İmkansız Devlet - Değerlendirme ve ÖZET

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 4 Oca 2009 0 yorum

İMKÂNSIZ DEVLET  /    Wael B. Hallag     
Wael Hallaq ile Pınar Yayınlarından çıkan İslam Hukukuna Giriş isimli eseri ile tanışmıştım. Eseri bitirdiğimde ömrünün büyük bir çoğunluğunu dini eserler okuyarak geçirmiş biri olarak “şeriat” hakkında öğrendiklerimden şaşırmış biriydim. Özellikle 1750’ler Hindistan’ınında üretilen Şeriatla, daha önceki dönemin Şeriatının birbirlerinden ayrılması gerektiği, şeriat ile İngilizlerin pek düşkün olduğu arsa komisyonculuğu arasındaki mücadele, sömürgeciliğin/kolonyalizmin ekonomik yayılmacılığı ile şeriat arasındaki kavga, bu kavganın Osmanlı, Mısır, İran, Hindistan ve diğer İslam ülkelerindeki boyutları, Hindistan yöneticisi İngiliz Valinin şeriatı bir devlet yönetimi için fazla merhametli ve yumuşak bulduğunu "kimseyi öldürmeye izin vermiyor ki" diyerek hayıflandığını, evlilik müessesesi ve onu koruyan şeriat ile sömürgecilik ilişkilerine dair verdiği bilgiler oldukça ufuk açıcıydı. Bu nedenle Hallaq’ın bu kitabını elime alırken heyecanlıydım. Sağ olsun, hayal kırıklığına uğramadım. Hallaq’ın Şeriat üzerine yazmış olduğu “Şhari’a: theory, practice, transformations” eseri henüz Türkçeye tercüme edilmemiş olsa da, “Modern Devlet” ile “Şeriat Yönetimini” karşılaştırdığı bu kitabında esere yapılmış olan atıflar, asıl kitabın kıymeti hakkında ipucu verir nitelikte.

İmkansız Devlet” kanaatimize göre ne yazık ki, hakkını verecek bir mütercimin eline düşmemiş. Birçok yerde mana, gereksiz uzatılmış düzgün kurgulanamamış cümlelerin arasında sıkışmış kalmış hatta ölmüş. Acaba "cümlelere suikast mı yapılmış?" diye düşündüren garip cümleler sık sık karşınıza çıkıyor. Ancak tamamen anlaşılmaz halde olduğu da söylenemez.
Kitap “Modern zamanlarda bir İslam Devleti” mümkün mü?” sorusuna cevap arıyor. İlk andan itibaren bu sorunun cevabını veriyor: Bu mümkün değil! Çünkü modern devlet ile İslam devletinin arasında giderilemeyecek uyumsuzluklar var, diyor.
Kitabın anlaşılmasında en ciddi engel ise modern zamanların Devleti (state) kavramı ile Kur’an’i bir kavram olan “devletin” bizim toplumumuzda örtüşmesi ve ayırt edilememesi olduğunu düşünüyoruz.
Şer’i idare; yöneticilerin, “hazırlanmasına” hiçbir katkılarının olmadığı Tanrı makamından bir yasaya (şeriata), bir üst otoriteye (Tanrı’ya) boyun eğdikleri, toplumun ortak sermeyesinin adalet üzerine dağıtılmaya çalışıldığı, tekelleşmelere ve servet yığınlarına izin verilmeyerek toplumun bir kısmının mutlak fakirliğe mahkûm edilmediği, “olan” ile “olması gereken” yani “ahlak” ile “hukukun” arasının ayrılmadığı, huzur ve sükûn ortamına verilen isim. Bu sağlanırsa topluma “devlet” gelmiş oluyor. Yani devlet,” yönetici bir zümrenin ya da teşkilatın” ismi değil, yöneticilerin topluma sağlamak zorunda oldukları huzur ikliminin adı. Sık kullanılan bir deyimle ifade edersek, toplumun başına “devlet” kuşu konuyor. Toplum şeriatın, huzurun, selamın (barışın) gelmesi ile “devlete”, esenliğe kavuşuyor. Zulmün gelmesi ile “başındaki devlet” gidiyor.
Modern State (devlet) ise modernizmin bir ürünü olarak sadece son 250 yıldır var olan bir kurum. Bu kurum kendisinden daha yüce bir otorite kabul etmiyor. Bir efsunun bir gizin arkasında; görülmez, dokunulmaz, hissedilmez ancak her yerdedir. Devletin ölümsüz olduğu ve ilelebet yaşayacağı, her an herkesi gözetlediği, eğer bir hata yapan olursa bir gün karşısında devleti bulacağı sürekli vurgulanır. Devlet görülemez ancak kurumlarından, icraatlarından ve eserlerinden bilinir. O bir TANRIDIR. Her ne kadar meclise, parlamentoya ya da üçlü bir kuvvet dengesine (yasama, yürütme, yargı) dayandığını ve bir gücün hizmetine girmediğini iddia ediyorsa da, bu hiçbir toplumda gerçekleştirilememiş bir ütopyadan ibarettir. Çünkü devleti idare eden güç merkezleri ve çıkar grupları her zaman meclise veya bu üçlü yapıya özel haller, olağan üstü durumlar vs. ile müdahale ederek onu kontrol eder olmuşlardır. Bu anlamda modern devlet (state) yönetici zümrenin hizmetindedir ve onların menfaatlerini korumaya odaklanmıştır. Yasama bu dengeler üzerinden anayasayı hazırlar. Devlet ilerleme tanrısına tapınır. Bu tanrı uğrunda feda edilemeyecek hiç bir değer yoktur. Vatandaş devlete hizmet etmek için vardır. Ve ondan gerektiği anda devletine kurban olması beklenir. Herkes devletine minnet duymalı ve ona karşı kendisini borçlu hissetmelidir. Modern devletin vergi uygulamaları (ABD, Kanada, Almanya, İngiltere, Fransa, Danimarka, Norveç vs.) kişisel gelirin %30-%60’ına el koyma arasında değişir.
Şeriat yönetiminde idareci şeriata tabi olup topluma hizmet eder. Meşruiyetini şeriata yani topluma hizmetten alır. Bu hizmeti verdiği sürece de toplumdan vergi/zekât toplamaya hak kazanır. Bu oran kırkta birdir. (%2,5) Bu vergi tarih boyunca savaş hastalık gibi özel hallerde bile en fazla %15’lere çıkmıştır. Yönetici, toplumun mülkünü (mülk Allah’ındır) yönetmesi karşılığında pay alır. Devletinde, zenginin de fakirin de mülkü Allah'ındır, dolayısı ile onu pay etme hakkı da Allah'ındır. Bu nedenle kimsenin devlete ya da başka birine mihnet borcu yoktur.  Aksine idarenin topluma karşı “iman, can, mal, akıl ve nesil” emniyetini sağlama borcu varken zenginin malında da fakirlerin hakkı vardır. Bu durum meşruiyetini herkesin Allah’a borçlu olduğu, görev taksimatını Allah’ın yaptığı bilinçten alır. Bu İslamın 5 şartı denen bilinç teknolojileri ile teminat altına alınmıştır. Kişinin yöneticiye kendisini kurban etmesi beklenmez. Dilerse kendisini orduya yazdırır ve galibiyet olursa ganimetten pay alır. Şeriat yönetici elitten ayrı bir olan, kendi geçimlerini sağlayabilen ve toplumun içinde sıradan vatandaşlar olan fakihler tarafından yapılır. Şeriat fakihlere yoksul, güçsüz, yetim ve dulları İLK elde korumalarını emreder. Yöneticinin asli sorumluluklarından biri de fakir, dul ve yetimlerin velisi olmaktır. Şeriatın zemini bu düşüncenin üzerine oturtulur.
Modern yargı sisteminde dava açmak, fakir tabakayı ciddi oranda sarsacak bir maliyettir. Avukat masrafına gelmeden daha dosya açma aşamasında çok fakirler elenir. Kurgulanmış bürokrat dil, kişiye kendisini savunma imkânı vermez. Sürekli değişen kanunları takip etmek tam bir profesyonelleşme gerektirir. Mutlaka yüksek ücretli avukatlara ihtiyaç olur. Davalar yıllarca sürebilir. Hâkimler sürekli maaş aldıkları dolayısı ile maaşlarının kesilmesi tehdidi ile karşı karşıya oldukları devletin memuru olarak yönetici elitin çıkarları ile toplumun çıkarlarının çatıştığı her yerde cüzdanları ile vicdanları arasında sıkışmış olurlar.
Şeri toplumda herkesin kolayca ulaşabileceği hâkimlere/kadılara herkes derdini kendi dili ve seviyesi ile anlatabilir. Davasını savunmak için profesyonel birine (avukata) ya da toplumun anlamadığı bir dili ya da bürokrasiyi bilmeye gerek yoktur. 1200 yıllık şer’i prensipler bütün topluma ezberletilmiştir. Dava açanların genelde davalarını kazanmış olmaları şeriatın toplum tarafından iyi biliniyor olmasından kaynaklanır. Bu nedenle davalar çok kısa sürede ve davacıyı yıllarca mağdur etmeden çözülür. Kadı’nın toplum içinden biri olması muhataplarının özel hallerine de vakıf olmasını sağladığı için adaletin sopa gibi kullanılması yani ailelere, ortaklara ya da toplumsal diğer ilişki biçimlerine zarar vererek davacının adalet ararken daha büyük zarara uğraması önlenmiş olur. Kadının kendi geçimini sağlayabilecek bir geliri olması, onun egemenin karşısındaki gücü ve adaletin en önemli teminatıdır. Kadının ana görevlerinden biri de toplum içindeki fakir, yetim ve dulların vasiliğini yapmaktır.
State’de (devlette) her şey devletin (yönetici elitin)  menfaatine çalışır. Devlet kendi için var olmuş bir kurumdur. Polis teşkilatı ve eğitim süreci şeriat düzeninin anlayamayacağı ve içine sindiremeyeceği bir tebalaştırma sürecidir. Şiddet tekeli ondadır. Öldürme tekelini sorgulayacak bir başka makam yoktur.  
(Şeriat’ta zalim hükümdara boyun eğmemek ve onu kılıçlar ile düzeltmek ümmetin sorumluluğudur.-AHÇ) Bu nedenle böyle biri iktidara gelse de kısa sürede devrilir ya da suikastla devre dışı bırakılır.
Hallaq, Batının son üç yüz yılda, önce Tanrı’yı öldürüp ardından aşama aşama ahlakı hayatın içerisinden çıkartmasının, insanlığı getirdiği yerin bir uçurumun kenarı olduğunu; artık insanın, insan olarak kalmakta bile zorlandığı, sıradan insanın egemenler ve state (devlet) karşısında bir hiç hükmü kalmayan kıymetsiz bir varlığa dönüşmekte olduğunu söylüyor. (Hayvanların İnsan olmayan KİŞİ sayılmaları ile insanların hayvan durumuna düşürülmesi süreci bir taraftan işliyor-AHÇ)  Buna karşı çare üretilemediğini çünkü Tanrının olmadığı yerde hiçbir değer üzerinde anlaşılamadığını, “Güçlünün” tüm erki ele geçirerek kendisinin sorgulanamadığı ancak kendinden başka herkesi gözetim ve denetim altında tuttuğu bir yapı kurduğunu bunun mücessem halinin devlette biçim aldığının altını çiziyor. (Bu kelimeleri Negri ve Hardt, A. Touraine, Terry Eagleton, Bauman ve Noah Harari'nin bahsettikleri süper diktatörlüğe doğru gitmekte olduğumuzun bir uyarısı olarak da okumak mümkün.-AHÇ)  
Yeniden ahlakı merkeze alan; egemenlerin de daha üst makama karşı sorumluluklarının tanımlandığı, egemenlik sınırlandığı, güçsüzleri gözeten, insanın hem iç yolculuğuna hem dış dünyadaki yolculuğuna rehberlik edecek bir düşünceye, bir sisteme ihtiyacımız var. Bu sistem tüm kurumları, bürokrasisi ve hizmetlileri tarihe karışmış olsa da benliklerdeki izleri ile modern dünyaya itiraz etmeye devam eden şeriatta (ahlak temelli hukuk yapılanmasında) var. Unutulmaması ve ihmal edilmemesi gerekir ki, içine düştüğümüz büyük çıkmaz sadece Müslümanların sorunu değil, diyor sayın Hallaq.
Çok kabaca da olsa özetlemeye çalıştığım Wael Hallaq’ın “İmkansız Devleti”nin Kamil Güller’in çabası ile hazırlanmış geniş özetini aşağıdaki kısayola alıntılıyorum. Ümit ederim faydası olur.  

Gücümüz buna yetti. Tevfik Allah’tan.
                                                                                Ahmet Hakan Çakıcı
                                                                         Rebiülahir 1441 / ALANYA




GENEL ÖZET



Giriş
Bu kitabın oldukça basit bir savı var: Temsil ettiği değerlere göre yapılmış herhangi bir modern devlet tanımına göre ‘İslami devlet’ hem bir imkânsızlık barındırır hem de çelişkili bir tanımlamadır. (İslami bir yönetim mümkün değildir demiyor, Modern Devlet tanımlarına İslami model sığdırılamaz, diyor –AHÇ)
On iki yy. boyunca İslam’ın ahlaki yasası olan şeriat, örfi hukuk ve yerel örfi pratiklerle başa çıkmış ve hem toplumu hem de yönetimi düzenleyen en üst ahlaki ve yasal kuvvet olmuştu. John Rawls’un  ‘iyi düzenlenmiş toplum ‘ kuran ve idare ettiren ahlaki bir yasaydı. Ancak 19 yy. itibaren şeriat tarafından düzenlenen sosyo-ekonomik ve politik sistem kolonyalist Avrupa’nın elinde yapısal olarak parçalandı. İçi boşaltılan şeriat, artık kişinin hukuki durumunun modern devlet tarafından konumlandırılabilmesi için gerekli bazı hammaddelerin tedarikine indirgenmişti. Şeriat modern devlet karşısında kaybetti. Bu noktadan sonra şeriata, belirli hükümleri -modern çıkarlara göre yeniden ele alınan ve oluşturulan hükümleri- topluma kabul ettirmek için devletin yasama girişimlerini meşrulaştırdığı dar bir ölçüde ihtiyaç duyuldu.
Bugün Müslümanlar, onları yönlendiren entelektüeller de dâhil olmak üzere, modern devleti kanıksamakta ve doğal bir gerçeklik olarak kabul etmektedir. (s:14)
Bugün Modern Müslümanlar iki gerçeği bağdaştırma zorluğu ile karşı karşıyadır: İlki, devletin ontolojik gerçekliği ve onun inkârı kabil olmayan güçlü varlığıdır. İkincisi ise Şeriat yönetiminin bir biçimini oluşturma gerekliliğinin ve şeriatın hükümlerinin hayata aktarılması gerektiğinin gerçekliğidir. Bu zorluk, Müslüman ülkelerde devlet tarafından hakiki bir şeriat idaresinin herhangi bir makbul biçimini tekrar inşa etmek adına pek de bir şey yapılmadığının fark edilmesiyle daha da karmaşıklaşacaktır… Yine de devlet İslamcıların ve ulemanın tercih ettiği bir şablon olarak kalır… (Müslümanların bu konudaki kafa karışıklığını izah etme sadedinde-AHÇ)  Müslüman Kardeşler modern ulus-devleti şöyle ifade etmiştir: "Modern devlet İslami şeriatın uygulanmasıyla bir çelişki arz etmez. Modern devlet gelişme olanağımıza mani değildir. Biz de ondan gelişmek ve ilerlemek adına faydalanabiliriz."
(Ancak Hallaq sorunun sadece "gelişme/ilerleme/kalkınma" sorunu olmadığını, sorunun temelinde yapısal ve genetik uyuşmazlıklar ve uyuşması mümkün olmayan ahlaki güçlüklerin vücuda getirdiği daha kapsamlı problemlerin olduğunu iddia eder.AHÇ)


1.        BÖLÜM ÖNCÜLLER  
                                                   Hümanizm bir bilim değil, dindir. […] Hümanistler dünyaya dair rasyonel bir                                                       görüşlerinin olduğunu düşünmek isterler; fakat hâlihazırdaki çekirdek fikirleri hurafedir, dünyanın dinlerinden biri gibidir.
John Gray /Straw Dogs

“Modern İslami devlet imkânsız, hatta sözlük anlamıyla çelişkilidir önermesi, başlangıçta ifade edilmesi gereken iki gizli problemi barındırır. İlk olarak şu soru sorulabilir: Eğer bu devletin tasavvur edilmesi mümkün değilse, o halde nasıl oldu da Müslümanlar geçmişte büyük bir medeniyete hükmetmeyi, birçok imparatorluk kurmayı başarıp kendilerini idare ettiler. İkincisi Müslümanlar hali hazırda ne tür bir yönetim tarzı benimsemiştir ya da gelecekte benimseyecektir?
Post-kolonyal milliyetçi elitlerin kolonyal deneyimlerinden miras aldıkları iktidar yapılarını sürdürdüklerini ve genellikle kolonyal dönemde agresif bir biçimde canla başla karşı çıktıkları politikaları, -ülkeleri sözüm ona bağımsızlığı kazandıktan sonra- neredeyse aynen takip ettiklerini daha önce de öne sürmüştüm. (Müslümanım diyen ülkeler de, diğer sömürge ülkeler gibi özgür olduklarını iddia etseler de onların sömürge pozisyonları devam etmekte dolayısı ile onların gerçek bir çözüm inşa etme ihtimalleri bulunmuyor, demeye çalışıyor sanırım .-AHÇ)
Müslüman ülkelerdeki geleneksel yapıların çöküşünden (çökertilmesinden-AHÇ) sonra geride kalan politik alan hiçbir zaman dolmadı. Devlet aygıtının Şeriat normlarını deforme edip ikincilleştirdiği, hem İslami yönetimin hem de modern devletin proje olarak başarısızlığa uğradığı İran İslam Cumhuriyeti’nin ortaya çıkış sürecinin kanıtladığı üzere Ulus-devlet elbisesi Müslüman dünyanın üzerine oturmuyordu. Diğer hiçbir Müslüman ülke daha iyisini de başaramadı. Çünkü kolonyalizmden- ve kolonyalizm sonrasında benimsedikleri politik örgütlenme otoriter ve baskıcı kalmayı sürdürdü. Şeriatı bir yönetim biçimi olarak modern devlete entegre etme çabalarıysa orjinaline sözde bağlılık göstermekten öte geçmiyordu. Bir başka deyişle, başarısızlık hemen her katmanda kendini gösterdi.
… Müslüman dünyadaki modern devlet ilham verici olmaktan çok uzaktır ve onun sözümona şeriatı perişan vaziyettedir. (s:25) Müslüman dünyanın hukukun bir ve tek kaynağı olarak kutsadığı Şeriat, kurumsal açıdan öldürüldü ve politik açıdan da suistimal edildi.
Modern devlet dediğimiz coğrafi, sistematik ve epistemik yapı soykütüğü nedeniyle doğal olarak İslami olamaz.
Batı, Aydınlanmanın sanayi ve teknolojik devrimlerin, modern bilimin, milliyetçiliğin, kapitalizmin ve Amerikan-Fransız kurucu geleneğinin, dikte edilmiş bir çağında yaşıyor. Dünyanın geri kalanı da bunu takip etti ya da en azından takip etme baskısını üzerinde hissetti… Hegemonik söylemi Modern ve güçlü Batı’nın entelektüelleri ve kurumları tarafından belirlenen Modernite, tarihlerini ve organik varoluş yollarını yitirmiş olan dünyanın üçte ikilik kısmına pek de adil bir anlaşma önermiyor.
Modern öncesi dönemde yoksulluk, kıtlık ve salgın hastalık doğanın işleriyken ve engellenemezken, bugün çoğunlukla İnsan işidir… Kapitalizm, endüstriyalizm ve ortaya çıkan doğal ortamın yıkımı doğanın işi değildir artık; sözde ilerlemenin(?) etkileridir. Daha güvenli bir karşı iddia ise bir zamanlar organik ve ailevi olan sosyal yapıların –devlet kapitalizmi çerçevesinde- Modern dönemde parçalanmasıdır. Hiç kimse geleneksel ailenin ve toplumun çöküşünün birçok modern düşünür, sosyolog, psikianalist ve filozof tarafından bahse konu edilen inancını yitirmiş,  parçalanmış ve narsistik bireyi yarattığını inkâr edemez. Üçüncü olarak Modern projenin içinde yaşadığımız doğal dünyaya feci etkileri hakkında herhangi bir soru işareti olmayışıdır… Muhtemelen modern erkek ve kadın için bu Yıkım Projesinden daha tahripkâr bir şey yoktur. Sadece bilimsel tanımıyla Homo Econimicus ya da salt sorumsuz tüketiciler olarak değil, ahlaki açıdan sorumluluk sahibi varlıklar olarak da hepimiz bu felaketten ötürü yargılanmalıyız.  
İnsan faaliyetlerinin modern öncesi dönemde bu sonuçlara ulaşmadığını/ulaşmayacağını kabul etmekten başka seçeneğimiz yoktur… “Ulaşamayacağını” diyorum, çünkü ahlakın doğru tanımı sadece –tanımadığın ve büyük ihtimalle bir daha karşılaşmayacağın- birine kendine davranır gibi davranman değildir, daha önemlisi, doğası itibariyle yapamadığın için değil, sonuçlarıyla yaşayamadığın –ya da yüzleşmek istemediğin- bir fiili işleyemez olmak ya da işlemekten sakınmaktır
Ahlaki zorunluluğun ikincil statüye indirilmesi ve bilimden, ekonomiden, hukuktan ve diğer bir çok şeyden ayrı tutulmuş olması, modern projenin merkezinde yoksulluğu, sosyal çözülmeyi ve hem maddi sömürü hem de hakiki dünyanın acınası yıkımını teşvik ediyor ya da görmezden geliyor... Ve alenen görünüyor olsa da yine söyleyelim: Bu yıkım projesinin içinde devlet her zaman en önemli aktör.
Teknik ilerleme’nin devasa yükselişi, bütün ahlaki, politik, sosyal ve ekonomik durumları etkiledi. Bunaltıcı derecede baskın etkisi ona, “ bütün diğer problemleri teknolojik ilerleme ile çözülebileceğini vaat eden bir teknik ilerleme dini” statüsü verdi. Teknik mucizelerin, insanlığın başarısının ve doğaya hükmetmenin dini haline geldi. Geleneksel din çağında merkezi alanı ahlaki terbiye, ahlaki talepler kaplarken, teknik çağ da ekonomik ve teknik ilerleme merkezi alanı teşkil ediyordu. Benzer şekilde, iktisadi bir çağda, bütün ahlaki ve sosyal meseleleri anlamsız kılmak için, sadece malların üretimi ve dağıtımı problemini uygun biçimde çözmeye ihtiyaç var.
John Gray’ın dosdoğru tespit ettiği üzere Aydınlanmanın ana projesi “yerel alışılmış ya da geleneksel ahlaki ilkelerinin, evrensel medeniyetin temeli olarak öngörülen eleştirel ya da rasyonel ilkeler tarafından yerinden edilmesidir”.
Gelgelelim bu güçlerden herhangi biri, bir kez var olan paradigmayı bozmayı becerip yüce değer(ler)in yerini aldığında, eski paradigmaya ya da eski merkezi alana dönüşecek, "kötü ve yıkıcı olarak tanımlanacak" ve büsbütün yok olmaya mahkum edilecektir.
Şeriat ahlaki bir hukuk tarafından temsil edildi ve oluşturuldu, bizim açımızdan önemi de modern proje için bir ahlaki kaynak olmasından ileri geliyor… Şeriat içinde hukuki olan, ahlaki olanın bir aracıdır, tersi geçerli değildir... Entelektüel çevreler tarafından Müslüman eğitiminin yapısı, şeriata dayalı önceliklerle belirlenmiştir… Bir bilim adamı ya da entelektüel hangi alanda uzmanlaşırsa uzmanlaşsın temel “lisans” eğitimi her zaman şeriattır.
(38. Dipnot: Buradaki ima, genel ahlaki normların ya da “ahlaki tümellerin” sabitlenmiş olduğu ve böylece değiştirilemeyeceği, buna mukabil, ikincil ve tamamlayıcı bir rütbeye sahip olması gereken yasal normların zamanın ve mekânın talepleriyle uygun olarak düzenlenebileceğidir. Burada ahlaki ritüellerin talepleriyle hayat ve yasa ile düzenlenmiş eylemler arasında sabit bir diyalektik vardır.)
(43. Dipnot: Aklımızda bulunsun ki, şer'i sistemin dönem dönem istismar edilmesi gerek politik iktidarın adamları gerekse hukuk adamları tarafından yapılsın, kaynaklarımıza hemen hemen her zaman kaydedilmiştir. Çünkü bu durum normun ihlali olarak görülür. Biyograficiler ve tarihçiler yargının gün gün rutinini ya da hukuki uygulamaları kaydetmekle ilgilenmemişlerdir, bu zaten kanıksanmıştı. Bu nedenle kaynaklar hukuk sisteminin ele aldığı milyonlarca değilse de on binlerce vakayı sessizlikle seyretmişlerdir. Fakat ne zaman ihlaller ve istismarlar görülür, rutin bir biçimde bu tarihsel kayıtlar içinde yerini alır.)
(Dikkat ederseniz problemli vakaların kaydı tutulmuştur. Tarihçilerin en ciddi sorunu insanların kendi dönemlerinin sıradan olaylarını not etmemeleridir. Herkesin bildiği sıradan olmuş olaylara ulaşmak bu nedenle zordur. Şeriata uygun olmayan problemli olayların kayıtlarının tutulması, sıra dışı olanın şeriata uymamak olduğunun, genel olarak şeriat mahkemelerinin fonksiyonlarını yerine getirdiklerinin delilidir, diye anladım –AHÇ)
Şer’i paradigma, belirli ve teknik yasal kuralları gibi, onu açıkça paradigma yapan bu ahlaki amacın gerçekleşmesi adına çaba gösterdi ve kimi zaman başarısızlığa uğrasa da çoğu kez başarılı oldu. Sistemin bütünlüğü cihat kavramına (bugünlerde çok kirletildi) dayandı. Kavram, her köşe başında, ahlaki amacın gerçekleştirilmesine yönelik “çabalamanın” (“cihad” kavramının birebir anlamı) mecburiyetini dikte etti.
Sekülerleşme projesi 20 yy. 3. Çeyreğinde benimsendi ve denendi. Fakat bu proje ezici kanıtlara göre başarısız oldu. Diğer kanıtları dahil etmesek bile, Nasırizm’in ve sosyalizmin başarısızlığı ve takiben 1960’lardan sonra İslamcılığın yükselişi buna kanıt olarak sunulabilir. İslamcılık sadece, İslam dünyasındaki Batılı ülkelerin politik ve askeri pratiklerine karşı derinden gelen hınç ve sosyal adaletle ilgili değildir. O sosyal adaletsizliğin, politik yolsuzluğun ve Batılı politik hakimiyetin ahlaki eleştirisini öneren –bir şekilde politize olmuş- ahlaki bir harekettir.
Tıpkı modern Batı’nın son beş yüzyıldaki tecrübeleri ve geleneklerinin Rönesan’tan, Aydınlanma’dan ve liberal düşünceden faydalanması ve faydalanmaya devam etmesi gibi, bugünkü Müslümanlar da geleneksel anlatıyı sorguluyor ve giderek kendi tarihlerini –söylemsel ve pratik olarak- kendi kendilerine bir kaynak sağlayacak şekilde geliştiriyorlar... Bu geleneksel kurumlarıyla, pratikleriyle ve hermenötik hayat kavrayışı ile Şeriatı geri çağırdıkları anlamına gelmez. Çünkü bütün bunlar, herhangi bir geri dönüş umudu olmaksızın yok oldular. Fakat bu, Müslümanların halen kendi tarihlerinde –tıpkı Batılıların Aydınlanma’da bulduğu gibi- kendi ürettiği problemleri kendi, çözmekten aciz olduğu kanıtlanmış bir proje olan modern projenin zorluklarıyla yüzleşirken faydalanabilecekleri bir kaynak bulmaları demektir.  (S:41)
Ahlaki meselelerin merkezi alanı olarak Şeriat sadece Aydınlanmanın ve onun sonucu olan ahlaki sistemin bir eşleniği değil, aynı zamanda ahlaki alan için potansiyel açıdan sonsuz bir kaynaktır.
Şeriat şimdi kurumsal olarak ölmüş durumdayken, psikolojik ve ruhsal olarak örtük biçimde saklanmış hafızası ahlaki bir kaynak şeklinde hayatta kalmıştır. İslami sözleşme yasası, ticari anlaşmalar, ceza yasası, usule ve esasa dair birçok hukuki müeyyide Batılı yasalarla, Batılı mahkemelerle ve modern yasal pratiklerle değiştirilmiş olsa da, “İslam’ın Kaideleri” ve bu kaidelerin cari hükümleri geçerliliğini muhafaza etmiştir. Ve Müslüman olmanın ne demek olduğunu tanımlamayı sürdürmüştür.
Müslümanların “ ahlaki diriliş” projesine muhtemel ilk tepkiler projenin nostaljik kaldığı, modern dünyada bir yeri olmadığı şeklindedir. Bu sebeple, şimdi bu suçlamayı, kavramsal ve dogmatik çağrışımlarının ayrıntılarına inerek ele almalıyız.
Mac Intyre’ın önermesi hakkında John Gray’in öne sürdüğü üzere, modern projeyi “geri sarma” çabalarından biri değil, aksine 1000 seneden fazladır İslam’ı ve onun yaşam tarzını paradigmatik olarak tanımlayan kuşatıcı ve kapsayıcı değerleri geri getirmenin yollarını aramaktadır… Diğerlerinden bir şey öğrenemeyeceğimizi söyleyen her iddia, kendimiz dışında başka herhangi bir kaynaktan öğrenmekten aciz olduğumuzu ya da emsalsiz gelişimimizin bizi bizden önceki ahlaki varlıklardan üstün kıldığını varsaymakta, dolayısı ile kendini alçaltmaya ya da narsistik bir kibre kendini kaptırmaya yol açmaktadır.
Modernite her zaman kendi şartlarıyla kendi başının çaresine bakabilir ve öğretici, kadim bilgiye asla ihtiyacı yoktur. Kendi başının çaresine kendi koşullarında bakabilir, o büyüleyici kibri ile “Biz her zaman daha iyisini biliriz. Hatta bir süre önce bildiğimizden de daha iyisini" der. İlerleme fikri ölümsüz hakikatlere değil, hakikate nihai referansı kendisi olan teknik bilime dayanır. Biz her zaman daha iyisini biliriz, çünkü bilim ve teknikçilik HAKİKATin temellerini döşedi ve kuralları DİKTE etti. Onlar ne demişse, zamanın herhangi bir noktasında HAKİKATTİR. Bir hastalığa bulunan bilimsel tedavi, sağlaması beklenen faydalar kadar zararı da dokunduğu anlaşılana ve bir başka çare İCAT edilene dek, HAKİKATTİR. İlerleme doktrini ASLA neden hastalığın ürediğini ya da böylesi hastalıkları üreten sistem ve onun yürütücü yapılar hakkında derin varoluşsal ve ahlaki sorular soramaz. Çünkü sistem bir kez kendi bütünlüğü içinde sorgulandığında, tedavi üreten mutlak bilim de ister istemez sorgulanmış ve en nihayet baltalanmış olacaktır.
İlerleme doktrini kendi dışında ne bir temele ne de referansa sahiptir. Kendi otoritesinin kaynağıdır ve bu minvalde TANRIdır. Amaç rasyonel biçimde otonom hale gelmektir -ki hepimizden beklenen budur-. Bu Tanrı olan bilim ve akılla, geçmişin büyük sorularına konuşma hakkı verilemeyeceği anlamına gelir; çünkü onlar çağın gerisinde kalmış ve modern medeniyetin, modern bilimin ve elbette evrensel aklın ilerlemesine faydası olmayan şeylerdir.
Bu da ilerleme doktrininin neden bu sorularla meşgul olmayı nostalji zarfına koyup ahlakçılık tiranlığını geri getirme çabaları gibi gördüğünü, kendi dogmatik pozisyonunun baskıcılıkta ondan geri kalır yanı olmadığını görmezden gelerek reddettiğini net bir şekilde açıklar...İlerleme doktrini modern tarih kavrayışının bir buluşu ve hizmetkârıdır.
Adorno’nun gözlemlediği üzere, zamanın bu yapısı ilerlemeci teori için salt mantıksal bir gereklilik değildir; dahası, etkili bir biçimde bugünün olaylarını ve gelişmelerini meşrulaştırır ve geçerli kılar; çünkü sonrakiler önceden belirlenmiş ve böylece kaçınılmaz olarak görülür.
Aydınlanma’nın ilerleme kuramı sadece tarihi şekillendirmez, modern dilin yapısını da şekillendirir… Charles Beard: Son iki yüzyılda kamusal ve özel ilişkilerde egemen fikirler arasında, hiçbiri ilerleme kavramından daha önemli ve etkili değildir. Geçmiş iki yüzyılda, paradigmatik olarak yeni TANRILARIN lisanı olarak yürürlükte kalmıştır ve bu durum devam etmektedir. Kendi dışında hiçbir başka prensip kabul etmez. Ki bu, kendisinin biçimlendirmediği bütün ahlaki ve etik standartları hiçe saydığı anlamına gelir.

2. BÖLÜM MODERN DEVLET
Bazı yorumcular devleti “merkezi açıklayıcı değişken” olarak görüyor, yani “kendi çıkarları olan ve toplumun çıkarlarını gözetmek zorunda olmayan bir aktör olarak… Ancak devlet hakkında yazıp çizen önemli düşünür sayısı kadar devlet tanımı vardır, demek abartılı olmaz… Weber’ci bürokratik, Kelsen'ci yasal, Schmitt’çi politik, Marksist ekonomik, Gramsci’ci hegemonik ve Foucault kültürel anlayışların hepsi de bir devlet kavramını ilgilendirecek şekilde ortaya atabilir.
1-     Devlet kendine özgü tarihsel bir üründür: Dünyadaki her şey, tarihseldir. Daha da önemlisi Tanrı’nın kendisi de. Devletin tarihselliği metafiziği gerektirmediğinden daha somut olmayı gerektirdiği için, Tanrının tarihselliği, devletin tarihselliğiyle tam olarak aynı anlama gelmez. Modern devlet bir oluş sürecini temsil eder, tamamen Avrupa kökenli, belirli ve yeni bir politik ve politik-kültürel düzenlemenin açılımıdır. Bu da demektir ki dünyanın başka hiçbir yeri bu politik düzenlemeyi kendi kendine üretmemiştir.  
Zamansızlığı ve evrenselliği yücelten eğilim, devlet kavramının ilerleme, rasyonalizm ve medeniyet teorileri ile bağlantılı olduğu erken 18. Yüzyılda başladı. Tamamen medenileşmiş insanların devlet sistemlerinin sınırları içinde yaşadığı ve öyle olmayanların (elbette bunlar Avrupa dışında yaşayanlar) aşağı derecedeki “kabile” toplumlarına ait "insanımsılar" olarak kabul edildikleri kanaat, bütün Avrupa’da yaygındı 
Carl Schmitt’in ispat ettiği gibi, “ devlet sadece Batı’da mümkündür.”
2-     Egemenlik ve Metafiziği: Modern devlet, tarihsel bir vaka ve kendine özgü bir kökene sahip olduğu kadar, sonradan inşa edilmiş bir tüzelliktir; yani, devlet olmak için gerçek ya da kurgusal, somut ya da kavramsal, mitik ya da sembolik, bir şey ya da bir şeyler oluşturulmuş olmalıdır. Egemenlik kavramı, devletin iki yüzyılı aşkın süredir maruz kaldığı değişikliklere rağmen, onun alamet-i farikası olarak kalmış temel özelliklerinden biridir. 
Egemenlik ve Metafiziği, Modern devlet sonradan inşa edilmiş bir tüzelliktir.
Modern devletin emsalsiz bir gayr-ı şahsi karakteri vardır, meşruiyetinin kalbinde soyut bir kavram yatar. (Devlet denince kimin kastedildiği belli değildir. Mesela bir araziye “devlet” el koyduğunda oraya kimin el koyduğunu gizleyen bir sütreye dönüşür devlet. Bir müddet sonra o arsa birilerine yine devlet tarafından verilir. Yine veren belli değildir. Devlet soyut bir kavram olarak somut güç ve çıkar gruplarını gizler.–AHÇ)
Kurgu o kadar başarılı ve güçlü bir şekilde işletilmektedir ki bir rejimin yurttaşlarını temsil etmekten uzak ve hatta baskıcı olduğunu herkes bildiği halde, o rejimin halen vatandaşlarının/ulusunun namına meşru şekilde konuştuğu varsayılır.
Tam anlamıyla egemenliğin kurulması, hukuktan konuşacaksak, politik hukuki anayasa ile olur. Diğer türlü, rastgele şiddet eyleminden başka bir şey değildir. Bu sebeple şiddet, ancak kitlesel iradenin hukuki olarak kurulmuş bir temsili olduğu zaman egemenliğe doğrudan giden yoldur… Bir ulusun sınırları içinde devletten daha yüksek bir düzen yoktur. Onun yasası toprağın yasası gibidir… Geoffrey Marshall'ın dediği gibi;  bugünün dünyasında genel olarak kabul edilmiştir ki; "Yasaya itaatsizlik gibi bir ahlaki hakk yoktur. Yasaya meydan okumak bu mutlak iradeye meydan okumaktır… Şiddet kaçınılmazdır ve devletin iç egemenliği için zorunludur. Şiddet, onun yasal iradesini temsil eden ve yine onun yasal iradesi tarafından temsil edilen bir koşul meydana getirir…" Paul Kahn "egemen devlet “ kendi kendisinin yaratıcısı olarak algılanır.  Bu ancak ilahi yoktan var edişle kıyaslanabilir” der.
Devlet;
a)    Kadiri mutlaktır: Bütün politik biçimler onun tercihine açıktır.
b)    Zamanı ve Mekânı tamamen doldurur: Ulusun hayatının her anını ve her mekânı eşit biçimde temsil eder.
c)     Onu yalnızca eserleriyle biliriz.
d)    Dayatmacı bir talebi olmadıkça onun egemen varlığının farkına varamayız.
Sonuç olarak kendimizi bu egemenin bir ürünü ve bir parçası olarak buluruz. Onun içinde kendimizi görürüz.
Ulus devletin ideolojisi ve uygulamalarının temel karakteristiği “yurttaşın, devlet uğrunda feda edilişidir”… Ulus-devlet kendisi için var olur. Başka hiçbir amaca hizmet etmeyen bir amaçtır. Her şeyin uğruna feda edebileceği bir amaçtır. Yurttaşın kendisi, en yüksek amaç için feda edilmekten daha değerli değildir. Aslında Yurttaş, feda edilmenin bütünlüğü, tecellisi ve arketipidir. Çünkü ulus-devlet dışında hayattan daha değerli bir şey yoktur. O ulus devlet ki nihai fedakârlığı meşru şekilde talep ve elde edebilecek yegâne gayedir. Bir yurttaş olmak egemen iradenin altında bir başka TANRIYLA ve onun altında yaşamaktır. Bu atıf bile modern devletin, İslami yönetimin herhangi bir biçiminden neden nefret ettiğini cevaplamaya yetecektir. (Dipnot: Devlet, modernite de geleneksel TANRI rolünü almıştır.)
3-    Yasama Hukuk ve Şiddet: Eğer egemenlik devletin temellerinden biriyse, o halde yasa koyma kabiliyeti de aynı soydan gelen bir diğer temelidir. Bu vasıf olmadan bir devletin devlet olduğu anlaşılmaz.
Kelsen, devletin üç unsurdan oluştuğunu öne sürmüştür: Toprak, Halk, İktidar. Eğer bu tanımı kabul edecek olursa, iktidarı en azından (1) politik irade olarak kuşatıcı yasa ve (2) o yasayı dâhilde ve uluslararası alanda uygulamak için gerekli şiddet olarak yorumlamalıyız… Kabul etmeliyiz ki der Kelsen ”bizim devlet dediğimiz topluluk “onun (Onu kuran ya da elinde bulunduran zümrenin-AHÇ) yasal düzeninden başka bir şey değildir.
Modern devlet egemen irade tarafından oluşturulmuşsa ve egemen irade kendini yasayla ortaya koyuyorsa o halde yasanın uygulanması o iradenin gerçeklik kazanmasına dönüşür... Şiddetin sınırları sadece devlet tarafından çizilir ve iradesini ihlal edenlere karşı uygulanacak şiddetin biçimi ve seviyesini belirleyen de kendi ölçüleridir... Devlet, Tanrıların Tanrı’sı olarak durur… Egemen irade Tanrıysa, o halde devletten başka Tanrı YOKTUR.
4-    Rasyonel Bürokratik Makine: Weber’in şu açıklamaları üzerinde genel olarak mutabakata varılmıştır: “Modern devletin başlıca biçimsel özellikleri şu şekildedir: Yasama yoluyla değiştirilebilen, yönetimsel ve yasal düzene sahiptir ki buna yine yönetmelik tarafından kontrol edilen idari personel eklemlenmiştir. Bu düzenin sistemi, bağlayıcı otoriteyi sadece devletin üyeleri vatandaşlar üzerinde değil… Aynı zamanda yasama alanının içinde vuku bulan bütün eylemlerin üzerine uzanacak şekilde talep eder. Böylece o, mülki temeli olan zorunlu bir entegrasyondur. Üstelik bugün kaba kuvvetin kullanımı, ya devlet tarafından izin verildiği ya da emredilen oranda meşru görülür… Modern devletin kuvveti tekelleştirme talebi, onun zorunlu yargılama gücünün ve süre giden işleyişinin karakteri kadar ona içkindir.”
Marx bürokrasinin gelecekteki komünist dünyadan kaybolması gerektiğine inanmıştı; çünkü bürokrasi de tıpkı devlet gibi, bir sınıfı diğer sınıfın hükmü altında bırakan sorumsuz ve sömürücü bir kurumdu. Modern öncesi Müslüman fukahası, bir nebze farklı sebeple Marx’ın görüşünü ilgiyle kabullenecektir.
Okul, yüksek eğitim, sağlık, çevre, refah, seyahat, çalışma, iş yeri güvenliği, vergiler, toplumsal hijyen, parklar, eğlence vs… Bir başka ifadeyle bürokrasi sadece özel alana ve sivil topluma izinsiz şekilde müdahale etmez aynı zamanda toplumun standartlarını da düzenler ve belirler.
5-    Kültürel Hegemonya ya da Kültürel Olanın Politikleştirilmesi: Devletin iç insicamı  ve gücü sadece onun temel yapısal özelliklerinden olan toplumu organize etme yeteneğinden değil, aynı zamanda kültüre nüfuz etme kabiliyetinden kaynaklandığı söylenebilir… Eğer egemen iradenin devletin esaslarından biri olduğu doğruysa, o zaman devlet içerisinde hiçbir otonom otorite herhangi bir birimi ya da tüzelliğe göz yumamaz. Bu Avrupalı devletin neden böylesi dahili oluşumları yok ettiğini açıklar. Ve bu yüzden birçok “üçüncü” dünya ülkesinde devletin sadece adı vardır. (Orta dünya toplumlarında  insanların devletten daha çok kendilerini ait hissettikleri kavmiyetçi veye dini (Osmanlıdaki millet sistemi) yapıların hala yaşıyor olması devletin oturmamış olduğunun işaretidir. Bu yüzden Orta dünyadaki devletlerin ana hedef grupları alt milliyetçi yapılar ve dini cemaatlerdir.-AHÇ )  

     Bu devletler son yüzyılda kolonyal güçler tarafından yaratılan birer hukuki kurmacadır ve ayrışmış toplumları yönetmeye çalışırlar. Bu toplumlar politik sadakatin kalbi olan ve devletten bağımsız olarak işlev görmeye çalışan kabilevi vb. unsurlara dayanır. Elbetteki böylesi dahili oluşumların yok edilmesi, erken 18. Yüzyıl dan buyana İngiliz ve Fransız Devletlerin yükselişinde görüldüğü gibi, devletin ”kültürel” müdahalesinin ilk adımdır. Kültürel müdahale geleneksel devlet öncesi sosyo-kültürel birimlerin yok edilmesini (ve yeniden yapılandırılmasını) öngörür. 
Kültürel Hegemonya Eğer devletin yalnızca kendini bildiği, kendi kendisinin amacı olduğu, başka bir amaç bilmediği ve bu sebeple özünde kendi yıkımını tayin etmekten aciz olduğunu kabul edersek, o zaman kültürel alanın kendi yıkımını tayin ettiği çıkarımı, kültürel alanın otonomisi için bütün iddiaların anlamsızlığını gösterir.

3. BÖLÜM KUVVETLER AYRILIĞI
                          
                                           Hala kuvvetler ayrılığı problemini çözebilmiş değiliz. Yakınında bile değiliz. İlkenin neyi                                                   gerektirdiği, amaçlarının ne olduğu ya da amaçlarına nasıl ulaştığı veya ulaşabileceği üzerinde uzlaşmış değiliz.
M. Elizabeth Magill
                                            New Deal (Ekonomik buhran) sonrası iradi, devlet anayasaya aykırıdır ve onun yasal düzen                                         tarafından geçerli, kılınması kansız bir anayasal devrimden başka bir şey değildir… Bu kuvvetler                                        ayrılığı ilkesinin yok edilmesi muhtemelen modern idari devlet devriminin zirve noktasıdır. İdari                                      teşkilatlar rutin olarak devletin üç işlevinin tamamını aynı organda, hatta o organdaki aynı insanlarda topluyor. Gary Lawson   
      1. Ulus devlette kuvvetler Ayrılığı :Hem yaygın inanç hem de birçok öngörülü politik ve anayasal teori, devletin üç temel kuvveti ya da “devlerin organları” ayrımını –yasama, yürütme, yargı-özgürlüğün ve demokratik yönetimin temeli ve belkemiği olduğu anlatısını sürdürüyor. İktidarın üç farklı, bağımsız ve ayrışmış kurumsal gruba bahşedilmesi, hukuk üstünlüğünün hem sürdürülebilir hem de anlamlı görüldüğü bir alan olan anayasal devlet için olmazsa olmaz görülüyor. Bu üç devletin ayrı kadrolara sahip, her biri anayasal olarak eşit ve ayrı insanların yer aldığı birbirinden bağımsız birimler tarafından uygulanması gerektiği fikri de keza kuvvetler ayrılığı için hayati önemdedir. (s:80)
Kuvvetler ayrılığının demokratik yönetimin temeli olduğu iddiası da bizzat kendisi kadar problematik görünüyor… Kuvvetler ayrılığı kavramı “ çok çetrefilli,” birçok istisna ile delik deşik edilmiş ve bariz zorluklarla, belirsizlikler ve tutarsızlıklarla malul görülmüştür.
Modern devletin yapılarının tamamen ayrılması açıkça imkânsız müddetçe, kuvvetler ayrılığının hangi noktada gerçekleşeceğinin belirlenmesi mümkün olmayacaktır. Belli ki tüm idareyi etkileyen problem iktidarın merkezileşmesidir, dolayısıyla iktidar alanlarının birbiri üzerine binmiş, iktidarın dengeli ve üç organın birbirine müdahil olmadan alanlarını ayrıştırması imkansız denecek ölçüde zorlaşmıştır.
“…idari devletin yükselişi, vatandaşların hayatlarını ve mülklerini etkileyen muazzam ve görülmemiş bir iktidara sahip seçimle gelmemiş görevlilerin olduğu durumlarda, “hukukun üstünlüğünün” anlamı ve süregiden uygulanabilirliği hakkındaki en temel soruları karşımıza çıkardı.
Dünyada imrenilecek bir demokrasi modeli diye sunulan Amerikan anayasal düzenlemesindeki kuvvetler ayrılığının parti politikalarının ağırlığı altında “ yok edilip edilmediği halen belirsizdir.
Çoğu ulus-devlette yürütmenin başı, kendi makamı sayesinde, savaş, sıkıyönetim, ekonomideki beklenmedik durumlar ve çok daha fazlasıyla ilişkili –yasama organının açık ya da kapalı görevlendirmesi olmaksızın- yasama yapmaya yetkilidir… Yargı ve yürütme kuvvetlerinin ürettikleri genelde “yönetmelikler” ya da “talimatnameler” olarak adlandırılır, fakat çok defa yasama organının yarattığı genel normlarla aynı karaktere sahiptir.
Yasama ile yargı kuvvetleri arasındaki ayrım da keza belirsizdir… Mahkemelerin yasamayı (hükumet kararnameleri de dâhil) inceleme yetkisi de “kuvvetler ayrılığı ilkesinin besbelli aşıldığı” bir başka konudur… Denetlenmemiş bir yürütme, adaletten kaçmış keyfi bir güçtür.
Şu apaçık ki hukuk mesleğinin genelde muhafazakâr doğası içinde hâkimler rutin olarak devletin çıkarlarını en yüce amaç olarak korur. Devletin yasal ya da politik parametreleri dışında işleyen hiçbir modern yargı yoktur. Bu sadakati de kendisiyle birlikte “en yüce ödevi devlete olan” vatandaşın üzerinde teyit eder. Eğer devlet baskın elitlerin çıkarlarına hizmet ederse, o durumda hâkimlerde –vatandaş ve hâkim olarak ne yapmaya şartlanmışlarsa ona binaen- imtiyaz, sermaye ve mülkü öne çıkaran bir anlayışı benimserler. Eşyanın doğası gereği, devlet ve onun yasası tarafından sınırlanmışlardır. Yargının devlet sistemine iliştirilmiş olması ayrıca yürütme ile ilişkisini de açıklar. Yargı aslında genel hukuki normların uygulayıcısı olarak işlev gördüğü sürece, iki kuvvet arasında tam bir ayrımdan bahsetmek imkânsızdır.
Yürütmenin elinde çok fazla gücün toplanmasına ve bunun sonucu olarak yasama organında zayıflamaya yol açar. O halde temel soru şu: Yürütme ve yargı genel normları yasamaya yetkili olduğunda nasıl hukukun üstünlüğünden söz edilebilir? En azından hukukun üstünlüğü iddiası ve onunla birlikte demokrasi de sorgulanmalıdır.
Hans Kelsen “ sözcük anlamıyla anlaşılan ya da güçlerin ayrışması ilkesi olarak yorumlanan kuvvetler ayrılığı prensibi özünde demokratik değildir… Temel hakları korumaya çabalarken anayasa yazıcılarının yaptığı şey, aslında politika oyununda zaten avantajlı olan insanlara fazladan fiş verirken statükoyu değiştirmek isteyen dezavantajlıların önüne engeller çıkarmaktı. Ahlaki bir perspektiften bakılınca sonuçlar keyfidir ve ilkeli bir meşruiyetten oldukça uzaktır.
2.    İslami Yönetim Paradigması: İslami bir devlet hiçbir zaman var olmadı. Devlet Moderndir. Modernlik, kendini kendine özgü bir fenomen olarak ayrıştıran belirli bir ilişki yapısıdır. Öznel bir niteliktir. Bu yüzden İslami Devlet gibi bir kullanıma başvurmak sadece anakronik bir düşünceyi beslemekle kalmaz, aynı zamanda modern devletle onun “öncülleri” özellikle de İslami yönetim dediğimiz şey arasındaki yapısal ve niteliksel farklılıkların yanlış anlaşılmasına da yol açar.
İslami yönetim bugün devlet dediğimiz şeye paralel olmakla birlikte modern devletten hayli farklı yasal, politik, sosyal temele dayanır. İslam da modern devletteki ulusun yerinde ümmet vardır. Ümmet hem somut hem de soyuttur ancak her iki halde de aynı ahlaki kurallarla yönetilir. Soyut açıdan ümmet, ahlaki hukuki kurallarla sınırlanmış bir politik oluşumdur. Genelde şeriat pardigmatik hukuk olarak hangi bölgede uygulanıyorsa o bölge İslami alan Darül İslam olarak görülür. Şeriatın uygulanmadığı bölgede Darul Harb olarak görülür, Barış yada savaşla dönüştürülme potansiyeline sahip bir bölge.  Bu dönüştürmenin nihai amacı, yasal kavramlarla sürdürülebilirliği ispatlanmış  bir dizi ahlaki ilkeden oluşan İslam’ın yasasını gayrimüslimlere kabul ettirebilmektir. Böylece ümmetin sınırları ve tanımlayıcı kavramı şeriattır. İslam içi boşaltılmamışsa Şeriat anlamına gelmektedir.
Bu da ümmetin ne kendisinin bir egemenlik taşıdığını ne de –modern devletteki anlamıyla- bir otonom politik ya da hukuki irade sahibi olduğunu gösterir; çünkü egemen Tanrı’dır ve Tanrı tektir. Elbette Ümmet bir bütündür ve baş kadılar tarafından temsil edilerek karar verme yetkisine sahiptir ki burası uzlaşma doktrinin düğüm noktasıdır.  Fakat bu yetki yoruma dayalıdır; çünkü ümmetin kontrolü, kutsal genel ahlaki ilkeler tarafından sınırlandırılmıştır. Bu ilkeler tarihin herhangi bir anında sosyolojik nitelikte olabilir, fakat daha sonra ilahi ahlaki iradenin temsili olarak ortaya çıkmışlardır. Bu egemen iradenin tezahürü olarak şeriat, ahlaki ilkelerini yine ahlaki olarak inşa edilmiş yasalar üzerinden ifade ederdi.  
Paradigmatik olarak ifade edersek ümmet, birbirleriyle eşit değerde olan ve böylece Tanrı huzurunda aralarında fark gözetilmeyen müminlerin topluluğundan oluşur. Burada en önemli olan inancın üzerine kurulduğu bu ahlaki değerlerin belirlenmesinde tek egemenin Tanrı olmasıdır. Tanrı egemendir, çünkü o kelimenin tam anlamıyla her şeyin sahibidir. Tanrı tüm sonların sonudur; dünyevi varoluş ise yaratılışın kozmik bağlamına gömülmüş, gelip geçici, son tahlilde fani bir gerçekliktir. (s:98)
Sherman Jackson “Şeriatta birey, devlet için var değildir. Daha ziyade devlet […]bireyin refahını desteklemek için vardır. Yine aslında devletten önce gelen birey, son tahlilde, sadece Tanrı’ya minnettardır. Sonunda devlet sadece bireyin Yaratıcı’ya itaat ve ibadet gayretini desteklediği ölçüde meşrudur.” Der.
Tanrı egemendir, çünkü o, kelimenin tam anlamıyla her şeyin sahibidir. Hiçbir borcu, ipoteği olmayan mülk sahipliği de dahil, insanın her türlü malikiyeti metaforik ve nihayetinde gerçek dışıdır. En fazla, başlangıçtaki egemenin malikiyetinin türevidir. (Mesela bu durum İslam’ın neden yoksula yapılacak yardımı hali vakti yerinde olanların varlıklarına karşı “yoksulun hakkı” olarak düzenlediğini açıklar, çünkü zenginin varlığı Tanrı’nındır. Ve tanrı merhameti önce ve en başta fakire yetime ve sefalet içinde olanlara aittir)
Müslümanların Tanrı’sının yasası Şeriattır, açık ve öz. Şeriat da ahlaki bir kanundur, O’nun ahlaki iradesinin bir temsili, ilk ve son meselesidir. Hukukun teknik bünyesi ve daha önemlisi dünyevi politik idarenin  şekli de dahil olmak üzere gerisi teferruattır. Şeriat, Tanrı’nın Yasası ve İradesi hem mantıksal hem de zamansal olarak her türlü yönetimden önce gelir.
Şeriat… ahlaki-yasal bir imparatorluk kurmak onun en büyük projesidir.
Metafiziğe demirlemiş bir ahlaki-yasal sistem olmaksızın İslam olamaz. İlahi egemenlik olmadan ya da onun dışında böyle bir ahlaki sistem olamaz ve bunların yanında, kendi egemenliği ve iradesi olmaksızın modern devlet olamaz… Bu öncüller doğruysa, Modern devlet, İslam’ın modern bir devleti kabulleneceği düzeyden daha fazla İslami olamaz.
Öte yandan şeriatın kendisi “yasama kuvvetinin “ mükemmel bir örneğidir. Modern devletin aksine, İslami yönetimde şeriat bu alanda rakipsizdir. Ve O’ndan başka hiçbir kuvvet yasama yapamaz. İslam da yargı denetlemesi yoktur. Yargı asla doğrudan yasamaya katkı sunamaz. Bu yürütme kuvveti şeriat tarafından sınırlı ve kısıtlı alanlarda yasama yapmak için görevlendirilmişti.
İslam’ın fakihleri ortak sosyal dünyanın normları ve değerleri için yaşadılar ve genellikle alt ve orta sosyal tabakaya mensuplardı. Kur’an’ın her tarafa nüfuz eden eşitlikçiliğinden ilham alan bu normlar ve değerler tarafından görevleri tanımlandı. Bu demek oluyor ki, toplumda zayıf ve dezavantajlı durumdakileri önceleyip, koruyan insanlar olarak görüldüler ve onlar da kendilerini öyle gördüler. Elit olmayan sınıflara ait irade ve arzuları, yüksek iktidar sahiplerine ulaşarak bu sınıflar adına ifade etmek üzere göreve çağrıldılar.
Fakihler ve hâkimler (kadılar) sıradan erkeğe ve kadına karşı bir sorumluluk hissettiler ve mazlumların yararına, bu kesimlerden ya da bireylerden gelen herhangi bir resmi dilekçe olmaksızın kendi inisiyatifleri ile hukuki süreç başlattılar… Kitleler için dindarlık, dürüstlük ve iyi eğitim idealini temsil ettiler… “Peygamber’in varisleri” olarak bir ideal konumuna getirildi. Onlar meşruiyetin, dini ve ahlaki otoritenin merkeziydi.
Fakihler, pedagoji ve öğretimden tutun da adli meselelere ve noterliğe kadar birçok işlevi yerine getirdiler. Bu işte önde olanlar müftü ve kadı dır. Müftü bir karar verici olarak, yöneticiye ve onun çıkarına değil, içinde yaşadığı topluma karşı yasal ve ahlaki açıdan sorumlu, özel bir hukuk uzmanıydı. Müftüyü tanımlayan şey fetva yani kendisine yöneltilen soruya şer’i/hukuki bir cevap çıkarmaktır. Ona danışmak ücretsizdi ki bu, hukuki danışmanlığın zengin ve fakir herkes için kolayca ulaşılabilir olduğu anlamına geliyordu.
Fetva bağlayıcı olmasa da, yine de mahkemelerde birçok tartışmayı çözüme kavuşturmuştu... Kendi yararına bir fetva alamayan tartışmacı, mahkemeye gidip şikâyetçi olmaya cesaret edemezdi. Bunun yerine ya iddiasından bütünüyle vazgeçecek yâ da gayri resmi arabuluculuğu kabul edecekti.
Mahkeme yasa yapmıyordu ve nihai referans ne kendisi ne de yürütme erkiydi. Müslüman mahkemenin yasası, bir yargı organı olarak şeriata bağlı, şeriatça düşünen ve sosyal topluma angaje müftüler ve fakihler, yani tamamen özel hukuk uzmanlarının otoritesi altındaydı… Bütün bunlar Fetvanın bir devletin ya da tepeden inme hukuku değil, toplumu ve onun genel ahlaki ilkelerini derinden ilgilendiren hukuki tecrübe ve ileri hukuk bilgisinin ürünü olduğu anlamına geliyor.
Müellif-fakihler tarafından yazılan ve yayımlanan eserlerin çoğu hâkimler için referans kaynaklarıydı, hâkimler henüz öğrenciyken onlarla çalışır ve yargılama işlevlerini kazandıklarında da onlara danışırlardı… Müftü, müellif-fakih ve hakim, devlet yasasının, devlet düzeninin ya da kanunun değil, Şeriatın otoritesinin altında kendilerine düşen işlevleri yerine getiriyorlardı. Ve bunu kendi sosyal dünyaları içinde o dünyanın çıkarı için yapıyorlardı…
Hukuki pratikte davacılar ve adalet talep edenler, kadı’nın huzuruna seremoni olmaksızın çıkar ve durumlarını herhangi bir profesyonel aracılık gerekmeden sunarlardı. Çünkü Şeriatta avukat yoktu. Davacılar, modern mahkemenin mutlak disiplinine hiç benzemeyen bir ortamda, gayrı resmi bir dille konuşurlardı. Mahkemenin aşırı disiplinli, kibirli anlayışı hiç var olmamıştı. Davalarını kendi bildikleri şekilde, teknik jargon olmaksızın sunarlardı. Bu mümkündü, İslam Hukuku sistemi içerisinde yasal bir kurum olarak mahkeme ve adalet talep edenler arasında hiçbir boşluk yoktu, ikincisi, ne kadar ekonomik açıdan yoksul ya da eğitim açısından dezavantajlı olursa olsun durum böyleydi.
Yasal bilgiye tamamen karşılıksız ve ihtiyaç duyan birine hemen her zaman sunmaya hazır müftü ve diğer yasa koyucular sayesinde, yasal bilgi yaygın ve erişilebilirdi. Sosyal açıdan dezavantajlı olanlar böylece mahkemeye gitmeden önce haklarının ne olduğunu biliyorlardı. Bu da, neden şikâyetçi olanın genel olarak açtıkları davayı kazandığını kısmen de olsa açıklıyor. Danıştıkları kimseler ne farklı, anlaşılmaz bir dil kullanan avukatlar, ne de çoğu zaman dava etmeyi ve haklarının geri kazanılmasını en az dava edilen şey kadar pahalı kılacak fahiş ücretler isteyen yüksek sınıftan profesyonellerdi.
İslam’ın sosyal dünyasında hukuk bilgisinin yayılışı bir nesilden diğerine aktarılan ve her davasında hevesli hukuk öğrencilerinin, büyük ve küçük yerlerin müftülerinin, imamların ve tanıdıkları ziyaret ederken, sokakta yürürken veya pazarda alış-veriş yaparken hâkimlerin ya da diğer bilgili kişilerin verdikleri rastlantısal tavsiyelerin canlı katılımıyla zenginleşen birikimlerden doğan bir geleneğin işleviydi… Hukuki normlar ve sosyal ahlak büyük oranda iç içeydi, biri diğerini besliyor ve aynı zamanda devam ettiriyordu. Yasal bir kurum olduğu kadar sosyal bir kurum da olan Müslümanların Mahkemesi, tam anlamıyla hizmet verdiği ve bağrında işlevini eda ettiği toplumun bir ürünüydü… Şeriat tamamen kaldırılana kadar o topluma hizmet ettiğini söylemek, hiçbir surette abartı olmaz.
Şeriat sadece o toprakların değil, cennetin ve politika ve yönetim de dâhil olmak üzere gökle yer arasındaki her şeyin kanunuydu… Kadı, tıpkı müftü gibi hizmet ettiği toplumun bir üyesiydi… Ekibinin yardımıyla, toplum hayatındaki çoğu şeyi denetlemekle yükümlüydü. Camilerin, sokakların, umumi çeşmelerin inşasını gözetiyordu. Kendisi ya da vekilleri yeni inşa edilmiş ve harap haldeki binaları, hastanelerin çalışmasını, aşevlerini ve hayır kuruluşlarını (vakıflar Müslüman topraklarının %40-50 sini oluşturuyordu) denetliyordu. Hamilerin yetimlere ve yoksullara muamelesini gözden geçiriyor ve kendisi de yasal koruyucu vazifesi görebilecek hiçbir akrabası olmayan kadınların evliliğinde onların hamisi oluyordu. Kadı çoğu zaman tastamam yasal görünümü olmayan vakalarda özel arabulucu rolü oynuyordu. Sadece anlaşmazlıklarda hakemlik ve karı-koca arasında uzlaşma sağlamakla kalmıyor mesela dışarıdan birinin görüşüne ihtiyaç duyan akrabalar ya da arkadaşların arasını açan problemleri de dinliyordu. Modern hâkimlerden farklı olan kadı, çoğu zaman aynı topluluktan gelen davacı tarafların birlikte dostane yaşadığı bir sosyal realiteyi devam ettirebilmeleri için ilişkilerin yıkımını önlemek adına hemen her fırsatta çaba gösterirdi. Müslüman Mahkemesi sadece bir hukuk forumu değil, ayrıca antropolojik sosyal ve ahlaki alandı. Gözle görülür orandaki düşük masrafları zengin ve yoksula, kadın ve erkeğe Müslüman hatta Yahudi ve Hristiyan’a aynı mahkeme alanını sunuyordu ve bu yüzden hayli ulaşılabilirdi.
Kadılar usul-ü fıkıh olarak bilinen, yasa hakkında düşünme ve onu yorumlama metotlarını geliştirmişlerdi. Bunlar çok sayıda gelişmiş disiplini sistematik bir karışıma dönüştüren bir takım teorilerdi: Mantık, teoloji, dil, dilbilim, rasyonel-metinsel hermonotik, yasal akıl yürütme ve daha birçok alan. Fakihler “ritüel” ve miras meselelerinden sözleşme ve çetrefilli başka konulara uzanan hukuki sorunlara bu becerileri kullanarak sonuçlar üretiyordu… Şeriatın yasaları, kuralları ve düzenlemeleri geniş ölçüde içtihadın sonucuydu. Yani olasılığa dayalı yorum alanına. Birden çok fakih aynı problemde farklı sonuçlara ulaşabilirdi ki hangi müçtehidin hakikate eriştiğini sadece Tanrı bilirdi. İçtihat böylece İslami hukuka en özgün özelliklerinden birini verdi… Müslüman hâkimlerin uyguladığı, devletin ya da birkaç seçkin fakihin değil, topluma bağlı, zaman içinde farklı bölgelerde gelişme gösteren yüzlerce uzmanın ürünü bir yasaydı.
Müslüman yargı, bir devletin ya da diktatör bir yöneticinin hizmetinde olmayı değil, öncelikli kaygısı sosyal ve ekonomik ilişkileri ahlaki temellerde düzenlemek olan bir şeriat hukukunu temin etmeye hedefliyordu. Aynı zamanda yöneticinin halka yönelik davranışını sınırlamakla beraber temelde HALKIN YASASIYDI. Yönetici şeriat hukukunun üstünde değil, altında yer alıyordu. Şeriatın paradigmatik söylemi kadıyı sultan ya da halifenin hakiki değil, itibari vekili olarak görür.
Normalde sultanlar ya da valiler, yerel fakihlere yani ulemaya danıştıktan sonra kadıları atarlardı. Ancak hatırlatmakta fayda var: Kadı olarak atanan kimseden Şeriat ve onun normlarının düzenlemelerini uygulaması beklenirdi. Müslüman yargı, hâkimler ne kadar sık atanır ya da görevinden alınırsa alınsın, hangi sultan yönetirse yönetsin, tamamen yürütmeden  (sultan ve adamlarından) bağımsızdı. Şeriat Mahkemesini, ülkenin olağan mahkemesini yöneten hiçbir hâkim bir başka yasayı uygulayamazdı. Bu duyulmamış bir şeydi.      
Lübnanlı Oryantalist Emile Tyan, uzun yıllar otorite olarak görülen tezinde , “yargı ve yürütme kuvvetleri arasındaki ayrımın namevcudiyetinin yetkilendirme kavramının sonucu olduğunu iddia etmişti. ( Bu oryantalist söylem o kadar yayıldı ki, Müslüman yazarlar (ve Hristiyan olan Tyan'dan aldıklarını) eleştirel bir irdeleme yapmadan tekrarlamaya başladılar. )  
Birini işiyle tehdit etmek, bağımsızlığının da tehdidi anlamına gelir. Bugünün profesyonel hâkimlik anlayışı (devletten sürekli maaş almak zorunda olan memur statüsü) 19. Yüzyıldan önce yoktu ve İslami Dünyanın başka herhangi bir yerinde de görülmedi. Müslüman hâkimler iş hususunda kendi alanlarında özelleşmedi, çünkü rutin olarak başka görevler de ifa ediyordu. Yani kadılıktan gelen gelirleri çeşitli geçim kaynaklarından biriydi. İslam’ın ilk yy. kadılar ve emsali hukukçular başka mesleklere sahiplerdi, çoğunlukla da zanaatkârdılar. Daha sonra eğitim, özel eğitmenlik, öğretmenlik, elyazmalarının çoğaltılması ve her zaman bereketli olan ticaret gibi çeşitli işler yaparlardı... bir başka deyişle, Müslüman hakim, kadılıktan gelen gelirine ekonomik olarak ciddi anlamda ya da tamamen muhtaç değildi… Bir hâkimin normal ortalama görev süresi iki ya da üç yıldı, çoğu kez de bir süre ara verildikten sonra yenilenirdi. Görevden alınma hayatın bir gerçeğiydi ve kabul edilen bir meseleydi. Bu sıklık yargısal bağımsızlığı sadece mümkün kılmıyor aynı zamanda ona güçlü bir karakter veriyordu.
Yönetici sınıf ağırlıklı olarak şeriat kurallarını uygulayan ve genelde halktan topladığı kira karşılığında onun emir ve isteklerine boyun eğen bir hanedanlıktan oluşur. Kira genelde vergi reformunda tahsil edilir ve kimi zaman, ne kadar aştığını bilmesek de, şeriatın çizdiği sınırı (%2,5) aşar. Yine de şunu biliyoruz ki vergilendirmenin ölçüsü şer’i olarak görülen, evrensel olarak, özellikle de modern standartlarda olağan üstü düşük olduğu kabul edilen oranlardır. (İbn-i Haldun, fazla vergilendirmenin çoğu zaman şer’i olarak şart koşulmuş doğası gereği ölçülü vergilerin, yönetici için genel olarak yeterli geliri sağlayamadığı durumlarda ortaya çıktığını yazar… Diğer yandan Şam’da 1831-1832 de meydana gelen isyanların neredeyse tamamının vergilendirmeden kaynaklanmasından belli olacağı üzere belirli yerel çevrelerin hiç vergi ödemediği anlaşılıyor. Dükkân sahiplerinin diğerleriyle beraber sivil itaatsizlik ilan ettikleri ve sokaklarda yürüyüş yaptıkları söyleniyor “çünkü vergi vermeye alışkın değillerdi” …Modern Devletteki vergilendirmenin hırsızlık ve köleleştirme olduğuna dair Nozick’in “Anarchy, State ve Utopia” eserine bakınız “ . Vergilerin uygun şekilde toplanması adil yönetimin “şartı” olarak görülür… Şer’i vergiler toplamda kabaca söylersek %2,5’la %15 arasında değişse de Batılı ülkelerdeki ortalama kişi başı gelir vergisi sadece, iyi bilindiği üzere, %30 ile %60 arasındadır. (ABD, İngiltere, İsveç, Norveç, Belçika, Danimarka, Fransa, Almanya, Yunanistan, İspanya, Meksika, Avustralya, Kanada ve Japonya)
Şeriat siyasetinin ilkelerine ihanet etmek, kötü yöneticilikti… Sultan gerçek bir egemenliğe sahip değildi. Şiddet araçlarını ağırlıklı olarak kontrol ediyor olsa da toplum adına fakihlerin ona bahşettiği meşruiyetten öte hiçbir kitlesel iradeyi temsil etmiyordu. YASANIN KAYNAĞI DEĞİLDİ böylece belirgin hiçbir yasal iradesi yoktu. “Soylu şeriata, sevse de sevmese de hizmet ediyordu”. Takasın şartları fazlasıyla açıktı: Sultan fakihlerin ona bahşettiği meşruiyet karşılığında vergileri topluyordu, bu meşruiyet ona şeriatın kurallarını sosyal ve toplumsal dirlik dâhil, uygulamadıkça verilemezdi. Şeriatta temsil edildiği üzere, egemenlik her zaman Tanrı’ya aitti… Modern devletin egemenlik iradesi tam aksine, kendi yasal iradesini ve bu sebeple devletin hukukunu temsil ediyordu. Kendi hukuku olmayan hiçbir modern ulus devlet yoktur. Anayasal tabirle, Müslüman yönetici kendi yasası tarafından doğal olarak temsil edilen bir şeriatı uygulama göreviyle mükellefti. Müslüman yönetici kendi yapamadığı bir şeriatı uygulama göreviyle mükellefti.
Şeriat, şeriat siyaseti doktrini vasıtasıyla, yöneticiden “dünyevi ilişkileri yönetmeyi” ve şer’i dünyayı Peygambere bırakmayı talep eder ve bu buyruk şeriatın normlarını gözetmek şeklinde anlaşılabilir.   
Yönetici şunları yapmaya mecburdur. 
1. Yönettiği topraklarda şeriat mahkemelerinin kararlarını tatbik ve infaz etmek, 
2. Kuran da yazılı hudut çerçevesinde cezaları uygulamak, 
3. Bir ordu kurma kabiliyetini sürdürmek, 
4. Yolların güvenliğini sağlamak, 
5. Savaştan sonra ganimetleri dağıtmak. 
6. Zekât vergisi toplamak ve dağıtmak, 
7. Görevini şeriata göre yapan kadıları, Pazar denetimlerini, Para basma görevlilerini atamak ve görevden almak, 
8. Yetim çocuklara ve yasal hamileri olmayanlara hizmet etmektir…
Tefeciliği, hukuk dışı vergileri ve işkenceyi meşrulaştırmak, muhtemelen fakihler için yasamanın en itiraz edilebilir kısımlarıydı ve fakihler ve kadılar çoğunlukla onların aleyhine olurlardı. Şeriatta Sultan ve adamları özel bir dokunulmazlığa sahip değildir. (Ceza verme kararı hususi olarak Kadı’nın cezayı uygulanması yürütme otoritesinin alanıydı… Kanun bu sebeple onun pozisyonuna ve şartlarına ilaveler yaparak şeriatı onaylarken, şeriat, diğer taraftan sultani adaletin müdahalesini gerektiriyordu. Bu bütünleyici ikilik sınırsız şekilde Osmanlı otoritelerinin sultanların, şeyhlerin, vezirlerin ya da kadıların hukuki söylemleri içindeki birçok hükümde ve mektupta dile getirilmişti: Adalet her zaman şeriata ve kanuna göre yürütülecekti. (s:127)
“Politik-ahlaki” düzlemde, müsamaha, merhamet ve neredeyse sonsuz bağışlama yöneticiden beklenen standartlardı ki ihlal edildiğinde görevden alma ya da suikastla neticelenebilirdi… En anlayışsız Avrupa gözlemciler bile İslam hukuku sisteminin bu özelliğini kabullenme mecburiyeti hissetti Şeriat “Hükümdar’ın iradesini kısıtladı”… Yönetici, kendi atadıkları ve memurları tarafından işlenen herhangi bir adaletsizlikten sorumluydu… Başka bir ifade ile politik –ahlaki hesap verebilirlik kavramı bu kültürün içine işlemişti… Yönetici ve valilerin düzenli toplantılarına kadılar, vergi toplayıcıları, saygın kişiler, önde gelen müftüler, mahalle temsilcileri ve toplumdan bir sürü başka kişi dâhil edilirdi. Haliyle bu yöneticiler kesişen çıkarlara tabiiydi. Böylece sultana ve imparatorluğa göstermeleri gereken sadakat kendi sosyal, ekonomik ve ahlaki ağlarındaki yerel çıkarları tarafından hafifletiliyor ve dengeleniyordu. Kadılar, müftüler, vergi toplatıcıları kendi topluluklarını savunucuları olarak toplantıda yer bulurdu ki, bu sayede toplantıya katılmaları meşru hale gelirdi.
3.Karşılaştırma ve sonuçlar: Şeriat Tanrı’nın egemenliğidir. “La ilahe illallah” Tanra’nın tek egemen olduğu temel bilgiyi ve dini söylemsel pratiği özetler. Bu bilgi yapısaldır: Sosyo-pratik etikten politik yönetime kadar, Müslüman hayatın dokularına işledi… Kendileri müstakil, maaşsız alimler olarak yasayı yapılandırdılar ve yalnızca vukufiyet, dindarlık, dini karizma ve ahlaki dayanıklılığın gücüyle onun koruyucusu oldular. Şeriat bu sebeple güçlülerdense ortalama statüdekilerle daha uyumluydu –yoksul, yetim ve ayrıcalıksızlar bunun içindeydi. Aslında kudretli ve politik açıdan güçlü olanlara şüphe ile bakardı
Özetle Şeriatın üstünlüğü modern muadilinden daha ileride olan bir hukuk üstünlüğü anlamına geliyordu… Bugün Müslümanlar için modern devletin kuvvetler ayrılığını benimsemek, tarihleri boyunca kendilerine sağladıkları, imkândan daha azına tamah etmek anlamına gelecektir. Modern olan kendi devamlılığı ve çıkarları için çalışan devletin çıkarlarını temsil ediyor. Tam tersine Şeriat bir yöneticiye ya da herhangi bir politik güç biçimine hizmet etmedi. Halka, kitlelere, yoksullara, mazlumlara ve tüccarlara zorluk çıkarmadan kervana katılanlara hizmet etti. Modern devletin ve onun hukukunun anlayamayacağı şekilde insancıldır… Şeriat, hukukun üstünlüğünü devlete karşı imtiyazlı kılarak imtihanı geçti.

4.Bölüm Hukuki olan, Politik olan ve Ahlaki olan

Gerçek bir pozotif bilim asla ahlaki gerçekleri kavrayamazdı, çünkü onun öncülleri kendi ontoılojik temellerini bertaraf etmişti. Birincil nitelikler dünyasında “olan” ve “olması gereken” tamamen ayrı düştü. Dünyadaki bütün ampirik araştırmalar bir araya gelse bu temel problemin üstesinden gelemezdi. Kuyuya ne kadar daldırırsanız daldırın, elekle kuyudan su çekemezsiniz.                                                                                     
                                                                                                                                             Thomas A. Sprangens
Devletin bekası için kendimi feda etmeyi ve başkalarını öldürmeyi hayal edebildiğimiz zaman politik olan başlar. Modern devlet beni şiddete karşı koruduğunda değil, beni silahlı kuvvetlerine  çağırdığında tam olarak karşıma çıkmış olur.
                                                                                                                                                         Paul W. Kahn

İslami yönetimin modern muadilinden öğreneceği şeyler çok azdır… İslami yönetim, adil ve demokratik yönetimin uzak ara en olumlu ifadesidir.

1.Ahlak ve Hukuki olanın Yükselişi : Max Scheler, modern Batı’nın temel karakteristiğinin “kontrolü sağlayacak bilgiyi kazanma takıntısı” olduğunu ileri sürüyor... Scheler’e göre modern insan maddi dünyaya hükmetme arzusuna odaklanmıştır… Batılı “metafiziğin tamamen doğanın tamamının üstünde bir egemen oluşuna dayandığını” ileri sürer…. Hükmetmek, sadece “kaba” ve “eylemsiz” maddeye yönelik değildi, aynı zamanda Benlik’e, insan özüne karşı paradigmatik bir tavırdı…
Schler, Batılı bilginin modern sisteminin programlanabilir biçimde iktidarın, disiplinin, hükümranlığın ve dünyayı dönüştürmenin hizmetine koşulduğu konusunda haklıysa, o halde bilmek, dar manada, iktidar ve dünyayı dönüştürmekle ilişki kurmaktır. BİLGİ GÜÇTÜR, ifadesini ilk kez gündeme getiren 17 yy. yaşayan Bacon’ın kendisiydi. Modern bilginin hiçbir türü, hukuki ve politik olan dâhil, iktidarın bu tür dinamikleriyle yakınlaşmaktan kaçamaz.
Bir yandan bu tahakkümcü düşünce yapısı, diğer yanda ahlak ve değerler vardır… Robert Boyle, “ insan doğaya sahip olmak ve hükmetmek için yaratılmıştır” fikri üzerinde dururken, mensubu olduğu düşünce hareketini gayet iyi temsil etmektedir… Modernitenin doğaya karşı hükümdarlık tavrı “doğal kaynaklar” fikrinin deklare edilmesine, şimdilerde modernitenin endüstriyel sosyal yapıları ve hükumet kurumlarında, politikalarında enikonu normalleştirilmesine ve modern ilk ve ortaokullardaki bütün coğrafya kitaplarında öğretilmesine yol açtı.
“Doğal Kaynaklar” ifadesi -hayli sömürgeci ve şiddet içerikli bir söylem ve pratik- ister istemez doğanın bütün değerlerinden arınması sonucunu doğurdu. Eğer doğa kaba ve eylemsiz ise, o halde insan onunla hiçbir ahlaki sınırlama olmadan ilişki kurabilecektir ki, bu tam olarak erken 19 yüzyıldan bu yana olan bitendir… Eğer madde kendi içinde değerden yoksunsa, o halde ona bir nesne olarak davranabiliriz. Onun üzerinde çalışabilir ve bizden hiçbir ahlaki talepte bulunmadan, onu analitik aygıtımızın bütün birimlerinin nesnesi haline getirebiliriz.
Modern devlet ve onun yasada temsil edilen egemen iradesi, bu dünya görüşünün sadece dâhili bir parçası değil, aynı zamanda onun baş mimarlarından biridir… Yasa, ancak yasayı emredecek ve geçerli olduğunu deklare edecek güçte bir hükumet sayesinde geçerlilik kazanabilir.  
Austin, “ilahi yasayla çelişen bir insani yasa, aslında yasa değildir.” … İlahi yasaya muhalif bir pozisyonda bulunan en kötücül yasalar “ yargıç kürsülerinden yasa olarak dayatılmış ve dayatılmayı sürdürmektedir.
Aydınlanma projesinin köşe taşını temsil etmesi ve Kantçı otonomi fikri tarafından güçlü şekilde ifade edilmesi bakımından özgürlük Tanrı’nın kadiri mutlaklığı ve mutlak tercih yetkinliğinin sembolü olmaktan uzaklaşmış ve onun yerine insan aklının doğal güçlerinin bir dışavurumuna dönüşmüştür. İnsan aklı burada ve şimdi, her şeyden önce araçsalcı olan, dünyayı nesneleştirme ve onu kendi ihtiyaçlarına boyun eğdirme projesinin tek belirleyicidir… Daha önce vahyin gücü tarafından kısıtlanan akıl şimdi, bütün vahye dayalı rakiplerinin otoritesini devralmaya doğru genişleyerek özgür hale gelir… Bu özgürlük de, tıpkı akıl gibi, benliğin bir parçası olup tamamen onun hudutları içinde vücuda gelip eylemek üzere dış dünyayla ilişkisini bozmuştur.
Olan/Olması Gereken ayrımı Nietzsche’nin farkında vardığı üzere, belirli tarihsel şartların, haysiyet, özgürlük ve akıl kavramına yeni anlam vermiş belirli bir felsefe gelişiminin sonucudur… Dahası bazı hukuk çevrelerinde Olan ve Olması Gereken arasındaki neredeyse mutlak ayrımın Amerikan ve Avrupa hukuk teorilerindeki krizler yarattığı ve ağırlaştırdığı anlaşılmış durumda… (Nietzsche “Biri daha derine baktıkça, değerlememiz daha da kayboluyor… Değerlere sahip dünyayı biz yarattık! Bunu bilerek hakikate saygı göstermenin hali hazırda bir illüzyonun sonucu olmuş olduğunu da bilmiş oluyoruz. – ve bir kimse hakikatten daha fazla onu oluşturan, basitleştiren, şekillendiren, icat eden, güce değer vermeli. Her şey yanlıştı! Her şeye izin verilmiştir.”)
Nietzsche, Thomasçı türden doğrucu Avrupa Hristiyan ahlakını baş aşağı etmişti: Hristiyanlıktaki Olması Gereken ve Olan arasındaki organik bağlantı, Descartes ve Kant’ta çatallanmış ve Nietzsche tarafından tamamen yok edilmişti… Modern öncesi İslami gelenek ve söylemde, Kur’an dâhil yasal olan ve ahlaki olan diye ikiye ayrılmış kategoriler olarak tanımlanmıyor. Olan ve Olması Gereken olgu ve değer tek ve aynı görünüyordu. Aydınlanma öncesi Avrupa’da da bu ayrım yoktu.
Eğer modernite anladığımız şekliyle “ahlaki” tabiri modern öncesi İslam’da yoksa o halde “ahlaki” ile “hukuki” arasındaki ayrım geniş anlamıyla şeriatta, hele de Kur’an’da var olamaz.
Kur’an da ve onun inşa edilen şeriatta “hukuki” olan aynı zamanda “ahlaki”dir… Kur’an’daki kozmoloji sadece derinlemesine ahlaki olmakla kalmaz, aynı zamanda hem biçim hem de içerik olarak ahlaki kumaşa sahiptir. Evrenin içindeki her şey insanların kullanımına matuf olarak; ancak faydacılık için değil, derin bir ahlaki mesuliyet gösterilmek üzere yaratılmıştır. Bu da her ne yaparsak yapalım kendimiz için yaptığımız kabulüne tekabül eder.     Kur’an’daki insanın eylem ve davranışlarıyla ilgili yaratılış anlatısı, kararlı bir şekilde ahlaki kozmolojinin temellerini atmaya yönelmektedir… Burada fiziki dünya… Tam da Tanrı tarafından yaratılmış insanların ahlaki hareketlerine hizmet eden, doğal bir dünyadır. “Eğer dağlar titriyor, denizler ikiye bölünüyor ve uluslar yeryüzünden ansızın siliniyorsa, bütün bunlar ahlaki bir başarısızlık ya da en azından doğanın ahlaki yasalarının çöküşü sebebiyledir.”
Evrendeki her şey “belirlenmiş bir zamanda akıp gitmektedir”. Bu zamanın sonu Yargı günü, Hesap günü, ya da Mizan’ın herkes için birinin en ufak bir ameli için bile kurulduğu, “iyiliğinin zerrelerinin” karşısında “kötülüğün zerrelerinin” tartıldığı gündür... Kur’andaki yasalar böylece fiziksel değil ahlakidir. Açıklanabilir, rasyonel sebeplerle hareket halindedir fakat bu sebepler nihayetinde ahlaki yasalarla gerekçelendirilebilir… Kur’an şeriatın ortaya çıkışından önce, insanlığın bütün amellerinin ilahi olarak belirlenmiş ahlaki bir ilkeye hususi referansla değerlendirildiği olağanüstü bir ölçüt koymayı çoktan başarmıştı.
Yaşamak aslında nihai imtihandır, çünkü Kur’an insanın neden yaratıldığı konusunda oldukça kararlıdır. “Dünyadaki her şeyi süs olarak yerli yerine koyduk ki sizi imtihan edelim: Hanginiz daha güzel amel edeceksiniz.” …Doğanın yasaları bu dünyada iyiliğin yüceltilmesiyle birlikte kötülüğün bertaraf edilmesi için tasarlanmıştır… Öbür dünya tek bir değişiklikle bu dünya hayatının devamıdır… Doğanın yasaları ne olursa olsun, nihayetinde şer’i yasalar, Tanrı’nın dünyadaki ahlaki bir amacını gerçekleştirmek maksadıyla tasarlanmış yasalardır.
Eğer Tanrı’nın doğa yasaları öncelikli olarak gayret gerektiren ahlaki ilkelere dayandırılmışsa, o halde evren, hammaddesi iyiliği yüceltmek ve kötülüğü engellemek (emr-iBi’l maruf, nehy’-i ani’l münker) olan ahlaki dokuyla işlenmiş ve doldurulmuştur.
Hakiki bir Müslüman… Tanrı’nın sonsuz cömertliği sayesinde insanlığı çevreleyen bütün dünya nimetlerinden faydalandığı gerçeğini takdir etmektir. Bu Tanrı vergisi ihsanların herhangi birine karşı kötü davranmak sadece şükürsüz olmak ya da Tanrı’nın işaretlerini (ayet) inkâr etmek değil (yekfur, kafir) aynı zamanda haddi aşmaktır(zalim, mücrim). Ve Tanrı açıkça şunu söyler ki, haddi aşanın nihai ırmağı hiç de hoşlanmayacağı bir yerdir. (s:156)
Kur’an’daki Tanrı , insanlığın O’nun nimetlerine karşı minnettar olmalarını ve insanlık için yarattıklarının tadını çıkarıp onlara değer vermelerini beklemektedir. O’nun hoşlanmadığı şey sadece minnet duyulmaması değil, Ayrıca bu hediyelerin ve nimetlerin suiistimali, ve istismarıdır(tuğyan) Böylesi suiistimal ve istismar minnet duymamanın da göstergesidir.

… Mü’min Tanrı’nın teklifini kabul etmekle onunla bir vaadleşme/sözleşme/ahd içine girer. Ecr’e ücrete Hak kazanma amelin mutlak doğrusudur, ücretin kendisi Cennet’e bilettir.
Modern hukuk pozitif hukukdur, egemen irade kurmacasının buyruğudur. İslami hukuk pozitif hukuk değildir… Müslüman için bugün devletin ve onun egemeninin pozitif hukukunu benimsemek, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın, politik iradeden çıkan bir yasayı, modern durumların gerektirdiği biçimde etik ve ahlaki standartlarını değiştiren insanlar tarafından yapılmış yasayı kabul etmek anlamına gelir… Kur’an’ın etik ilkeleri ve asırlar boyu ahlaki olarak temellendirilmiş Şeriatı bir kenara bırakarak insan yapısı yasaları, yokluktan faydalanması için verdiği doğanın yok edilmesini ve tahakkümünü onaylayan yasaları kabullenmektir. … Müslümanların kapsayıcı bir ahlaki kaynak tarafından 12 yüzyıldan fazla yaşamış bir hukuk kültüründen, modern devletin hukukunu tercih etmek için çok az sebebi vardır.
2.Kurban ve Politik Olanın Yükselişi
(…modern durum sürdürülemezdir ve geçip gitmesi sağlanmalıdır…”) (  99. Dipnot s:160)
Schmitt, dünyevi politik iktidarın yeni Tanrı olduğunu… olduğu haliyle dünyada, politik gelişmelerde son söz sahibi iktidardır, ahlak değil. Politik olan; tıpkı diğer çağların “bronz” ya da “teknolojik” olarak adlandırılması gibi, bir çağın adıdır. Bütün hayatı istila eden bir hareket alanıdır ve ona yönelik herhangi bir sorgulama modern “insan şeyleri düzeni” hakkında bir inceleme anlamına gelir. Politik olanın vahşi doğası, hususi olarak ve özellikle öldürme veya öldürülmenin teorik bağlamı içinde şekillendirilmiştir ki böylece bütün diğer alanlardan yararlanmaya izin verir. Hayır, buna zorlar.
Şiddet, politik alandaki ana ve en güvenilir güç kaynağını oluşturur… Şiddet ve nefret politik olanla birlikte onun potansiyelinin de yapıtaşlarıdır, fakat dost-düşman ayrımı onun hep var olan ve gerçekleştirilmiş karakteridir. Schmitt’e göre “Devlet sadece politikanın yegâne konusu değildir, aynı zamanda onun taşıyıcısıdır.” Kimsenin vatandaşlık dışında yaşayamayacağını sorgusuz sualsiz kabul ediyoruz, çünkü kimse devletin dışında bağımsız bir alan bulamaz. Bir devletle diğeri arasında tarafsız bir alan yoktur. Vatandaş, devletin olduğu kadar, devlet de vatandaşınındır. Bu epistemik-psikolojik asimilasyonun bir sonucu, vatandaşın kendisini, kendi vatandaşlığını devlet için feda etme kapasitesine sahip görmesinin doğal oluşudur. Kahn’ın dediği gibi “Yaşam ve ölüm üzerine sadece politik olanın iktidarı vardır... Modern devlet beni şiddete karşı koruduğunda değil, beni silahlı kuvvetlerine çağırdığında tamamen belirmiştir”… Michael Waltzer’in yazdığı gibi, “söz konusu insan hayatıysa, şüphe yok ki, devletten daha çetin bir alacaklı(müşteri) hiçbir zaman var olmadı.”… Vatandaş ve vatandaşlığın tam anlamı doğum sayesinde ya da devletle ve onun ulusuyla resmi bir bağ kurmakla ortaya çıkan değil, kendini feda etmeye hazır bulunmakla inşa edilendir.
Modern Devlet… pozitivist egemen hukuki iradenin sayesinde yaşam ve ölüme hükmeden yeni TANRI’ysa, o halde onun için ÖLMEK, İslami devlet bağlamında önemli bir kavramsal problemi ortaya koyuyor demektir. Bir başka deyişle Müslümanlar, ahlaki olana taraftar olamamış ve olamayan; en iyi ihtimalle, ahlaki olmayan bir var olma biçimine, pozitivizm, doğruculuk ve olan haricinde bir şey önermemiş ve önermeyen bir devlete kendini feda etmeyi meşru gören bir İslam Devleti inşa etmeye nasıl heves edebilirler?
Ahlaki bir yapı olarak modern devletin, teoride bile savunulamaz olduğu kanıtlanmıştır… Modern devlet ne etik temeller üzerine inşa edilebilir ne de ontolojik açıdan ahlaki bir yapı olarak işlev gösterebilir… Kendini ahlaki olmayan bir yapı uğruna feda etme kavramı, nasıl İslami yönetim bağlamına uygun düşer? Basitçe bunun cevabı İslam’ın askere çağrılmayı hiçbir zaman tanımadığıdır. O kimse uğruna hatta Tanrı uğruna bile yaşamayı ve ölmeyi emretmemiştir…
Cihat Müslüman erkekler için mecburi görülse bile, yükümlülük ahlaki olacaktır ve bu sebeple şeriatta, öbür dünyada sevaptan mahrum kalma tehlikesi dışında, savaşa katılmayı reddetmekten ötürü yazılmış dünyevi bir ceza yoktur. Bu durum modern devletin asker kaçaklarına ve askere kaydolmayı reddedenlere yönelik cezalandırıcı önlemlerden dağlar kadar farklıdır.
3.Ahlaki boyut: Son Bir YorumŞeriat Politikadan çok toplumla ilgiliydi, ahlaki sosyal karakterlerle ilgiliydi. Modern proje, çağdaş Müslüman dünyanın yaşayan gerçekliğinde, hukuki ahlak çağından politik çağa keskin bir dönüşümü temsil ve tesis ediyor. Modernite, politika ve politik olan her yerdedir ve o güne hükmeder. (S:170)
Modern devletin hukuku vatandaşını “enerjisini ve hayatını devlet için vermeye” zorlarken, vatandaş “bunu yapacak herhangi bir ahlaki yükümlülük altına almaz. Böyle bir durumda yüksek etik idealinin görkemi, her zaman anavatan için ölme şeklinde değiştirilerek, kaybolacaktır. Neden birey kendisine eşit olan başkalarının refahı için kendini feda etmelidir ki? 
... Devlet yasa yoluyla vatandaşlarının hayatları ve savaşma enerjilerinden ve bu değersiz dünyadaki kavgalarından yararlanırsa, o halde bu, vatandaşın kendini hiçbir değer, ahlaki zorunluluk ve kendinden öte iyi bir şey bilmeyen bir devletin hatırına feda edeceği anlamına gelmez mi? Bu çağdaş Müslümanların, doğrudan ve yumuşatmadan yüzleşmesi gereken bir sorudur.
     
 5. BÖLÜM POLİTİK ÖZNE VE AHLAKİ BENLİK TEKNOLOJİLERİ

Bugün okulda ne öğrendin
Benim sevgili küçük çocuğum?
Hükümetimizin güçlü olması gerektiğini!
Her zaman doğru ve asla yanılmaz olduğunu!
Liderlerimizin en iyisi olduğunu!
Ve bizim onları tekrar tekrar seçtiğimizi,
Öğrendim ki, savaş o kadar da kötü değil
Yaptığımız muhteşem savaşları öğrendim.
Bugün okulda ne öğrendin…
                                                      Tom Paxton
Devlet insanları kendilerinden çalar.
Johann Gottfried Herder
Modern devletin düzen ve disiplin sistemlerinin insanlık tarihinde, görülmemiş tabiiyete sahip bireyler üretmede kendine has olduğunu iddia ediyoruz.
1.Devlet Tebaasının Üretimi: Köken itibarıyla devlet özgün bir Avrupalı fenomense, onun zürriyeti olan vatandaş da öyleydi.
Avrupalı olan devlet disiplininin soy kütüğü, öncelikli kaygıları olan hazinelerini doldururken nüfusları üzerindeki hükümlerini sağlamlaştırmak olan güçlü monarkların yükselişiyle ayrılmaz biçimde bağlıdır. Çok fazla altın ve gümüş getiren kolonileştirici girişimlere sponsor olmuş ve desteklemişlerdi –bu maddi varlık daha sonra, karları hızla artırıp sermaye birikimi sağlayarak bu kazanımlardan faydalanan Endüstri Devrimini destekledi. Buna paralel olarak şehirli nüfus büyüdü, toplumun geniş kesimlerini yoksullaştırdı ve bütün bunlar olurken üst sınıflar yeni ortaya çıkan anayasal monarkın ortaklığı ve desteğiyle varlıklarının çoğalmasını seyrettiler. Tam olarak bu bağlam, Marx’ın  devletin burjuvanın proleterya, yoksul kesimler, hakları elinden alınmış işçiler üzerindeki hakimiyetini temsil ettiğini söylemesine müsaade edecekti.
Polis aygıtının kurulması ile 19. Yüzyılın geç dönemleri ile birlikte hiçbir köy, kasaba ya da şehir gözetimden kaçamayacaktı. Ve polis aygıtını geliştirmek için daha önce görülmemiş, devasa bir hapishane sistemi yaratıldı. Fakat ham fiziki güç her yere yetişmek için yeterli değildi ve Avrupalı yöneticiler bunu anlamıştı… Tebanın, düzen ve araçsal bir fayda tarafından kuşatıldığı bir disiplinin topluma dayatılması gerekiyordu. BU düzenleyici mekanizmanın başarılması için benimsenin sistem, OKULdu. Okul çeşitli biçimlerde her yerde çoğalmaya başladı ve polis aygıtının pekiştirilmesi ile eşzamanlı olarak 19. Yüzyılın sonuna gelindiğinde standart bir sosyal sabite olmuştu. Yasayla zorunlu kılınmış ilkokul (ebeveynler cidden hapsedilme korkusuyla çocuklarını okula göndermeye zorlandı.) Avrupa’nın çocuklarına büyük çoğunluğunun belirli fikirler ve ideallerin zihinlerine kazındığı güdümlü bir siteme girmeyi şart koştu. Aile içinde ya da kilisede öğrenme günleri tamamen son buldu. Toplumsal güvenlik ağı yaratan ve daha önemlisi sosyal sağlık kurumları ve ihtisas hastaneleri ortaya çıkaran refah devleti sistemleri olabildiğince çabuk bir şekilde Avrupa ülkelerinde kurulmaya başlandı.
Okullar, ordular, hastaneler ve hapishaneler, bir şeyleri hayli incelikli ve özelleşmiş şekilde yapma ve onlara buyruklar vermenin sistemsel tezahürlerini oluşturuyordu. Herbiri özelleşmiş bir alanda işlev görüyordu ama belirgin ideolojik iddialara sahip, her tarafa nüfuz etmiş bir bürokratik makinenin ardından geldikleri için birlikte çalışıyorlardı.
İtaat ve fayda bir yandan uysallığı meydana getiren düzenleme tekniğine itaat ve diğer yandan maddi üretim performansı olarak fayda… Beden, kolonileştirilebilir ve böylece manipüle ve analiz edilebilir, belirli bir iradeyle şekillendirilebilir hale geldi ve buradan hareketle arzulanan etkilerin üretilebildiği bir yere dönüştü… İnsan bedeni onu keşfeden, parçalayan ve yeniden düzenleyen bir iktidar makinesine giriyordu.      
Eğitimsel, bürokratik ve disiplin temelli kurumların olgunlaşmasıyla, devlet tebaasını kabul töreni tamamlanmıştır. Artık devlet, eğitilmiş tebaasını gelişimini tamamlamış birer yetenek, hatta gönüllü sadakat ve faydalı bir hevesle desteklenmiş birer araç olarak kullanılabilir. Bir başka şekilde anlatacak olursak, artık yöneten monark ya da belirgin bir grup değil toplumsal ve bürokratik kurumlardır. Batı demokrasilerin başarılarını açıklama maksadıyla öne sürülen güç paylaştıkça iktidar artar argümanının arka planıdır.
Sık sık akademinin yardımına başvuran modern devlet, kendini bir problem çözme makinesi olarak görür ve bu devletin kendisinin açıkladığı “halka hizmet” etme hedefiyle her daim kastedilen bir karakteristiktir… “Problemler” sadece devlet mümkün olduğunda ontolojik açıdan mümkün hale gelir. Tam olarak böyle olmaktadır ki bu “problemlerin” büyük çoğunluğu modern öncesi toplumların normal, hatta doğal düzenidir; zira bu toplumlar bu “problemlerle” çok eski zamanlardan bu yana bunları problem olarak görmeyerek yaşamışlardı. “Problem çözme makinesi” vasfı bu yüzden paradigmatik devletin olmazsa olmazlarındandır.
Modern devlette yönetim, aile içindeki krizler, nüfusun azalması, ekonomik rekabet yoksunluğundan şehirdeki yoksulluk ve doğal tabiatın yıkımına kadar bir dizi oluşmakta olan “probleme” hitap etme anlamına gelir. Çalışma kolları, araştırma komiteleri, araştırma projeleri, öneriler ve raporların  hepsi de “problem çözme” makinesinin işlemlerine içkindir ve akademik personeller, bilim insanları, sosyal bilimciler ve her türlü filozof bu problemleri çözmekle ilgilenir. Hepsi bu gerçeğe uyum sağlamak zorundadır, yani bir bakıma, devletin yüzleşmesi gereken ve böylece tanımı gereği doğasında pozitivist olan gerçekliğe. Bu demek değildir ki, bu akademisyenler, özellikle filozoflar vb. ahlaki Olması Gereken’le hiçbir zaman ilişki kurmuyor. Fakat hükumet çevrelerinde aranan ve bu sebeple akademik disiplinlerde ilgi gören şey, pozitivst realizmi önce tanıyan ve sonra ona uyum sağlayan araştırma ve entelektüel üretim kalıplarıdır.
Modern devlette eğitimi çeşitli disiplinlerin kesiştiği bir alan olarak düşünürsek, o halde okul tebayı şekillendiren, hayatının en önemli döneminde “gözeten” (göz altına alan–AHÇ) bir alandır. Çocuğa faydalı ve verimli olması için gereken hüner ve becerileri, vatan sevgisini ve bu sevginin faziletini aşılayarak başlar ve bu yetişkin öğrencilere devlet çıkarlarını, devletin önceliklerini, devlet programlarını, milliyetçiliği ve devletin “problem çözme” ideolojisini adım adım telkin ederek devam eder.
Modern devletin vatandaşları olmadan yaşayabileceğini ve yeniden yaratılabileceğini söylemek bedenin kan dolaşımı olmadan yaşayabileceğini söylemek gibidir. Bütün bunlardaki temel nokta, bireylerin devletin içinde ve devletin malı olmasıdır, ki vatandaş tam anlamıyla budur.
Devlet her yerdedir. Mutlu mesut bireyleri büyüten kutsal bir topluluk, organik bir sosyal birim olarak sahip çıkmaz AİLEYE; aile onun için daha ziyade bir üretim birimidir; vatandaşları, milli tebaayı üreten bir birim… Aile, egemen hukuki iradenin kaygılarına içkin olarak, devlete hizmet etmek üzere yeniden tanımlanmıştır… Çocuk, devletin otoritesinin hukuk, psikologlar, psikayristler, sosyal çalışanlar ve teknikerleri barındıran bir reform programı biçiminde ortaya çıktığı bir alana dönüşür. Ailenin ataerkilliği, devletinkiyle yer değiştirir. Yargıç, okul, psikiyatrist ve sosyal hizmetler büyük ölçüde EBEVEYNİN yerini alır. Ailenin ataerkilliği, devletinkiyle yer değiştirir: Yargıç, okul, psikiyatrist ve sosyal hizmetler büyük ölçüde ebeveynin yerini alır. Adli ve psikiyatrik uzmanlıkların kesişimi; devlet tebasını, ulusal vatandaşı yaratmaya niyetli iki disiplinin işbirliğine işret eder. Adorno, daha sonra göreceğimiz üzere, bu karışıma gençleri (ve yaşlıları) narsistik, parçalanmış bireylere dönüştüren “kültür endüstrisi” kavramını da ekleyecektir.  
Donzelot; Modern ailenin durumunu bir kriz durumu olarak karakterize eder, aile “toplumu ayakta tutan sütunlardan biri olmaktan toplumun sürekli ayrışmakla tehdit ettiği bir yere” dönüşmüştür. Aile yapısının bu çözülüşü, ailenin devlet tarafından kurulmuş disiplin aygıtlarına tamamen entegre edilmiş göründüğü devlet politikalarının doğrudan sonucudur. Aile, böylece toplumsal bağlılığın, sosyal otonominin imkânsızlığının sıkıntılı bir alanı olarak görünür. (Modern toplumlarda kendisi vasıtasıyla hem toplulukların hem de zihinlerin yapılandırıldığı resmi kategorilerin inşasındaki ana aktör devlettir.) Devlet, tıpkı politik olanın hükümranlığına yol verdiği gibi, ayrıca disiplin temelli toplumsal mühendisliği yoluyla, toplumun devletin görüntüsü olarak ortaya çıktığı sosyal olanın krallığını da yaratmıştır.  Deleuze’nin ileri sürdüğü gibi, ailenin krizi ve sosyal olanın yükselişi, devletin disiplin aygıtlarının kesişme noktasının iki yönlü politik etkisidir. Sosyal olan böylece politik olanın toplumu, özellikle çocukların belli bir modele göre şekillendiği hibrit bir lan haline gelmiştir. Ve bu model, bu kimliğin içerdiği ve ima ettiği bütün özelliklerle birlikte, ulusal vatandaş, ulus devlet vatandaşı modelidir.
Milliyetçilik sadece modern devletin inşasında etkili biçimleri varsaymakla kalmamış, aynı zamanda birbirine mütekabil sonuçlarını da temsil etmiştir… Ulus bu sebeple rastgele bir grup oluşumu değil, fakat “öncelikle modern devlet biçimiyle ilişkili” olarak icat edilmiş söylemsel ve inandırıcı bir politik pratiktir…. Milliyetçilik sadece topluluğu ve onun birey üyelerini yaratmakla kalmaz; O, kendisi topluluk ve onun gerçekleşmiş birey yurttaşlarıdır, çünkü onlar olmadan milliyetçilik olmaz. Milliyetçilik ve devlet sadece ikiz kardeş değildir; birbirinin içine yerleşiktir, devlet madalyonun bir yüzü milliyetçiliktir.
Weber için ahlaki-manevi düzenle madde ve maddiyatçılık dünyası arasında, kendine iyi bakmakla kendi arzularının esiri olma ahlakı arasında, devasa bir gerilim anlamına geliyordu. Hayatın değer kazanması artık içeride değil dışarıda konumlanmıştır. Disiplin, verimlilik ve çalışmaya yüce bir önem atfetmişti ki vatandaşlarına ikincil bir fıtrat olarak telkin ettiği çok sayıda dersten üçü bunlardı. Çalışma adına çalışma tıpkı kapitalizmin parasının sırf servet biriktirmek için kazanılması gibi, tıpkı devletin kendinden menkul varlığı gibi ve kendini devam ettirmek için kendini devam ettirmesi gibi. Weber modernitenin ilerleme iddiasında “zenginliğin üretimi ve biriktirilmesi ve doğaya hâkimiyet [...] bununla birlikte rasyonel öznenin özgür bırakılması fikri anlamına gelen bir kavrayış görmüştü. Fakat ilerlemenin bedeli onun “büyüsüzleşme” (kutsaliyetin kaybı-AHÇ) dediği şeydi. Kutsal olanın, bütünlük durumunun, benliğin dünyayla,  doğayla ve benim ahlaki kozmoloji dediğim şeyle manevi bağların kaybı.
Modern özne yeni bir kimlik tipi üreten “kültür endüstrisinin” tutsağı olmakla izole edilmiş ve parçalanmıştı. “Hayati nitelikteki deneyimlerden tecrit edilen”  bu “benlik, bir ahlaki fakirleşme zemininde” ve “büyük bir ahlaki mahrumiyetin şartları altında” hayat bulmuştu… Bu iktidar tipleri içinde narsist ego sığınak, istikrar ve hatta gönül rahatlığı bulur. Modern kapitalist toplum sadece narsizmi önemli hale getirmekle kalmaz, herkesteki narsist karakteri açığa çıkarır ve pekiştirir. (S:189)
Ulus olmadan devlet olmaz-devlet olmak zorundadır, çünkü milliyetçilik olmadan devletin hayatta kalma şansı, bir kanser hastasının tedavi görmeden hayatta kalma şansı kadardır. Modern tedavilerde olduğu gibi, bu şifanın da yan etkileri vardır. Milliyetçilik söz konusu olduğunda 20. Ve 21. Yy. soykırımların ve kıyımların doğrudan ulus-devlet fenomeninin bir ürünü olduğu sonucuna varmamak imkânsızdır. (Milliyetçilik kendi kendine belirleme ve bilhassa da tüm dünyayı zapt etmeyi teklif eder. Benlik, toplum ve devlet için tayin etme vaktidir. İnsanlık artık tanrılara değil daha ziyade aşkın bir ulus olarak kendine tapmaktadır. Bizler uluslaşmış narsistlere dönüşürüz.)
2.Benliğin Ahlaki Teknolojileri:Avrupa’nın tecrübe ettiği politik mutlakiyet, feodalizmin acımasız sertliği, kilisenin istismarları, Sanayi devriminin insanlık dışı gerçeklikleri ve Avrupa’ da devrimleri gerekli kılan şeylerin hiçbirinde Müslümanların payı yoktur. Genel olarak, insan hayatının ve onun sefaletinin kaçınılmaz zulmüne rağmen Müslümanlar, karşılaştırma babında söylersek, bin yıldan uzun bir süre çok daha eşitlikçi ve merhametli bir sistemde ve bizim için en önemlisi, modernitenin kötüleyerek kirletemeyeceği hukukun üstünlüğüne dayanan bir düzen altında yaşadı.
İslami yönetim ayrıca modern devletin polis ve hapishane sistemlerince ortaya konan ölçekteki bir gözetlemeyi de tanımazdı. Bugün normalleşmiş ve sıradan birer hakikat olan şeyler, Müslümanlara istibdat ve zulmün korkunç hayaletleri gibi gelecektir. İslami hükümdarlık hüküm sürerken… eğitim alanına karışmazdı. Sultanlar emirler ve vezirler yüksek öğretim (medrese) kurumları inşa etmişti, fakat sadece atayıp görevden alabildikleri hâkimlerde olduğu gibi, orada ne öğretildiği ve nasıl öğretildiği konusunda hiçbir etkileri yoktu… Şeriatın kendisi gibi, eğitim de yürütme iradesinden ciddi anlamda bağımsızdı, ne içeriği ne de dini-ahlaki oluşumu hakkında yürütmenin bir kontrolü vardı. Bu da demek oluyor ki, politik iktidarın, kendilerini o iktidar içinde tanımlayan bir teba yaratma kabiliyeti hiç var olmamıştı.
“Neden ahlaklı olmalıyız” sorusu modern ahlak felsefesi için merkezi niteliktedir… Kavramsal köken itibariyle bu soru moderndir, modern durumdan doğmuştur ve onu gerektirmektedir.
Dini olana karşı bu köklü hoşnutsuzluk, hukuki anlamda, ahlaki olanın etkisini hukuk alanında düşünme ihtimalinin tamamen yok edilmesi anlamına geliyordu. Dini hedefler, ahiret, toplumsal temelli ahlaki kazanım, statü, onur, utanç ve buna benzer bir çok şey, tamamen kenara koyulmasa da tercih ettiğimiz bariz modern ve ahlak karşıtı değer sistemlerimize “daha uygun” başka açıklamalar karşısında değersizleştirildi… Müslüman hukukçular için “Neden ahlaklı olmalı?” sorusunun cevabı bir hayli açıkken, onların görüşlerini öğrenebilmek için bizim sorumuz şu olmalı: Ahlaki özne nasıl şekillenmişti?
Şeriat tarihsel olarak toplumsal ahlaki icat etmemiş, fakat onu hizmetine almış ve kendi ahlaki kavramlarını, pratiklerini, yapılarını ve kurumlarını sürdürmek için onu gücü ve etkisiyle besleyerek sistematize etmiştir… Eğer ahlak ayrılmaz biçimde kendini “hukuk” habitatının içine konumlandırmışsa, bu durum, bu “hukuk”un öznesinin bireysel ve kolektif biçimlerde, ahlaki bir aktör olarak kabullenmiş olmasındandır. Diğer türlü, şeriatın hiçbir kararı sosyal ilişkiler bağlamında bir anlam ifade etmez ve fakihlerin hayal gücünün bir parçasından öteye geçemezdi.
Toplumsal ve dini ahlakın şeriatı beslediği kadar, fıkıh doktrininin çeşitli bölümlerinin diğerlerini ahlaki yönden pekiştirdiği de farz ediliyor. “Hukuk”un bir alanında şekillenen ahlak, “hukuk”un bir başka alanının zenginleşmesi ve pratik uygulaması için ahlaki bir destek işlevi görüyor…  Bir yüzyıldan uzun bir zamandır, modern akademi şeriatın hukuki alanını iki ana fakat ayrıştırılabilir parça şeklinde ele aldı, bunlardan biri “ritüeller” ve diğeri de sözümona “cari hukuktu”. “İslam’da cari hukuk” bireyler arasındaki hukuki ilişkilerde, mesela aile hukuku, ticari hukuk ve ceza hukuku ile alakalı alanlardır. İbadetler ise insanın Tanrı’yla ilişkisini, aslında dini bir takım pratikleri düzenlediği söylenen yasaları gösteriyordu. Bu ritüel alanı böylece akademide büyük oranda göz ardı edilecekti, ta ki abdest ve temizlikle ilgili birkaç makalenin ortaya çıktığı 21. Yüzyılın başlarına kadar… Burada şöyle düşünüyorum, “ritüel” ve ”hukuki” arasındaki ayrım hukukun ahlaki gücünü ıskalamanın, hem ibadetlerin hukuki sonuçlarını hem de “tam hukuki” muamele kurallarının ahlaki çıktılarını takdir edememenin bir parçasıydı ve öyle olmayı da sürdürüyor.
kelime-i şehadet üst bir gücü tanımayı ifade eder. Art arda gelen bedensel pozisyonlarıyla namaz ibadeti o yüksek güce itaati sembolize eder ve okuma, zikir ve dualarıyla o gücün, müminlerin amelleri ve davranışlarından hoşnut olması ihtiyacını ortaya koyar. Aynı şekilde oruç tutmak başkalarının yoksunluklarıyla özdeşleşmeye zorlar. Diğer insanlara merhamet, hatta onlara karşı tevazu duymayı gerektirir… Zekat vermek, müminlere sahip oldukları dünyevi herhangi bir şeyin aslında itibari sahibi olduklarını, servetin gerçek sahibinin onu kendi takdiriyle geri alabileceğini hatırlatarak, ihtiyaç sahibi ve yoksullarla empatiyi sağlar. Tanrı’nın cömertliğine dair farkındalığın böyle toplu şekilde pekiştirilmesi, HAC ibadetindeki fiziksel taleple taçlandırılır, Mü’min burada Tanrı ve onun yarattıkları karşısında tevazu ve sabır sergiler.
Şeriat ahlaki bir topluluk olmaksızın şeriat değildir. Ahlak hukuki, toplumsal yada başka türlü kaynaklarını büyük ölçüde İslam’ın beş şartının ifa edilme gücünden almaktadır. “Hukuk”un otoritesine gönüllü itaati sağlayan ahlak, bu beş ifa eylemi tarafından oluşturulur.
(İngiliz Hindistan’ının valilerinin şeriatı ceza hukuku başta olmak üzere birçok alanda fazla gevşek ve hoşgörülü bulduklarını anlatılır.) İyilik yapmak tanımı gereği bu hayatta ve öbür dünyada “Tanrı’ya yakın olmaktır”.
Her türlü ibadette olduğu üzere Niyet çok önemlidir. İbadet eden eyleminin ilk adımını atmaya, yüzünü yıkamaya koyulduğunda kendini (hem fiziksel hem ruhen-AHÇ) temizlemek niyetinde olmalıdır. Niyet rasyonel düşüncenin ve aklın aracı olan kalpte başlar… Niyet doğrudan bir ibadet kategorisinde sayılabilecek amacın yerine getirildiği bireysel amel farkındalığı ya da güveni oluşturur. Başka eylemlerle karıştırılmayacak ameller niyet gerektirmez… Niyet almak niyetin akla ve ruha kazınarak, her eda edişte sanki eylemin rasyonel ve duygusal melekeler için her defasında ilk kez sergileniyormuş gibi tazelenmesini sağlar… Tanrı’nın kendisi gibi O’na yönelen eylemler de sevilmelidir, çünkü niyet sevgiyi gerektirir… Öyle ki namazdan bilerek vazgeçen bir yetişkin dinden dönmekle itham edilir.
Zekât da mal biriktirmeyle gelen ahlaki yükü temizler… Varlıktaki fazlalığı Kuran’da belirlenen alıcılara yoksul, ihtiyaç sahibi ve yolcu gibi paylaşmak sadece bir temizlenme aracı olarak değildir, ayrıca her şeyin nihai olarak Tanrı’ya ait olduğunu ve Müslümanların da dünyevi varlığın emanetçisi olduğu inancını, dahası o varlığın belirli bir düzene göre yerleştirilmesini yansıtır. Mal, mülk biriktirmek ilahi kınanmayla birlikte öbür dünyadaki sonsuz bir cezanın da sebebidir.
Zekât namazın bir uzantısı ve pekiştirilmesini ifade eder. Çünkü namaz ruh ve bedenle uygulanırken, zekât benliğin ötesindeki bir alan için ahlaki hesap verebilirlik oluşturarak, psikolojik varoluşun anlık sınırlarını aşıyor.
Oruç tutmak da cinsel dürtüler üzerinde kontrol sağlayıp toplumsal disiplin anlayışını açığa çıkarır. Hayli övgüyü hak eden evlilik kurumu en azından kısmen zinayı önlemeyi hedeflediği gibi, cinsel perhiz de ruhu ve bedeni bu tiksindirici ve kriminal eylemden alıkoymak üzere psikolojik eğitimin altyapısını sağlar. Oruç tutmak, bu yüzden, buzdağının görünen kısmını temsil eder: Oruç; ekonomik, sosyal ve ahlaki alanların psikolojik olarak ve güçlü bir şekilde temelinde yatan, aslında onları oluşturan etkili bir toplumsal ritüeldir.
Oruç tutmanın altında çok çeşitli gerekçeler yatmaktadır ve bunlar, benliğin hem Yaratıcı’ya hem de yaratılana karşı şefkat, öz disiplin ve minnettarlığı elde etmesini ve bunların pekiştirilmesini hedeflemektedir.
Liberal zihin için insanüstü bir aktöre itaat etmek bir lanetlenme gibi görünür. Benliğin ahlaki teknolojilerine geldiğindeyse itaat farklı bir anlam kazanır. Lenn Goodman bu meseleyi şöyle açıklar: “İslam belki Tanr’nın iradesine teslim olmak şeklinde yorumlanablir, fakat eğer bu irade öteki olarak kalmaz ve benliğin bilinci tarafından kabul edilirse, o halde benlik kendinde dağları hareket ettirecek kabiliyeti görür… Bu İslam’ın anlamıydı: Benliğin ilerici şekilde Tanrı’da kaybolması  (insanın gücünün yettiği kadarıyla). Bu da ilahi iradenin kabulüne sebep olur, yabancı bir şeyin değil. Bencil hedeflerin Tanrı’nın iradesine dönüşmesi, iradenin bırakılmasını çağrıştırmaz. Çünkü benliğin Tanrı’da yitimi benliğin teslimi demek değildir. Aksine… bu asimilasyon insanın insan olarak amacına ulaşması anlamındadır, Platon’Un kahinin şifreli meydan okumasına verdiği cevabın özüdür, “Kendini bil!” Kendini bilmek, kendini ilahi olanla yakınlık içinde görmek ve bu yakınlıkları geliştirecek böylesi bir kabullenişin  doğurduğu zorlukları kabullenmek demekti – İnsani gücün izin verdiği ölçüde, Tanrı gibi olmak. Goodman, İbn tufayl’s Hayy Ibn Yekzan)
Foucault’nun benliğin teknolojileri dediği şeye dair güçlü bir yorum İslam’daki önde gelen entelektüel figürlerden birinden, Ebu Hamid El Gazali’den gelmiştir… Foucault, esaslı bir Gazalicidir… Bu teknolojileri anlama çabasında Gazzali’nin değeri, hayatı (en azından biyografik bir örnek olarak) ve ilmi-ruhani çabaları ana akım İslam’ın şer’i, sufi ve felsefi ideallerinin sentetik pratiklerini yansıttığından paha biçilmezdir.
Pratik bir rehber olarak Gazzali’nin eseri, şimdilerde insan doğasının teorisi dediğimiz şey üzerinedir. Bu teorinin öz insanları (el-insan) doğal halinin esnek oluşudur –orijinal durumlarında ne iyi ne de kötüdürler. İnsanlar çeşitli potansiyellerden yapılmışlardır ki malzeme verildiğinde her bireyin neye dönüşeceğini gösterir. “ Her birimizde dört potansiyel vardır: Yırtıcı, hayvani, Şeytani ve İlahi. Öfke, husumet, şiddet ve cesaret ilkinin uhdesindedir; Açgözlülük, oburluk, temkin ve şehvet ikincisinin; aldatma, yalan ve hile üçüncüsünün ve bilgi, akıl, bilinç ve anlayış da dördüncüsünün. Bu dördüncü potansiyel, ayrıca diğer üçünü yönetme, hükmü altına alma ve idare etme yönünde güçlü bir içsel tercihi (imanı-AHÇ) barındırır. Bu demek değildir ki dördüncü potansiyel diğer üçünün tam zıddına denk düşsün ve iyi özellikler üzerinde hâkim olup negatif özelliklerden tamamen yoksun olsun. İlk Üç potansiyel, iyi ya da kötü olma kabiliyetini barındıran özellikleri kapsar, mesela cesaret zaptedilmezse zararlıdır ve aynı şekilde temkin de aşırıya kaçabilir.
Her insan bu dört potansiyelden belirli ölçüde faydalanır ve yalnızca peygamberler ilk üçünden muaftır. Fakat ilim potansiyeli, insanların hem en özlü kısmı hem de varlık sebebidir. Birey mükemmelliğe bu hususi alan vasıtasıyla ulaşabilir, çünkü alanı kontrol etme ve alana hükmetme potansiyeli burada en yüksek noktada bulunur. Bu İlahlaşma potansiyeli (nefs-i emmare-AHÇ), ötekiler üzerinde tam ve mutlak hâkimiyet uygulama, boyun eğdirme ve bozguna uğratma gücüyle birlikte bahşedilmiştir.  En üst düzey benlik gözetim aracıdır.
Bu potansiyeller iki ayrı alanda konumlanır, ilk üçü ruh alanını (nefs) işgal ederken, dördüncüsü kalp alanındadır. Aslında akıl kalptir. Kalp “ilahi latife” olarak tanımlanır, insan türünün gerçek doğası ve özü olmakla birlikte insan ilminin de kaynağıdır.
Öte yandan ruh, diğer potansiyellerin bir araya geldiği alandır. Bu potansiyellerin hayata geçirilmesi güçleştikçe, ruh daha da kötü hale gelir. Ancak, idare eden kalp/akıl etkisi altında ruh, ilahi olmayan potansiyellerin gerçekleşmesini reddedebilir ya da baskılayabilir.
İnsan bedeni üzerinde hükmeden akıl ve onun ruhla ilişkisi krallıkla kralın yönetiminin ilişkisine benzer. Tıpkı kralın ordusunu kontrol edip tebaasını koruyarak maiyetinin yöneticisi olması gerektiği gibi, akıl da geçici bedenin tutku ve kaprislerini sınırlar. Krallıktaki fitneci unsurlar, aynı bedendeki kötü ruh gibi, krallık, topluluk ve onu oluşturan birey için, haysiyetlerini ve barışı sağlamak adına mağlup edilmelidir. Kral tebasını koruyamazsa kınanacak ve eleştirilecektir. Tıpkı beden ve onun kalbinde yer alan aklın Cehennem’e gönderileceği gibi. Yöneticinin politik görevi böylece benliğin bakımının bir eşleniğini sağlamaktadır; ikisi de yükümlülüklere dayanır, haklara değil.
Gazali “insan bedeni, kişiyi bir amaca ulaştıracak bir vasıta, bir araçtır. İnsanlar bu yüzden yolculardan farklı değildir ve geçici hayat da bir yolculuk müddetidir. Her geçen gün yolculuğunun sonuna doğru alınmış bir mesafedir ve dünyevi hazlar yol üstündeki eşkıyalar gibidir.
Bütün tutkuların en büyüğü açgözlülüktür ve bütün ruhani hastalıkların kaynağıdır, onu ikinci sırada Şehvet takip eder. Bu tutkuları gayretle yerine getirmeye çalışan kişi, kaçınılmaz olarak mal mülk biriktirmeye yönelir, karşılığında da iki alanda da düşkünlüğe yol açar. Öyle görünüyor ki, Gazali bir yandan bu iki içgüdü, diğer yandan da güç ve etki elde etme arzusu arasında sebep sonuç ilişkisi kurar. Varlık ve iktidarı korumak adına hırslı bir birey için rekabet ve kıskançlığa gark olmak, karşılığında açgözlülük, ikiyüzlülük, kibir ve nefret oluşturmak kaçınılmazdır. Ve bunlar bir kez ruhun alışkanlıklarına dönüştüğünde, birey için ahlaken tiksinti uyandıran amellere dâhil olmak kolaylaşır.
Gazali’ye göre onun içinden çıktığı gelenekte eğitim, kendini gözetlemenin temel bir aracıdır. Aslında, etik davranışın ihrazı kalbin dikkatli dinleyişiyle ve yol gösterenin anlattıklarına yönelik iradeyle başlar ki bu Kur’an’da ve Peygamber’in sünnetinde sıklıkla görülebilir. Bu anlatım şunu öğretir: “ Tanrı’ya göre açlık ve susuzluktan daha hoşnut edecek bir davranış yoktur”. Ve midesini tamamen dolduran hiç kimse cennete giremeyecektir. Açlık bu anlamda, “saf bir kalp”, “merhamet”, “tevazu”, “ılımlılık”, “aç olanın halini hatırlamak”,  ve en önemlisi “arzuların ve kötü davranışları engelleme” neticelerini verir. Önemsendiği takdirde bu anlatım, fayda veren davranışlar aşılar. Açlık, uykuyu alır çünkü çok yiyen, çok uyur ve uyku ölüm gibidir. Aktif hayatı kısaltır ve müminin kendini geliştirme gayretinden (cihat) alıkor. Çok yemek aynı şekilde tembellik üretir, bu sadece kendini gözetlemeyi ihmal etmenin değil, ayrıca bedensel hastalıkların da sebebidir.
(İbn-i Haldun şöyle yazar: “bir hareket yapıldığında ruhun özüne bir katkı (şifa) sunar. Tekrarla birlikte bir hal bir alışkanlık (meleke) haline gelir, yani, tam olarak yerleşmiş bir vasıf.)
Gazzali, Namaz, kalbin de performans anında orada bulunması anlamına gelen “kalp tarafından icra edilen ameller” tarafından oluşturulur. Kalbin orada bulunması niyetle temsil edilir... Namaz da niyet olmaksızın -amel ne kadar sık yapılırsa yapılsın- eylemin kendisi kabul edilmez.
Gazzali’ye göre Tanrı’ya duyulan aşk, ilahi ceza korkusuna ağır basar. Bu söylem İhya eserinin tamamına hükmeder. Tanrı ‘yı sevmek, kendini gözetmektir, benliği eğitmek ve onu ameli eylemlerin kendine dönük ve bilinçli olarak niyetlenilmiş rutinine tabi kılmaktır…  Gazzali sevgiyi yüce bir biçimin hizmetkârı olarak görür. Bu şeriat anlayışında, ahlak erdemle iç içe geçmiş haldedir. H.A.Prichard’ın  “ahlak ve erdemi bağımsız fakat birbiriyle ilişkili iyilik türleri olarak kesin şekilde ayırt etmeliyiz,” çünkü erdemli eylem, “isteyerek ya da zevkle” gerçekleştirilir ve bu, Gazzali’nin sevgi eylemi diye tanımlayacağı şeydir. Gazzali “ahlaki olana hitap edecek ve onun içine sızacak noktaya taşımaktır.

  3.Tabiiyetlerin Uyumsuzlukları: Sufi gelenekte olduğu gibi, sevgi insanla Tanrı arasındaki ilişkide önemli bir statüye sahiptir. Kendini gözetme ve kendini eğitme bu sevgi ifadenin araçlarıdır, çünkü her ifade ediş yakınlığın bir teminatı, Tanrı’nın yanında bir yer kazanma ve O’nun komşusu olmaktır.
Bu anlayışta, kişinin neden ahlaki davranması gerektiğiyle ilgili bir soru işareti yoktu, yalnızca kişinin nasıl kendini ahlaki bir varlık olarak biçimlendireceği meselesi vardı…  Kendini gözetme fikrinin şimdilerde “gizli ve muğlak” olması, Foucault’nun bize anlattığı gibi, benliğin teknolojilerinin bedenin teknolojilerine –en fazla “kendini bilme” becerisini gösterebilecek teknolojiler- döndüğü bir epistemik dönüşümün en önemli göstergesidir.
Bedenin teknolojilerinde de Benlik teknolojilerinde de (Kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac ve zekâtı ve onların yan uygulamalarını benlik inşa eden teknolojiler olarak değerlendiriyor yazar-AHÇ) oruç tutmak bazı niteliksel farklılıklar olsa da gerçekleştirilir. Biri benliğinde barışçıl ruh (selam-el nefs-i mutmainne) oluştururken diğeri sağlıklı bir beden elde eder; benliğin teknolojisinde ilişki “kanaat ve hakikat” arasındayken, bedenin teknolojilerinde ilişki maddiyat ve hakikatin; mekanik, “kaba”, “aptal” ve “durağan” dünyada hiçbir mana ve değer göremeyen, değerden yoksun bilimin hakikatinin arasındadır.
Moden dünyanın insanı, bu dünyayı “olduğu gibi” gören insandır, sosyopolitik ilişkilerin tek mantığı ve yasası olarak güç ve kudreti gördüğünü itiraf eden pozitivist bir varlıktır.
Hukuki şeriatçılık, en az modern devletin bukalemun vari bir sosyal ve kültürel karakter aldığı kadar, bir kültürel alana dönüşüyor. Gazzali’de ve bütün modern öncesi İslami gelenekte hukuk, sadece sosyal ve kültürel normlarda değil, aynı zamanda rakipsiz bir biçimde psikolojiyle ve biraz da mistik alanla bir diyalektik içindedir.
Eğer Şeriat aynı zamanda bir psikolojik mistik varlıksa ve İslami yönetimin paradigmatik ve tartışma götürmez “yasama” gücünü oluşturuyorsa, o halde bu yönetim sadece hukuk, ahlak ve onların sonuçlarıyla ilgili değildir; ayrıca ve eşit önemde dünyanın mistik olarak algılanmasıyla, yaşama pratiği içindeki hukuki, ahlaki ve mistik olanın anlamları arasında ayrım yapmayan bir toplumda –mistikler ve fakihler sınıfı tarafından temsil edilir- derince kök salmış bir algıyla da yakından ilişkilidir.
Devlet ve onun başarıyla yaratılan modern tebaası ve ayrıca yakında göreceğimiz üzere, kapitalizm ve şirketleşme hep birlikte istikrarlı ve artan çabayla özellikle İslami paradigmanın, gelmemesi için çalışıyorlar. Devletin homo modernus’u, tanımı gereği başımızdaki homo moralis’in antitezidir. (s:230)
(Bu şu anlamada geliyor aynı zamanda Devlet, ahlaki dönemden kalan ahlaki ögeleri temizleme misyonu da üstlenmiştir.-AHÇ)


6.BÖLÜM : KÜRESELLEŞMEYİ VE AHLAKİ EKONOMİYİ KUŞATMAK

                                      Dindar olanlar… Onların malında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.Kuran 51:15
El açıp isteyeni sakın azarlama. Kuran 93:10
İslami yönetimin tamamen kurulduğunu varsayalım. Böyle bir oluşum için şu sayılacak şartlar yerine getirilmiş olmalıdır:
1. Allah’ın kozmik ahlaki kanunlarının, ahlaki prensipler sistemi olarak, pratik yasal normlara dönüştürüldüğü bir ilahi egemenliğinin kurulması.
2. Yaşamın-pratik “yasal” normların keşfedicisinin tamamen bağımsız olduğu, ülkenin bütün kanunlarının kaynaklarını hakiki anlamda temsil ettiği aktif bir kuvvetler ayrımı.
3.Yasama ve yargı güçlerinin olgu ve değerin, olan ve olması gerekenin eksiksiz bir karışımı olan ahlaki bir kumaştan dokunması.
4.Yürütme gücünün büyük ölçüde yasama iradesinin uygulanması ile sınırlandırılması 
5. Ahlak temelli pratik “yasal normların” toplumun hizmetine sunulması
6. Her seviyedeki eğitim kurumunun bağımsız ve yukarıdaki 1-5 arası şartların diyalektiği ile oluşturulmuş bir sivil toplum tarafından işletilip düzenlenmesi
7. Eğitim sisteminin aşağı ya da yukarı doğru iyi yaşamanın anlamı hakkında sorular sorması, cevapların ahlaki açıdan iyi yaşamın araştırmayı gerektirdiği yere kadar fen ve beşeri bilimle angaje olması
8. Vatandaşlık kavramının başarılı bir şekilde paradigmatik olarak ahlaki olan topluma dönüştürülmesi
9. Müslüman ümmetin bireysel üyelerinin kendilerini gözetme sanatını, kendilerini ahlak boyasıyla boyamış evrenin hem kitlesel hem de ayrı ayrı uzantıları kabul ederek icra etmesi.
1.Küreselleşmiş Bir Dünya : Devleti olmayan kişi, istenmeyen kişidir. Bu yüzden, İslami yönetimin kendisini politik olarak tanınmış bir varlık olarak oluşturması için ulus-devletler topluluğuna bir katılımcı olarak kabul edilmesi gerekir, her ne kadar dünya görüşü bu devletten farklı olsa da
Mevcut koşullarda, politik ve özellikle ekonomik ULUSÖTESİ ağlar devlet sınırları karşısında egemen konuma geldiler. Ve bu sınırları büyük ölçüde geçirgen kıldılar. Dahası, küreselleşmeye doğru bu büyük hareketi kontrol edip yönlendiren pazarların ve ekonomilerin kapitalist olduğu, dolayısıyla sosyalist, eşitlikçi ya da halkçı olmadığı oldukça açık. Küreselleşme açıkça zengin ve güçlü devletlerin ve onlar tarafından görünürde regüle edilen devasa işletmelerin bir projesi; geniş ölçüdeyse daha zayıf ülkeler üzerine empoze edilmiş bir başka proje. İlginçtir ki bu güçlü devletlerin politik-ekonomik paradigması liberal. Başka bir ekonomik-politik bir güç belirlenemiyor. Bu egemenliğin ve liberal düzenin amacı, olabildiğince geniş ölçekte –hatta neredeyse birebir aynı- yasal normlar altında işleyen tek ya da birleşmiş bir dünya pazarının yaratılmasıdır.
Bu tezde devlet, küresel kurumların pazarları ülke sınırları içinde veya dışında genişletmek için dayandıkları düzenleyici bir güç olmaya devam ediyor. Ancak gücün dengesinin değiştiğine ve küresel pazarın lehine, devletinse aleyhine değişmeye devam edeceğine şüphe yok.
İkinci tez; Ulus devletin yeni küreselleşen dünya da statüsünü ve gücünü devam ettirebilme yeteneğine sahip görünmesi… Hatta devlet için “küreselleşmenin çağdaş yolculuğunun onun içinde ve onun aracılığı ile mücadelesinin verildiği temel kurumsal çerçeve” olduğu söyleniyor… Devlet; egemenliğini, bağımsızlığını ve meşru şiddet üzerindeki tekelini sürdürmeye devam ediyor. … ve devlet kaçınılmaz olmaya devam ediyor.  
Küreselleşmenin üç ana özellikten bahsedeceğiz ve kültürel olanla başlayacağız. Yeni telekomünikasyon teknolojileri kültürün ve kültürel formların üretiminde devlet tekelini kısmen ele geçirdi ve bu alanı küreselleşmenin genel geçer net etkilerini barındıran kültürel formların rekabetçi güçlerine açtı.  
Shaw küreselleşmenin ekonomik açıdan olduğu kadar politik ve askeri açıdan da bir güç olduğunu ve bu “çoklu-güçlerin” Batı'nın “az çok bütün dünyada” devam eden egemenliğini temsil ettiğini savunur.
Küreselleşmenin en belirgin yönünün ekonomi olduğuna şüphe yok. ASEAN, AVRUPA BİRLİĞİ, NAFTA, MERCOSUR, APEC,CIS, OECD, WTO, IMF, DÜNYA BANKASI ve diğerlerinin ilk önceliği olmaya devam ediyor. Küresel finans pazarının, küreselleşmenin başka bir aracı olan küresel militarizmin bütün masraflarını gölgede bırakan büyüklüğü oldukça çarpıcı. 1990’lı yılların ortalarında dünyadaki ihracat toplam üretimin %17’si kadardı ve bu önceki otuz yılın toplamından %10 daha fazlaydı. Değerler o zamandan beri arttı ve artmaya devam ediyor. Böylece tıpkı modern toplumun büyük kısmı gibi, küreselleşmenin de maddi serveti ve iktisadi refahı öncelediğini söylemek malumu ilandır… Bu yüzden devletin sosyal adalet ve servetin yeniden dağıtımı meselesiyle ilgili geliştirdiği türden bir mekanizmaya sahip değil.
Küreselleşmenin itici gücü şüphesiz şirketlerdir…
Erken modern devlet, şirketin ahlaki çirkinliğini tanımış ve kişisel ahlaki sorumluluğu yerinden ettiği gerekçesiyle bir dönem yasaklamış olmasına rağmen, yine devlet daha sonra onun sadece gelmesine değil, artırılmış bir hukuki şahsiyet sahibi olmasına da müsaade etti ki tam olarak bu özellik, ilk etapta hükumetin ahlaki anlayışını çiğnemişti.
Şirket temelli küreselleşme devletle yarışamaz, çünkü devlet kendi vatandaşlarının insani ihtiyaçlarını asgari de olsa karşılama yollarını geliştirdi. Şirketlerse bunu yapmakta başarısız olmakla kalmadı; ayrıca ürünlerinin tüketicisi, petrol ve kimyasal sızıntıların kurbanı, tersanelerin suistimal edilmiş işçisi ve endüstriyel uygulamaların yavaş fakat kati bir şekilde yok ettiği gezegenin sakini olan insanların yaşamlarını yok etti.
Küreselleşmenin gerçek bir egemenliği yok; devlete ve onun bağımsızlığına kıyasla sadece şiddeti meşrulaştırabilecek ve bunu kullanarak tehdit yaratacak asgari güçlere sahip. BU meşrulaştırma kabiliyeti de aynı şekilde devlete kıyasla sınırlı. Otonom bir aktör olarak gücüyse kültürel alana nüfuz etmekten ibaret ve hala emekleme döneminde sayılır.
İslami yönetim ulus-devletle ve küresel dünyayla başa çıkmak zorunda.
2.İslamın Ahlaki Ekonomisi: Liberal ekonomik felsefe hem devlet hem küreselleşme düzeyinde serbest ticaret, sermayenin serbest hareketi, özelleştirme, karı azamileştirme ve sermaye biriktirmek için sermaye biriktirme ihtiyacıyla (kapitalizmin çok defa açıklanan mantıksızlığı) şekillenmişken, İslami Paradigma ahlaki ekonomiye dayanır.
Müslüman topraklarında 19. Yüzyıl öncesine ait ekonomik yapıları sökmeden egemenlik kuramamaları gerçeğiyle de onaylanır, çünkü o yapılar büyük oranda şer’i düzenlemelere, kanunlara ve değerlere dayanmaktaydı. Kolonyalist projenin Şeriatı kökünden kazıma ısrarının önemli sebeplerinden biri budur; şeriat, Avrupa’nın politik yayılmasına ve daha da önemlisi ekonomik egemenliğine bir engeldi. Bu farkına varılmış gerçek engel her şeyi özetliyor, çünkü ahlaki bir sistem olarak şeriatın, modern kapitalizmin form ve değerleri ile uyumsuzluğunu gösterir.
Şeriatın ahlaki ekonomisiyle ilgili bir tanımın olmazsa olmazı, mülkiyetin ve varlığın korunması ve artırılmasının 5 ilkeden (külliyat, İslam’ın şartları) birini temsil etmek zorunda olması fikridir… Şeriatın hukuki sistemi ve dolayısıyla İslami Toplum, bir bütün olarak buna göre yapılandırılmıştı. Canın, dinin, aklın ve neslin korunması diğer dördüydü.
Dini koruma ilkesi kurucu ögedir. Çünkü ilk prensip olan hayatın kurduğu düzenin niteliğini ve karakterini belirler. Cihat ve dinden dönme bugün atfedilen basit ve kaba manaları işaret etmezler; ancak dini işlerle bağlantılı derin ve kavramsal yapıları, kararında bir münzevi yaşam felsefesini ve en önemli benlik teknolojilerini temsil ederler.
Ticaretin ve ondan kazanılan paranın, bilmeden olsa bile, pazarın ahlaki olmayan uygulamaları ile kirletilmiş olacağı korkusu, şeriatı paranın “saflaştırılması” için yasal ve ahlaki mekanizmalar yerleştirmeye yöneltti. Ve bundan dolayı zekât ödeme ve diğer çeşitli faaliyetleri, sadaka ve vakfetme ile (ki 16. Yüzyılda Müslüman ülkelerde neredeyse mülkiyetin yarısını kontrol altına almıştır.) talebi vardır.  Her satışta potansiyel bir itham, ahlaki bir sorumluluk olduğu kabul edilirdi, çünkü ne kadar dürüst de olsa insan kârının nereden geldiğini bilemez. Bu ahlaki sorumluluk o kadar önemlidir ki Allah'ın gazabını arttırdığı söylenir ve bu gazabı yatıştırmanın en önemli yolu da fakir ve hatta yolcular için bağışta bulunmaktır. Mal biriktirenler, para kazanmak için para kazananlar, başka bir deyişle samimi bir ibadet eylemi olan sosyal sorumluluktan vazgeçenlerin sonu kesindir: Cehennemde yanmak.
İslami bankacılığı ve İslami finansın hem teoride hem de pratiğinin çok hatalı olduğu sonucuna varmamızı sağlar. Günün sonunda, sadece isimleri İslamidir ve ahlaki bir sistem olarak İslam'ın neredeyse hiçbir şeyini yansıtmazlar.
3.Çıkmazlarla İlgili Son Sözler: İslami yönetimin hayat bulduğunu varsayıyorsak, bu yönetimin küresel dünyanın sunduğu zorluklara maruz kalacağını da varsaymak durumundayız. Bu minvalde en az 3 zorluktan bahsettik: 
1- Güçlü emperyal devletlerin militarizmi, 
2- Dış kaynaklı kültürel müdahaleler 
3- Kocaman bir liberal-kapitalist dünya pazarı. 
Bu zorluklar birbirinden bağımsız değildir, çünkü askeri gücün merkezleri kültürel ve ekonomik egemenlik yayan kaynaklarla neredeyse aynıdır. Ekonomik zorluğa bazen askeri ve kültürel dayatmalar eşlik eder ve kültürel egemenlik çoğunlukla ekonomik küreselleşmeyi ve serbest pazarı desteklemiştir. Soğuk Savaş’tan bu yana tarihimiz –Vietnam ve Angola’dan Afganistan ve Irak işgaline kadar- bu üç gücün ayrı ayrı ve birlikte hareket ettiklerinin kesin kanıtlarını göstermiştir. (s:252)
Dünyadaki güç dengesi Schmitt’çi bir devletten (vatandaşın devlet için var olduğu mantıktan-AHÇ) yana olduğu sürece, varoluşsal bir teşekkül olarak İslami yönetim her zaman ölümcül tehlikeye maruz kalacaktır.
Dünyadaki pozitivizm temelli üstün güçlerin tamamen desteklediği küresel kültür güçlerini bu yönetim nasıl geri PÜSTÜRTECEK? Bu güçler tarafından desteklenen ve ürünlerini gençlerin ve yetişkinlerin ellerine, bedenlerine, zihinlerine iten devasa şirketlerin müdahaleciliğini nasıl durduracak? Bu soruların ciddiyeti kesinlikle inkar edilemez.
Ekonomik zorluk bunlardan bağımsız değildir: Eğer İslami yönetim kendi ekonomik hedeflerini takip etse güçlü liberal ve sıkı kapitalist devletler tarafından desteklenen küresel bir pazarla yarışma zorunda kalacak ki bu Pazar şirketler ve onların sonsuz sayıdaki gayri ahlaki kar kovalama çabalarının egemenliği altında. İslam'ın neden tüzel yasal bir kimlik geliştirmediği 1960’lardan beri tartışılıyor, ancak ilginçtir ki ahlaki analize dayalı bir cevap verebilecek gibi görünmüyor. Şeriatın bu kimliği tanımaması bir eksiklik olarak görüldü ve birçok diğer sebebin yanı sıra şeriat bu yüzden dolayı da suçlandı. Bu tarz yüzeysel açıklamalar yapan eleştirmenler şunu fark etmeli ki şeriatın tam da ahlaki eğilimi bu ihtimale engel oluyor. Şeriatın ahlakı bazı şeylerin yapılamaz olduğunu belirtmiştir; bunlar doğası gereği ya da objectif olarak yapılamaz değildir, ancak yapıldığında sonuçları tolere edilemez olduğu için yapılamazlar. (Bu belki de ahlakın en iyi tanımlarından biri olabilir.)
İngiliz hükumeti 16 yy. geçici olarak şirketleri yasaklamasına sebep olmuştur, ancak bu muhakeme uzun soluklu olmamıştır. 12 yüzyıllık devamlı ve geniş çaplı tecrübesi ile Şeriat, şirket kavramını kabul edememiştir. Çünkü onun ahlaki prensiplerine taban tabana zıttır. Doğal bireylerin ahlaki ve yasal yükümlülüğünün şeriatın en derin tutanak noktası olduğu söylenebilir, belki de şeriata karakterini veren bu özelliktir. Şirket ve kuvvetli kapitalist yatırım olarak temsil ettiği şeylerin bütünü, sadece ahlak dışı ve çoğunlukla ahlaka aykırı olmakla kalmaz, aynı zamanda şeriat karşıtlığının ta kendisidir.
“Büyümeyi destekleyen ekonomik yapılar ve politikalar eşitliğin dağılımını sekteye uğratır” diye ifade ettiler. İslami yönetim tanımı gereği, İslam bunu teminat altına alır çünkü sosyal adalet onun kurucu ve merkezi özelliklerinden biridir. Küresel kapitalizm içinde bu yönetim gittikçe zayıflayacak, daha az rekabete açık olacak ve sonuç olarak ekonomik, sosyal ve politik problemler doğuracaktır. Dışarıdan yardıma bağımlı hale gelmesi muhtemeldir ve bu şekilde otonomisini IMF ya da Dünya Bankası’nın yönetimine bırakacaktır. Şüphe yok ki bu yönetimler kendi organizasyon kurallarını empoze edecek ve İslami yönetimin anlamlı ve özerk bir tüzelliğe dönüşme teşebbüsüne ket vuracaktır.


7. BÖLÜM :AHLAKIN MERKEZİ ALANI

“Komşunu kendin gibi sevmek”, ahlaki bakış açısının ruhudur ve kendi iyiliğimiz için gösterdiğimiz ihtimamı bir başkasının iyiliği için de aynı şekilde talep etmemizi gerektirir.                                                              
Larmore/ The Autonomy of Morality
Modern İslami söylemler, modern devletin liderlerinin dayatma ve seçimlerine göre belli işlevleri yerine getirmek için kontrol edilebilen tarafsız bir yönetim aracı olduğunu var sayar… Görüldüğü gibi Modern devlet, dünyanın birçok yerinde meşruiyet eksikliğinden dolayı sıkıntı yaşaması ve tektipleştirilmemiş öznelerden oluşan nüfusları şimdiye dek yönetemeyişlerinden ötürü müşkül bir şekilde konumlanmıştır. Bunları sık sık “zayıf” ya da “haydut” devletler olarak karakterize ederiz… Son otuz yıldaki dönüşümler, özellikle sözde küreselleşmeye yönelik olanlar modern devleti daha az itiraz edilebilir kılmak şöyle dursun, uyumsuzluğunu giderek artırdılar. Bunun en nihayetinde ahlaki bir uyumsuzluk olması artık şaşırtıcı değil.
     1.Temel Uyumsuzluklar : İlk olarak, insan merkezli bir tüzellik olarak devlet, kendi sınırları içerisinde egemen bir irade olarak ikamet eden bir metafiziğe sahiptir. Bu metafizik kendi anlamlarını üretir, yani dünyaya dair fikirlerini kendi yaratır ve bu fikirler değişebilir olmakla beraber kendi standartlarına bağlıdır.
Devlet için iradesinin hakikati, güç istencidir ve diğer tüm hakikatler marjinal ve ikincildir. Tam bir tezat olarak, hiçbir İslami yönetim şeklinde pozitivizme müsaade edilmez ve oradan çıkan metafiziğe de yer yoktur.  Eğer ahlakın otonomisi aranan vasıflar arasında en yüce olan ise, o zaman ahlaki otonomiyi önceleyen metafizik pozitivizme açılamaz… İki metafizik bundan dolayı uzlaşamaz bir çıkmazdalar.
İkincisi, İslami yönetim Tanrının dışında hiçbir egemenliğe ya da egemen iradeye izin veremez… Hukukun üstünlüğünün en yüksek noktaya eriştiği İslami Yönetimde, hiçbir dünyevi egemenliğin ahlaki otonominin isteklerinden taviz vermesine müsaade edilmez. Aşkın ahlak, bize fakirin ve zayıfın korunmasını buyuruyorsa, eğer onlar için zenginlerin varlığına karşı tabiatı gereği doğal bir hak yaratıyorsa, o zaman hiçbir ekonomik gelişme ya da kapitalist ilkenin bu iradeyi çiğnemesine izin verilemez.  Eğer bu ahlak başkalarına insani muameleyi dikte ediyorsa, o zaman hiçbir politik ya da bilimsel hesaplamanın, sırf bilim ya da rasyonalite adı altında, bir insanın açlıktan ölmesine müsaade ederek ya da onu gaz odasına göndererek insaniyeti yok saymasına müsaade edilemez. Paul Khan’ın doğru gözlediği üzere, “kendini hukukun üstünlüğü altında kitlesel egemenliğin ifadesi olarak anlayan“ bir yönetimin güç kullanımını sınırlayan prensipleri yoktur.
BU yüzden İslami yönetim kendisi dışında ve kendinden daha yüce bir egemene bağlıdır. Halbuki modern devletin egemenliği kendi oluşumunun bir iç diyalektiğini temsil eder. Egemenlik devleti oluşturur ve onun tarafından oluşturulur. Bu iki karşıt egemenlik kavrayışı kaçınılmaz olarak çıkmazda kalır.
Üçüncüsü, Tanrı tek egemen ise yani eğer Tanrı ahlaki otoritenin nihai kaynağı ise o zaman insan davranışlarını düzenleyen her sistem daha yüce ahlaki prensipler tarafından dikte edilen ve çıkarılan genel normlara önem vermelidir. Bu Müslümanların geçmişi ve geleceği için hukuk kaidesinin nihai ve gerçek anlamıdır. Paradigmatik modern devlette kuvvetler ayrılığının en iyi hali dahi, detaylı bir teori olarak bile, sistemi belirleyen eksikliklerden mustarip, tutarsız, şaşkın ve hatta bir fiyaskodur.
Egemen irade olarak modern devletin yapılarını tamamlayıcı bir anayasal düzenleme, hiçbir şekilde İslami bir yönetim içinde düşünülemez ve hem teoride hem de pratikte uyumsuzluk yaratacaktır.
(Dini bir devlet hukuku kavramsal olarak çarpıcı şekilde çelişkilidir. Hukuk ya Devlete aittir ya Tanrı’ya. Hukuk dile getirilmesi ve uygulanması için devletin öznel aktörlüğüne ihtiyaç duyduğu müddetçe, devlet tarafından uygulanan hiç bir yasa Tanrı’nın olamaz.)
Dördüncüsü, Modern devlet herhangi bir İslami yönetim tarafından üretilen tebaadan politik, sosyal, ahlaki, epistemik ve psikolojik olarak derin farklar gösteren bir tebaa üretir… Yoksulun yardım hakkına sahip olmasının yanı sıra bu yardımı sağlayabilecek konumdakilerin de yükümlü olduğu orantılı bir görevin deontolojik ahlaki değerinden herhangi bir şekilde hariç tutulabilecek bir “yoksul” İslami yönetimin lügatinde ve kavramsal kategorilerinde yoktur…
İyilik yapmak Kur’an’ın dolayısı ile İslam’ın ve İslami yönetimin kalbi, ruhu, özü, çekirdeği ve en belirgin vasfıdır. Eğer Cennet ve Cehennem, ödül ve ceza var ise Allah tek Cezalandırıcı, Şefkat ve Merhamet Sahibi ise, bu sadece ve sadece tek bir amaca yöneliktir: İyilik yapanı ve dolayısıyla iyi olan toplumu yaratmak için. Çünkü bu iyi kavramı olmadan onun Birliği, Merhameti ve Azabının bir anlamı olmayacaktır.
Dünyadaki yerini anla; kendi geçerliliğini anla; bitkilerin ve tahılların bedenini beslediği gibi, birlikte ruhunu besleyen bir ailenin ve toplumun bir parçası olarak yaratıldığını anla; bütün bunların çevrendeki her şeye karşı bir sorumlulukla gelen hediye olduğunu anla; aslında hiçbir şeye sahip olmadığını anla; kaçınılmaz sonla yüzleşeceğini ve mezara iyiliklerin ve iyi ismin dışında hiçbir şey götüremeyeceğini anla; içinde yaratıldığın topluma ve senin için yaratılmış dünyaya karşı görevlerin olduğunu ve bunun seni tutan çapa olduğunu anla. Hiçbir şeyi garanti görme. s:264
Modern devletin tebaası tamamen ahlaki zorunlulukla oluşturulmaz.
Devletin azami ölçüde milli eğitim ve milli söylem aracılığı ile ifa edilen görevi, verimli ve üretken vatandaşı, ülkesi ve milleti için ölmeye hevesli kanun ve düzenin tebaasını yaratmaktır İslam hayatın feda edilmesini, Allah için bile olsa, emretmezken modern ulus devlet kendisi için ölenler olmadığı sürece düşünülemez. Ancak bir fak daha var. İslami yönetim toplum ve aile ile sorumlu bir şekilde iletişim içinde olan ahlaki özneyi oluşturmaya yönelik iken, modern devletin tebaası ruhu ve canı önemsiz olan ancak değeri hayatın politik, materyal ve hayatın verimliliğe dayalı kavramsallığına dayanan maddileştirilmiş bir kişiliktir. Müslüman özne ahlaki gelişim için uğraşırken, devletin öznesi egemen iradeyi, gerçekte emreden egemen iradesini, tatmin etmek için uğraşır. Bu olması gereken için sürekli ve bitmeyen bir mücadele ile olan için sürekli ve bitmeyen bir dünyevi mücadele arasındaki paradigmatik farklılıktır. Bu dünyevi mücadele namı diğer vahşi gerçeklik dünyasındaki maddi getiriler üzerinde kontrolü sürdürmeyi amaçlar. Bu ikisi sadece büsbütün zıt değildir, ayrıca uzlaşmaz bir çelişki içindedir.
Beşinci, modern devlet, küreselleşme projesi ile işbirliği ve mücadelesinde, rakipsiz bir biçimde, maddi gerçeklik dünyasına angaje olarak kalır. Neredeyse tek ve nihai arzusu maddi kazançtan ibaret olan Homo Economicus’a bağlıdır ve onu yüceltir. Bu İslamin ahlaki olarak inşa edilmiş Homo Economicus’uyla ve onun yönetimiyle, daha yüce bir ahlaki tahakküme bağlı olan bu türle tam bir zıtlık içerisindedir. Bu özne İslam’ın ve İslami yönetim yapısı ve yaratılışı içerisinde ne rastlantısaldır ne de sadece bir kazadır. O onun özündedir… Bu ahlaki Homo Ekonomicus olmadan İslam’ın Müslümanların ya da Müslüman bir medeniyetin var olması, en azından bizim anladığımız ölçüde oldukça zordur.
Paradigmatik  Müslüman homo economicus’u zenginlik ve kar arar, ancak İslamın  sosyo-ekonomik tarihinde on iki yüzyıl boyunca ispat edilmiştir ki, Müslüman maddi ve psikolojik olarak sosyal sorumluluğa adanmıştır. Şeref, prestij, Allah’a yakınlık, aileyi ve komşuyu sevmek ve onlara saygı duymak insanın kendi toplumuna minnettarlık etiği ile kesişir. Her şey Nihai Egemen’e ait olduğu için, zenginlik ve kâr zengine mahsus yada ona ayrılmış değildir. Onlar Nihai Egemen “tarafından” ve “onun uğruna” yapılmıştır. Ve O’nun Hakları yoksulun ve imtiyazsız olanın haklarıdır. Bu denklemde, yoksullar Allah ile bütündür ve O da onlarla bütündür. Onlara hizmet et Allah’a hizmet etmiş olursun. Allah’a hizmet et, onlara hizmet etmiş olursun. Devlet tarafından üretilen vahşi ekonomik yarış ve kâr dünyasına itilen modern özne, hakiki Müslüman homo economicus’unu nesli tükenenler müzesine ait bir şey, bir tuhaflık ve sapkınlık olarak görülecektir. Benliğin ahlaki teknolojileriyle ve ılımlı bir asketizmle yetiştirilen Müslüman homo econonicus, kendi modernist suretini aynı şekilde mantıksız, aç gözlü, basiretsiz ve bencil, kısaca hayvani olarak görecektir. İkisi arasındaki zıtlıklar ve kati uyumsuzluklar, tam anlamıyla sersemleticidir.
Eğer Müslümanlar hayatlarını sosyal, ekonomik ve politik anlamda organize etmeleri gerekirse, o zaman mühim bir seçimle karşı karşıya kalırlar. Ya modern devlete ve onu üreten dünyaya yenik düşmek zorunda kalacaklar ya da modern devlet ve onu üreten dünya İslami yönetimin, yani Müslümanların politika, kanun ve en önemlisi ahlak kavramlarını ve ona bağlı politik ve ekonomik taleplerin meşruiyetini tanımak zorunda kalacaklar. İlk bakışta birinci seçenek, şu anda Müslüman ve entelektüelleri tarafından çoğunlukla kabul edildiği için –bu her ne kadar modern devlet sisteminin tam zamanında İslami devlete dönüştürülebileceğini varsayan yaygın bir hatalı varsayıma dayalı da olsa- daha gerçekçi gelecektir… İkinci seçenek çok daha az muhtemel görünüyor. Kurulacak İslami yönetim şekli, kendisinin de küresel dünyanın buyruklarının baskısı altında olduğu bir devletler sistemi içerisinde yaşamak zorunda kalacaktır… Eğer modern devlet, yarışmak ve küreselleşme baskısının altında yeniden kendini düzenlemek zorundaysa, İslami yönetim giderek sayısı artan meydan okumaların sonuçlarına katlanacak ki bu muhtemelen onun gerilemesine ve tamamen yıkımına sebep olacak.
                              
 2.Çıkış Yolu: Modern İslam'ın temel problemleri İslam’a özgü değildir. Aynı zamanda Doğu’daki ve Batı’daki modern projeye mündemiçtir.
Aydınlanma öncesinde akıl ve sebepler muğlak bir şekilde birlikte çalışıyorken, Aydınlanma sonrasında akıl, sebeplerden farklı olarak özerk bir statüye yükseltildi ve kendi başına sebepler üretmesi beklendi… Modern düşüncenin bütününde olgu ve değer arasındaki ayrımın sağlama alınması ve dünyanın “nihayetinde hareket eden maddenin ötesinde bir şey olmayan normalde sessiz ve kendimizi nasıl idare edeceğimize dair herhangi bir rehberlikten yoksun” bir yer olarak görülmesidir. Burada akıl ve sebepler bir boşluğa indirgedi ve Spengler’in belirttiği gibi, kendisi dışındaki bütün ihtimalleri inkâr etti…
Prichard ve Larmore’un ortaya koyduğu gibi, mantığımızı kullanarak özerk rasyonalite yoluyla ahlaka ulaşmamız imkânsızdır… Ancak özgürlük temelli özerk rasyonalitenin cazibesi hiçbir şekilde raslantısal değildir. Çünkü bu tarz bir rasyonalitenin özü, tam olarak özgürlük istemidir. Bu özgürlük son tahlilde sadece bizim kişisel ve özel özgürlüğümüz değildir –bunu da kapsar- ancak insanın doğaya ve onun içinde bulunan her şeye hükmetme özgürlüğüdür… Kendi sınırlarını bize empoze eden kozmik bir değer sistemi olan bu dünyanın ahlaki talepleri altında yaşama zorunluluğundan kurtulma özgürlüğüdür… Mantık “sebepleri kavrama”yı içerir ve bundan dolayı “kabul edilmesini gerektiren sebepler yoksa hiçbir prensip rasyonel sayılamaz.
İroniktir ki, güçlü modern bilim ve rasyonel düşünceden çıkan bu tür 20. ve 21. yüzyıl soruları ve tartışmaları, Müslümanların bin yıldan daha önce angaje oldukları tartışmaları neredeyse birebir yansıtıyor… MS 8.yy ortasından 10.yy sonuna kadar ortaya çıkan büyük hukuki-entelektüel hareketler; ahlak, ahlaki ekonomi ve insan davranışlarında aklın rolü gibi meselelerdeki entelektüel fark yelpazesinin tamamını temsil edecek tarzda şekillenmişti… Aydınlanmacı düşünürlerin büyük çoğunluğu sadece inancını yitirmiş bir dünyayı tanıtıyordu, modernite öncesi Müslüman entelektüeller ise az çok “efsunlu” bir dünyada yaşadılar… Bu entelektüeller, entelektüel alıcılarını iki yüzyıldan fazla bir süre kilitleyerek, nihayetinde başka bir yerde “Büyük Sentez” olarak adlandırdığım, mantık ve sebepler arasındaki sentezde karara vardılar… İnsanın rasyonel yetisinin, Tanrı’nın kendi yarattığının hem sürekli var hem de kudretli olduğu, değerle doyuma ulaşmış bir dünyanın reddi mümkün olmazdı. Ve Şeriat, Müslümanların tanımlayıcı inancı ve pratiği, ikisi arasındaki sentezin bir sonucuydu.
İslam kendisini “vasat ümmet” olarak tanımlamıştır. “Müslüman Kantçılar” ve her şeyi sözcük anlamıyla anlayıp (literalist) insan mantığını marjinal bir statüye indirgemek isteyenler arasında bir orta konum işgal etmiştir.
İnsanlık ve ahlak birbirine bağlıdır; ilahi kudret, sonsuz ve soyut olsa da, fonksiyonel ve sosyolojik açıdan yüce ahlaki emirlerin hizmetine sunulmuştur. Ahlaki emir olmadan bu kudretin hiçbir anlamı yoktur... Dünya zaten bu kudret tarafından yaratılmıştır ki bu kabiliyet şu an geri çekilebilir ya da görev tamamlandığı için kenarda durabilir. Ancak kudret devam ederse bu, kudretin ikizi olan “her yerde olma hali” sayesinde olur. Her yerde olma hali, ahlaki alanın koruyucusu olan kudretin devamlılığını garanti eder… İçtihad kavramı ahlaki kanunu anlamak ve her defasında ve her durumda mantık ve sebepler arasındaki diyalektiği incelemek için sürekli yenilenen bir çaba halini almıştır. Bu gelenekte mantık, sebeplere daima açıktır.
           3.Hareket Planı : Şeriatın ahlaki eğilimi Müslüman dünyasında sömürgeciliğin yanında bir diken gibiydi; çıkarılması gereken bir diken. 19 yy.da şeriatın imha edilmesi her şeyi özetliyor. Modernite ve onun devleti, şeriatı kendi şartlarında kabul edemedi ve edemez, çünkü bu şartlar derin bir şekilde ahlaki ve eşitlikçiyken, devlet ve onu üreten dünya ise ahlakı ikincil bir alana sürgün etmiştir. Sömürgeciliğin merkezi alanı ekonomik ve politikti, ahlaki değildi.
Yine de şeriat bugün de, hata daha da güçlü bir şekilde ahlakın merkezi alanının yörüngesi olmayı sürdürüyor. Kurumları düşünce biçimleri ve hizmetlileri dönme ümidi olmaksızın kaybolsa da ahlaki, etkileri sarsılmaz bir inatla kendini sürdürüyor. Bu ahlaki sistem, bu paha biçilemez sermaye, en azından, biri iç dünyaya diğeri dış dünyaya dair, iki yol haritasını bizim için saklamaya devam ediyor. (Abdurrahman Arslan İslam direniyor Müslümanlar dediği şey-K.G.)
Bu süreçte angaje olmuş Müslümanların, evrenselliğin ve hakların evrensel teorisinin nihai başarısızlıktan başka kaderi olmadığına ikna olmaları ve diğerlerini –Müslüman liberaller dahil- ikna etmek için azami entelektüel enerjiyi harcamaları gerekir… Modern ahlaki anlayışı yeniden biçimlendirmeye katkıda bulunmak için Müslümanların yapabileceği çok şey var.
Taylar’lar MacIntryre’lara dönüşmek için yeterince entelektüel cesaret kazanabilir mi? Batıl, Batılı olmayan, hepsi birlikte mahvedici medeniyetler çatışmasını yerle bir edebilir mi?
Ancak bunun gerçekten tarihsel bir ihtimal olması için sadece Aydınlanma değil, modernite ve ayrıca daha temelde Batı Medeniyetinin merkezi geleneklerini oluşturan belli kavramlar ve taahhütler düzeltilmeli ya da terk edilmelidir. Aydınlanma kültürlerinin temel unsuru olan ahlakın temel kavramlarının yanı sıra bilimin temel kavramları da bırakılmalıdır.  Batı geleneklerinde  uzun süredir yerleşmiş olan belli din anlayışları, belirli bir yaşam tarzının taşıyıcısı  oldukları değil, evrensel otoriteye sahip  olan hakikatlerin taşıyıcısı olarak, terk edilmelidir.
Doğal çevremizle, yeryüzüyle ve insanın öznelliğinin her şeyin ölçüsü olarak alınmadığı bir dünyayı paylaştığımız diğer canlılarla yeni bir ilişki kurarak tevarüs ettiğimiz düşünce geleneğinde yaşanacak bir dönüşüm başarılı olabilir ki bu birbirinden çok farklı yorumlar için dünyada birlikte huzur içinde yaşama ihtimali doğurur.
Dünyada birlikte yaşamak kesinlikle zor bir iş, belki de başka bir modern ütopya. Ancak moderniteyi ahlaki eleştirinin yeniden yapılandırmasına tabi kılmak, sadece İslami yönetimin yeniden doğuşu için değil, bizim maddi ve manevi yaşamımız için de en önemli gerekliliktir. Kriz, İslami yönetime ve Müslümanlara mahsus değildir.

  
                                                                                                     Kamil Güller  /  Ahmet H. ÇAkıcı

                                                                         Rebiülahir 1441 / ALANYA



Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder