HAMAS’tan bize de hisse düşer mi?

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 27 Ağu 2024 0 yorum

Sanırım Terry Eagleton’dı, “Bugünün insanının bilmek diye bir sorunu yok. O, bilmesi gereken hemen her şeyi biliyor. Onun daha çok bilmeye değil, bildiği o kelimeleri yeniden Peygamberi bir edayla dizmeye ve kitleleri ikna edebilecek hâle getirmeye ihtiyacı var.” diyen.

Sanırım haklı; bilmenin bu kadar yüke dönüştüğü, anlamını yitirdiği bir çağın daha önce yaşanıldığını sanmıyorum. Zira bilgi artık açmaktan çok örtüyor, genişletmekten çok daraltıyor, göstermekten çok bulandırıyor. Kitleler adeta usulsüz ve disiplinsiz bir heyelan, bir sel hâlinde üzerlerine gelen bilgi yığınının altında kaldılar. Bu onları felç ediyor, hareketsiz kılıyor.

Bu cümleyi açıp konuya girebilmek için Arnold Joseph Toynbee’den bir alıntı yapalım, özetle ve mealen: “Sahip olunan imkânlar göz önüne alındığında, ulaşılan hedeflerin büyüklüğü hesaplandığında ve bu hedeflere ulaşma süresi fark edildiğinde, insanlık tarihinde Muhammed’le karşılaştırılabilecek, ‘Bu mu yoksa diğeri mi daha büyük iş başardı’ denilebilecek ikinci bir aday çıkaramayız.”

Gerçekten de babasız bir yetimin, dünyanın gerek maddi gerek insan kaynağı olarak en fakir bölgelerinden birinde, insanları etkileyebilecek hiçbir câhı, rütbesi, makamı, özel bir yeteneği olmadığı halde başlattığı “Lailahe illallah; kula, kulluk edilmeyecek!” hareketi sadece 40 senede Doğu’da Çin’e, Batı’da Pireneler’e, Kuzey’de Kazan’a, Güney’de Madagaskar’a kadar ulaştı. Üstelik estirdiği rüzgâr, Orta Asya Türki hareketlerinde olduğu gibi 30-40 yıl esip sonra dinen bir fırtına da olmadı. Hâlâ diri ve esmeye devam ediyor.

Kitap (Kur’an) bizim elimizde de var, O’nun sahabesine söylediği hemen her sözün kaydı da düşüldü.

Hz. Peygamber’in bildiği ama bizim bilmediğimiz, O’nun insanlara söylediği ama bizim söylemediğimiz ne var? O’nun bunca etkili olmasına bizim bilmediğimiz, hangi “bilgi” sebep oldu? Nasıl ikna etti kalabalıkları? Niçin her cinsten yenilmişler, kaybetmişler, tutunamayanlar, garipler, yetimler fevç fevç çağrısına koştu? Nasıl oldu da O’nun anlattıkları insanlar için 1400 sene sonra bile hâlâ ümit olmaya devam ediyor da aynı kelimeleri kullanan bizlere burun büküyorlar?

HAMAS’A Saygı Duruşu

Yüzyıllık Yanılgı[1] ismini verdiğimiz bir önceki makalemizde iki milyarı bulan nüfusları ile Müslüman kitlelerin 150-170 yıllık yenilmişlik hâline getirmeye çalıştıkları çözümlerden edindikleri  “başarı ile ulaştıkları başarısızlığı” konu edinmiş ve Filistin’deki hareketin Müslümanlar için, içine düştükleri “esareti artıran kısır döngüden” kurtuluş için bir çıkış kapısını işaret ediyor olabileceğinden bahsetmiştik.

Ateistinden, deistinden, Hristiyan’ından Yahudi’sine kadar hatta eşcinsellerine kadar milyonlarca Batılı-Doğulu-Kuzeyli-Güneyli insanın bazen kariyerlerine, maddi imkânlarına, eğitimlerine mal olma tehlikesi taşısa da Filistinliler ve HAMAS’la kendilerini özdeşleştirmeye çalıştıklarını gördük.

Sanırım sadece gördükleri korkunç zulüm ve modern dünyanın onları katliama terk edişleri karşısında coşan merhamet duyguları değildi kitleleri etkileyen. Zira modern çağ katliamlar çağıdır. Tüm insanlık tarihindeki katliamların toplamından kat be kat fazlasını sadece son 80 senede yaşadı dünya. Sovyetler, Çin, Kafkaslar, Kırım, Holokost, Kore, Vietnam, Afganistan, Irak, Namibya, Ruanda, Libya, Cezayir, Tunus, Nijerya, Hocalı, Halepçe, Andican, Bosna diye say say bitmeyen hemen her birinde binlerce hatta MİLYONLARCA insanın katledildiği katliamlara şahit oldu bu yüzyıl. Ancak dünya, hiçbirini 7 Ekim sonrası Filistin’i karşıladığı gibi de karşılamadı. Adeta onların karşısında saygı duruşuna geçtiler.

Sanırım saygı duruşu -modern, çağdaş insanın kaybettiği- “insanı insan kılan hasletlere ve izzetli duruşa” karşı idi.

Filistinlilerin dünya hayatına tamah etmeyişleri, ölümün üzerine gülerek gidişleri, dişine kadar silahlanmış, elektronik cihazlarla donatılmış bir ordunun üzerine terlikleri ile koşuşları, onca çaresizliğin içinde boyun eğmeyişleri, paylaşmaya, aileye, akrabalığa, dostluğa, kardeşliğe, fedakârlığa, sabra, sadakate, vefaya, tevekküle ve Tanrı’ya hâlâ inanabiliyor olmaları etkiliyordu bu insanları. Kitleler, modern insanın uzun zaman önce kaybettiği, bu yüzden görünce burnunun direğini sızlatan iNSANİ değerler için ayağa kalkmışlardı.

Bu erdemli duruş, bu insani hasletler VAHYİ kaybedince HAKKI; HAKKANİYETİ, ADALETİ arayan ancak buna ulaşmak için elinde bir kılavuz olmayan modern dünya için büyüleyiciydi sanırım. Yani kendilerinin KÖTÜ taklidi Batı’nın yerli müsveddelerine değil, ORJİNAL İNSANİLİĞE hayranlık duymuşlardı kanaatindeyim.

Sadece Modern dünyaya değil belki de aldığı büyük yenilgi sonrasında bir türlü kendine gelemeyen, iç çekişmeler ve  sari bir hastalık olarak “tevhidin” yerini alarak her yere bulaşan tekfir ile kendi kendini yiyerek zamanın dışına düşen ve koca bir yüz yılı bomboş geçiren Müslüman dünyaya da içine düştüğü fasid daireden çıkabileceği kapıyı işaret ediyor olabilir Filistin. 

Şöyle ki,

Filistinlilerin, son yüzyılın belki de en aleni, en göz önünde ve en uzun süreli katliamlarını, en büyük soykırımlarını yaşamış, bu büyük ve ardı gelmeyen zulmü yaşarken kendi kardeşleri, dindaşları, kavmi ve yöneticileri tarafından defalarca ve defalarca ihanete uğramış, hainlik görmüş, yalnız bırakılmış bir topluluk olmaları hemen herkesin malumu.

Gördükleri onca ihanete nasıl cevap verdiler? 

Mesela 7 Ekim’den hemen önce Türkiye’ye gelen Ebu Merzuk liderliğindeki bir heyet Türkiye ile İsrail arasında yapılan Gazze Gazı anlaşmasına “Farkında mısınız, bizim gazımızı satmaya çalışıyorsunuz” diyerek itiraz etmişti. Gayri resmi yoldan Hamas Heyetine ulaşan bir Türk yetkilinin, “Biz İsraillilerle anlaşırsak size de bir şeyler düşer ama İsrail Güney Rum Kesimi ile anlaşırsa size hiçbir şey vermezler” diye aba altından sopa gösterdiği rivayet edilmişti.

Bunun karşısında Hamas’ın nasıl bir açıklaması oldu? Türkiye’nin ipliğini pazara çıkarmak, Türk yöneticileri ve Türkiye’yi milletin önünde rezil etmek için ne yaptı?

Ya da Suudi Arabistan, İslam Konferansı örgütü toplanmadan hemen önce “Petrol kartını asla kullanmayacağız” dediğinde Türkiye’nin de ona destek verip “İsrail aleyhine olabilecek hiçbir yaptırımın içinde olmayacağız” deyip birlikte İslam Konferansı Örgütünün girişimini kafadan sabote etmeleri karşısında ne dediler?

Ya Mısır’ın Filistin’e destek verenleri tutuklayıp hapse atması karşısında ne yaptılar?

Filistin için parmaklarını oynatmadıkları halde, İran füzeleri İsrail’e giderken İsrail’i korumak için Patriot sistemlerini devreye sokan Ürdün’e, radarlarını devreye sokan Suudi Arabistan’a, Kürecik Üssünden İsrail açıklarında bekleyen NATO gemilerine bilgi taşıyan Türkiye’ye ne dediler?

Husiler, Kızıldeniz’i İsrail ticaret gemilerine kapattıklarında İsrail’e karadan ve denizden alternatif ikmal yolları yol açan Suudilere, BAE’ye, Mısır’a, Ürdün’e, Türkiye’ye ne tavır aldılar?

Hemen hemen hepsine şu kısa cümlede özetlenebilecek cevabı verdiler: “Biz o ülkelerin insanlarının bizim kardeşlerimiz olduğunu, bizim için içlerinin kan ağladığını, çaresiz kaldıklarını biliyoruz. Kahrolsun İsrail ve Amerika.”

Yani, DÜŞMANI şaşırmadılar. Asla Emperyalizmin bir başka yenilmişi, bir başka kaybetmişi, bir başka kuklayı onların önüne düşman olarak koymasına müsaade etmediler.

Aleni ve içerden ihaneti de aynı olgunluk ve kemalat ile karşılamayı başarıp her seferinde yönlerini bulup “Kahrolsun İsrail” demeyi başardılar.

Mesela Filistin yönetiminin başkanı Mahmud Abbas gibi, ABD v e İsrail’in desteğini gizleme ihtiyacı hissetmediği biri "
İsrail'in tam güvenlik elde etme hakkı vardır ve bu bizim görevimiz[2]" diyerek İsrail’in katliamlarını meşrulaştırıp Hamas ve İslami Cihad’ın sırtına hançeri saplamaya kalktığında da -Abbas’ın şahsını hedef almayıp- “Kahrolsun İsrail” cevabını verebildiler.

Katliam sonrası Gazze’nin başına İsrail’in yönetici olarak atayacağı duyurulan, Türkiye’nin bile “15 Temmuz darbe girişiminde adı geçtiği” için arama kararı çıkardığı[3] Dahlan gibi biri için dahi duruşlarını bozmadılar.

Biz savaşıyoruz felancılar tespih çekiyor, falancalar modernist takılıyor, filancılar hainlerle görüşüyor, fulancılar yatlarda geziyor, fülancalar şirk içinde, folancalar bidat içinde geyiklerine hiç girmediler. Asaletle İŞLERİNİ yaptılar.

Hatırlıyor musunuz, Nuseyrat Kampına yapılan İsrail saldırısında 270 kişi şehid edilmişti de Batı medyası ve liderleri KATLİAMI bir başarı Hikâyesi olarak sunmuşlardı. O sırada Filistinli liderlerin birine sorulan fitne dolu bir soru vardı: “İsrail’in yaptığı baskın ve rehineleri kurtarması içerden bir sızıntı olduğunu göstermiyor mu”?

Yetkili hüzün içinde cevaplamıştı soruyu: “Kim bilir zavallıya ne çok işkence etmişlerdir?”

Ne kadar anlamaya çalışan, ne kadar içerden ne kadar merhametli ne kadar fitneye gelmeyen ne kadar da HEMHÂL olabilen bir cevap!

Bunun Hz. peygamber’de de mesnedi var: Hz. Peygamber’e (sav) atfedilen rivayette Hz. Peygamber Mekke’nin fethi için ordu ile yola çıkar. Ancak yönünü ve hedefini belli etmeme niyetindedir ve bu nedenle Mekke’nin ters kapısından orduyu çıkarır. Konakladıkları bir menzilde Hz. Ali’yi (ra) çağırarak ona “Filan yere git. Orada bir kadın bulacaksın. Onda bir mektup var, onu alıver.” der.

Hz. Ali menzile varınca kadını bulur ve kadından mektubu ister. Kadın inkâr eder. Hz. Ali kadının eşyalarından da mektubu çıkarmayınca geri döner. Yolda, “Hz. Peygamber diyorsa bu kadında mutlaka bir şey var” diyerek kadını yeniden bulur ve “Ya sendekini bana verirsin ya da onun yerine seni Hz. Peygamber’e götürürüm.” der.  Durumun ciddiyetini anlayan kadın, saç örgülerinin arasından bir mektup çıkarıp verir Hz Ali’ye.

Mektup Bedir Ashabından bir sahabeye aittir ve Mekke müşriklerine Hz. Peygamber’in harekâtı ile ilgili bilgiler vermektedir. Olay modern tabirle tam da bir casusluk işidir yani. Durumu anlayan sahabe Resulullah’tan şahsı öldürmek için izin ister. Hz. Resul “Hele durun, meseleyi anlayalım” diyerek onları buldurur.

Şahıs “Ya Resulullah, hepinizin Mekke’de birileri var ve akrabalarınızı onlara himaye ettiriyorsunuz. Ben çocuklarımı himaye etmesi için kimseyi bulamadım. Mekkeliler orduyu karşılarında görünce öfkelerini benim çocuklarımdan çıkaracaklar diye korktum. Eğer onlara bilgi verirsem benimkilere de dokunmazlar diye ümit ettim.” deyince Resulullah “Bizdeymiş kusur, senin halini düşünememişiz.” diyerek şahsı bırakır.

Nitekim UHUD Harbi’nde de görevlerini ihmal ederek, emre karşı gelerek, ganimet derdine düşerek yerlerini terk ederek içlerinde Mekke’de yetişen ana kadrodan çok önemli isimlerin de bulunduğu 73 sahabenin şehid olmasına sebep olanlar için inen ayette “Sakın onlara sert davranma. Eğer onlara sert davranırsan çevrenden dağılıp giderler”[4] denilmesi aynı tutumun HAK katından delili olarak düşünülemez mi?

Dikkat edilirse hata kusur arama, intikam arama, açık arayıp laf sokma ya da şişirme gibi kişilik zaaflarından mustarip olmayan KENDİNE güvenli, EGO ve Kibre fırsat vermeyen bir duruş bu.

Yahya Sinvar’ın  "Bugün inisiyatif almayan yarın pişman olur. Önce gidip doğruyu söyleyene itibar edilir. Kimsenin sizi iç çekişmelerin, çatışmaların ve kavgaların meydanlarına geri götürmesine izin vermeyin. Faşizm tehdidi başımızın üstündeyken buna vaktimiz yok."[5] demesi de pekala aynı tutumun 1400 sene sonraki devamı olarak düşünülebilir.

Bahsettiğimiz konu BİLİNMEYEN bir konu değil. Bilinen ancak uygulamaya geldiğinde sürekli ERTELENEN bir konu bu. Sabahlara kadar süren sohbetlerde, konferanslarda, sempozyumlarda, nutuklarda, her Cuma hutbesinde işlenen ancak ayağa kalkıldığında yapılması, hayata geçirilmesi çok zor olan bir şeyi yapıyor HAMAS.

Her türlü ihanete ve hainliğe rağmen DÜŞMANINI şaşırmıyor, aldatmalara kanmıyor, kibrinin kısa vadeli okşanmasının vereceği zevke aldanmıyor ve ASLA bir başka kaybetmişi silahının da kelimelerinin de hedefine oturtmuyor.

Sonsöz olarak:

Filistin bize çok bilgi biriktirmenin değil, bildiği kelimelerle uyumlu bir hayatı ortaya koymanın kıymetli olduğunu; bu işin çokbilmiş kibirli gevezelerin değil -az da olsa- ilmi ile amil insanların işi olduğunu, bu yolun ancak dilinin tarif ettiği yol ile üzerine yürüdüğü yolun menzili / hedefi aynı olan insanların yolu olduğunu, diğerlerinin birer baş ağrısından, boş gürültülerden ibaret olduğunu hatırlatıyor.

Yani insanları ikna eden kelimeler ya da kelimelerdeki mantık örgüsü veya derinlik değil; O kelimelerin, o ağza yakışmasıdır, o kelimler ile o insanın hâli arasındaki ahenktir, diyor.

Zira dil kendinde olmayanı satar, kelimeler taklid edilebilir lakin HÂL ve ruh taklid edilemiyor. İnsanları hayran bırakan da o ruhtur, o hâldir diyor. 

ZEYL: Elbette ki böylesi ASİL bir duruşun dünya üzerinde etkileri olacak. Şimdiden Batılı yazarlar arasında “7 Ekim’in Afrika’daki gençlik hareketleri üzerine etkisi” üzerine kafa yoran bir yazıya bile rastladım.

Peki, bunun Türkiye’ye yansıması ne olur?

Eğer bir gün bu kabileci ve buram buram KİBİR kokan ilkel dili aşabilirsek, eğer tasavvufisinden gelenekselcisine, mealcisinden, modernistine hatta deistine ateistine tüm MAZLUMLARI tüm kaybetmişleri tüm garipleri sahiplenen bir dil geliştirebilirsek, eğer kendimizi ve Hizbimizi yüceltmekten vaz geçer, HAKKI yüceltmeyi tercih edebilecek bir dili inşa edebilirsek Türkiye’deki İslami hareketin de bir geleceği olabilir.

Eğer bunu başaramaz, bedeviliğimize ve köylülüğümüze sarılıp kendimizi yüceltmeye devam edersek, 7 Ekim sonrası bu coğrafyada parlayabilecek hareketler daha önceki binlercesinde olduğu gibi saman alevi gibi sönüp gidecektir.

                                                                                                                                                                  Ahmet Hakan Çakıcı 
                                                                                                                                                                        Muharrem 1446

Zeyl: Bu yazı Hertaraf haber sitesinde Hamas'tan Bize de Hisse Düşer mi? başlığı ile yayınlanmıştır


[1] https://www.hertaraf.com/koseyazisi-ahmet-hakan-cakici-yuzyillik-yanilgi-4192
[2] https://www.gzt.com/mecra/filistin-devlet-baskani-abbas-israilin-tam-guvenlik-hakki-var-3786259
[3] https://www.trthaber.com/haber/dunya/turkiyenin-aradigi-isim-muhammed-dahlan-444708.html
[4] Ali-i İmran 159: Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın, yoksa kaba ve katı yürekli olsaydın mutlaka yanından ayrılıp giderlerdi. Bağışla onları, yarlıganmalarını dile onların, iş hususunda danış onlarla. Fakat işe girişmeyi de kurdun mu dayan Allah'a. Şüphe yok ki Allah, dayananları sever.
[5] https://www.middleeasteye.net/opinion/gaza-war-hamas-lured-israel-lethal-trap-how


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder