Türkiye Henüz Dinsizleşmedi -1

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 2 Eyl 2025 0 yorum

 Türkiye Henüz Dinsizleşmedi[1] -1

KONDA’nın Türkiye’de dindarlık üzerine yapmış olduğu bir araştırma üzerine Dr. Bülent Güven Beyin yazdığı yazıdan bir alıntı bu. Müsaadenizle konuya girmeden önce yazıyı özetleyelim.

 

Türkiye henüz dinsizleşmedi, ancak Türkiye'de din ve inançla ilgili bazı sıkıntıların olduğu, gözlem yapan herkesin dikkatini çekebilecek bir gerçek.” Diye giriyor konuya yazar. Ardından KONDA Araştırma Şirketinin yaptığı Türkiye'deki dindarlık eğilimlerini ele alan ankete atıf yapıyor.

Anketin 2008'de kendini DİNDAR tanımlayan insan sayısının yüzde 55’ten, 2025'te yüzde 46'ya gerilediğine, buna karşılık, kendine "ateist ve inançsız" diyenlerinin oranının yüzde 2'den yüzde 8'e yükseldiğine işaret ettiğini söylüyor.

 

Sadece 10-15 yıllık bir süre zarfında, nüfusunun "yüzde 99'unun Müslüman" olduğu iddia edilen bir toplumda nasıl oluyor da birden inançsızların oranı 4 kat artıp yüzde 8'e yükselirken, dindarların oranı yüzde 46'ya geriliyor? Diye soruyor ve bu sorunun cevabının peşine düşüyor.

 

Yazar bu konuda Ak Parti ve cemaatlerin genel olarak suçlandığını söylüyor ancak bu suçlamanın haksız bir suçlama olduğunu ilave ediyor.

Yazarın iddiasına göre toplumdaki sekülerleşme ve dünyevileşmenin sebebi 1980’de Turgut Özal tarafından uygulanmaya başlanılan 24 Ocak kararları ve neoliberal politikalardır.

 

Turgut Özal tarafından “24 Ocak Kararları" olarak bilinen neoliberal ekonomik model uygulamaya konuldu. Bu yeni neoliberal ortam ve şehir hayatı, dindar ya da muhafazakâr bir insanın muhafaza etmek istediği değerleri aşındırarak, kişiyi geldiği köklerden koparan bir sürece yol açıyor. Bu durum; evlilik ve boşanma oranlarından, toplumsal dayanışmaya ve akrabalık ilişkilerine kadar birçok alanda kendini gösterebiliyor.

 

İlginç olan ahlaki yapıyı darmadağın eden neoliberal politikaların Almanya ve ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de “MUHAFAZAKAR  politikacılar” eliyle hayata geçirilmesiydi, diyor. (Vurgu bize ait)

 

Neo liberal politikaların uygulandığı ABD gibi dindar Protestan bir ülkede bile, 1980’lerde yüzde 40’ların üstünde olan kiliseye gitme oranı günümüzde yüzde 20'lere düşmüş durumda.

 

Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde ise bu oran yüzde 5–6'lara kadar gerilemiş, "Nones" olarak adlandırılan, dinsizlerin oranı 1980'lerde yüzde 1-3 civarındayken, günümüzde yüzde 20'leri aşmış durumda…

 

KONDA'nın araştırması da -her ne kadar biraz gecikmeli olsa da- Türkiye'deki dinî yapıdaki bu dönüşümün, Batılı ülkelerde yaşananların bir benzeri olduğunu ortaya koyuyor.

Yani, benzer toplumsal süreçler, benzer sonuçları doğuruyor.


Peki, bu sürece karşı rahatsızlık duyanlar ne yapmalı?

Bu süreçten rahatsızlık duyanların bir şeyler yapması gerektiği ortada. 

Diyerek yazıyı nihayete erdiriyor Bülent Bey. 

Yazara genel olarak katılıyoruz. Ekonomi politikalarının, para ve madde ile kurulan ilişkilerin toplumların sosyolojik, psikolojik, kültürel ve dini yapılarını çok büyük oranda etkilediği muhakkak. Bunu en net olarak ortaya koyan Karl Marx’a ancak “Tek etken o değil” diye itiraz edilmiştir, ekonomi politikalarının ya da sermaye hareketlerinin toplumun yapısını ve ahlakını şekillendirmede çok etkin bir faktör olmadığını söyleyen birine biz rastlamadık. 

Ancak birkaç noktada yazara itirazlarımız olacak. 

1-    Liberal Ekonomiler Dinleri ve Ahlakı Zayıflatmaz (en azından başlangıçta), Dini ve Ahlaki kurumlar Liberal Ekonomi Yerleşebilsin Diye Zayıflatılır. 

(Ya da Sömürgecilik yerleşebilmek için toplum içindeki DİN’i ve Ahlaki kurumları geriletmek zorundadır.) 

Türkiye’de de devlet topluma 1980’lerden beri Kapitalist (PARATAPAR) bir ekonomik modeli zorlarken, parası olanın “değer” kazandığı, başarının para kazanmak olarak tanımlandığı, birçok alanda kıymetin en önemli belki de tek ölçüsünün PARAYA indirgendiği, paranın, içine emek ve üretim katmadan kendi kendine para getirdiği, para sahiplerinin parasızları ötekileştirerek ya da değersizleştirerek kul edinmesinin (kiracılık müessesi gibi) önünün açıldığı bir sistem kurulmasına da eşlik etti. 

Sadece bizde değil, dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir toplumda böylesi, değerler hiyerarşisini alt üst eden bir ekonomik saldırı altında toplumun Ahlak ve ERDEM’ini muhafaza etme imkânı yoktur. 

Yalnız burada ufak(?) bir aldatma olduğu kanaatindeyiz. Sebep sonuç ilişkisi bir manipülasyon çerçevesinde ters yüz ediliyor. Kanaatimize göre liberalizm geldiği için Ahlaki yapı zayıflamıyor; önce liberalizm yani sömürgecilik biçimleri topluma yerleşebilsin, tutunabilsin, tepki gelmesin, direniş gösterilmesin diye AHLAKİ yapıyı destekleyen kurumlar örseleniyor. Kurumlarından mahrum kalan ahlaki yapılar devlet destekli Liberal sömürgeciliğin kültürel, siyasal, adli ve ekonomik saldırıları karşısında direniş gösteremez, itiraz geliştiremez hale getiriliyor. Böylece Liberal sömürgeci yapılar ve onun olmazsa olmaz unsuru kapitalizm (paratapıcılık) toplumun dokularına yerleşebiliyor. Yerleştikçe de çürük elmanın çevresini çürütmesi gibi toplumsal yapıyı ve ahlaki beklentileri çürütüyor. 

Yani içeri giren virüs vücudu hasta etmiyor. Önce vücudun bağışıklık sitemi çökertiliyor sonra içeri virüs salınarak vücutta kanserin gelişmesi ve yayılması bekleniyor.

Emperyalizm açısından bu böyle olmak zorundadır çünkü bu ideolojinin ahlaki yapı yani toplumların bağışıklık sistemi çökertilmedikçe vücuda sirayeti mümkün olsa da vücudu tamamen ele geçirmesi mümkün değildir. 

Nitekim bunun farkında olan Liberalizmin en muteber evliyası Keynes’in “Hırs, bencillik, açgözlülük, cimrilik… Biliyorum kulağa çok KÖTÜ geliyor. Ancak KÖTÜ işe yarar, İYİ yaramaz. Eğer Batı, dünyanın hâkimi olmaya devam etmek istiyorsa Hırs, cimrilik, açgözlülük ve bencillik putlarına en az bir 100 yıl daha tapınmalı” derken DEVLETLERİN önüne parçalasınlar diye fırlatıp attığının AHLAK dolayısı ile DİN olduğunun gayet farkındadır.

Hakeza Nietzsche’nin “Ahlak’ın Soykütüğü Üzerine” eserinde “Çoktan ölmüş Tanrı’dan geriye kalmış, kendisinin de ölmüş olduğunun farkında olmayan HORTLAĞI (AHLAK’ı)” hedef göstermesi, Batı’nın EFENDİLİĞİNİN sürmesi için şart görmesi de aynı düşüncenin bir başka ifadesidir kanaatindeyiz.

Batı’nın sömürgeciliğini ve emperyalizmini sürdürebilmesi için KENDİ toplumlarındaki dini ve Ahlaki kurumlarını dahi dağıtmışken bu ideolojisini (fitneyi) sömürdüğü toplumlara da taşımaması mümkün değildir. Hatta bu olmazsa olmaz bir şarttır kanaatindeyiz. 

Zira gerek küresel liberalizm ve kapitalizmin, gerekse yurt içi KOMİSYONCU ortaklarının “başarıya yani para ve güce giden her yolu mübahlaştırarak” sömürünün önündeki engelleri kaldırma talebinin uygulamaya geçirilmesine (peze.menkliğin sermayesi fuhuş sektörünün onurlu seks işçiliği sayılmasından, tefeciliğin toplumsal tabakanın en üstüne yerleştirmesine kadar) direnecek olanın DİNİ kurumlar olacağı açıktır. “Büyük balığın küçük balığı yemesinin” yani toplumun büyük çoğunluğu olan fakir tabakaların varlıklarının küçük ama sömürgeci destekli zengin kesime aktarılmasının devlet koruması ve aracılığı altında yapılabilmesine karşı en büyük direncin “ahlak talebinden” yani dinlerden geleceğinin de sanırım izaha ihtiyacı yoktur. 

Dinlerin özellikle İslam’ın bu tür Müslüman toplumları sömürgeciliğe,  “Kula Kulluğa” açan uygulamalara müsaade etmesini geçin, müsamaha göstermesinin dahi kendisini imha etmesi anlamına geleceği açıktır.

Dolayısı ile bizim coğrafyamıza da Batı sömürgeciliğinin nüfuz edebilmesi, Liberalizm ve Kapitalizmin yerleşebilmesi yani kendi ilkelerini dayatabilmesi ve sömürü çarkını kendi kendine döner hale getirebilmesi için DİNİ, Ahlaki ve erdemi yapının geriletilmesi, mümkün olduğunca etkisiz kılınması gerekliydi. 

Nitekim Fazlurrahman’ın mesai arkadaşı Leonard Binder Liberal İslam kitabında bunu açıkça ifade eder: Ortadoğu’da liberal hükümetler kurabiliriz ancak yaşayamazlar. Çünkü İslami toplum yapısı buna müsait değildir. Bunun gerçekleşebilmesi için “dinin liberal yorumunun” piyasaya yaygınlaştırılması gerekir, şeklinde özetlenebilecek Müslüman coğrafyada “liberal İslam” arayışı Batı sömürgeciliği açısından -hassaten Türkiye özelinde- klavuz olarak kabul görmüş gibidir. Nitekim yoğun olarak Liberalizme uydurulmaya çalışılan -ritüeller olarak İslam’a benzeyen- bir dinin propagandası uzun süredir bu topraklarda yapılmaktadır kanaatindeyiz. 

Hülasası şu: Eğer şer’i (ahlaka dayalı) HUKUK, geriletilebilir ve AHLAK’i (ar, namus, şeref, iffet, helal, haram, mahrem vs. gibi) değer ve ilkelerin toplumu şekillendirmesi engellenebilirse ahalinin çoğu “içgüdüsel olarak hayvanlar gibi” güce, güçlüye ve menfaate tapındığından kısa sürede Batı sömürgeciliğine karşı direnç alanları dağılacaktır. 

Türkiye’de olmakta olan da budur. Ahlaki zemini koruyan kanunlar bertaraf edilip AHLAKSIZLIĞIN getirdiği fırsatlarla, para ve güç biriktirme imkânı ve “sorumsuz şehvet” fırsatı arttıkça AHLAKİ zeminde kalmak zorlaşmış ve toplum kendini LİBERAL kanunlara uydurmaya başlamıştır. 

(Zinanın kanunlarla serbest bırakılması ile başlayan sürecin, nikâhın, kadınlar için suiistimale açık, kolay ulaşılabilecek bir ödül, bir tehdit aracına; erkekler için çok riskli bir tuzağa dönüştürülmesi ile toplum genelinde erkeklerin evlilik yerine çok daha kolay, risksiz ve güvenli hale getirilmiş olan zinakâr ilişkilere yönelmesi/yönlendirilmesi gibi. 

Ev içinde “aile içi tecavüz” ithamı ile hapsi boylama ihtimaline karşı, escort kiralamanın ya da evlilik umudu ile bekletilen bir bayanla arada bir buluşmanın çok daha mantıklı olması gibi. 

Emek verip, yorulup, riske girip, vergi, harç ve sigortalarla uğraşıp, devletle, belediye ile maliyecilerle, müşterilerle boğuşmak yerine parayı FAİZE vermenin ya da kiracı kullar edinmenin cazibesinin bir müddet sonra dindar kesimi de büyüsü altına alaması gibi) 

Dikkat edilirse süreç, kanunlarla helal ve Ahlaklı olanın önünün kesilmesi ile başlıyor, Liberal ekonominin girmesi ile değil, kanaatindeyiz. 

2-Gecikme niye? 

Yazıda üzerinde düşünülmeyi hak ettiğini düşündüğümüz ancak yazarın cevap vermeden geçiştirdiği bir cümle var: Yazarın, ‘biraz bir gecikme ile’ Türkiye toplumu da ahlaki ve dini çözülme sürecine girmiştir” tespitindeki “o gecikmeye” sebep olan neydi? 

Yani 1980’lerde başlayan liberalleşme sürecinde Türkiye’nin Dinden, ahlaktan, erdemden ümidi olan %55-65’lik kesimi neden 2008’lerden sonra hızla erimeye başladı? Kitleler neden -dindar olmasalar bile- “İslam’ı Ümit” olarak görmekten vazgeçip artık kendilerini İslam’a izafe etmekten kaçınmaya başladılar? Neden kendini DİNSİZ olarak tanımlayan kesim, 2008’lere kadar %2’leri aşamamışken 15 senelik kısa bir süre zarfında kendini 4’e katlayıp 2025’te %8’lere çıktı? 

2008’lere kadar liberalleşme sürecine direnen neydi? Ne oldu da direnç kırıldı? 
(Nasip olursa devam edeceğiz.) 

Ahmet Hakan Çakıcı
Muharrem 1447 / ALANYA



[1] https://www.indyturk.com/node/761622/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/t%C3%BCrkiye-dinsizle%C5%9Fiyor-mu


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder