Daha birkaç sene evvel uyandırılan Bursa
Mevlevihanesinin iki katı da tıklım tıklım dolmuş, gözler pür dikkat mi'râc-hanların üzerinde toplanmıştı.
Arka taraflarda bir yer bulup halının üzerine bağdaş kurup oturduğumuzda mi'râc-hanlar;
Evvel Allah âdını yâd eyleriz
Dil dil olmuş kalbi dil-şâd eyleriz ‘
diyerek Miraciyenin ilk beytini okumaya başlamışlardı bile.
Mi’raciyye
Hazreti Peygamberin Mi’raç hadisesini
konu edinen Mi’raciyeler, 1925 tarihine yani tekkelerin kapatılma hadisesine
kadar Osmanlı coğrafyasının pek çok yerinde okutulurmuş. Cumhuriyetin ilk
yöneticilerinin okunmasına müsaade ettiği tek dini eser olması sebebi ile dini
musikimizin sığınmış olduğu Mevlid-i Şerif'in haricindeki tüm eserler gibi[2], Mi’raciyeler de (Diyanet Yetkilerinin
haricinde okuması yasaklanmıştı[3])
gaybıyete mahkûm edilmiş ve unutulmaya
yüz tutmuşlardır.
Hâlbuki Türk dinî mûsikisinde mi‘rac
ilâhileri ayrı bir grup oluşturacak kadar zengindir. Mi‘râciyye okumak özel bir
tavır kabul edildiğinden mi‘rachanlık da kendine has özel ve önemli bir tavır
olarak gelişmiştir.
Öyle ki, Beyefendi bu eseri tanımlarken,
“O kadar büyük bir zenginliğe sahiptir ki, o dönemlerde bir kişinin musiki
bilgisini Miraciyye meşk ettiniz mi?
diye sorarak tartarlarmış. Onu meşk eden, hazmedip icra edebilen kimse
musikimize vukufiyet kesbetmiş kabul edilirmiş. Hatta İstanbul kiliselerinde
zevklerini yükseltmek için papazlara dahi talim ettirildiğini işitmiştim.[4]” Der.
Tekkelerin kapatılmasından sonra bilinen
ilk mi’raciyye okumasının 12 Mayıs 1951’de Aziz Mahmud Hüdâyî Âsitânesi’nde
İsmail Gavsi Erkmenkul, Hopçuzâde Mehmet Şakir Çetiner, Hâfız Hasan Hilmi
Başaranel ve arkadaşları tarafından icra edildiği kaydedilmiştir.
Aynı heyette yer alan son mi‘râc-han
Şakir Çetiner Bey ve arkadaşları Miraç Kandili günlerinde mümkün olduğunca
düzenli olarak İstanbul’da Sünbül Efendi ve Tophane Kādirîhâne Camii’nde, Bursa’da
İbrâhim Paşa Camii’nde icra ederek mi‘râciyye okuma geleneğini 1980’lere kadar getirebilmişlerdir.
Yazılmış pek çok Miracname içinde icra ettikleri genelde Miracnamelerin en meşhuru
ve ‘şah’ eseri olarak kabul edilen İstanbul Galata Kuledibi Mevlevihanesi’nin
şeyh efendilerinden Kutbü’n-nayi (Neyzenlerin kutbu ) unvanına layık görülen[5] Nâyî Osman Dede’nin eseridir.
Dedenin Mi’raciyye’yi, Şeyh Mehmed
Nasûhî Efendi’nin ricası üzerine Üsküdar Doğancılar’daki tekkede okunması için insanı
hayrete düşürebilecek kadar kısa bir sürede kaleme aldığı rivayet edilir.
1888 yılından itibaren Safiye Hanımın
vakfiye etmesi ile her sene Bursa Mahkeme Hamamı Camii’nde de (İbrahim Paşa
Camii) irad olunmaya başlanan Mi’raciyyenin, -Vakfiyenin senedi gereği- eserde
geçen Hz Paygamber’e Miraç’ta süt verildiği rivayetini konu edinen
Bir tabakla geldi üç kâse
anâ
Biri hamr ü biri süt birisi mâ
Didi Cibrîl 'Eyle birin
ihtiyâr
Böyledir emr-i Hüda ey bahtiyâr'
Hikmeten ol sûret ü ma'nâ-hüner
Nûş edip süt, kılmadı hamre nazar
Hamd edip Cibrîl didi "Ey azîz
Hamdülillâh eyledin kârın temiz
Hamri nûş etseydin ey hikmet-güzîn
Cümle fâsık olur idi mü'minîn
beyitlerinin okunması esnasında
misafirlere süt dağıtımı yapılması gerekirmiş. Tekkelerin kapatılıp Vakıf
Mallarına el konulması ile bu gelenek de unutulup gitmiş.
1958-60’lar gibi Beyefendinin özellikle
amcası Ziya Eşrefoğlu Bey ve ahbapları İstanbul’dan Bursa’daki dergâha gelerek
Miraç gecesinin sene-i devriyelerinde bu geleneği ihya etmek istemişler.
Erken yaşlarında bu meclislerin içinde
yer alan Safiyüddin Erhan Bey’de amcasının ve arkadaşlarının uyandırdığı Miraciye
okuma geleneğini devam ettirmek ve Safiyye hanımın vasiyetini ihya etmek için
birkaç gönüldaşı ile harekete geçmiş. O meclislerden elinde bulunan 1700'lü
yıllardan bugünlere ulaşan üslubun son icralarının ses kayıtlarını Tanburi
Cüneyt Bayraktar Bey’e dinleterek, meşk geleneğinin son temsilcilerinden
Hubcuzade Şakir Çetiner'in okuduğu tavırda notaya alınmasına vesile olmuş.
O Zevk
Kalmadı
Ancak güftesi yüksek bir dille kaleme
alınmış Miraciye ne yazık ki bugünün kulaklarına çok yabancı geldi.
“ZAKİR” olarak değil de bir “TV veya
sinema seyircisi” gibi eyleme dâhil olmadan, manasına nüfuz etmeden zikri
dışardan “seyreden”, olaya “seyirci olan” misafirlerin, her mısranın
nihayetinde söylenmesi adet edinilmiş “sallû aleyh” ibaresini dahi beraberce
söyleyebilmeleri mümkün olamadı.
Nitekim icraya girişildiğinde tıklım
tıklım olan salon bir saat geçmeden boşaldı.
Bugünün zevklerine uymayan makamı ile,
kulaklarına alışılmamış ve yabancı gelince misafirler, vakit kaybetmek istememiş
olmalılar ki, meşk dinlemeyi ve Mevlevihaneyi terk ettiler. İcranın sonlarına
doğru Beyefendi ve işe emek verenler salonda neredeyse birbirleri ile baş başa
kalıverdiler.
Öfkelenmişti Beyefendi, “Madem işiniz
vardı niye geldiniz? Madem geldiniz neden verilen emeğe hürmet etmiyorsunuz?
Hadi bizim ve mi’rachanların hatırı yok, Allah Resulü’nün de mi üzerinizde bir
saatlik hatırı yok! Onu anlatıyor, onu meth ediyor yahu!” diye geriye kalan üç beş kişiye
söylenivermişti.
Anlamadığı ya da tercih etmediği bir konu bile olsa “bu insanlar bu kadar çalışmışlar, emek verip masraf etmişler, bir ücret ya da menfaat karşılığı olmadan beni ağırlamak için rahatlarından olmuşlar” deyip verilen “emeğe ve salih niyete” hürmeten, hazırlanan programı sonuna kadar sabırla dinlemek de yüksek bir ahlak gerektiriyor.
Gözlerinin önünde icra edilen,
kulaklarının işittiği, ellerini uzatsalar dokunabilecekleri emekleri takdir
edemeyenlerin, kıymeti takdir edemese de hiç değilse “gayrete” saygı gösteremeyenlerin,
hiç görmedikleri, işitmedikleri, dokunmadıkları bir Peygamberin eylemlerini anlamasını,
takdir ve takip etmesini beklemek beyhude değil midir?
Sıra dışı, kaliteli, ortalamayı aşan
işlerin tamamı vasati halkın beğenisini aşan işler değil midir? Pek çok
toplumda “deha” düzeyindeki insanlara sorunlu, uyumsuz, aksi, ahmak, deli gözü
ile bakılmaz mı?
Eğer toplum kendini aşan işlere, değerlere, kaliteye, zevke, ilme, âlime saygı
ve hürmet göstermez, onlara değer vermezse yüksek işlerin, yüksek zekâların,
yüksek sanatların o toplumda yetişmesi yetişse bile konaklaması mümkün olur
mu?
Âlimleri
bile şehevi bir ZEVK alma maksadı ile dinliyor günümüz insanı.
“Sizi dinlerken çok zevk aldım” diyor. Hâlbuki
ilim çevredekilere ZEVK vermek onların nefsi arzularını tatmin etmek ya da şehevi
bir hazza ulaştırmak için değil, istifade etsinler diye verilir. İlim sabır,
sıkıntı, meşakkat, tekrarlar, azim ve fedakârlıklar ile elde edilir; şehevi
veya nefsi arzuları tatmin ederek değil. Dünyevi bir zevke endekslenmiş ilim
olamaz. İnsanlara böylesi zevkler vermeye çalışanlara âlim değil; ancak palyaço,
komedyen ya da stanupçı gibi isimler verilebilir.
Ne yazık ki, “kendi” rahatını, konforunu KUTSAL bilen, arzularını tatmin etmeyi ya da zevk almayı sapkın bir takıntı haline getiren modern insan, böylesi yüksek ahlak ve nezaket için gerekli olan sabra ve fedakârlık hissine sahip değil.
Söylenmeye devam etti Beyefendi: “Miraciyye'nin sanat değeri ile kendimizi
hazırlarsak daha büyük bir aşkla Efendimizin Miraç'ındaki sırra daha kolay
yaklaşırız. Ancak Miraciyye'yi yaymak için evvela onu hazmedecek dört okka
insanlara ihtiyacımız var.”
İşte galiba sorun da bu; o DÖRT okka
insanlar artık yok…
Sonsöz
“Anlamıyoruz diyorlar; dinlemeyen neyi
anlamış ki bu yüksek dili anlasın?” diye kendi kendine söylenmeye devam etti
beyefendi.
Derleyen: Ahmet Hakan Çakıcı
Muharrem 1447/ ALANYA
Zeyl: Yazıyı tashih etme lütfunda bulunan Zeynep Hanım, “Miraciye icrası bir musiki konseri değildir. Bu, bir milletin kalbinin sesi, bir aşkın zikri, Resûl'e olan özlemin yakarışıdır. Bugün Batı’nın cazibesine kapılıp kendi değerlerine kulaklarını tıkayan insanımız, yalnızca bir sanattan değil, kendi kökünden, kendi ruhundan da uzaklaşmaktadır. Mirâciyye’yi anlamak; Peygamber sevgisini, musikînin hikmetini ve bir milletin irfanını kavramaktır. Bu ses bizim sesimizdir. Onu duymayan kalp, başka tınılarda teselli arar ama asla huzur bulamaz” notunu ilave etti.
[1] İsra Suresi 1. Ayet-i kerime: سُبْحَانَ الَّـذٖٓي اَسْرٰى
بِعَبْدِهٖ لَيْلاً
مِنَ الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ اِلَى
الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا
الَّذٖي بَارَكْنَا
حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ
مِنْ اٰيَاتِنَاؕ
اِنَّهُ هُوَ
السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ
Meali:
Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i
Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah
eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.
[2] İfade Safiyüddin Erhan Bey’e ait
[3] Bu
ülkede bir şeyin Diyanet İşlerine tevdi edilmesi o işin unutulması,
unutturulması anlamına geliyor olması da üzerinde konuşulması gereken bir başka
önemli mevzu.
[4] https://www.yenisafak.com/hayat/miracin-sirrina-miraciyyeyleereriz-3177170
[5]
https://www.habername.com/haber-unutulan-mirac-gelenegi-bursada-123-yildir-suruyor-61548.htm
[6]
https://www.fikriyat.com/yazarlar/ismail-gulec/2023/02/17/nayi-osman-dedenin-miraciyesi
[7]
https://www.youtube.com/watch?v=uWARodijSC4
0 yorum:
Yorum Gönder