"Kendi ayakların üzerinde dur. Kocana Muhtaç olma" diye başlamışlardı..., "Hem eğlen hem para kazan. Para karşılığı seks (fahişelik) iyidir?" diye devam ediyorlar.
Özgürlük dedikleri bizim kızlarımızın (FAHİŞELİK) yapma özgürlüğü müydü acaba?
Muhtemelen bundan ibaret değildir ama tanımın bunu da içerdiği kesin sanırım.
Daha birkaç sene evvel uyandırılan Bursa Mevlevihanesinin iki katı da tıklım tıklım dolmuş, gözler pür dikkat mi'râc-hanların üzerinde toplanmıştı. Arka taraflarda bir yer bulup halının üzerine bağdaş kurup oturduğumuzda mi'râc-hanlar;
Dil dil olmuş kalbi dil-şâd eyleriz ‘
Kendimizden bir alıntı yapalım sonra konuya girelim.
Kadınlı erkekli hastalar üzerlerindeki ameliyat gömleği ile "ÜRYAN" anjiyo sırası bekliyorlar.
Yer Bursa’nın en büyük hastanelerinden birinin Yoğun Bakım Ünitesi[1]:
Biri kadın biri erkek, iki hasta bakıcı geliyor.
Anjiyo için kasık temizliği yapacaklar.
Biri teyzenin bir bacağına, diğeri, diğer bacağına yapışıyor.
75 yaşında ömrü boyunca kocası hariç kimseye saçının telini göstermemiş teyze yalvarıyor.
- - "Lütfen kadın personel... Lütfen...
Türkiye Henüz Dinsizleşmedi[1] -1
KONDA’nın Türkiye’de dindarlık üzerine yapmış olduğu bir araştırma üzerine Dr. Bülent Güven Beyin yazdığı yazıdan bir alıntı bu. Müsaadenizle konuya girmeden önce yazıyı özetleyelim.
Anketin 2008'de kendini DİNDAR tanımlayan insan sayısının yüzde 55’ten, 2025'te yüzde 46'ya gerilediğine, buna karşılık, kendine "ateist ve inançsız" diyenlerinin oranının yüzde 2'den yüzde 8'e yükseldiğine işaret ettiğini söylüyor.
İşte böyle...
Dünya hayatı tıpkı bir zeytinyağı sıkma presi
altındaymış gibi baskı altında; Tortu ile yağ ayrılır. Tortu çöpe atılır, yağ
kabın içinde kalır.
Baskı ve stres altında olmak kaçınılmazdır, her daim
vardır. Mesela savaşlar, açlık, yokluk, enflasyon, fakirlik, ölüm, tecavüz,
açgözlülük ...
Bu baskılar altındayken sürekli homurdanan ve şunu
söyleyen insanlar gördük: "Bu mu Hristiyanlık? Ne kadar da kötü şeyler
getirdi başımıza!"
Böyle bağırır çöpe doğru giden YAĞDAN kalan posa;
renkleri siyahtır çünkü küfrederler; çünkü ihtişamları yoktur. Yağın ise hem
ihtişamı hem asaleti vardır.
Bu dünyada başka bir tür insan daha vardır; Onları
posadan ayıran duru bir yağa dönüştüren bizzat o baskılar, o belalar ve
sıkıntılar olmasın? (Augustine)
Karl Löwith, Tarihte Anlam, Sunuş yazısı
Sadığı, mü'mini, kaliteliyi fırsatçı uyanık, münafık, sahtekârdan ayıran katlandıkları
sıkıntılar, dertler, BELALARDIR, diyor sanırım. (Derdim Bana Derman İmiş
–Niyazi Mısri)
Abdurrahman Arslan Bey'den işittiğimiz bu eserden biz çok istifade ettik. Ümid ederim muhatabına faydası olur.
Malumunuz;
Birkaç gün önce haber sitelerine Aile Bakanlığı'nın yayınladığı bir genelgenin
haberi düştü.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının 2 Mayıs’ta bakanlık bünyesindeki müdürlük
ve daire başkanlıklarına gönderdiği genelgede “Toplumsal Cinsiyet”, “LGBT”, “Cinsel
Yönelim” kavramlarının kullanılmaması isteniyordu[1]. Buna gerekçe olarak bu
kavramların “aile kurumuna ve nesillere zarar vermesi” gösterilmişti.
Muhtemelen bu ideolojiyi toplumlara dayatanların DİLDEKİ oynamalardan bekledikleri tam da budur: Yani toplumsal yapıyı tam kontrol ve bu kontrolün üzerine inşa edilmiş iktidar[2].
Doğu insanına has incelikli bir nezaket ve o nezaketle nasıl bir arada olduğunu çözemediğim kaba bir teklifsizlik vardı üzerinde. Daha hoş geldin faslı bitmeden çevrede oturan bizlere “Boş boş konuşmayın, susun ve dinleyin!” demek isteyen bir ses tonu ile neredeyse bağıra bağıra: “Üstad” dedi “Sizden istifade etmeye geldik. İki kelime olsun bize nasihat et!”
Ancak yaklaşık iki saati bulan sohbet sırasında üstad dediği beyefendiye düşen konuşma fırsatı on dakikayı bile bulmadı. Konudan konuya, meseleden meseleye atlıyor. Soru sorup cevabını beklemeden büyük çoğunluğuna TV’lerde sık rast geldiğimiz, hepsi birbirine benzer propaganda cümlelerini ardı ardına diziyor ve sık sık “Sizin huzurunuzda bize laf düşmez ama…” demeyi de ihmal etmiyordu.
Pedofiliyi hatta ensesti[3]
topluma kabul ettirme, bu sapkın eylemleri normal bir fiilmiş gibi tanımlayarak
suç kapsamından çıkarma çabalarından bahsediyorum.
Bu tür şahısları manyak, sapık ya da psikolojik sorunları olan tipler diye tanımlayıp konuyu hemen kapatabiliriz. Ancak böyle yapmamız konunun “bugüne has” kimliğini ve yeni kimliği ile bizim de üzerimize çöreklenmesini engelleyemeyecek. Zira sorun, tüm rezilliği ve can yakıcılığı ile YOLA çıktı, geliyor. Hatta belki, geldi de, bizim kapıyı çaldığını duyabilecek cesareti göstermemizi bekliyor.
Yanıtım şöyle olmuştu: "Bir zamanlar zihni özgürleştirdiği düşünülen" 19. Yüzyıl sosyal bilimlerinin varsayımları, "bugün toplumsal dünyanın faydalı bir şekilde analiz edilmesinin önündeki merkezi entelektüel engeller olarak işlev görüyor."
Bugün 21. Yüzyıla geldik bu engeller olduğu gibi hala önümüzde duruyor.
İmmanuel Wallerstein, Sosyal Bilimleri Düşünmemek, s:7
Sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tarih, iktisat, siyaset bilimleri BATININ sömürgecilik döneminin izlerini taşır. Ön kabulleri BATININ üstünlüğü yani FAŞİZMdir. Irkçıdırlar. Diğer kavimleri gelişmemiş, gelişmekte olan, az gelişmiş gibi sınıflara ayırmış ve bunları mutlak değerler olarak kabul etmişlerdir. İLERLEMECİLİK ideolojisi onun amentüsüdür. Kapitalist Teoriye, PARA ve güce tapınırlar.
Bu düşünce akımları bunlar gibi ARIZALI ve sorgulanmamış temeller üzerine kurulmuşlardır.
(Muhterem Mustafa Kara Bey’e)
Ellerine yakışmayan çekiç ve önlerinde yığılmış bir sürü paslı çivi ile hayalini kurdukları yerden çok farklı bir yerdeymiş gibiydiler.
Sanırım kafalarındaki soru,
“İyi bir mutasavvıf, iyi bir Müslüman, iyi bir insan olmanın paslı çivi
düzeltmekle ne alakası var?” sorusuydu.
Beyefendi, tamir ya da ihya ederken tarihi yapılardan sökmek zorunda kaldığı alattan mümkün olanları kendi yerlerine iade etmeye özellikle dikkat eder. Öyle ki, zaman içinde güneşin, yağmurun ya da insanların verdiği zarar ile duvarlardan dökülmüş sıva parçalarını bile toplar yeni harcın içine katarak, duvardaki yerine iade etmeye çalışır. Bu durumdan paslı çiviler de istisna değildir. Döşeme, kapı, pencere, tırabzan gibi ahşap aksam sökülürken çevreye dağılan eğri büğrü paslı çiviler, bir keserin tersi ile açığa çıkarılıp, keserin orta yerindeki olukta başından sıkıştırılarak ahşap aksamın üzerinden toplanan çivilerle bir yere ayrılırlar.
Teslim mi oluyorsunuz?
Kalmadı mı hiç bir ümit?
Konuya girebilmek için uzun bir girişe ihtiyaç duyuyorum. Müsaadenizle…
Anadolu ve ön Asya’nın BATI ile olan ölümüne, boğaz boğaza mücadelesi, sanırım son
2000 senelik dünya tarihin en önemli ve hiç gündemden düşmemiş başlığıdır. Batı
adına Doğunun yağması, Doğu adına bu yağmaya karşı konulması.
Batı ve Kuzey Avrupa’nın güneşi kıt, çürük, küflü, rutubetli iklimi, değerli madenlerden yoksun fakir toprakları, pazarlardan ve ticaret yollarından uzak ekonomileri sebebiyle içinde bulunduğu fakirlik adeta onu savaş ve HAYDUTLUK sanatında ustalaşmaya itmiş gibi duruyor.
(Mazid'den) 02.10.2023
Batı medeniyeti son iki yüzyılda dünyaya yalnızca teknoloji ve kapitalizmi değil, aynı zamanda -akla hayale gelmeyecek sayısız katliam aracını, ikisi patlatılmış on binlercesi patlatılamaya hazır bekleyen atom ve hidrojen bombalarını, sayısı binleri bulmuş katliamları, çevre felaketlerini, kirletilmiş suları, zehirlenmiş hava ve toprağı, devasa çöp dağlarını, Kuzey-Güney arasında korkunç boyutlara ulaşan gelir ve refah uçurumunu ve üç dünya savaşı[1] da hediye etti. Bir dördüncü dünya savaşının ayak sesleri de gümbür gümbür gelir oldu.
Buna rağmen Batı, ölüm teknolojisi ve söylem üstünlüğü ile dünya hâkimiyetini sürdürmeyi devam ettiriyor. Ancak 7 Ekim 2023 (Aksa Tufanı) sonrası süreç, bu üstünlüğü ciddi bir şekilde tehdit eder hâle geldi.
Sanırım Terry Eagleton’dı, “Bugünün insanının bilmek diye bir sorunu yok. O, bilmesi gereken hemen her şeyi biliyor. Onun daha çok bilmeye değil, bildiği o kelimeleri yeniden Peygamberi bir edayla dizmeye ve kitleleri ikna edebilecek hâle getirmeye ihtiyacı var.” diyen.
Sanırım haklı; bilmenin bu kadar yüke dönüştüğü, anlamını yitirdiği bir çağın daha önce yaşanıldığını sanmıyorum. Zira bilgi artık açmaktan çok örtüyor, genişletmekten çok daraltıyor, göstermekten çok bulandırıyor. Kitleler adeta usulsüz ve disiplinsiz bir heyelan, bir sel hâlinde üzerlerine gelen bilgi yığınının altında kaldılar. Bu onları felç ediyor, hareketsiz kılıyor.
Eğer sıfırlar 1’in önüne geliyorlarsa ne kadar çok olurlarsa olsunlar hiçbir değere isabet etmezler. Eğer sıfırlar, 1’in ardında iseler o zaman 1’le birlikte sayıları arttıkça kıymetleri de katlanır. Kitap yanlış hatırlamıyorsam sayıları neredeyse 2 milyarı bulan Müslümanların kendilerine değer katabilecek “BİR”lerinin olmadığından şikâyet ediyordu.
Aksa Tufanı Operasyonun ardından 57 tane oldukları iddia edilen Müslüman toplumların devletlerinin dünya siyaseti üzerindeki ağırlıklarının tam da bu 1’in önündeki sıfırların hükmünde olduğunu gördük.
Jean Baudrillard, Neden Hala Her şey Yok olup Gitmedi, s:1
Acayip bir cümle, anlayabildiğimiz kadarı
nasıl anlatalım bilmiyorum.
Eğer Karanlığı bilmiyorsanız AYDINLIĞI
bilemezsiniz.
Eğer soğuğu bilmiyorsanız sıcağı da
bilemezsiniz
Eğer denizin dışını bilmiyorsanız
denizin de farkına varamazsınız
Eğer ŞERRİ bilmiyorsanız, HAYIR da size
hiç bir şey ifade etmez.
Eğer Kötülük görmemmişseniz, İYİLİKten de
nasibiniz olmaz.
Eğer küfrü bilmiyorsanız İmanı da
bilmezsiniz.
Eğer HİÇ'liğe sahip çıkamazsanız
herhangi bir şeyi kıymeti de olmaz.
Elinde bir sürü şey olduğu halde farkında olmayanın elindeki her şey alınır.
Yok olmadı, anlatamadım.
***
Tekke 25- Bu Adamları
Anlamıyoruz! Başçı İbrahim Efendi
Şu, 1400 senedir keşfedilememiş ayetleri keşfetme
seanslarından birindeydi.
“Bilirsiniz” deyip önce ayeti okudu. Ardından ayetin içinde geçen kelimelerden birine ne siyakı ne de sibakı ile uyuşan acayip bir mana verdi. Hiç Arapça bilmemesine rağmen bu yöntemle keşfettiği yeni anlamı heyecanla Beyefendi’ye anlatmaya başladı.
KABALIK Devletten Bulaşıyor
Biz de kaba olan devlettir; Görgüsüzlük, nezaketsizlik hatta
gösteriş devletten halka sirayet eder.
Adliyedeyiz. Ufak bir trafik kazası için ifadelerimiz alınacak. Sert adımlarla 35-40’larda biri giriyor içeri. Diğer memurların ciddileşmesinden beklenen kişi olduğu anlaşılıyor. Kendisini bekleyenlere kendini tanıtmaya ihtiyaç hissetmeden doğrudan sorgulama işine girişiyor. Hitabeti, nezaketten ve görgüden hayli uzak. Yaşıtlarına da, babası yaşındakilere de “SEN” diye hitap ediyor. Neredeyse tüm cümleleri emir kipinde: “gel, anlat, yerine dön, yeter, çık dışarı, kes, uzatma”. Biri araya girmek istiyor, -sanki aradığı fırsat buymuş gibi- sesin tonu çıkabileceği en yüksek ve hakaretamiz tona yükseliyor. “RESMEN” ciyak ciyak bağırıyor.
