Dergâhtan Kerametler 13- Yük Almaya Mı Geldin?

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 9 Mar 2008 2 yorum

Gelin diyelim şevk ile lailahe illallah
Aşkla sıdk-ü zevk ile lailahe illallah

Su bidonlarını taşımak için beyefendi ile çekişiyorlar. İlle de ağır bidonları o alacak.

-          Efendim, müsaade ediverin.
-          Sizin vücudunuz alışık değildir. Lütfen siz müsaade edin.
İlerden birileri sesleniyor:
-          Efendim, İstanbul’dan bir grup gelmek için “Müsait midir?” diye soruyorlar. Beyefendi:
-          Nedenini söylediler mi? Yük almaya mı, yük olmaya mı geliyorlarmış?
-          Anlamadım efendim!
-          İnsanlar genelde birinin yanına giderken, kendi sırtlarındaki yükü onun sırtına atıp, kaçmak için giderler. O’nun sırtındaki yüke el atayım diye gitmezler!

Üftade Asitanesi[1]  

Rivayet öyle ya:

Gazzazlıkla (ipekten iplik imalatı) uğraşan, aynı zamanda Doğan Bey Mescidi’nde fahri imamlık ve müezzinlik yapan Mehmet Muhyiddin Efendi, sesinin güzelliği nedeniyle Bursa Ulucami’de ezan okuması için yapılan teklifi kabul eder. Bu iş için birkaç akça da harçlık alacaktır. O gece gördüğü rüyada Hz Peygamber Efendimiz kendisini, “Padişaha (Allah’a) hizmeti bırakıp, 3-5 akçaya hizmet eder olmuşsun. Üftâde, eyledik rütbeni” diye azarlar. O gecenin sabahında, Padişaha hizmete geri dönüp, ücret almayı bırakan Muhyiddin Efendi, bu hadiseden sonra kendisine, rütbesi indirilmiş anlamında “Üftâde” lakabını alır.

Bursa’nın 2 büyük zatından biri olarak kabul edilen Üftâde Hazretleri (diğeri Emir Sultan), Hacı Bayram-ı Velî'den icazet ve hilâfet alan[2] ve o sırada Ulucami civarındaki Vâiziyye Medresesinde ders vermekte olan Hızır Dede'ye 15-16 yaşlarından itibaren sekiz sene hizmet edip, ondan istifâde eder. Ancak Hızır Dede’den hayatta iken kendisinden el alması mümkün olmaz. Bu yüzden “Üveysî” olarak bilinir. “Yokluk, yokluk çeken” anlamındaki bu kelime Veysel Karani’nin görmeden Hz. Peygambere bağlanmasına atıfla bir kişinin görmediği, tanışmadığı, dersini almadığı birine eserlerinden istifade etmesi, sevgisi ve hürmeti nedeni ile bağlanışını, kendisini o şahsa atfetmesini ifade eder.

Üftade Asitane’sinin kuruluşu Mehmet Muhyiddin Efendinin kendi elleri ile Uludağ’ın sırtlarında, Kestanelik bölgesinde bir dergâh ve camii inşa eylemesi ile başlar. Zamanla  Celveti tarikinin menşei olacak olan bu dergâha; semahane, mescid, harem, çilehane, selamlık ve tediphane ilave edilince adeta bir külliye haline gelir[3].

(Tediphane, cezaevinin olmadığı bir toplumda huzursuzluk çıkarmayı adet edinen asilerin, edebe davet edilmek için kadı emri ile bir müddet misafir edildikleri yer imiş. Özellikle semahanenin altında yapılırmış ki, belki sema eden dervişlerin kulaklarına gelen zikirleri, duaları kalplerini yumuşatır, onlara ruhi bir telkin olur da doğru yola dönüp, onlar da HAK‘kı zikretmeye başlarlar diye ümit edilirmiş.[4]

Demek ki, bugünün, ıslah etmekten çok birbirlerine suç yöntemi öğretme fırsatı veren, mahkûmların toplumdan tecrit edilerek bir araya toplandıkları cezaevleri yerine; asileri, erdem sahibi insanlarla bir araya getirmeyi daha uygun görmüşler. Sanırım haklıydılar: Zira Yeşil Efendinin dediği gibi, insan, insandan huy kapar.” Huy kaparak insan ya güzelleşir ya asileşir.”)  

Asitanenin bahçesindeki halk arasında “Hu Çeşmesi” namı ile meşhur çeşmenin kitabesi, dergâhın ilk yapım tarihine (Hicri 974. M-1565) dair elimizde kalan tek belgedir.

Anlayanlar, dergâhın ahşap işçiliklerini özellikle tavan ve kapı süslemelerini Anadolu ahşap mimarisinin en nadir örnekleri olarak değerlendiriyorlar. Hassaten dergâhın tavanını süsleyen ahşap kündekari kubbe; çakma tekniği ve el işi süslemeleri ile Anadolu’da tespit edilmiş tek örnek olarak asitanenin en kıymetli eseri sayılıyor.

Tarihi 550 sene geriye giden ve koynunda birçok kıymetli eseri barındıran Dergâh ve çevresindeki diğer yapılar, ihtiyaç hâsıl oldukça birçok kez tamir ve tadilattan geçirilmişler. Bu tadilatların belki de en büyüğü 1855’te Bursa’yı yerle bir eden depremde aldığı büyük hasarın ardından olmuş ve yeniden ihya edilip ayakta kalması sağlanmış. Dergâhların sırlanmasından sonra ailenin binaya sahip çıkıp, dergâhı terk etmemesi sayesinde Bursa’da ayakta kalan 2 dergâhtan birisi olmuştur (diğeri Numaniye Dergâhı). Ancak buna rağmen zamanla çatısı çöken bakımsızlık ve imkânsızlıktan yıpranan, çevresi gecekondularca sarılan asitane son yıllara oldukça hırpalanmış bir halde girmiştir.

Asitanenin yenilenmesi, toz toprağa karışıp ortalıktan kaybolmaması, ayağa kaldırılması ve ihyası için verdiği büyük gayreti Safiyüddin Erhan Bey şöyle izah eder (Özetlenmiş):

İçinde yaşadığı kâinatı tetkik eden âdemoğlu, bir gün gelip kendisini de merak edebilirse, cesedinden başka, bir de manâsının bulunduğunu hissedebilir. Nasıl ki insanın, nasıl yaşayabildiğini anlaması için onu diri tutan azalarını, kalbini, karaciğerini ve diğer kalıplarını bilmesi ve anlaması gerekiyorsa; toplumu bir arada ve diri tutan, onu var eden manayı bilmek için de onun azalarını yani müesseselerini, onları yetiştiren talim ve telkinleri, bu manânın rûhâniyetinin sindiği mekânları ve onlara şahsiyet veren mütevazı ve hikmetli hayat tarzlarını bilmesi icap eder.

Zamanımıza taşıyıp, bilmediğimiz birçok malûmatı bize aktardıklarından bu tür mimarî eserleri korumak, eğer yıkılmışlarsa ayağa kaldırmak hususi bir kıymete sahiptir. Gençlere ve çocuklara “Bakın sizin dedeniz, ceddiniz bunları başarmış kimselerdi” diyeceksiniz ki onlar da hem gayrete gelsinler, hem kendilerinde bir kıymet görüp ümitlensinler, hem de içlerinde bir aidiyet hissi peydah olsun.”

Öyle ya çocuk bakacak esere ve “Heyyt beeee, benim dedem bunu yapmış, benim ceddim bunu başarmış, benim nenem böyle birisi imiş”, diyecek ki; içinde bir heyecan, bir güven, bir ümit yeşersin. O ümit, o güven içeride yeşerecek ki; büyüdükçe ona tutunup yol alabilsin. “Bu millet adam olmaz” gibi insanı değersizlik hissine düçar eden tezvirata kulaklarını tıkayabilsin. Zira bunu başaran kavimler, başaramayanların izzet ve şereflerini ayaklarının altına alıp çiğner, onların çocuklarını devşirip kendilerine kul/köle ederler.[5]

Hu çeşmesinin başında dalgın dalgın bunları düşünürken Beyefendi, arkadaşın tüm ısrarına rağmen ağır varili kapıyor ve hafif bidonu geride bırakıp, duvarında Üftade’nin, en bilinen halifesi Aziz Mahmud Hüdai’nin “Sevda-yı sivâdan geç,  gel hu diyelim huu hattı bulunan “Seyir Odası’na” doğru giderken arkasına takılan arkadaşa: 
-   “Dostlar, yük alırlar. Yük olmazlar. Dost, yük almasından ayırt edilir.” Diyor.

Beyefendi, hiç görmediği, cismen hiç tanımadığı Mehmet Muhyiddin Efendiye, yani nam-ı diğer Üftade Hazretlerine Bursa’ya ve Bursa’nın manevi iklimine verdiği hizmete karşılık üveysi bir vefa hissediyor, ondan kalan yadigârlara omuz verip, yükünü yeniden ayağa kaldırmayı, yüzü düşen hatırasını güldürmeyi ve yeni yetişen nesle “sizin ceddinizde çok kıymetli insanlar vardı” demeyi kendine vazife ediniyordu.

Demek ki, dost olmak ve yükü paylaşmak için ille de aynı vaktin yolcusu olmak şart değil: Becerebilen, azimle işe sarılan bazen geçmiş neslin, bazen gelecek neslin üzerinden de yük alabiliyor, diyorum kendi kendime. Ve bir soru düşüyor aklıma:

Ben yük almaya mı gelmiştim, yük olmaya mı?

Derleyen: Ahmet Hakan Çakıcı
Ramazan 1443


[1] Asitane: İçinde kurucusunun da metfun olduğu tam teşekkülü dergâh.
[2] Mehmed Şemseddin, age. s.  62
[3] https://sehirmedya.com/kultur-sanat/uftade-dergahini-bilir-misiniz-h99987.html
[4] https://sehirmedya.com/kultur-sanat/uftade-dergahini-bilir-misiniz-h99987.html
[5] İsra Suresi 5. Ayete atıf.


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

2 yorum:

z.dilek dedi ki...

Her bir hatırat/yazınızla âdeta apayrı çok kıymetli bir âlemde seyehat ediyor gibiyiz.
Rabbimiz sözünüzü, kaleminizi tesirli eylesin. Tüm bu cehdinizi kabul olunmuş amellerden saysın ve yük alanlarınızı bol eylesin.Teşekkürler.

Unknown dedi ki...

Rabb'im kaleminize ve yüreğinize kuvvet versin .Bu yazınız ben de yine ufuklar açtı .Allah razı olsun .

Yorum Gönder