal almaya başlamıştır desem kızar mısınız?

Modern toplumda AHLAK doğaüstü bir inanç içerisindeki dini temellerinden kurtulur.
Modern akıl yaşamın yüce muammasının çözümünü Hristiyanlıktan bağımsız olarak bulmayı hedefler.
Bu konuda verilebilecek belki de en iyi örnek modern filantropidir (İnsanseverlik).
Hristiyanlık, FEDAKÂRLIKLARA ikna ederek kişiye şartsız bir hayırseverliği öğretir.
Modern Filantropinin kişiyi aktivitelere teşvik etmesi kişiye dünyevi kariyerinde daha iyi bir pozisyona erişmesinden ibaret, "para yapan" ruha eşlik eden bir yardım çabasıdır. Onun için dünyevi hayat ve onunla ilgili şeyler tüm diğer şeylerden daha önemlidir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:56

Bu önemli bir tespit: Dinlerin Ahirete odaklanmış, Allah ile kul arasında bağ kuran insanseverliği insanı; AHLAKLI, Erdemli ve fedakâr bir insan yapmaya çalışırken
Modern İnsanseverlik insanı, daha Bireysel, BENCİL, EGOİST, dünyevi ve para YAPAR daha doğru ifade ile PARA TAPARLIK sayesinde KARİYER sahibi biri haline getirmeyi vaad eder, diyor sanırım.
Yani Dinlerin İDEAL insanı AHLAK insanı, Modern laik dünyanın İDEAL insanı KARİYER insanıdır.

Zeyl: İletiye koymak için internette kariyerle ilgili yaptığım aratmada gelen tüm görsellerin TEK ve YALNIZ insan görselleri olması sanırım tesadüf değildi.

Her şeyden önce İLERMECİ bir dinin değerlerine inanan zamane insanları, geçmiş dönem insanlarının görünmeyen (gaybi) şeylere nasıl da gerçek bir itikat ve iman gösterdiklerine inanmakta oldukça zorluk çekerler.

Bu nedenle bugünün dindarlarının çoğunluğu dahi gerçekten iman ettikleri dini sebeplerle değil ziyade daha çok bir gurur ve nezaket anlayışı ile dini görevlerini yerine getirirler. Modern insana göre Hristiyanlık, tökezleyen bir engel ve ahmaklık değil de -eğer dine özel bir düşmanlığı ve garezi yoksa-seküler medeniyetin sağlıklı bir öğesidir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:56

Doğduğu andan itibaren TV'lerden verilen mesajlarla, anasınıfından doktorasına kadar aldığı eğitimle
Pozitivizm (Doğruyu BİLİM söyle, Tanrı değil),
Materyalizm (Hayat ölçülebilir şeylerden ibarettir, TANRI ve GAYBİ hiç bir şey yoktur)
Sekülerizm (Hayatı TANRIYI umursamadan yaşamak gerek)
Dinleri ile beyni yıkanan MODERN insanın GAYBA, Tanrıya, Meleklere, cinlere, şeytana, ahirete vs inanması pek de mümkün değildir.
Bu çerçeve DİNLER dahi Tanrı'yı artık işlerine karıştırmamaya, Dindarlar dahi Tanrı'yı işlerine karışmadığı sürece kabul etmeye meyyal olurlar, diyor sanırım.

Zeyl: Alisiz Alevilik, Muhammedsiz Müslümanlık, Tanrısız mü'minlik bugünün SEKÜLER dinlerinin dini toplumlardaki iz düşümleri sanırım.

DEVLET'le olmaz!
Hristiyanlığın Yunan Kültürünü ve roma DEVLETÇİLİĞİNİ benimseyerek tarihe girdiği gerçeğinin farkındadır Burckhardt.
Lakin ıstırap çeken birinin haçın ihtişamına, acının zafer dolu dinine dair inancı unutulsaydı muhtemelen Hristiyanlık diye bir şey kalmazdı.
Kendini DEVLETE, Topluma veya MEDENİYETE yaslamak yerine temel esinlenmesine dönmesi gerektiği konusunda Burckhardt kesinlikle ısrarcıdır...
Hristiyanlığın mimarlıktan, müziğe, sanat ve edebiyata kadar geliştirdiği tüm uzmanlıklar HRİSTİYANLIK dininin AŞKIN ruhundan tezahür eder. Hristiyanlık kültürünün bu başarısı, kilisenin dünyaya zaten kendi kendilerine daha net farkında oldukları dünyayı öğretmesinden değil, öte dünyaya iman eden bir inanç ile bu dünyayı etkileme başarısındandır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:57

Dinler Devletlere, toplumlara, geleneklere, kültürlere YASLANARAK var olmadılar. Hatta onlarla SAVAŞARAK, mücadele ederek, Allah'a, ölüm sonrasındaki bir hayata İNANARAK yeryüzünde büyük devrimler yaptılar.
Devletle, kalabalıklarla, paraya, güce, konfora, zevke tapan kültürle ANLAŞMAK, uzlaşmak onları güçlendirmez, boğar, kurutur.
Tüm bilimlerin, sanatların, mimarinin, müziğin ve insanlık adına yapılan her GÜZEL şeyin ardında DİNLER vardır. Zira insanı zevkinden, menfaatinden, çıkarlarından ödün vermeye beraberce UZAKTAKİ bir fayda uğrunda fedakârlıkta bulunmaya ancak o ikna eder. Eğer o yoksa dönüşüm zevkperestliğe ve insanlığın güçlü insanlarca KUL edileceği bir düzene doğru olmak zorundadır, diyor sanırım.

Yani DEVLETLE, para ile, kalabalıklar ile OLMAZ, iman ile olacak bu iş.

MODERN HRİSTİYANLIK alemi Hristiyanlığın en iyi ve en güzel yaşandığı dönemin dünyevilikten kopmayı başardığı dönemlerde yaşandığını unutmayı ister.
Zira klasik paganizmin çok Tanrıcı kültürlerinin aksine, Hristiyanlık dini, ulusal bir kültürü kutsayan bir kült değil gelecekle ilgili vaatleri olan bir inançtır. İlk Hristiyanların AHLAKİ dayanıklılığı gelecekteki CENNET hayalini takip ederek kısmen doğaya ve kültüre karşı gösterdikleri kayıtsızlık sayesindedir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:57

Hristiyanlığın (nitekim İslam'ın da) muhteşem başarısı ilk Dönem Hristiyanlarının dünyaya, dünyevi zevklere ve maddiyata tamah etmeyişleri ruhlarını, kişiliklerini, namuslarını ve şereflerini bunlarla değişmemeleri idi.

Bugünün Hristiyanları (keza İslam'ın Dindarları da) her ne kadar İLK dönemin öncülerini kendilerine ÖRNEK olarak gördüklerini iddia etseler de tıpkı PAGANİST, PUTPEREST dinlerde olduğu gibi dünya zevklerinden, maddiyattan, rahat ve konfordan ödün vermeyi iste3memekte, mutluluğu Ahiret sonrası CENNET'de aramak yerine CARPE DİEM (anın keyfini çıkar) dininde aramayı tercih etmektedirler, diyor sanırım.

Burckhardt, modern Hristiyanlıkta terimsel bir çelişkinin olduğunu fark etti:
Modern dünyanın Şeytani DÂHİLİĞİ, paragözlülüğü ve Güçlülüğü, menfaate ve güce tapıncı GÖNÜLLÜ olarak acı çekmenin, fedakarlık ve kendinden geçmenin direk karşı kutbunda yer alır.
Burckhardt'ın bu görüşü çok dikkate değerdir zira bu 1800'lü yılların seküler bir tarihçisinin tespitidir; 20 yüzyılın bir ilahiyatçısının değil.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:58

Para, güç, menfaat, dünya ve dünyevi zevkler ŞEYTAN'In mü'minleri aldatma hileleri olarak tüm kutsal kitaplarda YER alır.
Ancak modern dindarlar tam da bu fitneleri yani para ve güce tapıncı ile İTİBARDAN (kibirden) ve konfordan taviz vermeden yani bizzat ŞEYTAN'IN hilelerinin peşine düşerek MÜ'MİN olmaya çalışırlar.

Hâlbuki Seküler ( TAnrı'yı umursamayan) sosyologlar bile HAKK'tan gayrısına LA (hayır) demiş, merhametini, namusunu, şerefini, fedakârlığını, Dünyaya zerre değer vermeyen vakarını gördükleri, HAkkın ve kardeşinin hatırını kendi çıkarından yüksekte tutan mü'minleri özlemektedirler, diyor sanırım.

Seküler Batı Medeniyetinin serbest bıraktığı zenginlik güçleri kaderin garip bir oyunuyla küresel düzeydeki YOKSULLUĞUN ana sebebi haline gelmiştir...
İnsanlık doğanın efendisi olmuştur, ama insan da bu sayede insanın kölesi olmuştur...
Tüm icatların ve ilerlemelerin sonucu, öyle görünüyor ki şudur: İnsan hayatı, materyal bir güce indirgerken, materyal güçler hayatı yönetir hale gelmiştir. (Karl Marx, 1856 yılı makalesinden)

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:66

Batının Paganist (çok Tanrılı) sekülerizmi son yüzyıllarını insanlara ne vaad etmişse tersini eline vererek devam ediyor.
Tanrıdan Özgürleşmek için MANAyı reddedip maddeciliği yüceltirken, madde yücelip insanın EFENDİSİ haline gelmiştir.
Hayatımızı kolaylaştırsın diye hayatımıza soktuğumuz bilgisayarlar, yazılımlar, kameralar, tıbbi cihazlar BİZLERİN EFENDİSİ haline gelmiş hayatlarımızı yönetir, hayatlarımıza karar verir hale gelmişlerdir
Tıpkı PARANIN hayatımızı kolaylaştırmasını isterken TANRI pozisyonuna gelmesi gibi, diyor sanırım Karl Marx.

Zeyl: Görsel Doğu Romanın sembolü insanoğlunu emziren ASENA (dişi kurt) heykeli.

19. Yüzyılı karakterize eden, kimsenin itiraz edemeyeceği tek bir muazzam olgu vardır:
Bir taraftan daha önce tarihin hiç bir anında kaydedilmemiş endüstriyel ve bilimsel güçler gelişmiştir; diğer tarafta ise Geç Roma İmparatorluğu'nun çok iyi bilinen dehşetini bile geride bırakan çözülmenin semptomları belirmiştir. (Karl Marx 1856 yılı makalesinden)

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:66

Modern zamanların itiraz edilmeyecek 2 özelliği var
1- Bilim ve teknolojideki gelişme
2- Geç Roma döneminin ahlaki düşkünlüğünün ve sapkınlıklarının yeniden zuhur etmeye başlaması
Demiş sanırım Karl Marx.
Sanırım Ahlaki çöküntünün zuhur belirtileri çok aşıldı. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projesi ile AHLAKSIZLIĞIN ahlak olarak tanımlanmaya çalışıldığı sürece bile geldik.

Ancak ROMA'nın arenalardan DEHŞET salarak toplumu idare teme yöntemi de kontrol ve takip teknolojileri ile TOPLUMA korku salarak toplumu idare etme ya da DEVLETİN haksızlıklarına boyun eğme stratejisi olarak devam ediyor kanaatindeyiz.

Bir tarafta modern endüstriyel bilim, diğer tarafta modern ıstırapla çürüme arasındaki bu antagonizma (çatışma);
Üretim güçleri ile çağımızın sosyal şartları arasındaki bu antagonizma anlaşılır fakat karşı konulamaz ve inkâr edilemez bir durumdur.
Bu antagonizmada, tüm bu çatışma ve çelişkilerde kuvvetle işleyen tini Hegel'in ifadesi ile "AKLIN HİLESİNİ" fark edebiliyoruz.
Yani sosyal üretim biçiminin, iyi bir hayat için mutlaka "YENİ İNSANLARA" ihtiyaç duyduğunu biliyoruz. (Karl Marx)

Karl Löwith, Tarihte ANlam, s:67

AKLIMIZIN hilesine kapıldık.
Korkunç bir şekilde zenginleşmek, güçlenmek ve TANRI Olmak istiyoruz.
Bunun peşine düşmenin bizi TANRI değil ŞEYTAN yapacağını, bunun ancak diğerlerinin bize köle ve kul olmaları ile, ıstırap ve acı ile, katliam, yalan, hile ve soygun ile olacağını BİLE BİLE bunu istiyoruz.

Başka bir iNSAN MODELİNE ihtiyaç var. Modern insan her şeyi çürütüyor sadece havayı, toprağı, suyu değil İNSANI, ahlakı, namusu, şerefi, edebi de diyor sanırım.

Marx'a göre YENİ insanın matrisi (hedefe ulaştıracak ana ögesi) kapitalist toplumdaki en SEFİL yaratık yani İŞÇİ sınıfıdır.
Ki bu işçi sınıfı üretim araçlarının sahibi konumundaki kapitalist patrona ücret karşılığında kendisini satmaya zorlanmış, kendisine inanılmaz derecede yabancılaşmıştır.
Marx İşçi sınıfında dünya devrimi vasıtasıyla tüm insanlık tarihinin nihai amacının gerçekleşmesi için gereken tarihi aracı görmüştür. İşçiler tarihsel materyalizmin seçimiş insanlarıdır çünkü kapitalist düzenin ayrıcalıklarından yoksun bırakılmışlardır.
Fransız Devriminden önce Sieyes'in burjuvanın "hiç bir şey" olduğunu bu nedenle "her şeye hakkı olduğunu" söylediği gibi Marx'da burjuva toplumunun zaferinden 15 yıl sonra, ortaya çıkan işçi sınıfının evren misyonunu tanımlamıştır.
İşçi sınıfının davası bütündür çünkü insan varlığından tamamen yabancılaşmıştır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:68

Marx'a göre işçiler, Kapitalist sınıfın günahlarına bulaşmamış olduğu ve Zengin/Güçlü sınıf tarafından tüm kazanımlarından MAHRUM bırakıldığı için KAPİTAZMİN günahlarına bulaşmamış ve TEMİZ/PAK kalmıştır.
Yani İsa'nın havarileri, Hz. Peygamberin sahabesi, İslam’ın Mü'minleri Komünizmin İŞÇİLERİDİR.
Kafirlerden hesap sorulacak kutsal KIYAMET günü, Marx için İşçilerin ayağa kalkıp kapitalistlerden hesap soracakları DEVRİM günüdür.
Müslümanın ölünce ulaştığı CENNET, Marx'ın işçilerinin kapitalizmden sonra ulaşacakları günlerdir.

Ne yazık ki sanırım Marx yanıldı zira işçilerin büyük çoğunluğu ihlaslı, takvalı, edepli, namuslu ve şerefli MÜ'MİNLER değil, KAPTALİST olmak için fırsat kollayan kapitalist adaylarından başka bir şey değillerdi sanırım…

Üretim araçlarının bütününün ele geçirilmesi yoluyla sadece kısmi değil bütünüyle özgürleşmeyi, başarabilecek olan sadece işçi sınıfıdır der Marx
"Gerçek boyutta dünyevi bir dertle (para kazanarak "yaşamını sürdürebilme" derdiyle) kendisine ve hayata iyice yabancılaşmış" MALLARIN asıl üreticisi, ama aynı zamanda dünya piyasasında kendisi de satılık bir mal olan - ücretli-emekçi-işçi sınıfı TOPLUMU kurtarabilecek tek devrimsel güçtür. zira onun bireysel menfaati toplumun genel menfaati ile örtüşür.
İşçi sınıfının "SEÇİLMİŞ" olduğuna dair bu felsefe kendi felsefesinin bilimselliğine uygun, kendi çerçevesinde eskatolojik (nihai bir sona inanan) ve yaklaşım biçimi olarak kahince olarak Komünist Manifesto'da yer alır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam s:69

Marx işçi sınıfının zengin zümre tarafından aşağılanması ve insani hayatın dışına itilmesini, onun menfaatinin toplumun genel mefaati ile ortak olmasını kurulacak Dünya Cenneti için en ideal yaptığını düşünüyordu sanırım.
Ancak sorun belki de toplumun menfaatlerinden yoksun olma, emeğin sömürülmesi ya da ortak menfaat meselesi gibi EKONOMİ kökenli bir sorun değil de FITRİ kökenli, insanın zengin ya da fakir zulme meyyal, kibirli, nankör bir varlık olması; kolayca UNUTMASI, kolayca ALIŞMASI, kolayca İHANET etmesi idi.
Belki de terbiye edilmesi gerek sadece BURJU sınıfı değil genel olarak HAM insanın kendisiydi.

Eğer sorun bizim dediğimiz gibi insanın FITRATI ile ilgiliyse işçiler de GÜCÜ ELLERİNE geçirdiklerinde zalimleşecek, düzen değişmeyecek sadece zalim değişecektir.

Doğa güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyasalların kullanılmaya başlanması, buharlı gemiler, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her tarafında toprağın ıslah edilmesi... Bunların hiç biri değil.
Modern insan Mısır Piramitlerinden, Roma'nın su kanallarından ve Gotik Katedrallerden çok daha büyük eserler başarmıştır...
Kavimler göçünden ve Haçlı Seferlerinden çok daha büyük ve çok daha farklı yerlere seferler düzenlemiştir.
Lakin Batı Medeniyetinin asıl büyük zaferi bunlar değildir.
Onun zaferi -taraflarını Burjuva ile işçinin simgelediği çatışmayı dahi bitirecek olan başarısı- ATAERKİL ve İNSANİ ilişkilere son noktayı koymasıdır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:69

Marx'ın "Tarih boyunca ezilenle ezen arasında süren çatışmaya neden olanın Ataerkil düzen ve dinlerin "insani" diye tanımlanan öğretilerinin ve yaptırımlarının nesillerden nesillere aktarılması olduğunu düşünür. Burjuva ile işçi sınıfının son çatışmasını kazanacak olan işçilerin BURJUVAYI yok etmesi ile burjuvanın koruyup kolladığı ataerkil ve dini yapılar da yok olacaktır."
Dediğini iddia ediyor sanırım Karl Löwith.
Eğer bu doğruysa Marx'ın en büyük çuvallaması bu olmuştur, muhtemelen. Zİra insanın zalimliğinin kökeni ataerkil yapıda değil kendi ruhuna mündemiç olan sıfatlardadır. Komünizm ve Post Modern Kapitalizm, Dinleri ve Ataerkil yapıyı, bazen kanunlar ve gözetleme teknolojileri bazen medyadan psikolojik ve sosyal şiddet ile bazen de Sovyetlerde olduğu gibi büyük bir devlet şiddeti ve zalimlikle bastırdığı halde ne zulüm de ne çatışma da ne vahşilikte bir gerileme oldu. Tam aksine bunlar ortadan çekildikçe çatışma yaygınlık kazandı ve şiddet katlanarak arttı.

Bunların hem liberal hem de komünist yapılarca baskılandığı son 2 yüzyıl insanlık tarihinin en büyük katliamlarının yaşandığı zamanlar oldu kanaatindeyim..

"Günümüze kadar bütün toplumların tarihi, sınıf çatışmalarının tarihidir"

Yani tarih özgürle köle, patrisyenle (elit) pleb (sıradan), senyörle(asil) serf(köylü), usta ile çırak veya Marx'ın özetlediği gibi "sömürenle" "sömürülen" arasındaki antagonizmanın (çatışmanın) tarihidir.
Bu çatışma tüm tarih boyunca kâh açıktan, kâh gizliden devam etmiştir ve sonuç olarak ya toplumun devrimsel bir yeniden yapılanması ya da her iki tarafın ortak çöküşü ile neticelenmiştir.
Feodal toplumdan filizlenen modern burjuva da bu sınıf çatışmasından kurtulamamıştır; sadece yeni sınıflar yeni sömürü ve baskı koşulları ortaya çıkarmıştır.
Ancak bu çatışmada Marx farklı bir taraf görür: Ona göre bu iki düşman kampın yani, işçi ile burjuvanın çatışması; nihai çatışma ve hesaplaşmadır

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:69

Büyük Kitaplar Kıyamet saatine kadar Şeytan ile İnsanlığın mücadele halinde olacağını ve kıyametin kopması ve mü'minlerin galip gelmesi ile bu mücadelenin biteceğini Huzura ve CENNETE kavuşulacağını söylerler.
Marx için insani çatışmanın sonu burjuva ile işçi sınıfının yapacağı son çatışma olacaktır. İşçilerin burjuvayı haklaması ile komün toplum kurulacaktır.

Yani demeye çalışıyor ki KArl Löwith, Komünizm ütopyası ilahi dinlerden bir uyarlamadır.

Modern sanayi, ataerkil ustanın küçük atölyesini endüstriyel kapitalistin büyük fabrikasına dönüştürmüştür.
Fabrika içine tıkılan işçi kitleleri askerler gibi organize edilirler. Endüstriyel orduya ait bir biçimde, tam bir astsubaylar ve subaylar hiyerarşisinin denetimi altına girerler.
İşçiler, artık yalnızca burjuvazinin ve burjuva devletlerinin köleleri olmakla kalmazlar, her gün ve her saat makinenin, şefin ve öncelikle de şahsen patronun kölesi durumuna düşerler. Bu despotluk, amacının, kazanç olduğunu ne kadar açık ilan ederse, bir o kadar daha aşağılık, tiksindirici ve nefret uyandırıcı olur. (Karl Marx)

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:70

Zeyl 1- Modern Sanayii eski Ustalık çıraklık kurumunun devamı olarak görüyor MArx

MARX'a ufak bir itirazım var. Küçük atölyedeki usta ile işçiler arasında kurulan ATAERKİL düzen de İNSANİ ilişkilerin gelişmesi mümkündü. Bu nedenle baba oğul gibi olmuş hatta ötesine geçmiş usta çırak ilişkileri sık rastlanan bir durumdur. Usta çırağının her halinden haberdar ve sorumludur. Düğününü yapar, kendisine rakip olacağını bilerek dükkânını bile açabilirdi.
Lakin kapitalist işletmelerde merkezdeki PATRON gibi büyük Kapitalist de GÖRÜNMEZdir. Onunla işçileri arasında İNSANİ bir ilişki kurulması mümkün değildir. Birbirlerini sokakta görseler tanımazlar. PATRONUn ne işçilerinin hallinden haberi vardır ne de işçinin hali umuru ve sorumluluk bilinci kapsamındadır

Zeyl 2: Fabrikalarda veya devlet kurumlarında amirlerin, şeflerin, müdürlerin alt kesimlere uyguladıkları aşağılamalar Askeriyede askerin kişiliksizleştirilmesi için aşağılanması uygulamalarından hiç de aşağı kalmayabilir.

Modern endüstriyel burjuva, insanı "doğal üstünlüğüne" bağlayan "doğal" bağları parçalarına ayırmıştır.
İnsanla insan arasındaki yalın BENCİLLİK, duygusuz bir NAKDİ ÖDEMEDEN başka bir bağ bırakmamıştır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:70

İnsan insanla hayvanın hayvanla kuramadığı "DOĞAL" bağlar kurar.
- Aile bağı
- Akrabalık bağı
- Komşuluk bağı
- Kardeşlik bağı
- İman bağı (inanç, ideoloji bağı)
- Din Bağı
- Millet bağı
- Hobi bağı
- Meslek bağı
- Zulüm bağı
- Mazlumluk bağı
...
İnsanlar arasındaki bu doğal bağları kapitalist PARA TAPICILIĞIN "BİREYSELCİLİĞİ", "menfaat perestliği", "çıkarcılığı" darmadağın eder.
Hepsini kırar, atar.
İnsanların arasındaki her ilişki "Bundan ne menfaatim olacak? Ne kadar ödeyeceksin?" sorusu ile karşılanır olur.

Bu sorunun altında yatan mantık, benim seninle HİÇ BİR İNSANİ BAĞIM Yok demektir, diyor sanırım.

Dindar huşunun kutsal ürpertilerini,
Şövalyece fedakârlıkların yüksek heyecanlarını
Ağaların duygusal cömertliğini
Egoist/bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğdular.
İtibarı ve toplumsal şerefi alınır asatılır bir nesneye indirgemiş, sayısız kazanılmış özgürlüklerin yerine tek bir özgürlüğü VİCDANSIZLIK ÖZGÜRLÜĞÜNÜ koymuştur.
Tek kelime ile burjuvazi, dini ve siyasi ilizyonlarla üstü örtülü sömürüyü apaçık, utanmaz, dolaysız, yalın sömürüyle değiştirmiştir. Bugüne dek büyük değer verilen ve sofuca bir takva ile bakılan ne kadar ahlaki eylem varsa burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır.
Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisadçıyı da kendi ücretli kulu haline getirmiştir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:70 

Kapitalizmin MENFAAT putperestliği toplumlardaki tüm AHLAKİ değerlere saldırır. Geride vicdansızlık ve Ahlaksızlık ÖZGÜRLÜĞÜNDEN başka bir şey bırakmaz diyor sanırım.

Üretimin sürekli altüst oluşu,
Bütün toplumsal tabakalarda düzenin bitmez bozuluşları,
Sonu gelmez belirsiz hareketlilik burjuva çağını tüm öncüllerinden ayırt eder.
Bütün sabit ve donmuş ilişkiler, beraberinde getirdikleri eski ve saygıdeğer ilkeler ve kabuller ile birlikte tasfiye oluyorlar.
Yerleşik olan ne varsa eriyip yok oluyor,
Kutsal olan ne varsa lanetleniyor,
İnsan kendi yaşadığı ortama ve hemcinsleri ile olan ilişkilere ayok kafa ile bakmak zorunda kalıyor.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:71

Kapitalizmin VİCDANSIZLIK özgürlüğü
İnsanlığın binlerce senede ulaştığı ahlaki yapıları, erdemlere yaslanan düşünce fikir ve kabulleri darmadağın eder.
Tüm bağları koparır.

İnsan ÇIRIL ÇIPLAK bir yalnızlık içinde kendi gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalır, diyor sanırım.

En uzak ve en barbar milletleri bile emerek, onları kapitalist üretim biçimine uymaya zorlayarak, piyasayı sürekli genişletirken Batı Medeniyeti, artık "büyü gücü ile kendi yarattığı yeraltı dünyasını kontrol edemeyen bir büyücü" gibi yarattığı devasa ve değişim ve üretim araçlarını kontrol edemez hale gelmiştir.
Sanayi ve ticaret tarihi, modern üretim güçlerinin sosyal ve ekonomik koşullara ayaklanma tarihine dönüştü. Ortalığa bir "Aşırı üretim salgını" çıktı. Mevcut Burjuva toplumunun koşulları kendileri tarafından yaratılan bu hareketliliği ve zenginliği içine almak ve kontrol etmek için oldukça dardır.
Burjuvanın dünyayı kontrol etmek için ürettiği silahlar şu an kendisine yönelmiştir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:72

Küresel zenginlerin zenginliklerini artırmak için kışkırttıkları üretmek için üretmek, tüketmek için tüketmek ideolojileri kontrolden çıkmış KÜRESEL EGEMENLERİN kendilerini vurur hale gelmiştir.

Sanırım İKLİM Politikaları ile gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere dayatılan YAPTIRIMLAR Küresel egemenlerin, kendi egemenliklerini sürdürebilmek için üretim ve tüketim zincirlerini yeniden kontrol edebilmek için dünya ekonomisine yapmak istedikleri müdahaledir.

Marx'ın ütopyasına göre;
İşçiler, işçi sınıfının menfaatleri doğrultusunda, başka ülkelerdeki işçilerin komünist karakterini ortaya çıkararak tüm toplumu zenginlerin tasallutundan kurtarırlar.
BU sürecin sonunda işçiler önceki dönemin zenginleri gibi YÖNETİCİ bir sınıf var etmeyecek, kendi üstünlüklerini de reddedecek, eski sistemin yerine herkesin özgür gelişimini sağlayacak bir "birliktelik" inşa edeceklerdir.
Nihayetinde zorunlulukların alanı, komünist karakterin YÜCE Birlikteliğinde oluşacak "özgürlük alanı" ile yer değiştirecektir.
Anlaşılabileceği gibi Marx'ın tarihi mesiyanizminin nihai amacı ve ideali TANRISIZ bir Tanrı Krallığı kurmaktır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:73

Ama Allah'ın tayin ettiği, ama kılıç gücü ile ama seçimle başa gelen olsun bir "ACAİP YETENEKLİ" kurtarıcı lider yani "MESİH" bekleme inancı sadece Yahudilik ve İslam toplumlarına özgü bir inanç değildir.
Modern dinlerdeki "kurtarıcı" öncü, yeri doldurulamaz BÜYÜK önder, Olmasaydın OLMAZDIN'lıkçı, devrim yapacak komünist öncü kadro beklentileri Yahudiliğin MESİH BEKLEME inancının uyarlamalarından başka bir şey değildir.
Sonunda SEçilmiş, ÖZEL, MUHTEŞEM birileri TANRININ koltuğuna oturarak TANRI'nın yapması gereken Yeniden bir toplum yaratma, düşmanlardan öç alma, gariplerin intikamını alma, güçsüzlere GÜÇ verme misyonunu göreceklerdir.
Devrim zamanlarında ekonomi temel radikal bir değişime uğradığında, legal ve politik, DİNİ Ve felsefi tüm üst yapı biçimleri de çok hızlı biçimde az ya da çok değişime uğrar.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:74

Gerek Cumhuriyete geçişte yapılan inkılaplar, gerek Özal dönemi ile yarı liberal gerek Tayyip Bey dönemi ile geçilen tam liberal politikalarla topluma vurulan RADİKAL darbelerin toplumda meydana getirdiği AHLAKİ, kültürel, dini, sosyal değişimleri yaşı yetenler ve aklı olanlar sanırım gözleyebilmiştir.
Mesela önce TAM FAİZE dayalı bir ekonomi gelmiş
Ardından FAİZİN helalliğine dair dini FETVALAR
Faizin gerekliliğine diar akademik ve felsefik söylemler
Sonra en dindar kesimin bile faizle iç içe kurdukları işletmeler
Ve faize, borca, krediye dayalı bir TOPLUMSAL yaşam geldi.
Önce AHLAKA, erdeme, MAHREME, ar ve namusa dayalı "BİZ ŞEREF imiz için yaşarız" toplumu vardı
Sonra NAMUS, iffet, şeref, hayâ ve NİKÂHI önemsemeyen yasalar geldi
Ardından PARADAN başka bir kutsalı kalmamış, namusuna, mahremine, şerefine düşkün olanlarla dalga geçilen hatta bunları çevresinden talep edenleri cezalandıran bir topluma geçildi.
Şimdi dindarların kızlarının ağyara gösterdikleri kefen bezine mahrem

Gibi şeyler okuyunca geldi aklıma

Tarihte her ne görülürse görülsün, sonuç olarak "ideolojik" bir "üst yapı" olarak anlaşılır, çünkü sosyal ve politik, legal ve ruhsal yaşam sürecinin genel karakterini belirleyen şey her zaman materyal üretim biçimidir.
BU materyalist yorum bilinen bir önermeden hareket eder, "insanların varlığını belirleyen şey bilinç değildir", tam tersine, bilinci belirleyen onların sosyo ekonomik var oluşlarıdır.
BU önerme, idealist kuruntularla aklı karışmamış herkese aşikâr bir önermedir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:74

Marx ve Engels'in bu önermeleri sanırım Müslümanlara çok uzak bir önerme değildir: İnsanların ne düşündüklerinin, ne konuştuklarının, zihinlerinde ne olduğunun çok önemi yoktur. Nasıl ürettikleri, geçimlerini nelerden sağladıkları, kazançlarını nerelere harcadıkları, midelerine ne koydukları onların HALLERİNİ, gidişatlarını belirler, düşüncesindedirler sanırım.
İnandığı gibi yaşamak mümkün değildir, YAŞADIĞI gibi inanmak, fikirlerini tashih etmek zorunda kalır insan, diyor özetle sanırım.

Mesela uzun da kısa keselim Aydın ABAsı olsun 🙂

Komünist manifesto, her şeyden önce KÂHİNCE bir belge, bir yargı ve eyleme davet eden bir çağrıdır. Hiç de elle tutulabilir olguların ampirik kanıtına dayalı saf bir bilimsel önerme değildir.
... Marx, artı değer teorisi ile sömürü gerçeğini "bilimsel olarak açıklayabilir" . Ama bu sömürünün kötü olduğu fikrinin adaletsizlik ve halka ilgili bir mesele olduğunu değiştirmez.
Sömürü, Marx'ın evrensel tarih taslağında, "tarih öncesinin" radikal kötülüğünden veya İNCİL'deki kullanımıyla İLK GÜNAHTAN aşağı kalır yanı yoktur. Tıpkı ilk Günah gibi SÖMÜRÜ DE insanın sadece ahlakını değil bilincini de etkiler...
Yüce ve her tarafı kaplayan bir KÖTÜLÜK Olarak SÖMÜRÜ ekonomik bir tanımdan çok daha fazlasını İFADE eder.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:75

SöMÜREREK zengin olmak, aldatarak servetlerini çalmak, eşkıyalıkla zayıfların mallarını gasp etmek NEDEN KÖTÜ olsun ki?
Ekonomiyi, yıldızların konumunu, kimyasal tepkimeleri FORMÜLLERLE açıklayabiliriz. Lakin SÖMÜRÜNÜN kötü bir şey olduğunu formüllerle açıklamak mümkün mü?
Yalanın, riyanın, münafıklığın, hırsızlığın, kandırmanın, zulmün, öldürmenin kötülüğünü BİLİMSEL FORMÜLLERLE ispatlamak mümkün değildir
Eğer bunları tanımlamak istiyorsanız MUTLAKA TANRI'ya, Ahirete, EBEDİLİK fikrine gitmek zorundasınız. MARX dahi TANRININ adını anmadan bunu yaptı diyor sanırım.


Aristo'ya ve Aziz Augustin'e göre KÖLELİK diğer birçok kurum gibi sıradan bir kurumdur.
Aristo için TİKSİNDİRİCİ olmaktan çok tamamen doğal bir gerçeklikten doğar.
Aziz Augustin ise KÖLELİĞİ hayırseverlikle teskin edilmesi gereken ama sonsuz kurtuluşa ermeye ya da lanetlenmeye sebep olmayan bir sosyal durum olarak kabul eder.
Yönetenle yönetilen arasındaki ilişkinin ÖZGÜRLÜK tutkusu üzerinden sömürü olarak tanımlanması, kölelerden çok daha fazla özgürleşen BURJUVA sınıfının yükselişi ile oldu.
Marx'ın ahlaki yargılarla ve değerlendirmelerle önyargısız olmakta ısrarcı olması ve farklı toplumsal çatışma problemlerini "sömüren ve sömürülen" sözcüklerinde toparlaması kendi kendine yaptığı ilginç olarak nitelendirilebilecek bir yanlış yorumlamadır.
Komünist Manifestonun temel öncülü işçi sınıfı ile burjuva arasındaki çatışma değildir; çatışmanın sebebi bir tarafın IŞIĞIN çocuğu diğer tarafın karanlığın çocuğu olmasıdır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:75

Marx iyilik-kötülük, doğruluk-yanlışlık, helal-haram, zalim-mazlum, hayır-şer gibi dinlerin tüm ÇATIŞMMALARINI tek tanımda topladı sömüren ve sömürülen.
Ancak İSİM Verilmeden sömürenler Şeytan'ın, sömürülenler Tanrı'nın yani IŞIĞIN çocukları olarak kabul edildiler.
Bu durum DİNLERİN kabulü idi BİLİMSEL hiç bir temeli yoktu, diyor sanırım.

 

Seküler yorumlarla saptırılmasına rağmen, Komünist Manifesto hala mesiyanik bir inancın temel özelliklerini muhafaza eder. "Gelecekte olacak şeylerin bugüne verdiği güvence".
Bu yüzden, burjuvayla işçi sınıfı yani iki düşman kamp arasındaki "son" çatışmanın, Hristiyan/Yahudi düşüncedeki tarihin son evresinde Hristiyan ve Hristiyan olmayan arasındaki son mücadele ile örtüşmesi;
Komünizmdeki İşçi sınıfının görevinin dinlerdeki seçilmiş müminlerin görevi ile örtüşmesi
En alçaltılmış sınıfın kurtarıcı ve evrensel fonksiyonunun ÇARMIH ve Diriliş modellerinde tasarlanması
Zorunluluk alanının özgürlük alanına olan nihai dönüşümünün (Dinlerdeki emir ve yasakların insanları özgürleştireceği iddiasının, İşçilerin partisel ya da devrimsel Zorunluluklarının onları özgürleştireceği iddiası-AHÇ)
Komünist ütopyadaki Civitas Terrena'nın (Dünya Devletinin) Civitas Dei'ye (Tanrı'nın devletine) benzemesi ve
Komünist Manifesto'da taslağı çizilen bütün tarih sürecinin anlamlı bir son hedefe doğru (kıyamete ve KURTULUŞA doğru-AHÇ) inayetsel bir ilerleyiş olarak genel Yahudi- Hristiyan tarih yorumu şemasıyla örtüşmesi tesadüf değildir...

Karl Löwith, Tarihte Anlam, S:76 

Marx'ın materyalist (maddeci, Tanrı'yı ve gaybı reddeden) Komünist ütopyası Yahudiliğin kurtuluş için MESİH bekleyen inancı ile çoktan fazla benzeşir demek istiyor sanırım.

Ne burjuva ne de işçi sınıfı kavramları, ne iki düşman kamp arasındaki yoğun mücadele şeklinde cereyan eden tarih görüşü, ne de bunun özellikle hızla doruğa çıkacağı umudu "saf bir ampirik-deneysel" yolla ispatlanabilir. (Bu bir mü'minin kıyamet beklentisinden farklı bir durum değildir-AHÇ)
Tüm tarihin bir sınıf mücadelesi tarihi olduğu yalnızca "Marx'ın "ideolojik" bilincinde" varken, bu kavramın arkasındaki gerçek itici güç, kendi bilinçsiz kökünü Marx'ın varlığında hatta onun ırkında bulan saydam MESİYANİZMDİR.
Kendisini güçlü bir din karşıtı ve hatta Yahudi karşıtı olarak hisseden, özgürleşen bir 19. Yüzyıl Yahudisi olmasına rağmen o bir eski AHİT Yahudisiydi.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:76 

Ne işçi sınıfının IŞIĞIN çocukları ne de Burjuvanın (patronların) Karanlığın çocukları oldukları ne de bir gün bunların arasındaki çatışmanın NİHAİ bir sona çatışmaya ulaşacağı beklentisi BİLİMSEL bir düşüncedir.

Bunlar SAF DİNİ terminolojinin MARX'ın ideolojisine uyarlanmasıdır, diyor sanırım.

Komünist İTİKAD, Yahudi/Hristiyan mesiyanizminin temellerine ihtiyaç duyar:
Zafer ancak aşağılanmanın ve çilenin özgürce kabulü ile gelir. Proleter (işçi) komünist HAÇI olmayan havaridir; uhrevi huzurun dünyadaki talibidir.
19. Yüzyıl Rus nihilizminin ve sosyalizminin tersine, Marx dini bilincin problemlerine olan hakiki ilgiden ve onu anlamaktan mahrumdur. Bilimsel bir ateistti ki din eleştirisi onun için Hristiyanlığın kendisinin tarihsel sonu gibi gerçekleştirilmiş bir olguydu. Marx, dünyevi pratiklerin tüm standartlarının, İncil'in ve Kilisenin Babalarının bütün temel öğretileri ile tamamen çeliştiğine dikkat çeker.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:78

Marx dinleri modern dünyaya ayak uydurmaları mümkün olmayan çoktan ölmüş yapılar olarak görüyordu. Her ne kadar Komünal Ütopya Yahudiliğin/Hristiyanlığın Kurtuluş ideolojisinin uyarlaması olsa da bu böyleydi.
Hâlbuki her TAKLİD aslı yaşatmak için vardır.

Altı üstü 100 yıl sonra Komünizmin, Nazizm'in/Faşizm'in, Stalin'izmin, Lenin'izmin, Kapitalizmin, Modernizmin vs. tükenişini konuşuyoruz. Muhtemelen Hristiyanlık ve Yahudilik daha binlerce sene devam edecek, diyor sanırım.

Marx şöyle devam eder;
"Gerçek zorluk, Yunan sanatının ve destanının belirli sosyal gelişim biçimlerine bağlı olduğunu fikrini anlamak değildir.
Bu zorluk, daha ziyade, neden onların hala bizim için bir ilgi kaynağı oluşturduğunu ve belirli açılardan erişimin ötesinde bir standart ve model olarak bize üstün geldiğini anlamakta yatar.
Dini arka planıyla Komünist manifesto'yu aydınlatma çabalarımıza uygulandığında şöyle bir soru sorabiliriz: "Eğer Materyal Üretim biçimleri tüm BİLİNÇ biçimlerini etkileyen faktörse taa ESKİ mesiyanizm nasıl olur da hala ruhani tarihsel materyalizm modeli olarak çekici olabilir ve üstün gelebilir.
Marx'ın buna cevabı hiçbir surette ikna edici değildir.
...
Marx'ın yanlış sorusuna doğru cevap şu olabilir, ekonomik durum gibi tek bir faktör, tarihi bütün olarak asla "belirleyemez" ve bütün bir tarihsel sürecin yorumu, nötr olgularda bulunmayan bir referans sistemine ihtiyaç duyar. 

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:78 

Evet, üretim biçimleri, madde ve maddiyat insan bilincini şekillendirmede önemli bir faktörtür lakin insanın YEKÛNU bu değildir. Düşünün en ateist tip dahi hayatı tehlikeye girdiğinde Allah Allah çekebiliyor, merhamet dilenebiliyor, şefkat görünce yumuşuyor, doğruluğu övüyor, sadakatten mest olabiliyor, diyor sanırım.

Marx, Epikür'ü en büyük antik aydınlanmacı olarak ele alır.
Çünkü o, ölümlü bir insan olarak Gökyüzünün ve Yeryüzünün TANRI'LARINA kafa tutarak "şehitlerin en soylusu" Prometheus'u takip etmiştir. Bu meydan okuma modern dünya piyasasının idollerinde yeniden gündeme gelmiştir.
Çünkü dini bilincin tasfiyesi insanın dünyayı kontrol altına alıp onun EFENDİSİ (LORDU/TANRISI-AHÇ) olması için bir ÖN koşuldur.
Marx'ın bir dünya devrimi ile dünyayı toptan değiştirme girişimi, insanın var olan bir yaratım düzenine bağlılığının inkârını içerir.

Karl Löwith, tarihte Anlam, s:79

- Prometheus sıradan bir mitolojik kahraman değildir. İNSANIN Tanrıya olan isyanını temsil eder. Tanrı'nın düzeninin yerine insanın düzen kurma ideali onda resmedilir.
- İnsanın yeryüzünde İNSAN KRALLIĞINI -daha doğrusu zengin ve güçlülerin fakirler üstündeki MUTLAK, SORGULANAMAZ ve HESAP VERMEZ iktidarının- kurulabilmesi için zenginleri de AHLAKA davet eden, onlara da hesap soran TANRI'nın iktidarının devrilmesi gerekir.
- Marx'a göre Yeni Dünya düzeni için tüm değerleri alt üst eden bir devrim gerekir ve bu da insani ilişkilerin bir FITRAT dâhilinde işlediği fikrini reddetmekle mümkündür. (Kız ve erkek çocuklarının davranışlarını temelde etkileyen FITRAT değil, ÖĞRETİLMİŞ davranış biçimleridir deyip kız çocuklarının eline tüfek erkek çocukların eline bez bebek verme zırvalığı sanırım buna dayanıyor.)

Diyor sanırım.

Marx'ın eleştirisi şu cümle ile başlar:
"... din eleştirisi tüm diğer eleştirilerin ön koşuludur. Yani doğaüstünün ve öteki dünyevi dinlerin ilüzyonunda dolaylı olarak yansıtılan din dışı şeylerin, gerçek dünyanın.
Feuerbach'ın, Tanrı'nın yalnızca sonlu insanın sonsuz bir izdüşümü olduğu ve teolojinin (Tanrı biliminin) özünün antropoloji (insan bilimi) olduğunun keşfinden sonra, şimdiki görev "bu dünyanın HAKİKATİNİ "kurmaktır." der.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:79

Karl Marx Tanrı'ya dayalı değerler sistemini yıkmanın YENİ ve ADİL bir İNSAN Krallığı kurmak için şart olduğuna inanıyordu. Bunu başardığımıza göre YENİ Dünya’yı kurmaya başlayabiliriz diyor sanırım.
Ancak aradan geçen 100 yıllık süre içinde TANRI'ya dair değerlerin yerine ikame edilmiş TEK bir değer var edilemediği gibi TANRI'ya dayalı değerler önemsizleştirildiğinde geriye hayvani bir "menfaat" duygusundan başka hiç bir şey kalmadığını da gördük.
O kadar ki çağa "Post Truth" (Hakikat, gerçeklik, doğruluk sonrası) çağ ismi verildi. Mesele Hakikatin, doğruluğun ya da gerçeğin aşılıp sonrasına geçilmesi değildi. Sorun TANRI olmayınca ne inanacak bir Hakikat, ne bir gerçeklik ne de bir doğrunun kalmasıydı.
Marx "Tüm Tarihin içeriğini düzeltiyoruz; ancak artık onun içinde Tanrı'nın değil de insanın vahyini görüyoruz"
"İnsanın kendine yabancılaşmasında sebep DİNİ öğreti olmadığı zaman, kişi bundan daha adi biçime, yani insanın günah yoluyla olana değil de insanın madde aracılığı ile diğer insanları sömürmesi yoluna yöneliyor. BU yabancılaşmanın da maskesini düşürmeliyiz" der.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:80

İnsanları sömürmenin EN kolay ve en zahmetsiz yoludur DİNİ sömürü. Zira İNSANLARIN Hakka zaafı vardır, Hakka, iyiye, güzele, doğruya, vefaya, kereme/cömertliğe, Şecaate (kahramanlığa), Fedakârlığa yani Allah'ın tüm isimlerine...
Bunu iyi bilen ŞEYTAN her zaman, ama HER ZAMAN Allah'ın bir isminin altına kendisini gizleyerek dolandırır insanoğlunu. Tıpkı kapıdan giren Dolandırıcının bağıra bağıra "SELAMUN ALEYKUM" demesi, sahtekar dilencinin elini açarken "Allah rızası için" demesi gibi.
Zira insanlar ALLAH'a hürmet ederler, Şeytan'ın ise hiç itibarı yoktur ki kendi ismi ile kandırabilsin insanları.
Bu yüzden kitab-ı Kerim altını çize çize "Şeytan'ın sizi ALLAH'In simi ile kandırmasına müsaade etmeyin" diye ikaz eder..

Bunu bile bile Müslümanlar hep ALLAH'In Aziz ismi ile aldatılmaya devam ederler.

Kur'an'ın AKILCI Yorumu ne işe yarar?
Feuerbach'a göre "dinin(Allah'ın) insanın bir yaratımı olduğunu kabul etmek" yeterli değildir, bu ifade, dinin insanı kendine yabancılaştıran etkisinden kurtulamamış bir ifadedir. (Dinin/Allah'ın sıradan bir insan icadı olduğunu tespit etmek yetmez, bunun SAPKINLIK olduğunun da altını çizmeliyiz, diyor sanırım-AHÇ)
Marx'a göre de kısaca din, "sapkın bir dünyadır" ve bu sapkınlığa, insanın özü Komünist düzende ve özgürlükte kendini bulana kadar son verilmelidir.
Ona göre dinin sıkı bir materyalist eleştirisi basit bir reddedişte veya sırf bir insanileştirmede değil, dini diğer tüm kaynaklarından ve motivasyonlarından mahrum bırakan şartları yaratmak için var olan pozitif varsayımdadır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:81

DİNİ sadece REDDEDEREK ya da Tanrı'yı da biz icat ettik diyerek yenemezsiniz.
Dini yenebilmek için DİNİN faydalandığı gaybi, mistik, mucizevi alanları kurutmalı ve bunları AKILCI zemine taşımalısınız. Gaybi alan kalmadığında yani TANRI insan aklının alamayacağı muhteşem işler başaramadığında itibarını da kaybedecektir, diyor sanırım.
BURADAN BAKINCA

Hz İsa'ya baba bulunmasının, Hz Musa'nın yardığı denizin, deniz çekilmesi ile açıklanmasının, Hz Peygamberin Ay'ı bölmesine getirilen AKILCI yorumların; namazın bel ağrısına, oruc'un empatiye, zekâtın sosyal adalete, hacc'ın iletişime iyi geldiği gibi emirlere getirilen AKILCI, faydacı ve materyalist yaklaşımların ne işe yaradığını hissetmek SANIRIM mümkün hale geliyor.

Marx'a göre artık savaş dinsizler ve Hristiyanlığın Tanrıları arasında değildir; savaş dünyevi putlara karşıdır.
Kapitalist düzenin en göze çarpan putu, metalarımızın "fetiş" karakteridir. Bu durum üretimin faydalı araçlarının nesneleştirilen şeylere, somut kullanım değerlerinin soyut değişim değerlerine sapması ile ortaya çıkmıştır.
BU sapma ile birlikte metanın üreticisi insan, kendi ürettiklerinin bir metası haline gelmiştir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:82

1- Modern insan kullandığı eşyayı çok hızlı bir şekilde KUTSALLAŞTIRABİLİYOR (Putlaştırıyor). Arabasının, giydiklerinin ya da telefonunun MARKASINDAN, Oturduğu SEMTE kadar.
Önce kendi eli ile Markaya, modele, semte, MODAYA veya herhangi bir ikona ÖZEL BİR ÖNEM atfediyor ve onu gerçek değerinden ÇOOOOOOK daha yüksek bir değere çıkarıp TAPINIYOR.
Ardından YENİ bir İKON bulunca anında bunu ÇÖP edip diğer PUTUN peşine koşuyor.
2- Önce ev köpeği diye bişi icat ediyor. Sonra, köpeğinin hizmetine kendini adayıp, köpeğinin İnsanına dönüşüyor. Arabasının, parasının, evinin, makamının insanına dönüşür gibi.
Markalar, DÜNYEVİ PUTLAR dinlerin yerini alıyor, der gibi.
Tüm ürünlerimizin meta formu, ELEŞTİRİLMESİ ve değiştirilmesi gereken YENİ puttur.
Modern dünya sadece görünüşte dünyevidir. Kendi keşifleriyle yeniden BATIL hale gelmiştir.
Şimdiye kadar Roma İmparatorluğu sonrasında Hristiyanlık mitinin yayılma sebebinin Matbaanın icad edilmemesi olduğuna inandık. Hâlbuki gerçek tam tersi idi.
Matbaanın keşfi ile bir kaç saniye içerisinde bütün dünyaya basın aracılığı ile bir ASIR İçerisinde üretilebilecek MİT'ten daha fazlası üretilip yayılır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:83

Sürekli KENDİMİZE yeni putlar üretiyoruz.
PUTU alıp evimize, aklımıza, fikrimize koyduğumuz an onu ELEŞTİRMEYE ve değersizleştirmeye çalışıyoruz.

YENİ puta/ IDOLE yer açmak için, diyor sanırım.

Hegel'in "idealizminin" tarihsel kaynağı ise Hristiyan geleneğidir.
Tüm Alman idealizmi gibi, Hegel'in Tin/Ruh felsefesi de Hristiyan doğaüstücülüğü üzerine inşa edilmiştir. İsa'nın Tanrı (Lord) ve tarihin Tanrı'nın Sözü (Logos) olduğuna dair inançtır ki, Hegel bunu kendisini tarih sürecinde belli eden metafizik/Gaybi bir Tin'e/Ruh'a dönüştürmüştür.
Öte yandan, Hegel Dünya tarihini Tin tarihiyle özdeşleştirdiği için, onun tarih anlayışı, Marx'ın MAteryalist Ateizminden çok daha fazla dini kaynaklarını muhafaza eder.
Hegel kendisini dünyayla ve var olan, cari olan akla bağdaştırmışken, Marx onca materyalist vurgusuna rağmen aşkınsal inancın bu dünya üzerindeki gerilimini sürdürür. İşin doğrusu Marx'la karşılaştırıldığında Hegel çok daha realisttir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:83 

Komünist devlette her bireyin sosyo politik bir varlık olarak kendi ÖZÜNÜ gerçekleştirmiş olacağına inanan (insan-ı kâmil) ve komünist toplum ile tam bir CENNET hayali kuran MARX tüm materyalistliğine rağmen aslında bir eski Ahit (Yahudilik) uyarlamasıdır, tıpkı HEGEL'İn Hristiyanlık uyarlaması olduğu gibi, demeye çalışıyor sanırım.

Batılı insan Tarihin AMACIDIR.
Hegel'e göre "Halklar, tıpkı bireyler gibi nereye gittiklerini bilmezler; Tanrı'nın ellerindeki araçlardır ki onun istencine ve amacına karşı çıkmalarına ek olarak ona itaat de ederler. BU yüzden, tarihi hareketlerin nihai sonuçları bireylerde niyet edilen şeylerin hem daha fazlası hem de daha azıdır; NİHAİ tasarım sonuçta insanın planlarına galip gelir ve hatta onu saptırır.
Bu girişten sonra HEGEL devam eder: "... Dünya Tarihi DOĞU'da başlar Batı'da biter. Büyük Doğu İmparatorlukları, Çin, Hindistan ve Perslerle başlar. Anlamlı tarih Greklerin Perslere karşı kesin zaferiyle Akdeniz dünyasına kaymıştır ve Batı'daki Alman-Hristiyan İmparatorlukları ile son bulmuştur.
Avrupa "belli ki" tarihin amacıdır... Doğulular dünyanın çocukluğuydu, Grekler ve Romalılar gençliği ve yetişkinliği, Hristiyanlar Olgunluğuydu.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:94

Batı düşünce dünyasını, fikriyatını, entelektüel gayretini, felsefesini ve BİLİMİNİ Batılı kibirden, üstünlükçülükten/faşizmden, sömürü ve emperyalizminden ayrı düşünmek bir aldanmadır, diyordu biri. Ama ismi hatırlayamadım.

Ünlü Alman hezarfen (birçok bilimde üstad olmuş) Goethe şöyle söyler:
"Tüm kaynakları okuyabilsen, yorumlayabilsen ve değerlendirebilsen çok uzun süre önce keşfedilmiş, teyid edilmiş, kimsenin şüphelenmediği şeylerden başka ne bulabilirsin ki?"
Tüm şeylerin sefilliğinin hakikati: İnsanlar hep korku içinde olmuş ve sorunlarla boğuşmuş, birbirlerine acı çektirmiş, işkence yapmışlardır; sahip oldukları küçücük hayatlarını birbirlerine zehir etmişlerdir.
Dünyanın güzelliği ve dünyanın güzelliğinin onlara sunduğu varoluşun tatlılığı, değer vermedikleri ve zevk alamadıkları şeylerdir. Yalnızca bir kaç hayat sefa ve eğlence içinde geçti.
İnsanları birazcık olsun hayata bağlayan şey her zaman ölüm korkusuydu ve ölüm korkusudur.
Hayat böyleydi, böyle de olmaya devam edecek. İnsanın kaderi bu!
Neyin, kimin tanıklığına gerek var?

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:98

Hayat mücadeledir diyorlar. Çok yanlış bir söz bu.
"Köpek miyiz" ömrümüzü cedelleşerek geçireceğiz?
İnsan yeryüzüne CEDELE gelmedi teavüne (paylaşmaya) geldi:
Eğer paylaşmayı bilmezse hayat mücadeleden ibaret kalır.
Hayat, kemik kapma kavgasına dönüşür.
Diyordu Yeşil Efendi

Bir de HAYRETİNİ kaybeden insanlığını da kaybediyor diyordu.

İçkin ve belirsiz bir ilerlemeye olan inanç, Tanrı'nın aşkınsal inayetine inançla yer değiştirmiştir.
"İnsanlar inayetten bağımsız olduklarını hissedene kadar bir ilerleme teorisine inanmaları mümkün değildi". Veya tam tersi: "İnayet öğretisinden şüpheye düşülmediği sürece, bir ilerleme öğretisinin ortaya çıkması mümkün değildi."
Fakat nihayetinde ilerleme öğretisi, inayet teorisinin yerini almalıydı; yani geleceği BİLEBİLMELİ ve gelecek için tedbir alabilmeliydi."

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:103

İnayet İnancı:
Dinler "Allah'ın nurunu tamamlayacağına" inanır. Bir gün NUR tamamlanacak, insanlar Ahirete uyanacak, hesap verecek ve cezalarını çekeceklerdir.
Buna hazırlık için ibadet edecek, yalan söylemeyecek, ahlaklı olacak, çalmayacak, öldürmeyecek, zarar vermeyecek iyi bir kUL OLARAK, hayatını Tanrı'ya adayarak tedbir alacaktı.
İLERLEME İdeolojisi:
Bir gün toplum olarak ilerleyecek, Çağdaş medeniyetler seviyesine çıkacak, modernleşecek, kültürlü, saygılı, müreffeh, adil, sorunsuz ve sömürüsüz bir topluma dönüşeceklerdir. Bunları yapmayanlar geri kalacak, sömürülecek, hayvanlar gibi yaşayarak cezalarını çekeceklerdir.
Buna hazırlık için çok çalışmalı, hayatını çalışmaya(patrona) adamalı, bilime İNANMALI, bilimin emirlerini yerine getirmeli, çağdaşlaşmalı, çağdaşlığın gereklerini yerine getirmeli, İngilizce öğrenmeli, Batılılar gibi olmalı, devlete vergi vermeli, vergi kaçırmamalı, askerliğe koşmalı, devlete isyan etmemeli, ÇOK KİTAP OKUMALI, çok BİLGİ edinmeli, hurafeleri, bidatleri, üfürükleri, dinleri, donları(tesettürü) ve cemaatleri terk etmeli. İlerlemenin Tedbiri de buydu.

İlerleme Teorisi DİN'lerin inayet teorisinin Tanrısız MUADİLİDİR diyor sanırım.

Batılı düşünce adamları modern devrimsel ilerlemesinin, doğa bilimlerindeki ve tarihteki yeni bilgisinin basit bir sonucu olmadığını, bunun Hristiyanlığın klasik paganizme üstün gelmesi ile sağlandığının farkına varmışlardır.
Sonuç itibari ile Hristiyan karşıtı olmasına rağmen aslında köken olarak Hristiyan olan ilerleme düşüncesinin belirsizliği bu yüzdendir...
Yargı ve kurtuluş bakımından seküler tarihin eskatolojik yorumu eski TARİHÇİLERİN aklına hiç bir zaman gelmemiştir. Bu Hristiyanlığın UMUDUNUNUN ve Yahudi BEKLENTİSİNİN uzak ama yoğun olarak etkisidir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:104

İnsanlar beraberce GELECEKTEKİ bir umuda odaklanamazlarsa fedakârlık, gayret, birliktelik mümkün olmaz. Onlar sadece ŞEHVETLERİNİN ve GÜCÜN peşinde koşarlar. Bu da ilerlemeyi değil zulüm ve şehvet toplumunu ortaya çıkarır. ROMA gibi
Tanrısız PAGANİST düşünce için İnsanlığın ilerlemesi diye bir şey söz konusu olamaz. İnsanlığı bir bütün(tevhid) olarak algılayabilmek için, onlara, fedakârlığa değebilecek bir HEDEF belirleyecek onların üstünde bir güç olduğunu kabul etmeleri gerekir. Eğer o yoksa herkes kendi hayatını sürer ve ölür. Karıncalar ve fareler gibi...
Olaylar sonsuz bir döngüselliğe dönüşmek zorundadır.
Herhangi bir hedefe yani İLERDEKİ, insani kudreti aşan bir MENZİL'e doğru yürüyüşten bahsedilemez.
İnsanlığı bir bütün olarak düşünüp 5 Bin sene önceki ile 10 bin sene sonrakini berberce aynı hedefe doğru ilerlediğini düşünebilmek ancak "ortak TANRI" fikri ile mümkün olabilir.

Batının İLERLEMECİLİĞİNdeki tutarsızlık bundan kaynaklanır. Hem TANRIYI reddedip hem İNSANLIĞIN ortak MENZİLİNDEN bahsetmesi, insanlığın ortak menzilinin ne olduğunu; neden ilerlemesi gerektiğini, ilerleyince ne olacağını, geriden gelenlerin ilerlemesinin neden öncekilerin de ilerlemesi sayılacağını, hedefe ne zaman varılacağını, varınca ne olacağını anlatmaması bundan diyor, sanırım.

Tamamen zararsız gibi görünen "İlerleme" tartışmalarının dikkatli bir okuması, meselenin kadim Hristiyanlıktaki akıl ve vahiy arasındaki antagonizma (çatışma ) olduğunu gösterir.
Modern ilerleme düşüncesinin bir TÜR DİN olmaya doğru ilerleyişi, üstünlük iddiasının açık bir şekilde Hristiyanlığa karşı olması ile neticelenmiştir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:104

Hristiyanlıkta insanlar ADEM'den geliyordu. Allah onları CENNETTEN olgunlaşmış ve tamamlanmış olarak indirmişti.
Tekrar CENNETE gitmeleri gerekiyordu bunun içinde AHLAKEN Cennete layık kullar olmalarını ispat etmeleri gerekiyordu.
İlerleme Tanrı'ya doğruydu.
Delili falan yoktu. HABERE inanıyorlardı.
BİLİMCİLER geldi ve dediler ki İnsanlık sudan evrimleşerek geliyor. Tek hücreliler bakterilere, balıklara, balıklar solucanlara, kurbağalara, maymuna sonunda insana dönüştü.
İnsanların en Gelişmiş FORMU Avrupalı beyaz ve Hristiyan olanıdır. Diğerleri gelişmemiş aşağı yani düşük modellerdir.
İnsanlık gelişmeye, İLERLEMEYE devam ediyor.
İlerleme nerede duracak, sonu nereye varacak belli değildir.
Ancak içinde "İlerleye ilerleye DÜNYA'da ölümsüzlüğün ve mükemmelliğin olduğu, özgürlük, adalet, demokrasi, sevgi dolu bir yer kuracak" iddisını sessizce de olsa taşır..
Onların da delili yok.
Onlar da Bilim adamı denen şahısların HABERLERİNE ve tahminlerine, teorilerine, zanlarına inanırlar.

Ancak Modernist Bilimciler kendilerinin, DİNCİLERE ve Tanrıya karşı galip ilan ettiler, diyor sanırım.

Proudhon Tanrı inancına boyun eğmenin dünyevi "ilerleme" inancı ile uyumlu olmadığını anlamıştı.
"Pagan yazgısına büyük bir İSYAN olan Hristiyanlık, şahsi olmayan yazgının yerini şahsi inayetle değiştirmiştir. Ona göre modern devrimin görevi, insan eli ve insan adaletini bütün insani olaylar doğrultusuna getirerek sonrakinin kadersizleştirilmesidir.
İnsan TAnrı ile yer değiştirmelidir ve insan ilerlemesine olan inanç, İNAYETE olan inancın yerini almalıdır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:105

Devlet ilerlediği zaman toplumun her ferdinin İLERLEDİĞİ kabul edilir.
Ancak Allah'a inanan bir toplumda KURTULUŞ yani ilerleme bireysel değildir, ŞAHSİDİR. Tüm toplum helak olduğunda Bir kişi kurtulabilir ya da Bütün toplum kurtuluşa ererken bir kişi helak olabilir.
Zira nihai ADALETİ TAnrı ancak sağlayabilir.

Eğer nihai ADALETİ TANRI sağlayacaksa sıradan insanların DEVLETE, YÖNETİCİ zümreye sadık olduklarından emin olunamaz. Eğer devlete mutlak itaat ve mutlak biat isteniyorsa DEVLETLE beraber ilerleme, devletle beraber gerilemeye, devletle birlikte kurtuluşa, devletle birlikte yok oluşa da sıradan insanların inanması gerekir diyor sanırım.

Proudhon'a göre yazgı/kader sosyal içgüdüdür. Onun teşviklerinin ve insanı etkileyebilme gücünün idrak edilmesi gerekir.
Tanrının inayeti, sosyal bir varlık olarak insanın "kolektif içgüdüsünden" veya "evrensel aklından" başka bir şey değildir. Tarihin Tanrısı insanın kendi yaratımıdır ve ateizm (yani HÜMANİZM) her teodisenin (İyilik ile kötülüğün arasındaki çatışmanın) temelidir.
Bu "insancıl ateizm" insanın entelektüelindeki ve ahlaki serbestliğindeki son terimdir ve aynı zamanda, devamlı soruşturan "yorulmak bilmez Şeytan" olan rasyonel analizle yok edilen tüm bu doğmaların "bilimsel yeniden inşasına ve tetkik"ine hizmet eder.

Tarihte Anlam, Karl Löwith, s:106

Batının rasyonalizm dediği BATILI AKIL kafadan kendisini TANRı (Aslında KİLİSE) karşıtı konumlar.
VE AKLINI Şeytanın tarafında işletir. Kendini TANRISAL DOĞMALARI yok edip yerlerine BİLİMSEL ilkeler koymaya adar.
Müslüman dünyadaki AKIL tartışmalarını bu uyuşmazlık üzerinden okumak gerekir sanırım. Zira MÜSLÜMAN AKLININ VAr olmak ve kendine yer açmak için savaşması gereken bir Kilisesi yoktur.

Zira o AKLEDEN KALPLERE indirilmiş bir dindir. Dinle Savaşması gerekmez. Selama (barışa), SELİM (iyiliğe) yönlendirilmesi yeterlidir.

Proudhon "Özgür ve akıllı bir insanın ilk görevi devamlı olarak Tanrı fikrini aklından ve bilincinden kovmaktır" der. Çünkü var olursa, zorunlu olarak doğamıza düşman olur" der.
Ona rağmen bilime, ona rağmen refaha, ona rağmen topluma ulaşırız: HER İLERLEME Tanrılığı yok ettiğimiz bir ZAFERDİR." der.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:107

Tanrı DOĞAMIZA düşmandır.
Özgür seks yapmak isteriz TANRI "Dur!" der
Gücümüz ve paramızla ve güçsüzleri KÖLELEŞTİRMEK onları sömürmek, faizlendirmek, kiracımız edinmek isteriz. Tanrı "DUR!" der.
İşimize geldiğinde YALAN söylemek, kandırmak, dolandırmak isteriz Tanrı DUR! Der.
Sürekli Biriktirmek, cimrilik etmek isteriz, Tanrı DUR! Der.
Canımız istediği gibi KATLİAMLAR yapmak isteriz. Tanrı DUR! Der.
Kendimiz Övmek, Yüceltmek, Kibirlenmek, tapındırmak isteriz Tanrı DUR! Der.
Gösterişle diğerlerini kudurtmak isteriz Tanrı DUR! Der.

Tanrı Doğamıza düşman. Biz de ona DÜŞMAN olmazsak istediğimiz, refah, zenginlik ve şehvet toplumunu var edemeyiz. Bilimi bu uğurda kullanmalı, İLERLEYE İLERLEYE Tanrı'ya olan muhtaçlığımızı bitirmeli ve TANRI'Yı öldürmeliyiz, diyor sanırım.

Proudhon devam eder:
"İnsanlığın çağlar boyunca kendi yazgısının efendisi olmak için Tanrı iile girdiği mücadelede, Tanrı insanın ıstıraplarına müdahale etmemiş ve onları azaltmamıştır, daha ziyade kendi işini yaparken ona eziyet etmiştir. Tanrı, "bilincimizin hayaletidir" ve ilahi inayetin baba, kral ve yargıç gibi tüm vasıfları insanlığın otonom medeniyetle uyuşmayan ve tarihin felaketleriyle çürütülen bir karikatürden başka bir şey değildir.
Tanrı zorunlu olarak "uygarlık karşıtı, özgürlük karşıtı ve insan karşıtıdır."

Karl Löwith, Tarihte anlam, s:107

Batı, Kilisenin her şeye hâkim olduğu bir dönemi KİLİSE'YE dolayısı ile Tanrı'ya savaş açarak aştı.
Ancak İslam dünyasında mülklere, insanlara, bağlara, bahçelere düşünceye, şiire, edebiyata, mimariye her şeye sahip olan bir OTORİTE hiç olmadı.
Dolayısı ile bu topraklara İTHAL getirilmiş düşüncenin DİNE ve İslam'a açmış olduğu savaşın hedef aldığı direk bir muhatap yoktur. O yüzden BATI'da Hristiyan'a değil Kilise'ye düşman olanlar Doğu2da Müslümana düşman oldular.

Batı düşüncesini anlayabilirsek BİLİM kökenli tiplerin neden İSLAMA ve Müslümana bu denli nefret duyduklarını da anlamak mümkün olabilir.

Komplo Teorisi Falan Değil!

Tam 1800 yıl önce, bugünlerde yaptığımız gibi, biri insanlığı yeniden canlandırmaya çalışmıştı:
Devrim dehası Lucifer (Şeytan) "Sonsuz"un düşmanını, azizlere yaraşır yaşamından, harika bir akıl ve hayal gücünden dolayı kendi oğlu gibi görebileceğini düşündü.
Ona hükmü altına aldığı dünya Krallıklarını göstererek şöyle söyledi: "Eğer bana şükretmek ve bana tapmak istersen sana dünyanın her şeyini bahşedeceğim."
- Hayır! dedi Nazarane (Hz İSa'nın peşine giden anlamında bir isim). "Ben sadece Tanrı'ya tapacağım"...
Bu önemsiz reformcu çarmıha gerildi. Ondan sonra Farisiler, vergi tahsildarları, papazlar ve krallar, önceden olduklarından çok daha baskıcı, zorba ve çirkin bir biçimde yeniden ortaya çıktılar ve DEVRİM gerçekleşmedi. Belki yirmi defa tekrar tekrar denendi ama her seferinde tekrar tekrar ertelendi".
Proudhon, LUCİFERDEN (Şeytan'dan) hiç bir beklentisi olmadan, LUCİFER'in işini yapmak için hazır olduğunu belirtir.
Proudhon'un Cennetten atılan Şeytan'ı manevi baba olarak kabul etmekteki RADİKAL kararının çağdaş sembolü Baudelarie'nin ünlü mısraıdır.
"Kabil soyu,
Gökyüzüne çık
Ve at Tanrıyı yeryüzüne...

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:108

Tam da Nietzsche'nin dediği gibiydi mesele.
TANRI ayak bağı idi ve öldürülmesi gerekiyordu.
Eğer TANRI'yı ciddiye alıp doğru sözlü, kendi emeğinden başkasını yemeyen, faiz, riba, sahtekârlık, dolandırıcılık, RAntçılık (kira ekonomisi) öldürme, katliam, talan, yağma, sömürü YAPMASAYDIK merhametli, adil, cömert ve doğru insanlar olsaydık dünyanın kontrolünü ele geçiremezdik.
Bunu Tanrı'yı değil ŞEYTAN'ı dinleyerek başardık.
Komplo teorisi falan değil Ciddi ciddi; "Bundan sonra da TANRI'yı değil LUCİFER'i ciddiye almalıyız. Ondan gelen her şeye DÜŞMAN olmalıyız", Diyorlar.

Şu anda toplumlar Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ile NAMUS, Şeref Irz, ahlak, edep iffet, NİKAH ve AİLE'Yİ kötülemeye zinadan, eşcinsellik, lezbiyenlik, ensest, pedofiliye kadar her şeyi KUTSAMAYA zorlanıyorlarsa LUCİFER'E tapındıkları için sanırım.

1843'te Proudhon, eski Avrupa'nın çöküşünü tarif ederek, "Hristiyanlığın bu SON saatinde", ona olan şükranlarını ve ondan aldığı ilhamı hatırlar.
Çünkü toplumumuzun temellerini kuran, kurallarını kabul etmesini sağlayan, milleti birleştiren ve ADALET duygusu ile verimli zihinleri işleyen HRİSTİYANLIKTIR.
Yirmi sene sonra, Ateist Prodhon sosyal çözülmeyi analiz ettiğinde, 19. Yüzyıldaki krizin Batı Toplumunun HRİSTİYAN köklerinin çürümesi ile ortaya çıktığını anlamıştır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:110

Bugün Türkiye'de onca Milliyetçi, kavmiyetçi, hizipçi, partici cereyanlara rağmen Laz'ı, Kürd'ü, Arnavut'u, Türkmeni, Yörük'ü, Çerkez'i, Gürcüyü, Arap'ı, Zaza'yı, Pomak'ı, Boşnak'ı vs.'yi bir araya getirip TEK SAFTA toplayıp BİZ KARDEŞİZ dedirten nedir?
85 Milyon insanın kalbi çürümemişlerini bireysel çıkarlara rağmen HAK'ka, Adalete sadık kalmaya çağıran nedir?
Onca şehvetçiliğe rağmen Anne babana ve diğer varlıklara karşı saygılı ol diyen kimdir?
Onca KONFOR TAPINCINA rağmen yaşlına, özürlüne sahip çık diyen kimdir?
Başkalarının acılarına ortak ol, servetinden onlara PAY ayır, diyen kimdir?
Zengin ve Güçlüleri fakir ve güçsüzlere karşı MERHAMETLİ olmaya çağıran hatta onları TEHDİT eden kimdir?
Din çürüdükçe ortalığı bireyselliğin, egoistliğin, zevkperestliğin, konforculuğun pis kokuları basar.

Bundan en çok da DİN'i çürütenlerin şikâyetçi olması işin trajedisidir, sanırım.

Hegel'de olduğu gibi Comte'ta da insanlığın evrimi çok açıktır ve EVRENSEL değildir.
Beyaz IRK'la ve HRİSTİYANLIKLA ortaya çıkar ve onunla beraber düşünülür. "Tek başına" (sadece) Batı Medeniyeti kendi MİSYONU çerçevesinde belirli biçimde dinamik, ilerlemeci ve evrenseldir.
Ancak HEGEL Batı'nın ayrıcalığının Hristiyanlık olduğunu düşünürken Comte, beyaz IRKIN fiziksel, kimyasal ve biyolojik üstünlüğünü "tamamen POZİTİF" yollarla anlatmaya çalışır...

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:112 

Eğer tarih okumalarında Batılı düşünürlerin kendilerini ÜSTÜN IRK (sebep farklı olsa da) diğerlerini yani BİZİ- aşağı, AŞAĞILIK, geri, gerici, az gelişmiş ya da gelişmemiş, Evrim sürecinde arkada kalmış gördüklerinin farkında olmazsanız TARİHTE bulacağınız ANLAM kendi AŞAĞILIĞINIZI kabul etmekle neticelenecektir diyor sanırım.

Nitekim entelektüel alandaki gelişme ahlaki alanda olduğundan daha aşikârdır.
Üstelik doğa bilimlerinde sosyal bilimlerde olduğundan daha da temellendirilmiştir. Hâlbuki nihai amaç ve görev, sosyal olarak yeniden organize olmak adına, doğa bilimlerinin başarılarının sosyal fiziğe ve sosyolojiye uygulanmasıydı.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:116

Fen bilimlerine yönelmenin amacı İNSANLIĞI, iNSANİYETİ, ahlakı ve erdemleri yüceltmenin yollarını aramaktı. Fen Bilimlerinde bulunacak kurallar SOSYAL bilimlere uygulayacak ve İNSALIĞIN kalitesi artırılacaktı.
Ancak Fen bilimlerindeki onca ilerlemeye rağmen İNSANİYETTE bir ilerleme olduğuna dair hiç bir emare yoktur.

Filistin Bunun DELİLİDİR, diyor sanırım.

Bilimsel genellemelerin özel alanı olan Pozitif felsefe yalnızca cevaplarını elde edebileceğimiz sorunlarla uğraşırken,
İlkel insanların ilgisini cevabı ELDE EDİLEMEYECEK sorular çeker...
Şimdi yani 19. Yüzyılda Avrupa'nın en iyi zihinleri, eski yükseköğrenim biçimlerinin kaçınılmaz bir şekilde çöktüğü aşamaya ulaşan "pozitif" bir eğitimin teolojik, metafizik ve yazınsal eğitiminin yerini alması gerektiğine hem fikirler... (Comte)
Eğer insan kendi bilgi olanağına ve evrende sahip olduğu güce böyle abartılı bir tahminle başlamasaydı şu an, zaten bilebildiği ve yapabildiği hiç bir şeyi ne bilebilir ne de yapabilirdi.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:119 

Geçmişin Yüksek Öğretim kurumları tamamı İLAHİYAT yapılarıydı. Ve insanın asla KESİNLİKLE bilemeyeceği ve kavrayamayacağı soruları peşine düşmüşlerdi: İnsan kimdir, varlık amacı nedir, nereden gelmiştir, nereye gitmektedir. Rabbi kimdir gibi.
Modern Yüksek Eğitim ULAŞILMAZ soruları terk etti ve çözebilecekleri soruların peşine düştü.
Hâlbuki İNSANLIĞIN büyük gelişmesi ULAŞILMAZ Sorular peşinde koşması ile olmuştur. Erdemler, AHLAK ve insaniyet ULAŞILAMAZ soruların peşinde koşmakla ulaşılabilen DEĞERLERDİR.

Ulaşılabilir sorular insana KİBİR, şehvet, Güç, TAHAKKÜM, Kölelik, katliamlar, Öldürme ve Katliam Teknolojilerinde zirveye çıkmayı getirdi. Hâlbuki başlangıçta onlar yoktu, diyor sanırım.

Katolikliğin etkisi antik ataerkil despotluğu yok ederken BABA otoritesini kabul ederek karşılıklı sorumluluk anlayışını geliştirmiş böylece AİLE kavramı ortaya çıkabilme fırsatı bulmuştur.
Kadının sosyal durumunu da onun sayesinde gelişmiştir. Çünkü Katolik kadınların yaşamını zorunlu olarak kalıcı olarak düşünmüş ve evliliğin dağılmazlığını (Erkeğin canının istediği an kadını başından attığı düzeni ortadan kaldırmıştır-AHÇ) kabul etmiştir.
Katoliklik daha yüksek evrensel kardeşlik ve hayırseverlik hissiyle antiklerin (deist, ateist, politesit, agnostik vs.) vahşi vatanseverliği ile değiştirmiştir. Böylece farklı kavimler, farklı sosyal statüdeki insanlar din üzerinden birbirlerine kardeş olabilmişlerdir.
Uluslararası savaş hukukuna kabul ettirilen insani hükümler Katolikliğin zorlaması ile olmuştur.
Refahın mükemmel olmayan dağılımı, acının paylaşılmasına adanan hayatlar -antiklerin bilmediği ve Tanrısal bir cömertlikten kaynaklanan- birçok değerle doldurulmuştur.
Evrensel sosyal birlik hissini genişleten Katoliklik, tüm zamanları, mekânları ve toplumları birbirlerine bağlayabilecek devlet ve imparatorluk yapılarından çok daha dayanıklı ve kuvvetli bir sistem var edebilmiştir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:122

Hristiyanlık İNSANİ ilkelerle toplumları birbirlerine bağlarken deist, ateist, politeist ya da agnostik yapıların onu tasfiye ederek kendilerine yer açtılar.
Dinlerin getirdiği KARDEŞlik dolayısı ile paylaşma, fedakârlık, cömertlik ilkeleri hızla MENFAATÇİLİK ve BENCİİLLİKLE tasfiye edilerek farklı kavimler, topluluklar, sosyal ve maddi statüler arasındaki bağlar da koparılır.

Dikkat edilirse kurulan düzende, -din yani nikâh- devreye girmediğinde ERKEK kadını -hiç bir sorumluluğa girmeden- dilediği an başından atabilir.

"Modern zamanların RUHANİ devriminin, Protestanlığın memnuniyetle Karanlık ÇAĞ olarak adlandırdığı insanlık tarihinin unutulmayan mevsimine atfedilebileceğini anlayabiliriz" der Comte.
Bu yüzden Comte büyük bir pişmanlıkla, bu büyük ve yüce kurumun statik ve yoz bir hale gelen mevcut kısırlığının kendi entelektüel temelini kaybettiğini ve şimdi bizi yalnızca onu ilerlemesi ile birleştiren her türlü büyük hizmetin hatırası ile baş başa bıraktığını ifade eder.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:122

Mezhep savaşları mücadelesini kazanan Protestanlığın KATOLİK dönemi KARANLIK ÇAĞ olarak adlandırması büyük bir haksızlıktı. Zira gerek protestanlığın yaptığı devrimin gerekse sonraki büyük atılımların temeli ve zihni hazırlığı Karanlık Çağ diye kötülenen o dönemde yapılmıştı. Bugün tapındığımız İLERLEME ideolojisi bile onun evladıdır.
Bugün KATOLİK KİLİSESİNİN içine düştüğü büyük zihinsel atalet, kısırlık ve bunama hali insanlık için büyük bir kayıptır, diyor sanırım yazar.
Hele ki MÜSLÜMANLARIN tarih dışına düşmesi; hayal âleminde yaşaması, kısır mezhepçi çekişmelerle birbirlerini boğazlaması Amerika’nın ve Batılı sömürgecilerin kuyruğuna takılıp kendisini inkâr etmesi

Yani BUNAMA hali ile insanlık âlemi neler kaybetti kim bilir neler?

Katolikliğin, Kraliyet güçleri ile kurmuş olduğu talihsiz çıkar ortaklığı sonradan Protestanlığa tepki olarak başlamıştır.
En iyi zamanlarda Katoliklik tüm geçici güçlerle olan antagonizmasında (karşıtlık, çatışma) harikaydı. Protestanlığın dağılan gücüne olan Katolik direnişin merkezi organı İSA'nın toplumuydu.
Öte yandan Protestanlık çürüyen sistemin bütün kötülüklerini paylaşmıştır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:124

Modern dönem dini hareketleri Batı'nın "GÜÇ" ve "İLERLEME" Tanrılarından çok etkilenmişlerdir. Onlar da bu Tanrılara tapınırlar. Ancak GÜC'ü HAK'TA aramaktan vazgeçip yeryüzünde aramaya başlamak onları kullanışlı APARATLARA dönüştürdü. Artık ŞEYTAN'la da ortaklık kaçınılmazdı.
Nitekim modern DİNDARLAR güce ulaşabilmek için verdikleri tavizlerle adeta kötülüğün bir unsuru haline geldiler, diyor diye anladım.

Sanırım modern zamanların Protestan Müslümanları için de durum farklı olmayacaktır.

Sınırsız eşitlik gibi, sınırsız özgürlük de adi çoğunluğa olan bağımlılığı lanetler. Protestanlık, her ne kadar kendi adına mantık dışı sınırlamalar da olsa her bireyin ne olursa olsun her konu üzerinde özgürce sorgulama yapma hakkını beyan ederek modern devrimci felsefenin temellerini kurmuştur.
En kutsal güçleri korkusuzca tartıştıktan sonra, İnsan Aklı herhangi bir sosyal kural ve kurumun önünden çekilmemiştir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:124

İnsan AKLINI en yüce ve en yüksek DEĞER ölçüsü kabul edince Tanrı, tecrübe, hikmet ve Melekler gibi ÜST mercileri kendi sınırlarına indirgedi.
İnsan aklının düzlemine ve seviyesine indirgenmiş bir TANRI, melek, peygamber, hikmet ve tecrübeye SAYGI duyulması için bir sebep kalmadı. Zira bu seviyeyi zaten insani Akıl işgal ediyordu. Bu saatten sonra bunları İNSAN aklının ciddiye alması düşünülemezdi. Böylece insan Aklı seviyesine indirgenmiş Tanrı, peygamber, hikmet ve gelenek dayanamadı ve darmadağın oldu.

Onlarla birlikte referansını onlardan alan ahlak, terbiye, edep, örf, anane, mahrem, namus ve tüm diğer değerler de dağıldı diyor sanırım.

Allah'ı anlatırken insanları DEİST yapmak.
Reformun yol açtığı toplumsal çözülme 3 aşamada ilerledi:
Luther dini disiplini alaşağı etti.
Calvin doğmayı (vahyi-AHÇ) daha kapsamlı değişimlere sokmuş hiyerarşinin yıkımını sağlamıştır
Ve Socinian İsyanı* Hristiyanlığı diğer Tek Tanrılı dinlerden ayıran inanç ilkelerine saldırarak ana maddelerin yıkımını tamamlamıştır.
Ancak 3. aşama Katolikliği hatırlamanın ötesine mahkûm etmiş ve Protestanlığı "teizm" yoluyla "sanki bütün dinler zorunlu olarak doğaüstü değilmiş gibi" metafizikçilerin 'doğal din" dedikleri akıl almaz terimlerin birleştirilmesi ile "saf deizme götürmüştür."
Bundan sonra mezhepler birbirlerinden ayırt eden gerçek bir fark kalmamıştır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:125

Sanırım Hristiyan akılcılar DİN anlatmaya çalışırken GAYBI akılla açıklamaya çalışıp, önlerine gelen her şeyi AKLIN sınırlarına hapsetmeye kalkınca insanları SAF DEİZM'e götürdüler.
Zira GAYP yoksa TANRI'ya ihtiyaç da yoktu.
Aklın sınırlarına hapsolmuş, insanın ve fiziğin sınırları içinde kalmış bir TANRI'yı kimse beğenmedi, diyor sanırım.
Sanırım BİZİM ilahiyatçılar da şimdi tam bu aşamadalar.
Tanrı'yı ve Resul'ü insan seviyesi indirerek Sıradanlaştırıp çöpe atma aşamasında.

*Mesih'in tanrılığını, Şeytan’ın varlığını, asli günahı, kefareti ve ebedi cezayı reddeden ve günahı ve kurtuluşu akılcı terimlerle açıklayan İtalya kökenli Polonya'da başlayan hareket.

Mucize değil de ne?
Net olarak görülen şudur:
Avrupa sisteminin tüm yozlaşmasının tek bir BÜYÜK sebebi vardır. Ruhani gücün politik olarak alçaltılması.
Ancak Protestanlığın negatif felsefesinin gelişimiyle olgunlaşmamış bir zihne en önemli konularda "kendi kararını kendin ver" denildiği hesap edilirse, MUCİZE, ahlaki çözülmenin hala tamamlanmamış olmasıdır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:126

Tanrı reddedilince Ahlakın ve erdemlerin mesnedi, kefili, koruyucusu, hamisi, mihengi kalmadı.
Bir de üstüne şehvete, hevaya, menfaate, benciliğe, egoizme, bireyselliğe TAPINAN binlerce yıllık geleneği, hikmeti, irfanı ve tecrübeyi aşağılayan, Reddeden bir dininin propagandası 4 yaşından 40 yaşına kadar tüm insanlığın zihnine çakıldı.

Bu şartlar altında hala AHLAK hala ERDEM hala NAMUS hala edep hala ŞEREF diyebiliyorsa insanlar bu MUCİZE değildir de nedir? Diyor sanırım.

Geleceğin "mutlu günler vaad ettiğine" dair duyduğumuz güven, ancak Hristiyan inanç kökenleri fark edilmediği zaman kolayca anlaşılabilecek bir şey değildir.
Gelecekteki GÜZEL GÜNLER için yaşamak oradan yeni bir başlangıç beklemek Yahudi ve Hristiyanlara hastır.
Onlar için gelecek ve Hristiyanlık aynı anlama gelir.
Bu noktada diye biliriz ki, Seküler ilerlemecilikle Hristiyani gelecek arasındaki fark, Seküler ilerlemeciliğin geleceğe korkusuzca ve umutla bakarken tasavvurunun muğlak ve bulanık olmasına rağmen Hristiyanlığın umudunun net bir Tanrı'ya doğru gidiş olmasıdır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:128

Seküler aydınlar ve politikacılar GELECEĞİN bize UMUT DOLU, aydınlık günler getireceğini, İLERLEDİĞİMİZ zaman HARİKA günlere kavuşacağımızı, her şeyin "İYİ" olacağını VAAD ederler.
Ama bunlar ne zaman gelecektir, ne kadar ilerleyince o harika günler ortaya çıkacaktır. Orada ne vardır, onları HARİKA eden nedir? Biz görebilecek miyiz? İYİ olan nedir? Bize düşen sorumluluklar neler? Sorumluluklarını yerine getirmeyenler aynı toplumun içinde ise sorumluluğunu yerine getirmekle getirmemek arasında ne fark vardır? Gibi soruların cevabı yoktur. Her şey bulanıktır.
Hristiyanlıkta ise eğer mü'minlerdenseniz gelecekte sizi Cennet bekler. Oraya gideceklerin yapması gerekenler bellidir. Sorumluluklarını yerine getirmeyenlerin ne olacağı da bellidir. Seküler Dinlere oranla çok daha net bir TABLO çizerler.

Yani İNSANIN niçin fedakârlık etmesi, ahlak ve erdemli olması gerektiği Hristiyanlıkta bellidir. Ancak seküler ideolojilerin İLERLEMECİLİK, kalkınmacılık ideolojisi insanlara fedakâr olmaları, cömert ve adil olmaları, ahlak ve erdem sahibi olmaları için NET BİR SEBEP ortaya koyamaz diyor sanırım.

İlerleme düşüncesi, klasik paganizmin dünya görüşü "döngüsel umutsuzluk"a karşı tesis edilen bir öncü gelecek ufku olarak düşünülebilir.
Var olan gelişmelere ve ilerlemelere dair tüm modern uğraşı, modern bilincin rahminden doğduğu ve kendisini terk ettiği Hristiyanlığın ilerlemeciliğinde kök salar. Çünkü ilerleme bir doğa yasası olarak AKILLA değil, yalnızca merhametin ödülü olan UMUTLA ve İNANÇLA bilinebilir ve ortaya konulabilir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:129

Tanrı, Ahiret, Cennet-Cehennem bilincine sahip olmayan eski Roma'nın dini PAGANİZM'de merhametin, iyiliğin, fedakârlığın sürdürülebilmesi için gerekli olan ENERJİ yoktur. Zira AKIL, hayvanlar gibi doğup, büyüyüp, yaşlanıp, ölüp gittiğimiz bu DÖNGÜ içerisinde bu tür şeylere vakit, ömür, sağlık, gençlik ve para harcamanın BOŞ İŞ olduğunu hemen fark eder.
Merhamet, umut, fedakârlık, cömertlik için gelecekten bir UMUT olması lazım. Bunların BOŞ İŞ olmadığını söyleyecek gelecekte bir ÜMİT ve buna İMAN olması lazım.

Seküler dinler bunu Hristiyanlığın inayet (kurtuluşa ermek, Allah'a ulaşmak, Cennet girmek) fikrinden alıp BULANIK bir İLERLEMECİLİK diye tanımladılar, diyor sanırım.

Comte, saf bir pozitif bu yüzden de göreli bir düzen üstüne inşa edilen YÜCE otorite fikrinin tutarsızlığını hissetmiştir.
Şunu samimi bir şekilde ifade eder: "Yeni bir ruhani otorite kurmaya çalışan insan için olmayacaklarını söylemek kolay, ancak ne olacaklarını söylemek imkânsız. Ne papazlar, ne âlimler, ne mevcut öteki sınıflar var olacak, "felsefi bir papazlık" meydana getiren ve bilimsel düzenin diğerleri üzerinde hüküm kurmadığı, mevcut toplum düzeninden gelen üyelerden oluşan "tamamen yeni bir sınıf olacak".

Karl Löwith, tarihte Anlam, s:130

Pozitivizmle beyinleri yıkanmış, dolayısı ile herkesin kendi kurduğunuz düzenekte, kendi düşünce sistemi ile kendi zevkleri ile ulaştığı göreceli sonucu HAKİKAT kabul ettiği yerde insanların İTİMNAT edip boyun bükecekleri YÜCE kim olabilir ki?
Herkesin kendi nefsini, menfaatini, ümidini HAKİKAT
Ağzına geleni konuşmasını, sıkılamasını, işkembe-i kübrasının fokurdamalarını "fikir" zan ettiği yerde
İnsanların ORTAK bir GÜCE, YÜCEYE tabi olmalarını, sözünü dinlemelerini beklemek ahmaklıktır.
Bu durum din adamlarını, âlimleri, üstadları dağıtacaktır ancak yerine ne gelir bilmiyoruz diyor, sanırım.
Bilim adamları ve AZMANLAR geldi.
Ve onlar PARAYI verene hizmet ettiler HAKİKATE değil.
Onların itibarı bitti
Şimdi TV'LER, KANALLAR,
Sosyal medya hesapları var.

İnsanlar onları dinleyip HUŞU buluyor, BÜYÜLENİYOR, TRANSA geçiyor.

Pozitif çağımızda, bilimsel araçlar vesilesi ile daha önce hiç ilgilenmediğimiz kadar bireysel yaşamın korunmasıyla ilgilenmemiz aynı anda aynı ilerlemeci buluşlarla onu toptan yok etmemizin çok açık olması, çağımızın en ilginç diyalektiklerinden biridir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:133

Modern zamanlar "SANA NE" ve "BANA NE" dini olarak tanımlayabileceğimiz bir DİNİ kutsadı. Kimse kimseye karışamaz, kimse kimseye müdahale edemez, kimse mahreminden dolayısı ile kimse kimsenin derdinden sorumlu değildir.
Tabi bunun için kurallar yapıldı. Hatta Özlem zengin hanım gibiler çıkıp "Kimse kimseden ahlak, namus, şeref talebinde bulunamaz" diyerek BİREYSELLİĞİN ailenin içinde dahi KUTSANMASINI isteyebildiler.
Tam bunda kameralar insanların her ANINI gözlemeye başladılar, sosyal medyayı takip eden Yapay ZEKÂ herkesin her ANINI izliyordu, Devletler bir TC numarası ile insanların her hareketlerini kaydetmeye çalıştılar.

Bir tarafta "ÖZEL ALANLARI" korumak için aile, akrabalık, komşuluk, cemaat gibi tüm İNSANİ bağların kesilmesi diğer taraftan tüm özel alanları ve mahremiyeti yok eden örümcek ağlarının toplumların her tarafını sarması AYNI anda oluyor demeye çalışıyor sanırım.

Elbetteki gelecekte de devletlerarası ihtilaflar için yatıştırıcı bir ruhsal gücün müdahalesine ihtiyaç duyulacaktır ama şüphe yok ki, artık BÜYÜK SAVAŞLAR bitti.
Çünkü askeri ruh "kaçınılmaz yok oluşa" mahkûm edilmiştir. Çünkü bilimsel çağ "kaçınılmaz olarak" (COMTE kaçınılmaz kelimesini EVRİM yasasını vurgulamak için kullanır) ASKERİ RUHU DA DİNİ olanla birlikte yok edecektir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:131

Comte diyor ki bütün büyük Savaşların sebebi dinlerdir. Dinler yüzünden insanlar birbirlerini katleder. BİLİM İlerleyince insanlar ALLAH'a inanmayı bırakınca savaşmaya da gerek kalmayacak DİNLERLE birlikte SAVAŞLAR da bitecek.
Tam bir saçmalıktı,
August Comte 1857'de öldü.
O günden beri dünya Dünya tarihinin görmediği 3 DÜNYA SAVAŞI yaşadı; Tek bir savaşta (2. Dünya Savaşında) tüm insanlık tarihindeki savaşların toplamından daha fazla insan katledildi. Komünist, Allahsız, dinsiz kitapsız Sovyetler isimli zulüm ve katliam makinesi geldi geçti. Amerika diye PARA TAPAR bir ekonominin zulüm, vahşet, katliam götürmediği hiç bir coğrafya kalmadı.
Dinler değildi insanları birbirlerine sokan insanın MENFAATÇİLİĞİ, bencilliği idi. KENDİLERİNİ üstün görmeleri, başka insanları kendilerine kul, köle, sömürge gören KİBİRLERİ idi. İnsanın doğasında bulunan vahşete, günaha, sadistliğe temayülü idi.
Dinler BUNLARI terbiye etmeye çalışıyorlardı.
Dinler geriledikçe insanın İçindeki GELİŞMİŞ HAYVAN özgür kaldı.
Bu hayvan geliştikçe AHLAK ve MERHAMET değil ölüm silahları gelişti.

Sanırım olan bu idi.

İnsanın doğal iyiliği denen modern öğretiye inanır Auguste Comte.
Ancak insanın dünyaya hükmetmesindeki her gelişmenin, bozulmanın yeni biçimlerini ve aşamalarını da beraberinde getirdiğini ve ölümlü insanın tarihi sürece dâhil olduğu sürece tüm ilerleme araçlarımızın sadece gerileme araçları olduğunu fark edememiştir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:134

Modern insanın İLERLİYORUM dediği ve kontrol altına aldığı her alan aynı zamanda bir GERİLEYİŞE işaret eder.
- İnsan yalnız avlanırdı. Cemaat oldu. İlerleyince BİRESELLİĞE geri döndü.
- Erkek GÜCÜ YETTİĞİ kadına sahip olurken, erkeğin kadına karşı sorumlu olduğu NİKÂH ve AİLE kurumunu geliştirdi. Modern dünya İlerleyerek yeniden güçlü erkeğin dilediği kadına sahip olacağı "sorumluluk olmadan ilişki" düzenine döndü.
- İnsanlar çıplaktı. Sonra giyindiler. İlerleyince yeniden çıplaklığa döndüler.
- Gücü yetenin borusunun öttüğü bir düzen vardı. HUKUKU/şeriatı geliştirdiler. İlerleyince büyük balığın küçük balığı yemesi doğa yasasıdır dediler.
- Cömertlik, ahlak, namus, şeref, ar, hayâ, edep, merhamet, vefa yoktu İLKEL insanda, şimdi buna geri döndüler...
İlerleme dediğimiz HAYVANİLİĞE geri dönüş mü?

Demeye çalışıyor sanırım.

Dünyadaki göreli Tanrı Krallığının kuruluşunu destekleyerek Comte teolojiyi(ilahiyatı) sosyolojiye, teokrasiyi (din adamlarının yönetimini) sosyokrasiye (parti başkanlarının yönetimi), Tanrıya Tapınmayı İnsanlığa tapınma ile değiştirir.
Böylece siyaset bilimine dini bir anlam yükleyerek kutsar.
Cismani güç BATI ile ilgili her işin arkasında olan FİNANS ve endüstri şefleri tarafından yönetilirken, ruhani güç de BİLGENİN eline geçmiştir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, :135

İlahiyatın (Fıkıh, kelam, hadis, usul, Kur'an vs.) yerini sosyoloji, andropoloji, psikoloji, siyaset, tarih vs. aldı
Mübarek din adamlarının yerini, Yüce Parti Yöneticileri aldı
Şura'nın yerini, MEclis/Parti meclisi aldı
Alimin, imamın, hocanın, şeyhin yerini Uzman, Bilim adamı, psikolog, doktor, danışman aldı.
Sonuçta Toplumların gerçek YÖNETİMİ tefecilerin eline kaldı, diyor sanırım.

Tespit, Cuk oturmuyor mu?


İsmi kulağınıza yabancı gelebilir ama...
Comte, Batı toplumlarının yeni dini "Pozitivizmin" bayrağı, takvimi, bayramları, yeni pozitivist AZİZLERE olan tapınma törenleri, yeni Kilise tasarımları vs. konusunda çalışmıştır.
Nasıl ki ilk Hristiyanlar ilk dini merasimlerini PAGAN tapınaklarında yapmışlarsa POZİTİVİZM dini de öncelikle kiliselerde ayinlerini yapmaya başlayacaktır.
... Hristiyanlığı hümanizmaya (insan sevgisine) indirgeyen Feurbach gibi, TANRI'yı reddeden ama onun AŞK ve ADALET gibi geleneksel insani fiillerini elde tutan "DİNDAR BİR ATEİST"tir.
Pozitivizm dini insanın insanlığını sorgulamayan (Birinin insan olması için AHLAK ve ERDEMLİ olması gerektiğini söylemeyen-AHÇ) bir inançtır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:135

İsmi kulağınıza yabancı gelebilir. Ancak pozitivizmin öğretisine yabancı değiliz. Zira İLKOKULDAN itibaren üniversiteye kadar bize ve çocuklarımıza Comte'un -ADI ANILMADAN- pozitivizm dini verilir. Verilir'in ötesinde BEYİNLERİNE kazınır.
Çocuklara "doğru bilginin yalnızca bilimsel bilgi olduğu", doğru bilgiye ise yalnızca ampirizm (deneycilik) ile ulaşılabileceğini MUTLAK ve SORGULANAMAZ bir HAKİKAT olarak çakılır.
Bunun "vahiy diye bir bilgi olamaz, Kur'an'da Allah da, peygamber de, Melekler de, Cebrail de, Ahiret de, hesap da YALAN" demek olduğu, DİNLERE itiraz ettiği söylenmez.

TEFECİLERE hizmet eder, para sahiplerini kutsar zira BİLİMİ ve BİLİM ADAMININ maaşını onlar finanse eder.

Condorcet, pusula ve ateşli silahlar gibi Bilimsel İcatlar döneminin aynı zamanda feci katliamlar dönemi olduğuna dair şaşırtıcı tespiti samimi olarak kabul eder.
Ancak kabul ettiği bu sonucun "İYİSANIN DOĞAL olarak iYİ Olduğu" tespitine şüphe düşürmesine de izin vermez.
Yalnızca, yenidünyanın keşfinin, Hristiyan olmayan yerlilere karşı duyulan aşağılamanın ve Hristiyanlar tarafından beş milyondan fazla insanın katledilmesine, milyonlarca insanın bir yarımküreden diğerine sürüklenmesine sonra da mal gibi alınıp satılmasına, ihanet ve hırsızlıkla özdeşleştirilerek köleleştirilmesine neden olan alçaltıcı bir "önyargı"dan bahseder.
İLERLEME ideolojisi ile zulüm çakışmasından yapabildiği tek çıkarım, Hristiyanların işledikleri suçları sadece dinlerinin faydası için işlediklerine dair POPÜLER iddiayı çürütmesidir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:142

İlerlemeciler, aydınlanmacılar yeryüzündeki zulmün kaynağının Hristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlığın birbirleri ile ya da kendi içlerinde yaşadıkları nizalardan kaynaklandığını iddia ettiler.
Hâlbuki Aydınlanmacılar ve ilerleme ideolojisinin müritleri ne Tanrıya inanıyorlardı ne de Peygamberlere.
Korkunç bir zulüm düzeni kurdular.
Evet! İnsanın özünde İYİLİK vardı. Merhamet, şefkat, alçakgönüllülük, cömertlik, kahramanlık, fedakârlık da vardı.
Ancak aynı öze yalan, riya, kibir, hırs, cimrilik, adavet (sınırı aşma), ucub (kendi işini beğenip, başkalarını aşağılama), KAN DÖKÜCÜLÜK, zulüm, TANRILAŞMA temayülü (nefs-i emmare) de mündemiçti.
Tam da dinlerin dediği gibiydi hadise.

Mesele dinler değil İNSANIN KÖTÜ güdülerinin kontrolsüz kalması, GÜCÜ elde edenin diğerlerinin tepesine bin, onları sömürme, köleleştirme EĞİLİMİYDİ, diyor sanırım.

Concorcet, insanlığın İLERLEMESİ hakkındaki spekülasyonlarında bilimsel, kesin ve ölçülebilir hiç bir şeyin OLMADIĞINI kabule der.
Ancak en aydınlanmış uluslarda bile medenileşmiş barbarlığa doğru olan bütün bilimsel gelişmelerin umutsuzluğunu anlamak bir kaç nesli bulmuştur.
19. yüzyılda bilimsel icatlarla elde edilen ÇILGIN ilerlemenin ortasında, amaçsız ve ruhsuz bir hal ilk gölgesini Avrupa'nın en gelişmiş zihinlerde göstermiştir.
Anlaşılmıştır ki İLERLEME hiç bir yere doğrudur.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:142

İnsanlık ilerliyor dediğimizde İLERLEYEN nedir?
İnsanlık daha merhametli, daha adil, daha insaniyetli daha cömert mi olmuştur?
Yeryüzünün varlıkları insanlar arasında daha mı adil bölüştürülüyor?
GÜÇLÜ ulusların güçsüz kavimleri "dilediği gibi" katliamlardan geçirmesi, onları ÖNEMSİZ insanlar olarak tanımlaması mı durdu?
HAYIR!
Bu konularda ilerlediğimize dair HİÇ BİR İPUCU ya da delil yoktur. Bu konuda ellerinde kalan tek iddia, insanların eski insanlara oranla daha uzun ömürlü olduklarıdır.

Ancak KATLİAM teknolojilerinin, insan yok etme sanatının, insan takip teknolojilerinin, insan kontrol aparatlarının ve bilimlerinin gelişmiş olduğuna dair hiç bir şüphe yok sanırım.

Bouvard'a (ölümü 1843) göre insanlığın önünde 3 ihtimal vardır:
1- Radikallik insanlık dışı despotizmi gerektirerek geçmişle olan her bağı koparacak
2- Tanrıcı mutlakıyet galip gelecek ve Fransız Devriminden beri insanlığa aşılanan Liberalizm yok olacak.
3- 1789'un devamı gelecek ve bizim çok uzaklara götürecek. İdealler ve Din diye bir şey kalmayacak. Amerika dünyayı fethedecek. Avrupa Asya'nın kaynakları ile tazelenecek, hayal edilmemiş iletişim teknikleri, denizaltılar, balonlar gelişecek, evrenin güçlerinin insanların hizmetine girmeleri ile dünya tükendiğinde onları yıldızlara götürebilecek yeni bilimler ortaya çıkacak.
İnsanın her istediği yerine geleceğinden KÖTÜLÜK son bulacak, din ölecek yerini FELSEFE alacak.

KArl Löwith, Tarihte Anlam, s:143

Üzerinden 185 sene geçti bu kehanetlerin
- 1789 devrimi ve Liberalim devam etti.
- İnsanlık o günlerden çok uzaklara geldi.
- İdealizm öldü
- Amerika dünyayı feth etti.
- Avrupa doğunun kaynaklarını yiyerek zenginlik ve refah içinde yaşamaya devam ediyor
- Hayal edilmemiş iletişim teknikleri, uçaklar denizaltılar geliştirildi.
- Uzaya gidilemedi
- Kötülük YOK edilemedi
- DİN'Ler yaşamaya devam ediyor

- Felsefe ÖLDÜ. Hiç bir anında fakir ve güçsüz kalabalıkların umudu olamadı.

Tolstoy Avrupa'nın sadece kendini değil tüm dünyayı yok etmekte olduğunu söyler:
"Romalıların ahlaki yozlaşması yalnızca çok küçük bir topluluğu etkilemiştir.
Bugün elektrik, demiryolları, telgraf tüm dünyayı çürütüyor... Herkes aynı şekilde kendi başına acı çekiyor. Herkes aynı acıları aynı şekilde yaşasın diye hayat düzenini değiştirmeye zorlanıyor. Herkes, hayatının en önemli konularına kendine, kendini anlamaya ve dine ihanete zorlanıyor.
Sahi makineler ne üretmek için? Telgraf neyi göndermek için? Kitaplar, makaleler hangi haberi yaymak için? Beraberce güdülen ve devasa bir güce maruz kalan milyonlarca insan neyi, elde etmek için? Dispanserler, hastaneler, fizikçiler hayatı hangi sebeple uzatmaya çalışıyor?
Hemen herkes kendi medeniyetinin mükemmel olduğunu düşünür. Bunun Bireysel işaretleri tırnakların temiz tutulması, terzi ve berberin hizmetlerinden faydalanılması, yurt dışına seyahat gibi şeylerdir. Demiryolları, akademiler, endüstriyel bölgeler, savaş gemileri, kaleler, gazeteler, partiler, parlamentolar da bunun ulusal emareleri. Bunları en eksiksiz tamamlayan uluslar medeni ulus olarak kabul edilir.
Hâlbuki bunlar o medeniyetin özeliklerinden ibarettir hakiki bir İNSANİ aydınlanmaya işaret etmez. Zira ilki kolaydır ikincisi çok sıkı bir çabayı gerektirir. BU yüzden de kalabalıklar tarafından hor görülmekten, nefret edilmekten başka bir şeyle karşılanmaz, çünkü medeniyet yalanını ortaya çıkarırlar.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:146

Tolstoy Demiryolları, savaş uçakları, atom bombası, akıllı telefon yapabiliyor olmak bizi DAHA insan kılıyor mu? Daha merhametli, daha adil, daha şefkatli, daha nazik, daha anlayışlı...
Yoksa kibrimizi, zulmümüzü, namussuzluğumuzu mu artırıyor?
İlerlemeyi hangi alanda sağladık diye soruyor?
Tolstoy vefat edeli 175 sene geçti

175 sene daha İLERLEDİK (?). Sanırım sorunun cevabı FİLİSTİN diye verilebilir.

Teolojik (ilahiyatçı) düşünceyi geliştirme yeteneğinden uzak Aydınlanma'nın tarih felsefesi "ilahi inayeti" (Kıyamet koptuktan sonra ulaşılacak İlahi Hesap, ADALET ve Cennet Fikrini) Tanrı'dan bağımsız bir insani ümide ve ilerlemeye indirgemiştir.
R.A. Knox'un dediği gibi "Dini kesinlik anlayışını (imanını-AHÇ) kaybedenler insani İYİMSERLİK kisvesi altına sığındılar; dünyanın geleceği, Ahiret yerine onların düşüncelerini işgal etmiştir ve bir tür baş aşağı edilmiş Konfüsyüsçülükle kendi TORUNLARINA tapmışlardır.
Bu iyimser hezeyanla... Dinin liderleri... Kolayca birleşmişlerdir."

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:150

Nereye gidiyoruz? ... "Ahirete, Allah'a hesap vermeye" diyordu dinler.
Seküler aydınlar "İlerlemeye" gidiyoruz dediler.
Artık zihinlerimizi "Ahiret'e nasıl hazırlanacağımız?" sorusu değil, "Nasıl ilerleyeceğiz?” sorusu meşgul etmeye başlamıştı.
Bu düşünceye göre Ahiret'te bizi MÜKEMMELLİĞİN sembolü Aziz Kudret, Peygamberler, Allah dostları, melekler, huriler vs. değil; GELECEKTEKİ ilerleye ilerleye mükemmele ULAŞMIŞ torunlarımız bekliyordu.

DİNLERİ alıp Kudret'in ismini ve AHLAKI ve Erdemleri ayıklayıp YENİ DİN diye bize sattılar demek istiyor sanırım.

Devlet Tanrısı
Modern siyasetin ayakları Hristiyan ideolojisindedir demiştik. Özelikle Protestan teolojisindedir. Kavramları da Eski Grek'ten alıntıdır fakat burada dikkatimizi çekmesi gereken bir şey daha var.
Protestanlık ruhla bedeni, imanla ameli, dinle siyaseti ayırıyor. Hristiyanlıkta bunların arasındaki ilişki zayıftır ancak vardır. Protestanlık bunu bütünüyle ayırıyor Bir tarafta ruh, iman ve din; diğer tarafta amel, beden ve siyaset kalıyor. Kilise ve Devlet bunları bölüşüyor.
Din, iman ve ruh Kilisenin,
Beden, amel (eylem) ve siyaset DEVLETİN oluyor.
Protestan Hristiyanlık sen İNSANın -ki sonra devlet insanı VATANDAŞ yapacaktır- imanını, ruhunu ve dinini bana ver -ki vatandaş olmasını sağlamak için de bunlar kullanılabilir-, sen de onun ameliyle yani faaliyetleriyle, eylemleriyle, bedeniyle ve siyaseti ile ilgilenesin, diyor.
Başka bir deyişle DEVLET siyaseti ele geçirip modern zamanlar insanının amelini ve bedenini düzenleme, ona müdahale etme HAKKI kazanıyor. Toplumun düzenlenmesi, insani amelin eylemin de düzenlenme hakkı oluyor.
Böylesi bir iktidar biçimi ile dünya ilk kez karşı karşıya gelmiştir.

Abdurrahman Arslan, Zaman Dışı Konuşmalar, s:160

Modern Devlet tarihte görülmemiş ceberut bir TAHAKKÜM kurar.
Denizler, nehirler, yağmurlar, topraklar, madenler, ormanlar, hayvanlar, İnsanlar onundur. Çocuklar ailenin değil onundur. İnsanların amelleri onundur, insanların bedenleri bile onudur.
Çocuğa dilediğin eğitimi veremezsin, dili öğretemezsin, Aşısız gezdiremezsin, dilediğin tedaviyi alamazsın, askere gitmeyeceğim, okula gitmeyeceğim diyemezsin. Gözetlenmeyeceğim, takip edilmeyeceğim diyemezsiniz.
Her şeyiniz onundur.
Buna karşılık kendi VATANINIZDA para vermeden tuvalet ihtiyacınızı göremez, SU içemez, toprağınızı ekemez, . Ölseniz para vermeden mezara bile giremezsiniz.
SİZİN SAHİBİNİZ, İLAHINIZ, TANRINIZ da odur.

Protestanlık ile PATRONLARININ yaptığı pazarlık sonucu böyle bir yapı gelişmiştir diyor sanırım.

Voltaire'e göre medeniyet;
Bilimlerin, becerilerin, törelerin, yasaların, ticaretin ve endüstrinin İLERLEMECİ gelişimi demektir.
İlerlemeci gelişimin önünde 2 engel vardır: Dogmatik(vahyi) dinler ve savaşlar.
Voltaire'nin Denemelerinin büyük başarısı, tüm tarihin 18. Yüzyılı hazırlamak için var olduğu, ortaya çıkan burjuvayı tarihin kendi ideallerini gerçekleştirmek için çıkardığı iddiasından kaynaklanır. Ona göre Tanrı tarihe YÖN vermeyi bırakmıştır; gerçi, hala hükmedebilecek gücü vardır ama artık müdahale ile idare etmez.
Tarihin amacı ve anlamı, kendi aklımızla insanın koşullarını geliştirmektir, onun cahilliğini azaltıp "daha iyi ve daha mutlu" hale getirmektir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:166

Modern dünyanın kutsal PEYGAMBER Voltaire
- Tanrı var ve güçlü olabilir ama BİZE müdahale etmez.
- İnsan kendi aklı ile yol alabilir.
- İnsanın kendi aklı dediğimiz BURJUVANIN (Zengin Yöneticilerin) aklıdır.
- İnsanlığın üst seviyesi BATILI beyaz, Anglosakson, Hristiyan insandır. Onun da üst seviyesi Burjuva (Azizleri, Evliyaları) yani Zengin yönetici zümredir.
- İnsanlık tarihinin amacı daha iyi yaşamak ve MUTLU olmaktır.
- İnsanlığın ürettiği ve üretebileceği en kutsal ve YÜCE ve yüksek değer Mutlu olmaktır.
- Bilgi kutsaldır. Bilen kutsaldır. Bilgisizlik aşağılık bir durumdur. (BİLMEYİ ve bilgiyi kutsallaştırmayı, HAL edinmeyi geriye itmeyi getiren ideoloji -AHÇ)
VOLTAİRE'nin dini ve kitabı (temel ilkeleri) Batı ve sömürgeleri için en YAYGIN din haline gelmiştir. Ne yazık ki bu din öncelikle Türkiye olmak üzere Müslüman toplulukları ciddi şekilde etkilemiş gibi görünüyor.


İLERLEME dininin, geçmişe ve geleceğe duyduğu bunca hürmete rağmen antik çağlarda ortaya çıkmaması tesadüf değildir.
Bu tür modern bir çabanın ve düşünce sistematiğinin yolunu açan Yahudi-Hristiyan gelecekçiliğidir. Zira döngüsel/dairesel bir tarih anlayışında ileriye doğru hareket aynı zamanda geriye doğru hareket olduğu için ilerlemeden söz edilemez.
Fakat bugün Hristiyanlıktan kopmuş MODERN inançsızlar bile "Çarmıh Yolcusundaki" Hristiyan'ın Ahiretten duyduğu ümidi ve beklentiyi içinde yaşatır. İlerleme fikrine bir burjuva yanılsaması olarak saldıranlar bile rakiplerinden daha İLERİCİ olduklarına inanırlar.
Zira her ikisi de gelecekteki DÜNYANIN bugünden daha iyi ve İLERİDE olacağına iman etmişlerdir.
İlerlemenin en büyük önemi İLERİYE bakmasında, odaklanmasında yatar.

Karl Löwith, Tarihte anlam, s:171

Hatırlarsanız İLERLEME dininin müntesipleri yani "ÇAĞDAŞLAR" özellikle dindar kesimi "GERCİLİKLE" ve "GERİLİKLE" tekfir ederler. Benim gençliğimdeki moda tabirler "mürtecilikle".
Zira kendilerinin İLERDE olduklarından, ilerlediklerinden, İLERLEME DİNİNİN gereklerini yerine getirmeye çalıştıklarından emindirler.
Bunun her geçen anın müminlerin AHİRETE, hesap gününe, CENNETE yaklaştırdığı, Tanrı'ya doğru ilerledikleri anlamına gelen İNAYET anlayışlından çalıntı olduğunu fark etmeden

Zira TAnrı yani Ahiret yok ise gidilen, İLERLENEN bir yer de yoktur. Zaman ANLAMSIZLIKTAN ibarettir.

Kurtuluş'a, akademilerimizin yazdığı makaleler ile değil, insanın günahkâr doğasını değiştiren kesin bir dönüşümle (hidayetle) varılır.
Aziz St. Paul'ün "ilerlemeye zorla" tembihinin modern aktivizm, bilimsellik veya gelecekçilikle alakası yoktur. O, uzak ya da yakın gelecekte meydana gelecek ruhi bir dönüşüm ve tamamlanma ile ilgilenir...
Hristiyanlık hiç İLERLEMEMİŞTİR. Çünkü Hristiyanlığın ilerlemesi denen şey, dünyevi gelişmeyle hiç ilgilenmeyen Hz İsa'ya giydirilmeye çalışılan modern ilerlemeci taklididir.
Hâlbuki modern ilerlemeciler Hz İsa'nın İlahi mükemmelliğine üstünlük kuramazlar.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:172

Hz İsa ve öğrencileri İLERLEME dediklerinde insanların merhamet, adalet, paylaşım, kardeşlik, sevgi ve İNSANİLİKTE ilerlemesini kastederler.
Hâlbuki Modern ilerlemecilerin ilerleme dedikleri sanayi, teknoloji, bankacılık, borsa gibi alanlardaki ilerlemeler GERİ kalan ulusların köleliği ve KATLİAM teknolojilerindeki İLERLMEYİ ifade eder.

Merhamet, şefkat, nezaket, adalet, paylaşım kardeşlik gibi mevzular sadece KENDİ aralarında konuşulan ESKİLER MASALLARIN, köhne geyiklerden ibarettir.


İlerleme dini gibi BELİRSİZ bir ufka işaret etmeyen Hristiyanlık, geleceği belirli bir hale getirerek onu yüceltmiştir ve bu yolla ŞİMDİKİ anın ciddiliğini son derece vurgulamış ve derinleştirmiştir.
Belirli bir gelecek onuruna ve kıyametine dair var olan bu güvenilir beklentide, tarihin ya doğa yasasıyla ya da insanın devamlı çabasıyla belirsiz bir şekilde ilerlediği inancı değil, tarihin fiilen sonuna geldiği inancı ifade edilir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:172

Dinler her an, kaçarı olmadan ona doğru İLERLENEN gelecekteki HESAP gününü vurgulayarak ŞU ANI, şu anın eylemini, şu anın imtihanını, şu anın AMELİNİ önemli kılarlar. İnsan içinde bulunduğu anın HESABINI verebilmeli oyun, eğlence, şehvet vs. ile boşa harcanmasına izin vermemelidir, derler.
Batının ilerlemesini var eden Hristiyanlığın temelindeki ÖZVERİLİ ÇALIŞAMANIN motivasyon aracı budur.
Modern İlerlemecilik AHİRETİ inkâr ederken farkında olmadan ŞU ANI ve şu anın amelini önemsizleştirmiştir.
Bu yüzden nesillerini kaybetti.
Şimdi Microsoft'undan, Apple'ına, İngiliz Başbakanından İrlanda Başkanına kadar hemen her yerde DOĞULU gençliğin emeğini, zihnini, vaktini, gençliğini, ENERJİSİNİ sömürerek ayakta kalmaya çalışıyor.

Zira ŞU ANI değersizleşmiş BATILI gençliği şehvet, uyuşturucu, dopamin ve alkolden başka bir şey harekete geçiremiyor diyor olabilir.

Tarihsel bir dünya dininin değişimi genel dünya koşullarındaki değişimlere uyar, fakat tüm ilahi dini reformlar yeni koşullar altında orijinal ilkel mesaja yeniden biçim vermeye çalışırlar.
Bu mümkündür çünkü bireysel bir ruhun dini ilerlemesi ile dinlerin genel ilerlemesi veya çürümesi aynı şey değildir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:173

Modern dinler pozitivizm, materyalizm, sekülerizm, egzistansiyalizm, deizm, ateizm, agnostisizm, kapitalizm, komünizm, liberalizm, genderizm sürekli vaktin değişmesi ile renk değiştiren birbirlerine evrilen yapılardır.
Her şey kötü gittiğinde, çevrede tek kişi kalmadığında, kendi yurdundan, vatanından, ailenden, dostlarından sürgün edildiğinde "İbrahim tek başına ümmetti" sana "DOST olarak Allah yetmez mi?" diyen ilahi dinlerdir…

Seküler dinler çevrenin imkânları çökmesi ile hızla terk edilirken; İLAHİ dinler, sıkıntı anlarında YENİDEN kendisini kurguladığı, yeniden filiz verdiği dönemler olabilir.


Modern İLERLEME dininin açıklaması zor olan tarafı, LAİK uygulamaların ruhani merkezi unutması değil, hem çıkarımları hem sonuçları itibari ile din ve Hristiyanlık karşıtı bir ilerleme fikrini uygulamasıdır.
Modern Hristiyanlığın zayıflığı, onun "çok modern" ve "çok az Hristiyan" olmasıdır ki bu tüm buluşların, dini olmasa da ahlaki sonuçlarıyla kolayca vaftiz edilebilen tarafsız araçlar oldukları yanılsamasında dünyasal ilerlememizin dilini, yöntemlerini ve sonuçlarını tamamen kabul eder.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, a:173

1- "İlerleme" fikri DİNLERİN AHİRET inancı olmadan anlamsızdır. Bu anlamsızlık Neden iyi neden kötü olmamız gerektiğini söyleyemediği gibi tüm anlamları da yok eder. Eğer ölüp OT olacaksak neden vefalı, merhametli olalım ki? Neden çalışalım, neden fedakârlıkta bulunalım, neden sevelim ya da nefret edelim ki. Herkes her şey NÖTR bir anlamsızlığa gitmek zorunda kalır.
Bu anlamda İLERMECİLİK dini, ilahi dine muhtaçken neden onla SAVAŞIR. Bu çok anlamsız bir durumdur.
2- İlerleme DİNİN dinlerle çatışırken "Hz İsa'nın ayak izinden aldığı çok az şey" onun getirdiklerinin Hristiyanlar tarafından sorgusuz sualsiz CAİZLEŞTİRİLMESİNİ sağladı. Hâlbuki İLERLEMECİLİK Hristiyanlıktan türeyen APAYRI bir dindir.

Bu anlamda İLERLEMECİLİK dininin Müslüman dünyada daha tanımlanmış olmaması can sıkıcı bir durum olarak görülebilir.

Hiç bir Hakikat,
Sağduyuyla, tıpla, hukukla, belagatle, dil çalışmalarıyla, antik yazarların ilahiyat ya da felsefik tartışmaları ya da öyküleriyle bulunamaz, der Descartes.
Bunların hiç biri kesin bilgi değildir, geleneksel otoriteye, "temsil"e ve "töre"ye dayanırlar. Bu yüzden Descartes, böylesi büyük bir tasarının otoriteye, töreye, temsile, geleneğe ve yani kesin hakikat yerine İHTİMALE bağlı olduğu bir devlet veya dini KAMUSAL alanda "pratik" edilmediğini fark etmesine rağmen sağlam bir temelde İŞE BAŞLAMAK için tüm görkemli ÜST YAPILAR tasavvurunu yerle bir etmeyi tercih etmiştir.
Antik Roma Tarihini biliyor gibi görünen bir tarihçi o dönem Roma'da yaşayan sıradan bir aşçının bildiklerinin çok azını bilir, Latin dünyayı biliyor görünen bir tarihçi Çiçero'nun hizmetçisinden daha fazlasını bilmez.
Duyusal deneyime dayanan bütün bilgilerin bu yüzden haddi aşmış olma ihtimali çok yüksektir, çünkü bizi sık sık kandıran duyulardan kesin HAKİKATİN bilgisi çıkması mümkün değildir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:184

İnsanın sürekli kendisini kandıran duyuları, nefsi ya da aklına dayanarak bir HAKİKAT düşüncesi var edilemez. Zira HAKİKAT bu çerçevede her kişiden kişiye ve menfaatten menfaate değişen bir şey olacaktır.. Bunu fark etmişlerdi ama YENİ bir şey kurmak istiyorlardı. VE dine, töreye, geleneğe, MANAYA dair tüm kutsalları YERLEBİR ettiler.
Yıkmak kolaydı YAPMAK zordu. Yıkmayı başardılar.

400 senedir DİNLERİN teklifinin (ahlakın, edebin, namusun, şerefin) yerine koyabilecek bir şey öneremediler. Nietzsche'nin OTORİTER, ırkçı, faşist ÜST insanının vardığı yer Transhümanist felsefe ile İNSANIN tamamen REDDİ oldu, diyor sanırım.

Descartes'ın eleme yoluyla bulduğu tek küçük ama önemli gerçek; cogito ergo sum (Düşünüyorum öyleyse varım)'ın biçimsel kesinliğidir.
Buradan fiziksel dünya matematiksel fikirlerle, doğanın hakiki "dili"yle bilimsel olarak YENİDEN inşa edilebilir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:184

"Düşünüyorum Öyleyse Varım"ın haricinde bir HAKİKATE rastlayamayan Descartes düşüncesi MATEMATİK ve FİZİK yoluyla yeni bir dünya inşa etmeye kalktı.
İnsanın "düşünebilme gücünü" fark edebilen ancak insanın nefsinin, arzusunun, şehvetinin, MENFAATÇİLİĞİNİN, kibrinin, egosunun insan üzerindeki GÜCÜNÜN EN AZ düşünebilme gücü kadar insan üzerinde etkili olduğunu hesap edemeyen bir düşünceydi.

Sanırım bu yüzden inşa edebildiği Çıkara, menfaate, EGOYA, kibre dayalı bir dünya oldu.

Hakikat veya verum (doğruluk) yaratılan veya factumla (meydana gelmiş gerçeklikle) aynı şeydir.
Fakat doğal fiziksel evreni yaratan insan mıdır? İnsan yaratmadığı şeyi nasıl tam olarak anlayabilir? Onun tam bilgisine sadece Tanrı sahiptir çünkü O yaratmıştır.
Bizim gibi YARATILMIŞLARA doğa zorunlu olarak bulanık kalır. Bu yüzden Descartes'in kesinliği yalnızca bilinçlilik ile sınırlıdır, bilgi ile değil. Onun bilinçliliği Hakiki bir ANLAYIŞ veya keskin bir iç anlayış salt bir düşünce ile ilgilidir.
İnsan için bilgiye yalnızca, tıpkı bir Tanrı gibi- kendi nesnelerimizi yaratıyor olduğumuz matematiksel kurmacalar alanında ulaşabiliriz. Ancak matematiksel kurmacalar somut doğa bilimine herhangi bir temel sağlayamazlar.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:185

Aynada bir şeyler seyrediyoruz. Ancak, NE ayna hakkında GERÇEK bir bilgiye sahibiz, NE aynaya yansıyanlar hakkında NE de BİZ kimiz sorusunun cevabı hakkında.
Zira ne kendimizi ne aynayı ne de aynaya yansıyanları BİZ yapmadık. Kimin yaptığı, neden yaptığı, amacının ne olduğu hakkında da en küçük bir fikrimiz yok.

Biz sadece kendi elimizle yaptıklarımız hakkında GERÇEK bir bilgi ile konuşabiliriz, diyor sanırım.

Vico'ya göre ATEİZMİN üzerine kurulu bir dünya hiç bir yerde hiç bir zaman olmamıştır.
Tüm medeniyetler, yasalar, kurumlar, özellikle en ilkel dönemden kalma evlilik, defin ve tarım kurumları tamamen adaklara, ritüellere, dinlere özellikle de Hristiyanlığa ya da putperestliğe dayanır.
Tüm uluslar bir çeşit İLAHİLİK kültü ile yola çıktıkları için aile kurumunda BABALAR kutlu ilahilikleri olan bilge kişiler, himaye altına almak ve toplumsal MANAYI korumak adına kurban edilmiş papazlar (vakıf insanlar), ilahi yasaları kendi ailelerine getiren krallar olmak zorundaydılar.
EN YABANİ ve canavarca insanlar bile dini duygulardan ve kurumlardan yoksun olamazlar ve EN VAHŞİ hurafeler bile kısır ateizmden daha üstün ve daha yaratıcıdır.
Der Batı Düşüncesinin temel taşlarından ünlü İtalyan Felsefeci ve hukukçu Giambattista Vico

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:189

KISIR Ateist düşüncenin evlatlıklarının AHLAK ve ERDEM erkeğine, AİLE babalarına saldırması, EŞCİNSEL ahlakının İstanbul Sözleşmesi, Güçlü kadın geyiği, İklim numarası diye bizim gibi ülkelere dayatılması belki de tam da bu KISIRLIĞI sebebiyledir.

Gireceği toplumu KURUTMASI, üretimi bitirmesi, nesli ifsad etmesi, aklı bozması, ahlakı darmadağın ederek tüm toplumu bir eşcinselin DOĞURGANLIĞI ölçüsünde bir ahlakla formatlaması istenmesindendir belki de...

En yabani ve canavarca insanlar bile dini duygulardan ve kurumlardan yoksun olamazlar.
En vahşi hurafeler bile ahlaken kısır ateizmden daha üstün ve daha yaratıcıdır.
Felsefe de dinin yerini alamaz çünkü dinden ortaya çıkan bir toplum olmadan filozoflar olamaz. (Vico)

Karl Löwith, Tarihte anlam, s:189

Felsefe DİNİN yerini alamaz.
Çooook derin izahlar yapıyor çok ince meseleleri fark ediyor diye kimse birinin ardına düşmez.
Birileri çok derin tahlililer yapıyor diye insanlar FEDAKÂRLIK yapmaya, kardeş olmaya, cömertliğe, yetime, garibe sahip çıkmaya ikna olmazlar.
Bireysel keyiflerinden, zevklerinden, eğlencelerinden, menfaatlerinden vaz geçip CEMAATİN ortak menfaati için çalışmazlar.
Bunu dinler başarabilir, YAPAR.

Felsefeciler YAPILMIŞ olanın üzerine gelir LAF üretir/değerlendirme yaparlar diyor sanırım.

İNAYETTEN yoksun kendi başına kalmış olan insan
Yalnızca, herhangi bir sosyal ya da tarihi var oluşu ve bu yolla insanın yok oluşuna sebep olabilecek KENDİ menfaatinden başka bir odağı olmayan, kendine duyduğu aşkın hükmü altında biridir.
İnsan sadece ilahi İNAYET (kurtuluş) düşüncesi sayesinde aile, cemaat, toplum, devlet ve insanilik düzleminde var olabilir.
Her biri bir şekilde kendi çıkarına yönelen insan tutkuları, şehveti, vahşeti, açgözlülüğü ve hırsına dizgin vurabilmek için inayet (yani ilahi yasa) askeri, ticari ve yönetici sınıfı yaratır; devletin gücünü, zenginliklerini ve bilgeliğini ve ulusların doğa yasasını.
İnayet, tüm insanlığı dünya üzerinden silip süpürecek insanın doğal ahlaksızlıklarını sivil mutluluğa dönüştürür... (Giambattista Vico'dan)

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:189

İlahi kurtuluş düşüncesi, AHİRET'te hesap endişesi KAMİL insan olma hedefi; insanı "AHLAK EDİNİLMİŞ" devamlılığı olan paylaşma, kardeşlik, yardımlaşma, FEDAKÂRLIK, cömertlik, asalet, izzet, şeref, namus, hayâ edep, nezaket, vefa, sadakat İÇİN KENDİNDEN VAZ GEÇMEYE

Vaz geçmeyi AHLAK edinmeye ikna edebilir, diyor sanırım...

Stoacılar* ve Epikurosçular* her ikisi de inayeti (Ahlaki olgunlaşmayı) reddederler çünkü hepsi "keşişvari" veya münzevi düşünürlerdir.
İnayete olan inancı kader düşüncesinden ayıran şey, evrenselliğin idrakine gerek duyan ilahi inayet, yozlaşsa da insanın ÖZGÜR iradesine son verir.
Epikurüsçü ŞANS/KADER öğretisi özgürlüğü saf bir yanardönerliğe indirgerken, kader öğretisi, inayetsel zorunluluklarla özgür irade arasındaki diyalektiği ihmal eder.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:191

Zevkçilik, kadercilik insanın Ahlaki; olgunlaşmasını talep etmez. Bireysel olarak kişinin MUTLULUĞA ulaşmasının ya kaderin/ŞANSIN ona hediyesi ya da kişinin kendisin önüne çıkan FIRSATLARI nasıl değerlendirdiği ile ilgili olduğunu düşünürler.
Ahlaki olgunlaşmayı talep ancak İNAYEt düşüncesinin ÖN ŞARTIDıR.
Bu da zorunlu olarak kişinin şehvetini, çıkarlarını, menfaatlerini SINIRLAMASI yani ÖZGÜRLÜĞÜNDEN fedakârlıkta bulunmasını gerektirir.
Kişi en kötü hale düşmüş olsa dahi en rezil, en ahlaksız, en sefih durumda bile AHLAK talebini geri çekmez. Bu nedenle fahişeler ya da tefeciler bile birbirlerini Ahlaksız, Namussuz olmakla -aşağılamak amaçlı- itham edebilirler, gibi şeyler söylüyor sanırım.
*Stocacılık: Mutluluğun insanın kendine bağlı olduğunu düşünen Kıbrıs kökenli düşünce akımı

Epikurosculuk: Hayatın amacının hazlar, zevkler, mutluluklar olduğunu iddia eden antik Yunan düşüncesi.

Vico, "Tarihte insanlar ne istediklerini bilmezler, çünkü kendi küçük bencil istekleri yanlarında hiç hesap edilmemiş başka şeylerle beraber gelir."
"Erkekler hayvani şehvetlerini tatmin etmek, döllerini yaymak isterler. Aile ve evliliğin iffeti bunun ardından gelir.
Babalar nesillerini emniyet içinde ve kendi güçlerini sınırlamadan büyütmek isterler, şehirleri ortaya çıkaran sivil toplumlar oradan gelir.
Soylular kendi tanrısal özgürlüklerini alt tabakalar üzerinde sınırsızca sorgulanmadan kullanmak isterler, yasalar ve boyun eğmek zorunda kalacakları kanunlar bu haydutluktan çıkar.
Özgür olmak isteyen halklar yasaların boyunduruğundan kurtulmak isterler, kendilerini kurtarsın diye önder edindiklerinin kulu haline gelirler.
Krallar tüm ahlaksızlıkları ile düzeni diledikleri gibi bozarak konumlarını güçlendirmeyi düşünürler, düzeni bozunca başka kralların eline köle olarak düşerler.
Bunları yapan ZİHİNDİR. İnsan bunları aklı ile yapmıştır... Bu kader değildir çünkü bunu kendileri tercih etmiştir. Talih de değildi zira her zaman, aynı şartlar altındaki aynı eylemlerin sonuçları aynıdır." diyen Croce'un insan eylemleriyle onların sonuçları arasında kurduğu diyalektik, "İnsani Hatalar Komedisi" olarak değil olsa olsa Hegel'in "Aklın Hilesi"yle açıklanabilir.

Karl Löwith, Tarihte anlam, s:193

Croce'un insanlığın tarihe ve tarihi problemlere bakarken Tanrı'ya, kadere, kazaya veya inayete (İyiliği yaparak kurtuluşa ermek) düşüncesine değil AKLA bakarak değerlendirilmesi gerektiği görüşüne itiraz eder, Vico

İnsan genellikle AKLI ile değil içgüdüleri ve duyguları ile hareket eder. Çoğunlukla yaptığı şeyleri ne yaptığını bilmeden, sonuçlarını hesap edemeden, uzak etkileri hakkında hiç bir fikri olmadan yapar. İnsanlığı büyüten, OLGUNLAŞTIRAN bu içgüdüsel davranışları değil İnayet düşüncesidir, demeye çalışıyor sanırım.

Normal gidişat oldukça basittir:
İnsanlar önce ihtiyaç hissederler, sonra FAYDALIYI ararlar, sonra rahatlarını düşünürler, sonra kendilerini zevke verirler, sonra lüks içinde ahlaksızlaşırlar, ardından da delirir insani özlerini kaybederler.
Bazen inayet bir kral vasıtası ile ulus içinden veya kendini yönetme becerisini kaybetmişse ulusun işgal edilmesine ve yabancı bir halka maruz kalmasına izin vererek dışsal bir çözüm bulur.
"Eğer halklar bu son sivil hastalıkta çürürlerse, ulus içinden bir kralla anlaşamazlarsa, dışardan daha iyi uluslar tarafından işgal edilmezlerse ve korunmazlarsa, uç hastalıklar için inayet kendi Uç çaresini hazır bulundurur. Yaratıcı barbarlığa dönüş" der VİCO.
Vico burada Hristiyani ilerleme düşüncesinden ayrılmış inayet fikri üzerinden tarihi tekerrür kavramını gündeme getirmiştir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:200

Fatır 16. Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir.

Mealindeki ayeti hatırlatıyor sanırım. Eğer kendinizi idare edemeyecek kadar zevke, konfora, ahlaksızlığa Düşerseniz Aziz Allah ya sizin şımarıklığınızı başka kavimlere kul ederek terbiye eder ya da YOK eder, diyor sanırım.

Birçok vahşi İNSAN gibi, bu tür insanlar da yalnızca kendi şahsi çıkarlarını düşünen insanlara dönüşmüşlerdir. Vahşi hayvanlar gibi en küçük memnuniyetsizliklerinde öfkelendikleri, sert ve ani çıkışlar yaptıkları bir zarafetsiz hal içerisindedirler
BU yüzden en büyük cümbüşlerin ortasında, fiziksel olarak bir arada iken, derin bir ruh ve irade yalnızlığı içerisinde vahşi hayvanlar gibidirler. Zira herhangi ikisi nadiren uzun süreli anlaşabilir çünkü her biri kendi zevki ve hevesinin peşindedir...
Barbarlıkla geçen yüzyıllar onları, barbarlık üzerine, barbarlık hisleri ile yaratılan ilk insanlardan daha insanlık dışı bir hale getirmiş, yabanilere dönüştürmüş, kötü niyetli anlayışların gayrı meşru kurnazlıkları ile ömürlerini tüketen varlıklar haline gelmişlerdir...
Başkaları için Kötülük tasarlayamayacak kadar büyük acze düşen halklar iyice sersemlediklerinde ve de vahşileştiklerinde; RAHATLARINA, ZEVKLERİNE ve GÖSTERİŞE karşı heves duyamazlar. Sadece hayatlarını sürdürmek için gerekli olan şeylere karşı duyarlıdırlar...
Bu noktada İNAYET (Allah'ın rızası için iyilikte olgunlaşma çabası) onlara Tanrı'nın ebedi düzeninin merhameti ve güzelliği kadar adaletin doğal temelleri olan dindarlığı, inancı ve hakikati geri getirmeye çağırır. (Vico'dan alıntı)

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:201

Toplumların SIKINTI içine düşürülmeleri onlara güç, bolluk, şımarıklık, keyf, rahatlık, şehvet ve konforun getirdiği İNSANİYETİ çürüten, insanın insanlığını bozan, onu hayvanileştiren hatta hayvanlığın da altına düşüren sıfatlarının, fiillerinin, zevklerinin temizlenmesi, tedavi edilmesi, onarılması içindir.
Şu ayeti bu tespitin eşiğinde düşünmek mümkün

Bakara 214: Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine yoksulluk ve sıkıntı çekmişler, öyle sarsılmışlardı ki peygamber ve yanındakiler, “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” demeye başladılar. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.

Ünlü Fransız Filozof Bossuet Tarihin ancak İNAYET (Tanrı'ya doğru İyilikler toplayarak ilerleme-AHÇ) yoluyla ilerlediğini düşünürken Modern düşünürlerden kendisini ayırır.
"Bağımsızlık içerisinde korkusuz, disiplinsiz ve onursuz olarak kendi fantezileri içinde yaşamalarını sağlayan Öğretilmez bir özgürlüğü devam ettirmek için İNAYET bağından kurtulmak istemişlerdir.

Hegel gibi Bossuet'de tarihe ilk bakışın ne AKIL ne de ADALET gösterdiğini, çünkü gerçek tarihin dindarlar ve dindar olmayanlar arasında fark yaratmadığını inkâr etmemiştir. Kötülüğün başarılı olduğu ADALETİN çöktüğü yer, TUTKULAR VE ÇIKARLAR alanıdır. 

Karl Löwith, Tarihte Anlam, S:211 

İnsanların ZULME, şiddete, ahlaksızlığa bulaşıp ADALETİ çökerttikleri yer kişisel menfaatlere, çıkarlara, şehvete, EGOLARINA tapınmaya başladıkları, bu tapınmayı MEŞRU gördükleri yer tam da DİNLERİN itiraz ettiği, ŞİRK SAYDIĞI, mücadele ettiği şeydir.
Bossuet'e göre tam da modern, Tanrısız, İNAYET düşmanlarının istedikleri şey budur: SORGUSUZ ve HESAPSIZ ve SINIRLANDIRILMAMIŞ özgürlük...
Diyor sanırım.

Filistin'deki, Vietnam'daki, Afganistan'daki, Irak'taki, Afrika ve Güney Amerika'daki Katliamlar tam da böylesi bir ÖZGÜRLÜĞÜ ifade etmiyorlar mı?

Modern ÖZGÜR düşünürler ilahi "inayet" (Tanrının rızasını kazanmak için ahlaki olgunlaşma-AHÇ) düşüncesine savaş açmışlardır.
Bu savaşı açarken iyi ile kötünün haksız ve irrasyonel(akıl dışı) görünen dağılımından daha iyi bir argümanları yoktur. Çünkü Tanrı, iyi ile kötü arasında ayrım yapmamaktadır.
Kendilerini, dünyayı yöneten ilahi bilgeliğe cüretkâr füzeler attıkları zapt edilemez bir kale içerisine yerleştiren tanrısızlar kendilerini, İnsanlığın işlerinin görünen düzensizliğinin Tanrı'nın bilgeliğine karşıt bir kanıt olduğuna kesinlikle inandırmışlardır.
Dahası inayet öğretisinin ahlaksızlığın en güçlü teftişi olduğuna inandırılmışlardır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:211 

Tanrı eğer olsaydı zulüm, adaletsizlik ve düzensizlik olmazdı.
Madem her yerde zulüm, adaletsizlik ve düzensizlik var ve TANRI İYİLERDEN ya da kendini sevenlerden yana MUCİZEVİ müdahalelerde bulunmuyor, o halde TANRI yok demektir.
Eğer Tanrı yok ise AHLAKLI Olmayı istemenin, adalet, merhamet ve düzen istemenin kendisi zulüm, adaletsizlik ve AHLAKSIZLIKTIR.
Kim ki Allah'a ulaşmak için TANRININ İSTEDİĞİ GİBİ ahlaklı, erdemli, adaletli olmaya çalışıyor ve çevreden bunları talep ediyorsa dünyaya büyük acılar çektiren de odur.
Kafa böyle çalışıyor diyor sanırım Karl Löwith

* Dikkat ederseniz, İstanbul Sözleşmesinin mantığının tam da bu olduğunu fark edersiniz sanırım.

Çağdaş Hristiyanlığın sorunu tam olarak ne Avrupa'da ne de Amerika'da, Hristiyanlığın olduğundan daha fazlasını olabileceği şeye onu olmaya zorlayacak hakiki bir pagancılığın karşısında olmamasıdır.
Dünyamız ismen Hristiyan gerçekte ise seküler olduğu için Kierkegaard2ın deyişiyle "Hristiyanlığın, Hristiyan dünyasının içine sokulması gerekir.
Ancak bu Hristiyanlığın, dini olan ama seküler olmayan sekülerizmin içine sokulmasından daha zordur.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:237

Bu kelimleri İslam'a uyarlarsak şöyle diyebiliriz sanırım.
Müslümanların daha etken, daha olgun ve daha İslami bir İslam'a ulaşmaları gerekir.
Ancak bu, dindar ancak "seküler" yani dindar ama işine, ticaretine, KANUNLARINA, ailesine İSLAMI müdahale ettirmeyen muhafazakârların İSLAMLAŞMASI ile mümkündür.
Ancak kendilerinin İSlam olmadığının farkında olan ateist, deist paganların İslamlaşması sekülerleşmiş dindarların İslamlaşmasından daha kolaydır. Zira sekülerleşmiş dindarlar kendilerini İSLAMDAN saydıkları için düzeltecek herhangi bir şey göremezler.

Üstelik ortalıkta kendisini açıkça İSLAMDAN saymayan ve bunu ilan eden gerçek bir toplumsal GAYR-I MÜSLİM kesim olmadığı için dindarlar hangi halleri İslam’dan çıktıklarını, gayr-ı Müslime benzediklerini fark edebilecek bir AYNAYA da sahip değillerdir. Her şey İslam'ın içinden sayılabilir hale gelir, diyor sanırım.

Tarihi, belirsiz de olsa anlamlı bir ilerleme olarak tanımlayan tüm modern çabalar, mutlaka bir teolojik (dini) düşünceye dayanır.
Sonuçta, sonrakinin daha yüce bir yere ulaşabileceğinin değerlendirmesi materyalist hiç bir ölçüde bulunmaz. Hristiyanlık sonsuz bir döngü olarak dünyevi şeylerin sonsuz döngüsel devrimi demek olan klasik zaman anlayışını çürüttü...
Kozmolojik sorunların Hristiyani çözümünün yeri kozmos değil, Tanrı ve insandır. Çünkü TANRI kozmosu ve insanı yaratan sonra yok edecek olandır. Tanrının kozmosu yaratma amacı ise insandır.

Augustine, "Tanrı Devleti" eserinde, ebedi tekerrür teorisini çürütmeye çalışırken, pagan teorinin Ahlaki eksikliğine sadece pratik düzeyde değil teorik düzeyde de itiraz etmek gerektiğini vurgular.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:247

Eğer bir Ahiret varsa düşmüşe yardımcı olmak, ona iyilik etmek, cebine sadaka koymak, yalanı, kumarı, faizi bırakmak bir ANLAM ifade eder. O Ahirette geçmişteki hayatına göre DAHA İYİ Bir yeri hak ettiğini düşünebilir.
Ancak Ahiret yoksa MATERYALİST bir bakışla biz de karıncalar, arılar, kediler ve köpekler gibi OT olacaksak, İYİLİĞİN nasıl bir değeri olabilir ki?
Köhne bir viranede ölmekle, lüks bir yatta ölmenin arasında ne fark olabilir? Ya da ölürken elinde bir çapa olması ile iphone 17 olması arasında ne fark vardır. Bir çöplükte ya da uzay kapsülünde olmanın, 30 ya da 100 yaşında ölmenin arasında nasıl bir değer farkı olabilir ki?
Eğer bir şeyin DAHA değerli olduğunu iddia edeceksek onun HAYATIN dışında ve kozmozun üzerinde bir güç tarafından DEĞERLİ ilan edilmesi gerekir. Kozmozun içindeki her değer ÖLÜMÜN karşısında sanallaşmaya ve değersizleşmeye mahkûmdur.

Bu anlamda İLERLEDİĞİMİZİ söyleyen ideolojiler içinden TANRININ çıkarıldığı DİNSEL yapılardır denebilir diyor sanırım.

"Tüm görünen şeyler içinde, dünya en mükemmelidir: Görünmeyen şeyler içinde ise en mükemmel olan Tanrıdır.
Dünya bizim gördüğümüz, Tanrı ise inandığımız şeydir.
Tanrı'nın dünyayı yarattığına, Tanrı'nın kendisinden başka kimseye daha güvenli bir şekilde inanamayız. Peki, bunu nereden duyduk?
Peygamberlerden. Kutsal kitapta "Tanrı göğü ve yeryüzünü yarattı" demesinden.
Aziz Augustine'in Tanrı Devletinde yer alan Hristiyani düşüncenin klasik bir ifadesi olan bu pasaj en başta ANTİK paganlarla neden Hristiyanlığın uyuşamadığını gösterir.
Ona göre TANRI'ya inanmadan görmeye geçiş yoktur.
Hâlbuki Paganlar için inanç KÖRDÜR. Yunanca theoria kelimesi görülebilenin, ifşa edilebilenin dolayısı ile gösterilebilen tefekkürüyken, Hristiyan inancı ise Görülemeyene bir taahhütle ikrar edilmesine rağmen ifşa edilemeyene olan sağlam inançtır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:248

İmanın şartları:
Allah'a iman
Meleklerine iman
Kitaplarına iman
Peygamberlerine iman
Ahiret gününe iman
Kaza, kader, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna iman diye sıralanır.
Bunların tamamı GAYBİDİR, görülemez, gösterilemez sadece PEYGAMBERLERİN şahitliği ile ikrar edilebilir. İman GAYBA iman ederek başlar.
Buna iman edenler GÖRMEYE başlarlar çiçekteki, gün doğumundaki, yıldızlardaki,, bebekteki MUCIZE görülebilir hale gelsin
Zira pagan düşünce insanı 5 duyunun yeteneklerine, yani çok dar bir alana hapseder. Maddeyi, görür ancak onu var edeni görmeye teşebbüs dahi edemez.

Biri gayba biri maddeye baktığından aynı şeyi görmez, göremezler. Aynı şeyden konuşmazlar. Bu yüzden birbirlerini ne çürütebilirler ne bir arada ortak senteze varabilirler, diyor sanırım.

Modern insan hala HAÇIN ve DÖNGÜNÜN, Hristiyanlığın ve Paganizmin mirası ile yaşıyor.
Batı insanının entelektüel tarihi, birini diğeriyle yani Kurtuluş Teorisini -AKILLA birleştirme çabasından ibarettir. BU çaba hiç bir zaman başarılı olamamıştır. Ve bir uzlaşı yolu bulunamadan da başarılı olması mümkün değildir.
Paganizmin dünyanın EBEDİ olduğuna dair klasik teorisi, Hristiyanlığın yaratılışa ve kıyamete endeksli inayet teorisi ile paganist kader düşüncesi Hristiyanlığın umuda dayalı inanç düşüncesiyle nasıl uyuşacak? Bunlar örtüştürülemez şeylerdir.
Çünkü Hristiyan "dünya görüşü" sonuçta bir FİKİR değil, gaybi şeylere olan bir umut ve iman meselesiyken, klasik paganist görüş sadece görünenlere inanır.
Hâlbuki Hristiyanlıkta GÖRÜLEMEZLİK "Tanrı Devletinin" temel ilkesidir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:253

Her şeyin 5 duyudan ve akılın sınırlarından ibaret olduğunu düşünen Paganistler ile aklın sınırlarını bir hapishane olarak gören,
GAYA ve MANA'ya yelken açmaya çalışanlar arasında uzlaşması mümkün olmayan bir çatışma söz konusudur.

Bu anlaşmazlık giderilmezdir diyor sanırım.

Evrensel insanlık tarihinin temel meselesi Civitas Dei (Tanrı'nın şehri) ile Civitas Terrana (yeryüzü şehri) arasındaki ihtilaftır.
Bu şehirleri, kilise ve devlet temsil edemez, bu iki zıt insan TÜRÜ tarafından kurulmuş mistik şehirlerdir. "Yeryüzü şehri" kardeşini öldüren Kabil'le başlar. Onun öldürdüğü HABİL ise Tanrı Şehrine doğru, dünyasal olmayan bir amaç için HAC yolculuğundadır.
Tanrı'nın şehirlerinin çocuklarının yeryüzünde bir şehirleri yoktur. Bu yüzden Kabil’in çocuklarının şehirlerinde yaşarlar.
Lakin Kabil'in Yeryüzü Şehirlerinde yaşıyor olsalar da onların TARİHİ, KAbil'İn Yeryüzü Şehirlerinin tarihi ile koordineli değildir. Tanrı Şehrinin tarihi kendi kurtuluş yolunu gözetir.
"Augustine" ve bütün Hristiyanlık düşüncesi için "ilerleme" kutsal bir HAC yolculuğundan başka br şey değildir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:257

İnanmış mü'minleri dünyadaki serüvenleri Hacc'a giderken "bir gölgelikte KISA bir dinlenmeden" ibarettir. KEMALATTA, Tanrı'ya yakınlıkta, Peygamber ümmetine layık biri olmakta İLERLEME varsa YOLCULUKTAKİ ilerlemeden söz edilebilir.
Kullanılan aletlerin modernleşmesi, hızlanması, aya çıkılması, KATLİAM teknolojilerinin gelişmesi, bankadaki paranın, firmadaki ya da bürokrasideki mevkiinin yükselmesi İLERLEME değildir.

Yeryüzünün insanının TARİHİ ile HACC yolcuğunun (sırat-ı müstakimin) insanı AYNI şehirde yaşıyor olsalar da aynı tarihin insanları değillerdir, demeye çalışıyor sanırım.

Goethe "Westöstlicher Divan" eserine dikkate değer bir not düşer:
"Tüm tarihin makul, eşsiz ve en derin tema’sı 'inanç ve inançsızlık arasındaki ihtilaftır"... Son kertede, inanç çağları Goethe2ye göre "üretici" olan bütün çağlardır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:264 

Tarih Haklı ile Haksız, namuslu ile namussuz, zalimle mazlum, Ahlaklı ile ahlaksız, helal ile haram, tecavüz ile teavün, hırsızlık ile cömertlik, doğru ile yalan, gerçek ile manipülasyon arasındaki mücadele değil midir?
Eğer TANRI, Ahiret, Hesap günü yok ise doğruluğun, cömertliğin, helalin, gerçeğin MENFAATÇİLİK karşısında AHMAKLIKTAN başka bir anlamı kalır mı?

Eğer Tanrı yok ise İYİ, KÖTÜ veya ÇİRKİN neye göre kime göredir?

Muazzam emekler vererek edindiğimiz zaferlerden elde ettiğimiz küçük mutluluklara çok fazla önem atfetmiyor muyuz?
Bunun bazı insanlarımıza bir miktar mutluluk ve refah getirdiğini kabul edebiliriz ancak aynı anda diğer tarafın omuzlarına ıstırap yüklememiş ve yıkımlara neden olmamış mıdır? Niçin bu dönemler, tek bir şehrin zenginliğinin artmasından dolayı mutlu dönemler olarak adlandırırken, güçlü ve vahşi krallıkların, birçok medeni halkı berbat hatta yok etmesi nedeniyle mutsuz dönemler olarak anılmıyorlar?
Öyle değil mi Roma ne zaman fethetse ve mutlu olsa, dünyanın geri kalanı fethedilmiş ve mutsuz olmamış mıdır?
Sahi İskender'in macerası, dünyayı fethetmedeki kahramanlığından dolayı övülmeli mi yoksa insanlığa getirdiği yıkımdan dolayı lanetlenmeli mi?

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:275

Biz kazanırsak TANRI bizim yanımızda, BİZ kaybedersek Tanrı bizi Terk etti!...
Düşmanımız da aynen böyle düşünüyor. Kendileri kazanınca TANRININ kendi yanında olduğunu, kaybedince kendilerini terk ettiğini düşünüyor.
Bu durumda aslında iyiliği, hayrı, Tanrıyı KENDİ MENFAATLERİMİZLE eşitlemiş olmuyor muyuz?
Hatta kendimizi bizzat TANRI ya da TANRI'NIN oğlu olarak görmüyor muyuz?
Hâlbuki TANRISAL olan herkes için HAYIRLI ve İYİ olan değil miydi?
İhlas Suresinde Allah doğmadı ve doğurmadı derken bizim kendisini AKRABA ilan etmemize itiraz etmiyor muydu?

Zeyl: Endülüs'ten Müslümanları kovarken, Meleklerin Haçlı ordularına yardım ettiğini tasvir eden birçok tablo yapılmıştır.

Bir bütün olarak tarih sorunu, kendi perspektifi ile cevaplanamaz.
Böyle tarihsel süreçler, kapsamlı ve nihai bir anlamın en küçük bir kanıtını bile taşımazlar. Böyle bir tarihten bir sonuç çıkmaz. Tarih sorununa içkin bir sorun asla bulunamamıştır ve bulunamayacaktır; Çünkü insanın binlerce yıllık tarihinin sonucu büyük bir BAŞARISIZLIKTIR.
Tarihsel bir dünya dini olarak Hristiyanlık da tam bir başarısızlıktır.
Dünya hala Alarik* zamanında olduğu gibidir; YALNIZCA baskı ve yok etme araçlarımız gelişmiştir ve RİYAKÂRLIKLA süslenmiştir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:293

Protestanlığın ve Aydınlanmacıların "Tarihselcilerinin", "İlerlemecilerinin" iddialarının aksine insanlığın İLERİYE doğru gittiğine dair elimizde hiç bir delil yok.
Öldürme, katletme, gözetleme, takip, sindirme, bastırma, korkutma, kul etme, köleleştirme, şahsiyetsizleştirme teknolojilerinde ve RİYAKÂRLIKTA ileri gitmiş olmamız İNSANLIK projesinin ilerlediği, başarıya ulaştığı anlamına gelmez.
İnsan hala KİBİRLİ, kindar, kendini beğenmiş, zalim, nankör, merhametsiz, düşüncesiz, cahil ve ahmak. Hala kardeşini öldürerek ilerlemeye çalışıyor. Hala katliamlarla ÖZGÜRLEŞMEYİ ümit ediyor
İnsanlık tarihi, insanlığın BÜYÜK bir çuvallama ile sonuçlanmakta olduğunu gösteriyor, diyor sanırım yazar.
Biz de diyoruz ki: "ÇOK AZ hariç..."

Zeyl: I. Alarik, 370 yılında Tuna Nehri deltasında dünyaya gelen Vizigot Kralı. Roma’yı yağmalayarak sonunu getirmiştir.

Roma halkları üzerinde büyük bir etki bırakan 410 yılında Roma'nın Alarikler (Hristiyan bir kavim) tarafından talan edilmesi olayı Kudüs'ten kovulmalarının Yahudiler üzerinde bıraktığı, Konstantinapol'ün (İstanbul'un) 15. Yüzyılda düşmesinin Hristiyanlar üzerinde bıraktığı etki ile karşılaştırılabilecek bir olaydır.
Roma'nın talan edilmesiyle Romalılar, Romanın pagan Tanrılarının, Roma'nın çok Tanrılı kültürünü reddeden ATEİSTLER (Hristiyanlar) nedeniyle kendilerini terk ettiklerini ve yüzüstü bıraktıklarını iddia ettiler.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:296

1- Kutsal sembollerin düşman eline geçişi İMANI sarsıyor. Bu nedenle Hristiyanların Roma'yı yağması Romalıların PAGAN Tanrıları terk edip Hristiyanlaşmasına sebep olmuştur. Aynı şekilde İstanbul'un düşmesi KATOLİK Hristiyanlığa olan güveni darmadağın etmiş ve Protestanlığa alan açmıştır.
Bugün Hristiyanlar/YAhudi/ATEİST/küreselci paganların KUDÜS'e olan saldırılarının Müslüman inancına, Müslümanların Allah'a olan güvenlerine yapılan saldırı olarak okumak yanlış olur mu bilmem.

2- Roma döneminde "ATEİST" pagan tanrıları REDDEDENLERE denmektedir. Yani o dönemin ATEİSTLERİ Hristiyanlardır.

1948'de tarihin karşımıza çıkardığı şey Almanların yenilmesi Rusların zaferidir, İngiltere varlığını korumuş Amerika kat be kat büyümüştür, Çin iç sorunlara gömülmüş, Japonya tarihten çekilmiştir.
Anlayamadığımız veya ÖNGÖREMEDİĞİMİZ ŞEY bu olaylardaki potansiyeldir.
Dikkat edin bu durum 1943'te bir olanaktı, 1944'te olması muhtemel, 1942'de henüz aşikâr olmayan bir şeydi, 1941'de ise neredeyse imkânsız.
Hitler eğer savaşın sonunda kendini öldürmek yerine Savaş öncesi öldürmüş olsaydı ne olacağı konusunda ise hiç bir fikrimiz yok.
Tacitus ve Pliny arasında önemsiz bir Yahudi kavgası olarak başlayan Hristiyanlık, Roma İmparatorluğunu fethetti. Başlangıçta bir papazın gevezelikleri gibi bakılan Martin Luther'in fikirleri Hristiyan dünyayı ikiye böldü.
Dini inanç sistemini koruyarak seküler tarihin ilerlemeci sistemini devam ettirmek mümkün değildi. Zira tarih AKILLA değil şans ve kaderle yoluna devam etmektedir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam s:300 

Tarih AKLILLA inşa edilmez. Akılların üstüne bir AKIL vardır, insanların ona KADER dedikleri, diyor sanırım.

Modern zamanlar insanının dini; ne pagandır ne de Hristiyan.
Kesinlikle seküler yani sekülerleşmişlerdir. Sadece köken itibari ile hala Hristiyan'dırlar. Modern yaşamın KİLİSELERİ (ya da camileri-AHÇ) komünal (cemaat olarak) yaşamanın göze çarpan merkezleri değildir artık. Modern yaşamın merkezleri daha çok iş merkezlerine ya da AVM'lere gömülen tuhaf adalardır.
Modern dünyamızda, her şey az çok Hristiyan'dır ve aynı zamanda da Hristiyan olmayandır. Klasik çağ standartları ile ölçülürse ilki, HAKİKİ Hristiyanlık standartları ile ölçülürse ikincisidir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, S:303

Eğer kendimizi MODERNLİĞİN içinde değerlendirirsek oldukça MÜSLÜMAN sayılabiliriz. Ama eğer kendimizi sekülerizm öncesi MÜSLÜMANLARLA karşılaştırırsak elle tutulur yanımız yok.
Buna sekülerlik diyoruz:
DİNİN istediği kadar değil, KEYFİMİZ ya da Çıkarlarımız istediği kadar MÜSLÜMAN ya da Hristiyan'ız, der gibi.

Zeyl: İlahiyat fakültelerinin birinde anket yapılıyor. Sorunun biri şöyle: "Çocuğunuzu yetiştirirken kimlerden yardım almayı düşünüyorsunuz?
A) Çocuk psikologlarından
b) Çocuk uzmanından
c) Çocuk doktorundan
d) Kaynanam ve annemden
e) Hadislerden

Cevap %83 oranında ilk 3 şık çıkmış. Yani artık çocuklarımızı yetiştirirken Allah'a ve Peygambere değil modern bilimcilere güveniyoruz. Ya da hadislerle bilimcilerin sözleri arasındaki kıymet farkı kalmamış. Karar mercii kişinin kendisi hepsinden üstte. Yani o artık bir TANRI 

DEİZM işte budur.

Böylesi bir Müslümanlık: Dindarız ama Tanrıyı ve Peygamberi çok da umursamıyoruz, der gibi.

Radikal inanç kadar nadir olan radikal ateizm de yalnızca Hristiyan bir gelenek içinde mümkündür; çünkü dünyanın tamamen tanrısız ve ıssız olduğu hissi, yaratıkları ile ilgilenen aşkın Yaratıcı-Tanrı'ya inancı varsayar.
Hristiyan apolojistlere (din savunucularına) göre paganlar, herhangi bir ilahiliğe inanmadıklarından dolayı değil, "birçok Tanrıya" inanmalarından dolayı ateisttirler.
Paganlara göre ise Hristiyanlar ise evreni ve şehir devletini, yani antiklerin kutsadığı her şeyi aşan sadece tek bir Tanrıya inandıkları için ATEİSTlerdi.
Hristiyan Tanrı'nın, tüm popüler Tanrıları ve paganların koruyucu ruhlarını inkâr ettiği gerçeği, RADİKAL ATEİZM imkânını doğurmuştur. Çünkü eğer her şeyin yaratıcısı olduğu halde yarattıklarından da yaratığı dünyadan da ayırmak için Hristiyan düşünce ber taraf edilirse, paganlar için dünya hiç olmadığı kadar azat edilmiş ve din dışı edilmiş olacaktır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:304

Herhangi bir şeyin YOKLUĞUNU iddia etmek, O'nun burada bu anda bu yerde olmasa bile yerlerde var olduğunu da iddia etmektir. Zira HİÇ LİĞE karşı çıkılamaz, isim konulamaz, tanımlanamaz, tavır alınmaz.
Bu anlamda bugün ATEİZM Tanrı ve ondan gücünü alan kutsalların bu günün, bu zamanın, bu yerin ve bizim HAYATIMIZIN dışına atılması, vaktin kutsallardan arındırılması anlamına gelir, diyor sanırım.
Ancak böyle bir şey mümkün değildir. Hayatın dışına sürülen KUTSALLARIN yeri birçok KUTSAL ve birçok TANRI tarafından doldurulur.

Tıpkı geçmişte insanlara ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını İMAMLAR söylerken bugün Bilim adamları, Uzmanlar, doktorlar, Rehberlikçiler, reklamcılar, müdürler, şefler, komutanlar, parti yöneticilerinin söylemesi gibi

Yaratıcı Tanrı imajında yaratıldığımız inancı, gelecekte mutluluk ve huzur bulacağımız bir Tanrı Krallığı kuracağımız inancı ve "kurtuluş" adına tüm uluslara "İsa'nın müjdesini" yayılmasını söyleyen Hristiyan emri; insan imajında dünyayı daha iyi bir dünyaya dönüştürmemiz ve ahlaksız ulusları Batılılaştırarak ve yeniden eğiterek (eğitimle) kurtarmamız gerektiğine dair seküler bir varsayıma dönüşmüş olabilir mi?

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:305

Hristiyanlığın İsa'nın MÜJDESİNİ her kese ulaştırarak insanlığı kurtarma ideali Sekülerleşen BATI'da insanları medenileştirme idealin evrilmiştir.
Tanrısız bir dünyada BAŞKLARINI kurtarmak diye bir şey söz konusu olmaz. Zira KURTULMAK ve KURTARMAK da dini kavramlardır. BU anlamda BATI her ne kadar Tanrı'yı inkâr etmişse de TANRININ "diğer toplumlara müjdeyi ulaştır" emrini yerine getirmeye devam etmektedir, diyor sanırım
KArl Löwith'in Batı düşüncesinde Hristiyanlığın izlerini takip ettiği bu kitabın seviyesi oldukça yüksek.


Batılı araştırmacılar ve gezginler, diplomatlar ve rahipler, mühendisler ve iş adamları Amerika'yı keşfetmişler ve onu açmışlardır, İngiliz İmparatorluğunu kurmuşlardır, kolonyal siyasete girişmişlerdir, Rusya'ya nasıl modern olacağını öğretmişlerdir, Japonya'yı topraklarını Batı'ya açması için zorlamışlardır.
Avrupa'nın ruhu çökerken, onun medeniyeti ortaya çıkmış ve dünyayı ele geçirmiştir.
Sorun Batı aktivitesinin bu muazzam yayılımının, bünyesindeki seküler olmayan, dini öğeyle yapacak bir şeyinin olup olmadığıdır. Hristiyan Batı'yı dünya çapında bir medeniyete evrilten yaratıcı aktivitenin bu korkunç enerjisini geliştiren şey onca seküler dönüşümüne rağmen Yahudi Mesiyanizmi ve Hristiyan Eskatolojisi olabilir mi?

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:305

Batı'nın tüm dünyayı feth etmeye götüren, Onu dünyasının en teknolojik uygarlığı yapan şey HRİSTİYANİ ve Yahudi öğretiden gelen dünyayı kurtarmak misyonu idi. Tanrı'nın mesajını her yere götürmek, Tanrı’nın krallığını hâkim kılmak, Tanrı'ya layık bir kul olmak, Kıyamet günü ona hesap verebilmek, onun verdiği görevi yerine getirebilmekti amaç.
Ancak BATI bunu yaparken sekülerleşti, dünyevileşti ve TANRISINI yitirdi. Hala heyecanla dünyayı feth etmeye, ona boyun eğdirmeye çalışıyor.
Ancak ne için?

Bunu ne için yaptığı, yapması gerektiği, sonrasında ne yapacağı konusunda hiç bir fikri olmadan.

Tüm modern tanımlarda "Batıl İnançlar" rasyonel (akılcı) ölçülerle yargılanmıştır, dolayısı ile buna göre batıl inançlar irrasyonel (akıl dışı) olmaktan başka bir şey değillerdir.
Fakat aslında -batıl inançlar dini inançların ilkel halleridir-...
Klasik pagan filozoflar batıl inançlı insanı, Tanrı düşüncesinden ahlaksızca etkilenen insan olarak tanımlar.
Sonuçta ateistler, hiç bir Tanrıyı anlamazken, batıl inançlılar sadece yanlış anlamışlardır.
W. Balke ise "Gerçekten batıl inançlı olmak, riyakârlıktan uzak CAHİL DÜRÜSTLÜKTÜR ve Tanrı'nın ikiyüzlülüğe bulaşmamış sevgisine ulaşmaktır." der.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:307

Batıl inançlar ilkel dini formlardır. Her ne kadar ATEİSTLERİN bir kısmı dinleri reddetseler de batıl inançları, totemleri, uğur/şans getirsin diye kutsadıkları eşyaları ile dinin İLKEL düzeyini ayağa kaldırırlar.

Hâlbuki bu "Batıl iNANÇ" dönemi kişinin dinden MENFAAT ummadığı, riyakârlığın bulaşmadığı belki de DİNİN EN SAF dönemidir, diyor sanırım.

Hesiodos, UMUDU, pandoranın kutusu içindeki diğer kötülüklerden ayrı bir kötülük olduğunu iddia eder.
Umut, iyi görünen bir kötülüktür. Çünkü umut bize her zaman bir şeyler daha iyi olacağını umut ettirir. Fakat gelecekte daha iyi bir şeyler olacağını umut etmek umutsuzluğun kendisidir. Çünkü gelecek şimdi olduğunda bizi hayal kırıklığına uğratmayacak bir gelecek çok zordur.
İnsanın umutları "kördür", anlaşılmaz hesap hatalarıdır, aldatıcı ve göz boyayıcıdır.
Ancak ölümlü insan Zeus'un bu güvenilmez hediyesi (umut) olmadan yaşayamaz.
Eğer o umutsuz olsaydı "umut etmeyi arzular halde" umudunu kesebilirdi.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:311

Şu üzerinde yaşadığın toprak şahid olsun ki,
Dede ve torunu (geçmiş ve gelecek) de şahit olsun ki,
Biz insanı bir sıkıntı ve zorluk içinde yarattık.   (Beled Suresi 1-4'ten ilhamla)

1 - Sıkıntı ve zorluk ve keder ve elem ve hayal kırıklıkları ve musibetler hiç bitmeyecek.
Yalan da olsa hayal de olsa kuruntu da olsa bir UMUDU olduğu sürece onlara dayanma kudreti olacak, diyor sanırım.
2 - İnsanların büyük çoğunluğu YERYÜZÜNDE mutlu olamaz, huzur bulamaz zira İNSAN huzuru kaybetmeden, mutluluğu kaybetmeden FARKINDA olamayan bir varlıktır. NE zsaman ki onu kaybeder o zaman der ki "Aaa ben ne kadar mutluymuşum meğer bilememişim".

Onu MUTSUZ eden de tenine yapışmış NANKÖRLÜĞÜ ve bu NANKÖRLÜĞÜN gerisindeki KİBRİ ve kendisi için kurduğu BOŞ ÜMİTLER, HAYALLERDİR, diyor sanırım.

Modern akıl, Hristiyan mı yoksa pagan mı olması gerektiğine karar verememiştir.
Bazen inancın bazen aklın gözüyle görmeye çalışır. BU yüzden de görüşü -Antik Yunan düşüncesine göre de, İncil temelli düşünceye göre de bulanıktır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:314

Sadece Batı değil moderniteden etkilenmiş hemen her yerde aynı BULANIKLIK hâkimdir.
Dikkat edin Türkiye Cumhuriyeti de Kamalist, Batıcı, Türkçü, Turancı, İslamist, Batı Sömürgeciliğinin karşısında ama Batı ile birlikte hareket eden, siyonizme karşıt ama İsrail dostu, ABD emperyalizmine karşıt Trump'la kanki; Akılcı, Laik, seküler, çağdaş ama hem Türk geleneğine bağlı hem Müslüman inancını kollayan bir politika yürütmeye çalışır.

Tıpkı vatandaşlarının rakı da içerim ayran da, namaz da kılarım kızlarla da çıkarım, Atatürk'ü de severim Peygamberi de severim, Çağdaşım aynı zamanda dindarım, Diskoya da giderim Camiye de, hacca da giderim yılbaşı da kutlarım gibi bir BULANIKLIKTIR bu.

"İnsan Irkının Eğitimi" ile ilgili fragmanında Vahye olan inancın altını oymasına ve onun yerine eğitimi getirmesine rağmen üçüncü çağda ilerlemeci bir VAHYİN geleceğini iddia eder Lessing.
Yeni Ahit'te vaad edildiği gibi 3. Aşamada yeni bir MÜJDE, kitapların ve eğitimin yerini alacaktır...

Karl Löwith, Tarihte anlam s:319

İnsanlığın 1. çağında DOĞRU bilgi kaynağı VAHİY idi.
İnsanlığın 2. Çağında Aydınlanmacılar Kiliseyi ve Tanrı'yı devre dışı bırakmak için doğru bilgi kaynağının KİTAPLAR ve EĞİTİM olduğunu söylediler.
İnsanlığın 3. çağında kitapların ve eğitimin başka insanların, hiziplerin, çıkar gruplarının, ideolojilerin DOĞRULARINI taşıdıkları fark edilecek Doğru bilgiye erişmek için girilen EĞİTİM Sürecinin çok uzun ve insan ömrünü tüketen bir çaba olduğu farkk edilecekti.
İşte bu farkındalıktan sonra insanların senelerce vakit kaybetmelerini engelleyip HIZLICA olgunlaşmalarını sağlamak için "sıkıştırılmış", "Özü çıkarılmış" MUTLAK HAKİKATLERİN (vahiy) onlara verilmesi gerekecek.
Yani tekrar VAHYE döneceğiz ama bu TANRININ kelimeleri değil İNSAnLIĞIN ürettiği kelimeler olacak.
Zeyl: Tanrı terk edildiğinden beri insanlık TEK 1 kelime bile HAKİKATE dair kelime üretemedi.

diyor sanırım.

İlerlemeci EĞİTİMİN ve modern TARİH ilkesinin esnek başlangıç noktası ilk dönem Hristiyanlarından başlayan TANRI KRALLIĞINI gerçekletirmeye duyulan devrimsel tutkudur, diyordu Fichte.
Fichte'nin vahye olan böylesi inancına rağmen ATEiST olarak suçlanması ciddi bir sorun değildir; Çünkü Hristiyanlık sonrası zamanlarda, ateizm bile gücünü Hristiyanlıktan alır.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:320

Dünkü alıntıda Eğitimin 3 aşama geçirdiğini söylemiştik.
1- Bilginin VAHİY olduğuna inanılan dönem
2- Tanrı'nın vahyin üzerindeki tekelini kırmak ve Tanrı'yı yani Kilise'yi devre dışı brakmak için EĞİTİMİN ve kitapların öne çıkarıldığı dönem.
3- Tanrı ve kilisenin devre dışı kaldığı durumda mutlak ve sorgulanamaz bilgiye yani (Tanrısız) VAHYE/dogmaya geri dönüş.
Bu aşamada VAHYİ yani sorgulanamaz MUTLAK doğmayı kim üretecek? VAhyin kaynağı kim olacak?
Durun ve düşünün şimdi PANDEMi döneminde YÜCE HOMO Deus insanların emirlerinin, TV'lerden, Sosyal Medyadan prof denen, doktor denen, uzman denen binlerce EĞİTİLMİŞ tarafından nasıl da HEPBİR AĞIZDAN adeta Kur'an'dan sure okurmuş gibi tekrarlandığını.
Tek dünya, tek devlet, Tek Dil, Tek YASA söylemleri Hristiyanlığın ATEİZME tercümesinden; Tanrı krallığının TANRISIZ olarak yeryüzünün HOMU DEUSLARI tarafından kurulma çalışmasından ibarettir.
Eğitimin ve EĞİTİLMİŞLERİN görevi buna BOYUN eğebilmeleri için nesilleri hazırlamaktır, diyor olabilir mi?

Zeyl: Filistinlilerin suçu böylesi bir TANRI KRALLIĞINA uyumsuz olmaları olarak düşünülebilir mi?

Niyet ne idi? Ne oldu?
Tarihsel ilerlemenin kuralı; fikirlerin hayata geçtiği yolların insan niyetinin çok ötesi yerlere uzanmasıdır.
Tarih her zaman bir hareketin yaratıcısının niyetlendiği şeylerin fazlasını veya çok daha azını ifade eder. Çünkü tarihin yapıcıları, diğerleri için yol hazırlarlar ancak yolu yürüyen başkalarıdır.
Mesela Rousseau ve Robespierre, belki de söylediklerinin ne anlama geldiğini dahi anlamamışlard ama Fransız Devrimini onların fikirleri doğurdu; Marx, çağdaş Rusya'da kendisinin ne söylediğinin farkında değildi ama Lenin ve Stalin onun peşinden gelmişlerdi; Nietzsche'nin "Güç istencinin" metfunu Mussolini ve Hitler olmuş onlar ile ile İtalyan ve Alman faşizminin temelleri atılmıştı.
...
Enteresan olan hepsinin de Hristiyan geleneğinin etkisinde olmaları ve onun motivasyon gücünün modern hareketler üzerindeki şaşırtıcı etkisi ve onlara verdiği müthiş dinamizmdir.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:324

Sık rastlanan bir ifadedir "Şarap kadehte durduğu gibi durmaz insanın midesinde".
Fikirlerde hayata geçirildiklerinde İnsan kafatasının içinde durduğu gibi durmuyor.
Nietzsche'nin Tanrıyı gökten indirip "ÜST İNSANI" Tanrı ilan edip GÜCE tapınarak CENNETİ DÜNYAYA indirmeyi önermesinin insanlığa maliyeti sadece 2. Dünya savaşında 58 milyon insanın katledilmesi oldu.
Marks'ın peşinden giden Lenin ve Stalin'n Allah'ı devlete, devleti PARTİYE dönüştürüp KOMÜNAL hayat deneyimi ile Cennet hayatını yeryüzünde inşa etmeye kalkması da farklı bir sonuç vermedi.
Güçlü Kadın ideolojisi kitaplarda ve sloganlarda çok güzel duruyordu, hayata geçince bedeli ailenin yıkılması, kadının, çocuğun, yaşlıların ortalığa saçılması ve YALNIZLIK oldu.

Diyor sanırım.

Eğer Nietzsche'nin argümanları Celsus ve Porphyry ile karşılaştırılırsa eski argümanlara ne kadar da az şeyin eklenmiş olduğu fark edilebilir.
Nietzsche'ye göre de Celsus'a göre de Hristiyanlık çiğ ve saçma bir inançtır. Keyfi bir tutulma kozmoz'un rasyonelliğini yok eder. Her ikisine göre de Hristiyanlık dini düşük, aşağılık ve cahil kitlelerin ilgi duyduğu aristokratik değerlere, vatandaşlık görevlerine ve ataların örfüne düşman eğitimsiz, inatçı insanların sapkın başkaldırısıdır.
Hâlbuki onların Tanrısı "Pek İnsancadır", utanmadan sorular sorandır, "Tüm Karanlık Köşelerin tanrısıdır" ve insanlardan bıkmış bir figürdür...
Nietzsche'de pagan düşüncenin uyanmasına neden olan şey çağdaş Hristiyanlıktır. Buharlaşan Hristiyanlığın son aşamasına ulaşılmışken, "Gelecek için YENİ kaynak" aranmalıydı ve aradıkları Paganizmdedir.
Hristiyan Tanrının ölümü onun dünyayı yeniden anlamlandırabilmesini sağlamıştır.

Karl Löwith, tarihte Anlam, s:336

Nietzsche, Avrupa'nın İnancını kaybettiğini Modern Hristiyanlığın boşluğu dolduramadığını gördü. Avrupa'ya dinamizm ve heyecan verecek bir İNANCA ihtiyaç vardı. Aradığını Roma'nın dini PAGANİZM'de buldu. Ve Celcius'tan oldukça faydalandı, diyor sanırım
* Paganizm: Avrupa’nın eski dinlerine verilen ortak isim. Bu yüzden tek bir tanıma sıkıştırılamaz. Çok Tanrılı, doğanın, dünyanın ve zevkin kutsandığı inanç ya da inançsızlık sistemi.

Zeyl: Nietzsche antik dönem filozoflarından ÇOK faydalandığını, bir düşünce ekolünün devamı olduğunu ilk kez okuyorum. Şimdiye kadar onu hep müstakil bir DEHA olarak takdim eden yazılar okumuşum

Döngüsel varlığın ve "var oluşun" (Her şeyin bir manadan yoksun doğup, büyüyüp, ölüp yok olduğu, Ahiret 'i, hesap günü ve Yüce Kudret'e vasıl olmanın OLMADIĞI-AHÇ) "Masumiyetinin" YENİ şarkısını söylemek Nietzsche'nin kutsal arzusuydu.
Bu yüzden "Zerdüşt" içerik olarak olduğu kadar stil olarak da Müjde (İncil'in kurtuluş vaadi-AHÇ) karşıtıydı.
Gerçek bir PAGAN olmaktan uzak olan Nietzsche'nin YENİ PAGANİZMİ Hristiyan karşıtı olarak mecburen Hristiyan'dır.
Hristiyan bilinçle derinlemesine ifade edilirse, bir zamanlar Hristiyanlığın paganizmi etkilediği "tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesinde" başarısız olmuştur. Her ne kadar modern insanı klasik paganizmin eski değerlerine döndürme iddiasında olmasına rağmen iyiden iyiye Hristiyan'dı ve moderndi. Zihnini tek bir şey meşgul ediyordu GELECEK düşüncesi ve onu yaratma istenci.

Karl Löwith, Tarihte Anlam, S:337

Nietzsche her ne kadar İncil'e, Tanrı'ya ve onların getirdiği AHLAK savaş açmış olsa ve kendisini PAGANİZMİ diriltmeye adamış olsa da zihni, sürekli GELECEĞİ şekillendirmek, geleceği YARATMAKLA meşguldür.
Hâlbuki ot gibi doğup, büyüyüp yok olan bir DÖNGÜNÜN böylesi bir endişesi olamaz. Zira PAGANİZM'de gelecek ile şu anın arasında bir fark yoktur. Her şey bir döngünün içinde yuvarlanırken bir şeyin değişme dönüşme diğer bir şeyden daha iyi veya daha kötü olma ihtimali yoktur.

GELECEĞİ yaratma isteği Hristiyani düşüncenin Ana Kelimesidir. Nietzsche'de buna inanır diyor sanırım.

Nietzsche'nin mutlak GÜÇ istenci de Yunanlı değildir...
Yunanlılara göre, göksel alanların döngüsel hareketleri, evrensel RASYONEL bir düzen ve ilahi bir mükemmellik ifşa etmiştir. Nietzsche'ye göre ebedi tekerrür "en korkutucu" kavram ve "en ağır yük'tür". Çünkü bu düşünce gelecek bir kurtuluşa inançla çatışır...
Yunanlılar kaderden korkmuş ve ona saygı duymuşlardır; Nietzsche, ona sahip olmak ve sevmek için olağanüstü bir çaba sarf eder. Bu yüzden, Yunanlılar gibi, yüce ve objektif düzene dair bir görüş geliştirememiştir...
Onda ebedi tekerrür Teorisi, İnsanlar Tanrının varlığında ve kıyamet beklentisi içinde yaşadıkları sürece yaşamış olan sorumluluk fikrini değiştirerek, mutlak bir sorumluluk fikrini insana çarpmak adına pratik bir araca, bir "çekiç" e dönüşür.

Karl Löwith, Tarihte anlam, s:338 

Yunanlılarda şuur sahibi bir Allah inancı yoktur. Mükemmel bir döngü içinde her şey doğar, gelişir, olgunlaşır, meyvesini verir ve ölür idi. Yaşamın bir amacı yoktu. Kader her şeye hâkimdi ve ona saygı gösterilmesi teslim olunması "HUZUR" için gerekliydi.

Nietzsche Tanrı'ya ve ahlaka savaş açmış bir pagan olmasına rağmen HRİSTİYANLIĞIN etkisi ile dünyayı kurtarma, geleceği inşa etme, kendi kaderini eline alma misyonunu üstlenmiştir. Ancak onda, üst değeri üreten bir TANRI olmadığı, insanların karşısında sorumlu olduğu bir makam ve hayatlarının bir hedefi (kıyametleri/Ahiretleri) olmadığı için bunu ne adına yapılacağı belli değildir; bu boşluk anlamsız bir GÜÇ TAPINCINA ve ÜST İNSAN/ yüce kavim/ne mutlu Alman'ım ideolojine dönüşerek boşluğu kapatmaya çalışır, diyor sanırım.

Modern bir insan olarak, hakiki bir "dünyaya sadakat"ten ve "semanın çanı altında" ebedi güvenlik hissinden umutsuzca ayrılmıştır ki insanın yazgısını kozmik kaderle yeniden birleştirmeye veya "insanı kendi doğasına döndürmeye" dair büyük çabası hayal kırıklığına uğramıştır.
Bu yüzden, öğretisini rasyonel olarak geliştirmeyi denediği her yer, birbirleriyle bağdaştırılamayan iki parçaya bölünür; ebedi tekerrürün fizikle ve matematikle gösterilen bir objektif olgu olarak sunumu ve onun ahlaki sonuçlarıyla gösterilen subjektif bir hipotez olarak oldukça farklı olan bir sunumu.
Parçalanır çünkü modern EGONUN tesadüfü var oluşunu ebedileştiren istenç doğal dünyanın ebedi döngüsüne dair iddia ile örtüşmez...
Nietzsche En Dindar tanrısızdı...

Karl Löwith, Tarihte Anlam, s:339

Bir taraftan insana, "TANRI SENsin. Ne istersen İste, dilediğini YAPABİLİRSİN" diyeceksiniz,
Sonra ondan EGOSUNU, şehvetini, menfaatini, kibrini kontrol etmesini isteyeceksiniz
Bu mümkün değildi.
Bu yüzden insan TANRI'cılık oyunu oynamaya başlarken ahlaki olarak büyük bir çözülmeye uğradı, diyor sanırım.
Çünkü TANRILAR sınırlanamazlar, diyor sanırım.

 Bizim Gücümüz buna yetti Doğrusunu Allah bilir.

Ahmet Hakan Çakıcı
Alanya / Muharrem 1447


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder