Dergâhtan Kerametler 11- Abdülkadir el-Cezairî Ve Said’den Şaki çıkarmak

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 4 Mar 2008 1 yorum

1830 yılında Fransızlar Cezayir’e girdiklerine Cezayirli kabileler birleşerek kendilerine liderlik için Kadir’i Şeyhi Muhiyiddin Efendiyi seçerler; ancak o, daha sonra Cezayir’in büyük kahramanı olacak oğlu Abdülkadir’i işaret eder. Çok kısıtlı imkânlar ile çok zor şartlar altında harika işler başaran, defalarca kendisinden kat be kat üstün Fransız kuvvetlerini bozguna uğratan Abdülkadir el-Cezairî 15 yıl bil fiil savaştıktan sonra 1847’de Fransızlara esir düşer.

Osmanlıların araya girmesi ile 4 yıllık esaretten sonra Bursa’ya getirilen Abdülkadir el-Cezairî Bursa’da daha sonra kendi ismi verilen sokaktaki bir evde misafir edilir. Yanında getirdiği validesi bu dönemde vefat eder ve Bursa’da sırlanır.  Bu süreç içinde kendisi gibi Kadiri tarikinden olan bir dergâha da dönem dönem misafir olur. 3 yıllık misafirliğin ardından 1855 yılında Bursa’yı yerle bir eden ve “kıyametis-sugra” (küçük kıyamet) diye anılan depremin ardından önce İstanbul’a sonra Lübnan’a oradan da Şam’a gider.

Namı kendisinden önce Şam’a ulaşan Abdülkadir el-Cezairî Şam Emeviyye Camiinde haftada bir vaaz verirken, kendi evinde de pazartesi ve Cuma günleri akşam namazı ile yatsı namazı arası zikir meclisleri düzenler. Meclisin devamlıları arasında sadece Kadiri, Mevlevi, Nakşi, Halidi gibi tasavvufi düşünceden gelen şeyh efendiler yoktur: Suriye Selefi Hareketinin öncülerinden ve bazıları Muhammed Abduh, Reşid Rıza’nın dostları olup Suriye’de bu çizginin temsilcileri sayılan Cemaleddin-i Kasımi, Abdülmecid Hani, Ahmet Cezayiri, Abdürrezakk Bitar, Tahir Cezayiri, Abdülgani Guneymi, Selim Buhari, Abdülhakim Afgani ve Abdülbaki Afgani gibi birçok Selefi ve modern İslamcı düşüncenin öncüleri de vardır.[1]

Üstüvani, Hamzavi, İclani, Attar, Gazzi, Geylani gibi Şam’ın köklü ailelerinin büyüklerinin de katıldığı bu meclisler, zikir öncesinde ve sonrasında İslam Dünyasının içine düştüğü bunalımın nasıl aşılacağına dair “beraberce” çözüm arayışlarına şahitlik eder. Bu dönem henüz geleneksel ve modern dönem İslamcılık ekollerinin birbirlerini ötekileştirerek düşmanlaşmadıkları, toplumun seçkinlerini de aralarına alarak beraberce derde derman arayışında bulunabildikleri, birbirlerinin tecrübelerinden istifade edebildikleri bir dönemdir.

Abdülkadir el-Cezairî, kendisi bir Kadiri mürşidi ve namlı bir kahraman olmasına rağmen hacca gittiğinde tanıştığı Halidiyye’nin büyük şeyhi Muhammed b. Abdullah’ın müridi olup hizmetine girebilecek kadar da samimi ve tevazu sahibi biridir.

1860 yılında Fransa’nın Lübnan, Mısır ve Suriye’deki askeri girişimleri halkta büyük bir öfkeye neden olunca Şam’daki Hristiyanlara karşı bir öfke gelişir. Bu öfke silahlı eyleme dönüşünce bölgedeki Hristiyanlar ve Fransızlar (Fransız Konsolos dâhil) Abdülkadir el-Cezairî’nin evine sığınır. Abdülkadir el-Cezairî ve adamları silahlanıp evin bahçe duvarına pusuya yatarak halkın içeri girmesine izin vermeyip büyük bir katliamı önlerler. Ona göre silahlı askerlere karşı savaşmak ile silahsız insanları öldürmek aynı şey değildir. Onlar, 15 yıl savaşıp esir düştüğü Fransızlar bile olsa.

Avrupa’dan geldiler

2012 yılında Şeyh Abdülkadir el-Cezairî’nin Bursa’ya gelişinin 160. Sene-i devriyesinde Bursa Belediyesi ve Uludağ Üniversitesi bir sempozyum düzenliyor. Sempozyuma katılmak için Avrupa’dan organize olan 150-200 kişilik Şazeli tarikine mensup bir grup Bursa’ya gelince şeyhin dönem dönem misafir olduğu tekkeye nezaket ziyaretinde bulunmak istiyor. Tekke sokağına kadar gelen öncü grup, arkadan gelecek grubu karşılamak üzere pozisyon alıyor. İkinci grup dergâhın önüne gelince karşılıklı salavatlar getirerek ve Allah’ın güzel isimlerini anarak adeta futbol takım taraftarlarının birbirleri ile atıştıkları usulde ama bağırıp çağırmadan ama sükûnetle selamlaşırlar.

-       Ey Müminler, Akıbetiniz hayr olsun.
-       Ey Gelenler! Allah, Hz Muhammet aleyhisselamın yolundan ayırmasın.
-       Salat ve selam O’nun üzerine olsun.
-       Salat ve selam ehl-i Beytine ve onları takip edenlerin üzerine olsun

       …
Ardından tekkenin üst katındaki mescide çıkıp yatsı namazını kılıyorlar. Kudüs mescidi imam/müezzini olan bir beyefendi çok hoş ancak kulaklarımızın aşina olmadığı bir Afrika makamı ile imamlık yapıyor. Namazın ardından Kadiri-Şazeli neşveye uygun bir şekilde neredeyse 5 sayfalık Vakıa Suresini hep bir ağızdan okuyorlar.  Tesbihat ve zikirden sonra yine bir Afrika Makamı ile aşr okunup, ardından dua ile meclis sona erdiriliyor. Tüm merasimi Fransız ARTE Kültür TV kanalı baştan sonra kaydedip, daha sonra belgesel olarak yayınlıyor.

Karanlıkta ve çok düşük bir kalite ile çekilmiş görüntüleri seyrederken sese dışardan bazı gürültülerin karıştığını fark ediyor ve “Bu sesler ne?” diye sorunca farkında olmadan arkadaşımın yarasını kanatıyorum:

“Şazelilerin ziyarete geleceğini duyunca karşılamak için sağa sola seslendik. Koca Bursa’dan 8, İstanbul’dan 3 kişi ancak çıkarabildik. Bunların içinde de bu işlerden anlayan Beyefendiden başka kimse yoktu. Tüm misafirleri tek başına o ağırladı desek yeri var. Anlayacağın Avrupa’dan gelip bizim değerlerimizi bize öğretip gittiler. Biz içerdeyken Bursaspor’un maçından çıkan yüzlerce genç kaba sloganlar atarak tekkenin hemen ardındaki caddeden geçip gittiler. Videoya giren ses onların sesiydi. Dergâhları, tekkeleri, medreseleri kapatanlar galiba buralardan dağılanların ilim adamı, profesör, araştırmacı, mucit falan olacaklarını sanıyorlardı. Sonradan gelen bir kısım dindarlar da onlara kapılıp gençlerin buralarda boş vakit öldürdüklerini düşündüler. Sanırım eğer oralarda vakit geçirmezlerse okuyup âlim, müfessir, fakih, müçtehit olacaklarını ümit ediyorlardı. Onlarsa stadyumları, bilardo salonlarını, kahvehaneleri, cafeleri, oyun salonlarını doldurdular. Ömürlerini TV ve telefon başında tükettiler. Daha da kötüsü, oraların ahlakını da edindiler.

Hâlbuki insan yetiştirmek için “insanın” yetişebileceği, içinde var olabileceği bir muhitin ve insanı insan eden kelimeleri ve hali sonraki kuşaklara taşıyan kurumların olması gerekir. Zira bilgi, hali taşımaz. Hal,  görerek ya da tecrübe ederek edinilir. Mesela kitap okuyarak yüzemez, araba süremez, bisiklete binemezsiniz. Hal edinebilmek için taklit, taklit edebilmek için de o bilginin, bir insan üzerinde nasıl durduğunu görmeniz gerekir. Beyefendi sık sık tekrarlar: “insanın fırını yoktur, canınız isteyince fırına verip pişiremezsiniz. İnsanı mayalarsınız. İnsan, insan ile mayalanır.” Diye. İnsanın çevresinde, manayı hissettirecek, kendi içindeki cevheri fark ettirecek, halleri ve tepkileri taklit edilecek, kendisine özenilecek yani onu mayalayabilecek birilerinin (rol modellerin) olması gerekir.

Değilse sadece maddi şeylerle veya kuru bilgi ile büyütmeye çalıştığımız nesil, aynı, su ve toprak dengesine bakmadan, faydalıdır diye gübre vere vere yaktığımız ürünler gibi heder olur. Beyefendinin dediği gibi iyi niyetle yola çıkıp “şakileri[1] Saidler[2] yapmak isterken, elimizdeki saidleri dahi şaki yapabiliriz”. Diye söylendi.

Ev sahibi Eşrefzade Bey araya girdi: "Anne zayıf, baba zayıf, okul zayıf, çevre zayıf, ahbaplar zayıf. Medyadan gelen çoook; lakin kâmil, faydalı, hayırlı değil. Çocuk manayı nasıl öğrenecek? İnsanın bir kalbi olduğunu nasıl fark edecek? İnsan yavrusu kedi-köpek yavrusu değildir. Yetiştiremediğin çocuk, cemiyetin içine atılmış bomba gibidir.”

“Evet” dedim, “Ne yazık ki, henüz saidleri şaki yapma mevsimimizin sonuna gelemedik. Bu mevsim, karakış misali üzerimize çöktü."

Derleyen: Ahmet Hakan Çakıcı
Şaban 1443


[1] BU bölümdeki bilgiler David C. Commins’in Osmanlı Suriyesi'nde Islahat Hareketleri isimli eserden alınmıştır.
[2] Şaki: Eşkıya, haydut
[3] Said: İyi, iyiler


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

1 yorum:

HAZAV dedi ki...

Kaybedilen en azindan bir baskalarinca bulunmus.G
Elinize yureginize saglik . Cok guzel bir yazi

Yorum Gönder