İmparatorluk-Özet, M. Hardt & A. Negri - Özet

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 1 Oca 2009 0 yorum


Michael Hardt

Kitap, Modernist Ulus-Devletlerin tarihten çekilme süreçlerini ve onların yerini almakta olan; yazarların, “İmparatorluk” diye isimlendirdiği yeni bir yönetim ve tahakküm biçimini tanımlama gayreti içinde. "Vakti okuma" derdi olanların atlamamaları gerektiğini düşündüğüm ve çok faydalandığım bir eser oldu.


Ancak, okuduğum bu tür eserlerin çoğunda karşılaştığım tercüme sorunu bu eserde de var. Cumhuriyete geçişle, özellikle Harf Devriminden sonra Türkçe’nin çok fakirleştiğini ve bu dille felsefik eserlerin tercüme edilmesinin çok zor olduğunu kabul ediyorum. Lakin fakir olan bu dilin içine girmiş, kaynaşmış Arapça ve Farsça kelimelere karşı manasız bir alerji duyarak dili iyice uydurukçaya dönüştürmeyi de anlamıyorum. Ciddi ciddi, "Anlaşılmasın, toplumun hikmet düzeyi yükselmesin diye bu eserlere suikast mi yapıyorlar?" diye düşünmeye başladım.

Elimden geldiğince bu eseri özetleyerek huzurunuza getirmeye çalıştım. Ümit ederim faydalı olabilirim.

Kitap William Morris’ten bir alıntı ile başlıyor: İnsanlar savaşır ve kaybeder; uğruna savaştıkları şey yenilmelerine rağmen gerçekleşir, ama ortaya çıkan düşündüklerinden farklı bir şeydir; başka insanlar başka bir adla onların davası için savaşmak zorunda kalır.

Emperyalizm gerçekte Avrupalı-ulus devletlerin egemenliklerini kendi sınırlarının ötesine taşımasıydı. Nasıl ki, 19. Yüzyıl bir Britanya Yüzyılı idiyse, 20. Yüzyıl da bir Amerikan yüzyılıdır; daha doğrusu “Modernlik” Avrupa ise, “post-modernlik” Amerika’dır. Demek ki, karşıtlarının yapabileceği en ağır suçlama, ABD’nin Avrupalı emperyalistlerin pratiklerinin tekrar ediyor olmasıyken, yandaşları Avrupa'nın yanlışlarını doğruya çeviren çok etkili ve yüce gönüllü bir dünya lideri olarak ABD’yi kutluyor. Ama bizim temel varsayımımız yeni bir emperyal egemenlik biçiminin ortaya çıktığı doğrultusundadır ve bu, bu görüşlerin ikisiyle de çelişir. ABD bir emperyalist projenin merkezini oluşturmamaktadır ve aslında günümüzde hiç bir ulus-devlet bunu yapamaz. Emperyalizm miadını doldurmuştur. Bundan sonra hiç bir ulus modern Avrupalı ulusların bir zamanlar olduğu gibi dünya lideri olamayacaktır.

İmparatorluk’un en temel vasfı sınırlarının yokluğudur. İmparatorluk yönetiminin ucu bucağı belli değildir... İmparatorluk kavramı fetihler sonucu ortaya çıkmış bir tarihsel rejimi değil, tarihi etkili biçimde askıya alan ve böylece mevcut durumu ebedilik biçiminde sabitleyen bir düzeni anlatır.

Karşımıza çıkan imparatorluk muazzam baskı ve yıkım güçleri kuşanmıştır, ama bu gerçeğe bakıp da eski tahakküm biçimlerinin nostaljisine de kapılmamak gerekir. İmparatorluğa geçiş ve onun küreselleşme süreçleri, özgürlükçülere yeni imkanlar sunar.

Şimdinin Politik Kuruluşu
Dünya Düzeni
Kapitalizm ancak devletle özdeş hale geldiğinde, devlet olduğunda zafer kazanır. (Fernand Braudel)
Ortalığı kan gölüne çevirip adına barış diyorlar. (Tacitus)

Avrupa Modernliğinin en azından Westphalia Barışı’ndan beri bıkıp usanmadan ileri sürdüğü uluslararası düzen nosyonunun artık krize girdiği (dolayısı ile Birleşmiş Milletler Örgütü’nün) genel kabul görüyor. (1945’ten beri BM’nin misyonu, Batı'nın savaşlarını Batı'nın dışında tutmak ve Batı'nın liderliğini kollamak, yeni bir Dünya liderinin önünü kesmek olduğunu düşünüyorum. AHÇ)

Birçok çağdaş teorisyen kapitalist üretimin ve dünya piyasasının küreselleşmesinin kökten yeni bir durum ve önemli bir tarihsel kayma olduğunu kabul etmek istemezler. Örneğin, dünya-sistemleri perspektifini benimseyen teorisyenlere göre, kapitalizm başlangıcından itibaren daima bir dünya ekonomisi olarak işlemiştir; bu yüzden imdi sanki yeni bir şeymiş gibi kapitalizmin küreselleştiği yaygarasını koparanlar olsa olsa kapitalizmi ve tarihini yanlış anlamışlardır.

Bütün orta çağ boyunca ayakta kalmış olan Roma-Germen geleneğinde iki hak nosyonu el ele gitmiştir. ( Hem ebedi Hakikat adına, hem de Dünyevi Etik”in (herkes için en iyisi) gerekliliği adına hareket etme iddiası : AHÇ)..... Bugün ABD’nin  “bellum justum” ya da “haklı savaş” kavramına yeniden ilgi duyması bu kavramın yeniden etkili hale gelmesidir. Antik dönemin emperyal düzenleriyle bağı olan, zengin ve karmaşık soy kütüğü... kutsal kitaplara kadar uzanan bu kavram, yakın dönemde, bir savaş bahanesi (kutsal görev- AHÇ) olarak yeniden ortaya çıktı.

Yani bir yandan savaş güvenlik eylemi statüsüne indirgenmiş, öte yandan ise savaş yoluyla etik işlevlerini yerine getirebilen güç kutsallaştırılmıştır.

... “Haklı savaş” bir savunma ya da direniş etkinliği olarak, Yeryüzü şehrinin (Tanrı’nın hediye ettiği-AHÇ) dolayısı ile kendi hayatını korumanın bir zorunluluğu değildir. “Haklı savaş” daha çok bir eylemin kendi kendinde meşrulaştırılmasıdır. Haklı savaş daha çok kendinde haklılaşan bir eylem haline gelmiştir. (S:34)

Yeni paradigmayı, egemen-ulus devletlerin gerilemesiyle, uluslar arası piyasaların düzensizliğiyle, devletler arası uzlaşmaz çatışmanın sona ermesiyle vb gibi sadece negatif terimlerle tanımlamaya kalkarsak yanılırız. Şayet yeni paradigma sadece bunlardan ibaret olsaydı, sonuçları da tam anlamıyla anarşik olurdu.

Yeni paradigma hem sistem hem hiyerarşidir, normların merkezi inşası ve dünya çapına yayılmış geniş kapsamlı meşruluk üretimidir. ( Önce  hiyerarşiyi kabul ettir, sonra değerleri yenidentanımla. AHÇ)

....İmparatorluk kendi başına güç temelinde değil, gücü hakkın ve barışın hizmetinde gösterebilme yeteneğinden meşruluğunu alır.  ... O yüzden İmparatorluğun ilk görevi kendi iktidarını destekleyen konsensüsler alanını genişletmektir.

Emperyal hakkın ilk ve örtük kaynağını, düzeni yaratmak ve sürdürmek için polislik eylemi ve polislik kapasitesinden tanımlayabiliriz. Emperyal düzenlemenin meşruluğu polis kuvvetinin kullanılmasını desteklerken, küresel polis kuvvetinin eylemliliği de emperyal düzenlemenin gerçek etkisini gösterir. O halde , istisnai durumlara hükmetme amaçlı tüzel güç ve polis kuvveti kullanma kapasitesi, emperyal otorite modelini belirleyen ilk iki koordinattır.

Peki burada tüzel bir terim olan “hak” kavramını kullanabilir miyiz? Sürekli bir istisnai durum ve polis gücü temelinde, hak ve hukuku salt bir etkililik sorununa indirgeyen bir dizi tekniğe nasıl “hak” adını verebiliriz?

Müdahale hakkı, uluslararası düzeni korumak amacıyla imzalanan kurucu antlaşmayla, Birleşmiş milletlerin eline verilen araçlar takımı arasında göze en çok çarpan Haktır.

İster hak ister konsensüs yoluyla meşruluk kazanmış ulus üstü özneler, herhangi bir acil durum ya da üstün etik ilkeler bütünü adına müdahalede bulunuyor. Bu müdahaleler, sürekli bir acil ve istisnai durum değil, temel adalet değerlerine gönderme yapılarak haklılaştırılan sürekli bir acil ve istisnai durumlar yaratıyor. Başka bir deyişle, polislik hakkı evrensel değerler adı altında meşrulaştırılıyor.

Tanık olduğumuz süreç, yeni bir dünya düzeninin maddi kuruluş süreci, bu düzenin idari mekanizmalarının güçlendirilmesi ve bütün yer küre üzerinde yeni emir komuta hiyerarşisinin üretilmekte olduğunu gösteriyor.

Kendimizi giderek daha çok bu yapının parçası olarak hissetmeye zorlanıyor ve bu çerçevede olan bitenin sorumluluğunu üstlenmeye çağrılıyoruz.....her insanın ve yurttaşın dışsal ahlakiliği artık sadece İmparatorluk çerçevesi içinde ölçülebiliyor.

Değerleri kavramaya yönelik kişisel araçlar artık yoktur... değerlerin yerelliği, onların ahlakiliğini koruyan sığınaklar, işgalcilere karşı çekilen kişisel sınırlar hep kayboluyor. Hepimiz  “mutlak”mış gibi sunulan sorular ve radikal alternatiflerle yüzleşmek zorunda bırakılıyoruz. İmparatorlukta etik, ahlak ve adalet yeni boyutlar kazanıyor . (S:41)

Ahlaki, politik ve tüzel çürüme aynı zamanda yeniden inşa, çözülmez sorunlara yeni çözümler fırsatı da demektir.      

Biyo-Politik Üretim
“Polis”, yasa koyucular, ordu ve maliyeyle birlikte, devletin başındaki yönetim birimi gibi görünür. Doğru, ama aslında polis akla gelen hemen her şeyi kuşatır. Turquet şöyle der: “Polis insanların koşullarına, onların yaptığı ya da yapabileceği ne varsa oralara doğru dallanıp budaklanır. Polisin alanı yargı, finans ve orduyu içine alır.” Polis her şeyi içerir. (Michel Foucault)

Disiplinci iktidar sonuç olarak düşünce ve pratik sınırlarını ve parametrelerini belirleyerek, normal ve/veya sapkın davranışları tarif edip yaptırıma tabi kılarak yönetir.

...hayat artık iktidarın bir nesnesi haline gelir. Bu iktidarın en önemli işlevi; hayatı bütün yönleri ile kuşatmak, ana görevi de; hayatı yönetmektir.

Disiplin toplumunda bireyle iktidar arasındaki ilişki statikti: İktidarın disiplinci işgali bireyin direnişine denk düşüyordu. Ancak iktidar bütünüyle biyo-politik hale geldiğinde, bütün toplumsal bünye iktidar mekanizması tarafından tasarlanır ve onun ritüelliği eşliğinde şekillenir... toplumsal yapı ve gelişme süreçlerinin sinir uçlarına kadar erişen bir iktidar altında yaşayan toplum, tek bir bünye gibi tepki verir. İktidar böylelikle insanlarının bilincinin ve bedenlerinin derinliklerine kadar işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini gösterir.

Kontrol toplumu ve biyo-iktidar kavramlarının her ikisi de İmparatorluk kavramının merkezi özelliklerini betimler.

Toplumun birey üzerindeki kontrolü yalnızca bilinç ya da ideoloji yoluyla değil, beden de ve bedenle de sağlanır. Kapitalist toplum içinde en önemli şey;  biyolojik, somatik (bedeni) olan şeydir, biyo- politikadır.

Ulus üstü büyük mesleki organizasyonlar Ulus-Devletleri kendi üretip hareketlendirdikleri  malların, paraların ve insanların akış kaydını tutan araçlara dönüştürmek istiyorlar. Bu yapılar doğrudan yatırım yapıyor, kaynakları bölüştürüyor, çeşitli sektörleri ve hiyerarşilerini örgütlüyorlar. Finansman, yatırım ve para hareketlerini yöneten bu karmaşık yapı dünyanın yeni coğrafyasını yani, yeni biyo-politik yapılanmasını örgütlüyor.

Bu yapı kendini en çok parasal açıdan belli eder. Bu açıdan bakınca bir “değer”ler tasarlayıcısını, bir paylaştırma makinesini, bir birikim mekanizmasını, bir dolaşım aracını, bir iktidarı ve bir dili gösterebiliriz. Paraya bulanmış hayatın dışında kalan hiçbir şey, hiçbir duruş, hiçbir “çıplak hayat” yoktur; hiçbir şey paradan kaçamaz. Üretim ve yeniden üretim paradan elbiseler giyinip kuşanmıştır. ...”Biriktir, biriktir! Musa ve diğer peygamberler de böyle buyurur.”

Büyük endüstriyel ve finansal güçler yalnızca metaları değil öznellikleri de üretir: İhtiyaçları, toplumsal ilişkileri, bedenleri ve zihinleri tanımlar/üretir. Biyo-politik alanda hayat, üretim için çalışmak ve üretim de hayat için çalışmak haline getirilir.

Toplumsal hayatın politik sentezi, iletişim alanında sabitlenmiştir. Onlar sadece üretimi yeni bir düzeyde örgütlemekle ve küresel alana uygun yeni bir yapı dayatmakla kalmazlar bunun için gerekli meşruiyet alanlarını da üretirler. Örgütler de bu yolla aynı iktidarlar gibi bir otorite olarak konuşur ve kendilerini tanımlarlar.

İletişim endüstrileri, kitleleri sadece kitleleri iktidarın hizmetine sokmaya değil, fiilen onları kendi hedeflerine tabi kılarak, imgesel ve simgesel olanı biyo-politik doku içinde birleştirirler. (Biyo-Politik kavramını, “gerçek”in yerine iktidarlar tarafından “üretilmiş gerçeklik” olarak tanımlayabileceğimi düşünüyorum. Emperyal kalabalıklara ihtiyacı, gerçeği, hakkı, hayatı kendi ekonomik hedefleri doğrultusunda tanımlar ve dayatır. Bu “üretilmiş gerçek”lik “gerçek”in yerine ikame edilir.-AHÇ” 

Küreselleşmenin sonuçlarından biri de, insanın bilgi ve iletişim üzerinden kolonileştirilmesi/sömürgeleştirilmesidir. Emperyal makine, bu koloninin dışında kalınabilecek bir alan bırakmaz.

Bugün İmparatorluğun karşı çıktığı düşmanlar askeri olmaktan çok ideolojik bir tehdit oluşturuyor, ama yine de kaba kuvvetle yürütülen İmparatorluğun iktidarını ve bu iktidarın etkinliğini, garantiye alan bütün düzenlemeler daha şimdiden teknolojik olarak son derece ileridir ve politik olarak sağlam desteklere sahiptir.

İmparatorluğun müdahale güçleri ilk olarak öldürücü silahlar değil, ahlaki araçlardır......Kullandıkları dil ve yürüttükleri faaliyetler yoluyla “satın alamamayı” felaket olarak tanımlarlar. Fakirlik bir lanetlenmişliğe dönüştürülür.”

STK’ların yoksullarla baş etme gayretlerinde, düşmanı (fakirliği) herkesin önünde suçlamaya ve aşağılamaya yönelmeleri doğal bir tepkiye dönüşmüştür. Düşmanla savaşma görevinin fiili olarak “seküler kanat”a bırakılmış olmasında da şaşılacak bir yan yoktur. STK’lar yeni ahlak tanımlama sürecinde emperyalizmin cepheye sürmüş olduğu öncü kuvvetlerdir.

Ahlaki müdahaleler sıklıkla ortamı askeri müdahaleye hazırlayan ilk eylem olarak hizmet görür. Böylesi durumlarda askeri, operasyon uluslar arası onay almış bir polis eylemi olarak sunulur.

Emperyal kuruluşun arkasındaki etkin taraflar şundan emindir. İmparatorluğun yapısı yeterli düzeye gelince, mahkemeler adaletin tanımlanmasındaki lider rollerini üstlenebilecekler. Ama şimdi ellerinde fazla bir güç olmasa da uluslar arası mahkemelerin faaliyetlerinin kamuoyunda sergilenmesi çok önemlidir. ( Ulus Devletlerin mahkemeleri tamamen kaldırılarak,  Uluslararası örgütlerin mahkemeleri herkesin başvurabileceği mahkemeler yapılmaya çalışılıyor- AHÇ)

Mahkemeler süreç içinde sadece yenilmişlere mahkumiyet kararları veren bir organ olmaktan çıkıp, ahlaki düzen içindeki ilişkileri, polis eylemlerini ve emperyal egemenliği meşrulaştırıcı mekanizmaları dayatan  ve yaptırıma bağlayan yasal bir organ yada organlar sistemi olma yönünde dönüşmeye zorlanacaktır.

Emperyal egemenliğin gücünün fiiliyatta olmaması ve süreksizliği kuvvetinin etkisini azaltmaz; tam tersine onun günümüz üzerindeki etkinliğini ve son tahlilde dünya sorunlarını çözmek için kullanabileceği meşru gücü göstererek bizatihi imparatorluk aygıtına güç katar. (S:63)

İmparatorluk İçinde Alternatifler
İmparatorluk, kolonyalizm ve emperyalizmin sona erdirilmesinde bir rol oynamış olabilir. Ama aynı imparatorluk birçok bakımdan yıktığı rejimlerinkinden çok daha acımasız bir sömürüye dayanan kendi iktidar ilişkilerini de kurar. Modernliğin sonu, sömürünün de sonunu getirmedi. ...Muazzam servetleri kontrol eden küçük bir azınlığın açlık sınırında yaşayan yoksul çokluktan giderek çok daha fazla kopuşuna şahitlik ediyoruz.

Bunları kabul etmekle birlikte, önceki iktidar yapılarına yönelik herhangi bir nostaljiyi ortadan kaldırmak ve eski düzene dönüşe dair her tür politik stratejiyi (mesela ulus-devleti yeniden canlandırmayı) reddetmek amacıyla, İmparatorluğun inşasının ileriye doğru atılmış bir adım olduğunu düşünüyoruz.

Bize göre yerelliği savunan tutum, hem yanlış hem de zararlıdır......yerelliğin üretimine dikkat edilirse, yerel olarak görülen ayrılıkları var edenin toplumsal makineler olduğu görülecektir.Yerelliğin farklılıkları gerçekte ne önceden vardır, ne de doğaldır. Bunlar bir üretimin/bir yönlendirmenin neticeleridir.

Küreselleşmeye direnme ve yerelliği savunma doğrultusundaki bu sol strateji, aynı zamanda birçok durumda yerel kimlikler olarak ortaya çıkan şeylerin otonum veya kendinden gelişen hareketler olmayıp kapitalist emperyal makinenin gelişmesini besleyen ve ondan beslenen unsurlar oldukları için zararlıdırlar. (Emperyal sürece direnmenin imkanı yok, uzlaşmanın yollarını arayalım diyor, sanırım. AHÇ)

Yereli savunma stratejisi İmparatorluk içinde var olan gerçek alternatifleri ve potansiyelleri karanlığa gömdüğü ve hatta inkar ettiği için zararlıdır.

Modernlik bize kardeşler arasında ölümcül savaşları, yıkıcı “gelişme”yi zalim bir “uygarlığı” ve daha önceleri tahayyül bile edilmemiş bir şiddeti miras bırakmıştır.

Modern olumsuzluk herhangi bir aşkın alemde değil, karşımızdaki sert gerçeklikte yer alıyor: Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki muharebe alanlarından, Verdun’ûn ölüm tarlalarından, Nazi Kamplarına ve Hiroşima’yla Nagazaki’de on binlerin bir anda yok edilişine kadar varan örneklerde, Vientnam ve Kamboçya’daki napalm bombalarında , Setif ve Saweto’dan Sabra ve Şatilla’ya kadar ki katliamlarda ve daha nice örnekte....eğer bu modernlik sonuna gelmişse ve eğer emperyalist tahakküm ile sayısız savaşın ilk akla gelen nedeni konumundaki Modern Ulus-Devlet dünya sahnesinden siliniyorsa, ne diyelim, uğurlar olsun!

Ertenasyonalizm, aktif bir kitlesel öznenin iradesiydi ve bu irade; ulus-devletlerin, kapitalist sömürünün anahtar failleri olduğunu ve çokluğun sürekli onların anlamsız savaşlarına sürüklendiğini, kısacası ulus devletin çelişkileri giderilemez ve çözülemez, ancak yıkılabilir bir politik biçim olduğunu kabul ediyordu. S:71

Enternasyonal dayanışma kısaca ulus-devletin yıkılması ve yeni bir küresel dayanışma kurulması  projesiydi...... Bugün bu tür bir proleter enternasyonalizmin zamanının dolduğunu hepimiz açıkça kabul etmeliyiz.....üstüne üstlük proleterya sadece enternasyonal değil küresel de olmuştur....bu tuhaf ve ironik durumu William Morris “Uğruna savaştıkları şey, yenilmelerine rağmen gerçekleşmiştir.” Diye ifade eder. 

Bizzat emeğin ve devrimin öznesinin daimi olarak değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Proleteryanın bileşimi değişmiştir. Dolayısı ile proleterya anlayışımız da değişmelidir. Biz kavramsal olarak proleteryayı; emeği, kapitalist üretim ya da yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan,  herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak anlıyoruz.

20. Yüzyılın son yıllarındaki en radikal ve güçlü mücadeleleri, kıvanç duyduğumuz şu iletişim çağında her şeyi yapmış ancak birbirleri ile iletişim kuramamışlardır.

Direnişler, televizyonda (Tiananmen, Los Angeles, Kudüs, Pekin, Nablus, Chipas, Seul vs) internette ve akla gelen her türlü iletişim aracında son derece medyatikleştirilmiş olmalarına rağmen, iletişim kuramıyorlar. Burada bir iletişimsizlik paradoksu ile karşı karşıyayız.
Dünya’nın başka yerlerindeki mücadeleler,  hatta bizim kendi mücadelemiz anlaşılmaz yabancı bir dille yazılmış gibi. Bu durum, önemli bir politik göreve işaret ediyor: İletişimi kolaylaştıran yeni bir ortak dilin kurulması.

İmparatorluğun kurulması ile iktidarın “dışında bir şey” kalmamıştır, dolayısıyla zayıf halkalar yoktur. Önemli sayılmak isteyen her mücadele İmparatorluğun kalbine, onun kuvvetini aldığı yere saldırmalıdır. Ama bu, saldırının sadece, Wasington’dan ya da Cenevre’den yapılabileceği anlamına gelmiyor: Aksine, İmparatorluğun inşası ve ekonomik ve kültürel ilişkilerin küreselleşmesi demek, imparatorluğun merkezine her noktadan saldırılabilir demektir.

Emperyal küreselleşme süreçleri, eğer doğrudan emperyal gücün en üst düzeylerine temas eden çokluğun patlamaları tarafından sürekli hem engellenip hem ileri itilmezse bu süreçler var olamazlar ya da ilerleyemezler.... İmparatorluğun sürekli genişlemesi ve biyo-politik alanın karmaşıklığına ve derinliğine giderek daha sıkı tutunma yönündeki daimi baskı, emperyal makineyi bir çatışmayı çözdüğüne inandığı anda yeni bir çatışmanın içerisine iter.

İmparatorluk açısından olaylar sıklaştıkça bu olayların kestirilemeyen zamanlamasına müdahale etmek zorlaşır. Mücadelelerin sergilemekte oldukları en anlamlı özellik, neredeyse eş zamanlı hale gelen, genelde birikim yaratan ani hızlanmalar, tam anlamıyla ontolojik bir güç ortaya koyan ve İmparatorluğun en hassas dengelerine beklenmedik darbeler indiren patlamalardır.

Çokluk toplumsal dünyamızın gerçek üretici gücü iken, İmparatorluk; yalnızca çokluğun hayat damarlarını kurutan bir kapandır ya da Marks’ın söyleyebileceği gibi; ancak canlıların kanını emerek hayatını sürdürebilen, ölü emeğin biriktirilmesinden beslenen bir vampir rejimidir.

Spinoza “Peygamber kendi halkını yaratır.” derken ortaya koyduğu materyalist teleoloji (Teleoloji, yaşamı ve evreni amaçlarla temellendiren ve açıklayan düşünce biçimidir. AHÇ)  nosyonunu belki de yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Belki de Spinoza’yla birlikte bu Peygamberlerin arzusunun karşı konulmaz olduğunu ve çoklukla özdeş hale geldikçe daha da güçlendiğini kabul etmemiz gerekiyor.


Egemenlik Yolları

İki Avrupa İki Modernlik
İster kendinizi “yanılmaz-Hak”olarak tanımlayıp egemenliğin hakkınız olduğunu iddia edin, ister egemenliğinizi kurup sonra kendinizi “yanılmaz-Hak” ilan edin; her iki yolla da bir “Mutlak ve Kutsal Güç” var edersiniz. İster hükümetlerin baskısı, ister filozofların aklıyla olsun; ister halktan biri, ister kral olsun, sonuç aynıdır.  (François Guizot)

Avrupa Modernliği, egemenlik ilkesinden ayrılamaz haldedir. Kavram, Avrupa-Merkezciliğinin kuruluşunda temel taşı olmuştur. Modern egemenlik kavramı Avrupa'nın dışarı ile ilişkileri ve kolonyal proje ve bu projeye karşı gelişen direnişler ekseninde doğup gelişmiştir. Demek ki; modern egemenlik, hem içeride hem dışarıda Avrupa’ya tepkinin ve Avrupa tahakkümünün kavramı olarak ortaya çıkmıştır. Bu ikisi aynı gelişmenin yan yana var olan ve birbirini tamamlayan iki yüzüdür. Avrupa içerisinde hükmetmek ve Avrupa'nın dünyaya hükmetmesi.

13. Yüzyıldan 16. Yüzyıla uzanan dönem içindeki bütün bu felsefi gelişmelerde devrimci olan yan, daha önce sadece göklere atfedilen yaratma gücünün yeryüzüne indirilmesi idi.

İnsanlık, felsefe ve bilimde olduğu gibi politikada da Ortaçağ din anlayışından almış olduğu şeyi modernliğin bu erken döneminde yeniden ele geçiriyordu.

Modernliğin başlangıç hamleleri devrimcidir ve eski düzen bununla alaşağı edilmiştir.

Modernlik birleştirici bir kavram değildir ve en azından iki farklı tipi vardır. Birinci tip modernlik radikal bir devrimci süreci anlatır. Bu modernlik geçmişle bağlarını koparır, dünya ve hayata ilişkin yeni paradigmalar önerir. Bu modernlik, bilgi ve eylemi bilimsel deney olarak geliştirir, insanlığı ve arzuyu tarihin merkezine yerleştirerek demokratik bir politikaya yönelimi tanımlar.

İkinci tip modernlik, “kutsal bir kurulu iktidarı” “arzu temelli bir iktidarın” karşısına yerleştirir. Bu çok büyük bir kriz sebebidir ve Rönesans bu yüzden savaşla noktalanmıştır. Dinsel, toplumsal ve birbirine karşı yok edici bir savaşla.

Modernliğin kendisi krizle tanımlanır; bunlar arzulu, kurucu ve yaratıcı kuvvetlere dayanarak düzen kurmayı amaçlayan düşünce ile din temelli  iktidarlar arasındaki bitmek bilmez çatışmalardan doğan krizlerdir.

Avrupa modernliğinin iç çatışması, dış bir çatışma olarak küresel düzeye de yansıdı. Rönesans düşüncesinin gelişimi hem Avrupalıların Amerika’yı keşfine hem de dünyanın geri kalanının üzerine tahakküm kurmasının başlangıcını ifade ediyordu. 

Descartes’la birlikte Aydınlanma çağının, daha doğrusu burjuva ideolojisi çağının başladığını görüyoruz.

Hegel; “Modern insanlığın özgürlüğü, ancak tahakkümün bir sonucu olabilir; çokluğun arzu merkezli beklentileri bu yolla kutsal devlet gücüne dönüştürülür.... Artık çabalayan, arzulayan ya da seven hiç bir şey yoktur; potansiyel olanın içeriği sonuç tarafından engellenmiş, kontrol edilmiş ve hegemonya altına alınmıştır.

Modernliğin temel sorunu siyaset felsefesinde kendini gösterir.......kutsal bir politik aygıt. Thomas Hobbes’un mutlak bir egemen yönetici “Yeryüzünde, Tanrı yönetici” önermesi buna denk düşer. Bu liderle toplum arasında normal hayatın sürmesi için kaçınılmaz bir sözleşmedir. Bu sözleşmeye göre; “doğru aklın olmadığı görüldüğünde, birinin ya da birilerinin aklının boşluğu doldurması gereklidir; o biri ya da birileri muktedir egemendir.”

Hobbes’da “Egemenlik hem kutsaliyet hem de temsiliyet olarak tanımlanır....egemen hükümdarın ve mutlak iktidarın temel özelliği uyruklarına genelde onların rızalarını almaksızın adalet dağıtmaktır.”

Egemenliğin gerçek anlamda sadece monarşilerde var olduğu söylenir; çünkü sadece tek bir birim egemen olabilir. Eğer yönetimde iki, üç ya da daha çok birim olursa egemenlikten söz edemeyiz, çünkü egemen başkalarının egemenliğine tabi olamaz. Demokratik, çoğulcu ya da popüler politik biçimler ilan edilebilir edilmesine, ama modern egemenlik gerçekte sadece tek bir politik figüre, yani bir tekil kutsal iktidara sahiptir.

Arif Dirlik, Avrupa Merkezcilik, kendini diğer (Çin merkezcilik gibi) etnik merkezciliklerden ayırmış ve her şeyden önce sermaye güçleri tarafından desteklendiği için küresel ağırlık kazanmıştı. Der.

Avrupa modernliği kapitalizmden ayrılamaz..... Asgariye indirilen ama etkili olan devlet açısından yapılması gereken şey, tüm toplumsal işlevleri ve emek faaliyetlerini tek bir değer ölçütüne indirgeyerek özel kişilerin refahıyla kamu çıkarını denkleştirmektir. Devletin müdahale edip etmemesi tali bir meseledir.

Modern Avrupa egemenliği kapitalist egemenliktir; sermayenin gelişmesiyle bağlantılı olarak bireysellik ve evrensellik arasındaki ilişkiyi üstten belirleyen bir yönetim biçimidir.

Bütün dışsal politik iktidarlara karşı bir politik iktidar, bütün öteki devletlere karşı bir devlet olmasına ek olarak, egemenlik aynı zamanda polis gücüdür de. Bu egemenliğin, tekillikleri bir bütünlük içerisinde, herkesin iradesini genel irade içinde toplama mucizesini sürekli ve yaygın olarak gerçekleştirmesi gerekir.

İdari mekanizma gelişip güç ve yaygınlık kazandıkça, toplumla iktidar, çoklukla egemen devlet arasındaki ilişki adım adım tersine çevrilir. Öyle ki; artık toplumu iktidar ve devlet üretir.

Modern egemenliğin gelişmesi biyo-iktidarın doğuşudur... devlet egemenliği kuvvet ilişkisinin düzenlenmesi anlamını taşır. Modernlik her şeyden önce karşıt güçlerin bu geriliminin mührünü taşır.... bu güçlerin kendilerini meşrulaştırma ve karşıt güçler arasında kendilerine yer açma mücadeleleri ve süreçleri modernliğin krizini bir yanda sona erdirirken, öte yandan yeniden başlatır.

 Weber, Heidegger, Lucas, Horkheimer, Adorno ve daha niceleri modern egemenliğin tepe noktasına eriştiğini ve düşüşe geçtiğini kabul ettiler.... Modernlik çökerken yeni bir dönem başlar ve biz burada bir kere daha modernliğin başlangıcında ve temelinde olan anti tezle karşı karşıya geliriz. Bir şey değiş midir gerçekten? İç savaş tüm şiddetiyle yeniden patlamıştır. ... Bu noktada Nietzsche “Her şey farklıdır ama sanki hiç bir şey değişmemiş gibidir...” der.

Ulus Devlet Egemenliği
Yabancılar, lütfen bizi Fransızlarla baş başa bırakmayın. (1995 Paris’te bir duvar yazısı)
Vatanımız için öldüğümüzü düşünüyorduk, ama çabucak banka kasaları için öldüğümüzü fark ettik. (Anatole France)

16. Yüzyılda, Reform döneminin ve modernlik güçleri arasındaki şiddetli çatışmaların ortasında patrimonyal (Babadan oğul geöçen, hanedanlık tipi yönetim-AHÇ) monarşi hala barışın ve toplumsal hayatın garantisi olarak sunuluyordu. ..”Cujus regio, ejus religio” ya da, toprağa hakim olan dine de hakim olur. Bu deyişin hiç bir diplomatik tavrı yoktu; aksine, yeni düzene geçişin idaresini tamamen patrimonyal hükümdarın eline bırakıyordu. Din dahi hükümdarın mülküydü.

Bu model sonraki yüzyılda dönüşüme uğradı. Artık kralın ilahi bedeni yerine, ulusun tinsel kimliği toprak ve nüfusu ideal bir soyutlama olarak koyuyordu. Daha doğrusu, toprak ve nüfus ulus ruhunun bir uzantısıymış gibi algılanıyordu.

Dolayısıyla, modern ulus kavramı monarşik devletin patrimonyal bedenini miras almış ve onu başka bir biçimde yeniden icat etmiştir......en önemlisi patrimonyal ufkun yerini ulus-devlet ufku aldıkça tebaanın feodal düzeninin yerini yurttaşın disiplin düzeninin almasıdır. Nüfusun tebaadan yurttaşa geçmesi, edilgen bir rolden etkin bir role geçişin göstergesiydi.

Ulus-devlet patrimonyal devletin hem toprak, hem nüfusu bütünleştiren kimliğini tıpatıp yeniden üretir. Ama ulus ve ulusal devlet modern egemenliğin kırılganlığını kaldıracak yeni araçlar sunar.... Ulus, egemenlik ve modernlik kavramlarını, onları tanımlayan çatışma ve krizden kurtarmaya çalışan bir tür ideolojik kestirme yoldur. Ulusal egemenlik modernliğin çatışmalı köklerini (eğer bunlar tamamen tahrip edilmemişse) askıya alır ve iktidarlarını devlet otoritesine teslim etmeye yanaşmayan modernlik içindeki alternatif yolları tıkar. (S:113)

Ulus aynı anda hem genel iradenin temeliydi, hem de üreticiler ideolojisinin “ihtiyaçlar cemaati”ydi. Yani ulus, erken kapitalist birikim döneminde az çok liberal ama her zaman burjuva niteliğe sahip olan kesimdi.

Rosa Luksemburg’a göre: Ulus diktatörlük demekti ve bu yüzden hiç bir demokratik örgütlenme çabası ile bağdaşmaz. Ulusal egemenliğin ve ulusal mitolojilerin, topraksal egemenlik güçlerini canlandırarak ve etkin bir topluluğu seferber ederek bu güçlerin projesini modernleştirdiğini ve demokratik örgütlenme alanını etkili bir biçimde ele geçirdiğini fark ediyordu.

Bodin’e göre, politik egemenlik ve iktidar tanımının kökeninde, bir tarafın öteki taraf üzerindeki zaferi, bir tarafı egemen, öteki tarafı da tebaa haline getiren bir zafer yatar. Egemenliği yaratan zor ve şiddettir. Bu iktidarın tamlığı ve birliği ile mümkündür. Bir egemen hükümdar bu nedenle kaçınılmazdır, çünkü cumhuriyetin tüm üyelerini şekillendiren, onun iktidarıdır.

Her ideolojik kurguyu gerçeklikle yüzleşmeye zorlayan bu tarihsel zeminde, modernliğin genetiğinden kaynaklanan krizleri hiç bir zaman sona ermedi. Sona ermesine de gerek yoktu....sorunsalın dahice ters yüz edilmesi. Aynı zamanda egemenliğin mükemmelen gizemlileştirilmesi! Krizin, sürekli ve çözümsüz bir krizin unsurları artık ilerlemenin etkin unsurları olarak değerlendiriliyordu.

Herder; “Böylelikle kimlik, artık toplumsal ve tarihsel farklılıklar değil bir kökensel birliğin ürünü olarak kabul ediliyordu. Ulus, tarihsel gelişmeyi önceleyen eksiksiz egemenlik figürüdür.

1789 Fransız devrimi sonrasında Ulus, artık açıkça egemenlik sorununa yönelik burjuva hegemonyası çözümünü özetleyen kavramdı....bu ulusal ve halkçı egemenlik nosyonunda devrimci ve özgürlükçü olarak görülen şey, gerçekte vidanın biraz daha sıkılmasından, modern egemenlik kavramının en başından beri yanından ayırmadığı boyun eğdirme ve tahakkümün biraz daha yayılmasından başka bir şey değildi.

“Halk” ulusun kökensel temeli olarak sunulsa da, aslında modern halk kavrayışı ulus-devletin bir ürünüdür ve ancak onun özgün ideolojik bağlamında varlığını sürdürebilir.

17. yüzyılda Hobbes “Halk bütün hükümetleri yönetir. Zira monarşilerde bile kumanda halktadır; zira halk kendi iradesini bir kişinin iradesi aracılığı ile hayata geçirir...ne kadar paradoksal görünürse görünsün kral halktır. .... Halk, çokluğun çeşitli iradeleri ve eylemlerinden bağımsız ve sıklıkla onlarla çatışma halinde olan tek bir irade ve eylem ortaya koyar. Her ulus, çokluğu bir halk haline getirmek zorundadır. ....Halk kimliği, farklılıkları gizleyen ve/veya saf dışı bırakan hayali bir düzlemde kuruldu; pratik düzlemde bu, ırksal itaate ve toplumsal saflaşmaya denk düştü. ” Tespitinde bulunur.   

Ulus kavramının işlevi, hakim gruplar yerine madun gruplar arasında kendine yer bulduğunda tersine döner.  Ulus kavramı hakim kesimin elinde hareketsizlik ve restorasyon sağlarken, madun kesimlerin elinde değişim ve devrim için bir silah olur.....Ulus, güçlü dış kuvvetler karşısında sağlam bir savunma hattı olması anlamında ilericidir. Ne yazık ki, ulus kavramı yönünü korumakta olduğu içeriye döndürdüğünde kolaylıkla tam tersi bir rol oynar. Madalyonun yabancı güçlere direnen yanı, ulusal kimlik, birlik ve güvenlik adına iç farklılıkları ve muhalefeti bastırarak, içeride eşit ama ters yönde bir baskı uygulayan hakim bir güç olur. Koruma ve ezme fiillerini birbirinden ayırmak pek mümkün değildir. Bu ulusal koruma stratejisi, tahripkar olmasına rağmen zaman zaman zorunlu görünen iki tarafı keskin kılıçtır.

Ulus, cemaati hayal etmenin tek yolu haline gelmiştir.

Nasıl Nazi Almanya’sı modern egemenliğin ulusal egemenliğe dönüşümünün ve kapitalist biçimle eklemlenmesinin ideal tipiyse, Stalinist Rusya’da halk çıkarının ve ondan türeyen acımasız mantığın, kapitalist kurtuluş özlemiyle tutuşan üretici güçleri kendi maksatları için seferber ederek bir ulusal modernleşme projesine dönüşümünün hikayesidir.

Ne Avrupa işçi hareketinin bazı kesimlerinin Avrupa ulus-devletlerinin emperyalist girişimlerini desteklediği iğrenç ihanetler tarihinden, ne de kitleleri Birinci Dünya Savaşı’ndaki katliama razı etmede Avrupalı Reformcuların paylaştığı affedilmez çılgınlıktan bahsetmeye gerek var.

Eğer tamamen kapitalist sistemin reformuna bağlı kalıyorsa ve her tür devrimci açılıma düşmansa, modernleşmenin anlamı ne olabilirdi ki? Onlar, ulus kavramının yıkıcı gücünü gizemleştirerek, kutluyorlardı ulusu.

Komünist Enternasyonel, Rus ulusal çıkarlarının “beşinci kol”u olan bir meclise dönüşmüştür.

Kolonyal Egemenliğin Diyalektiği 
Avrupa keşifler çağı boyunca o kadar çok kan dökülmüş, o kadar fazla kültür ve hayat yok edilmiştir ki, yayılma ve yerküreyi kontrol altına alma dönemindeki Batı Avrupa barbarlığını ve terörünü mahkum etmek çok daha ivedi görev olarak bekliyor.

Amerikan yerlileri, ancak potansiyel olarak Avrupalı, ya da daha doğrusu potansiyel olarak Hristiyan oldukları oranda Avrupalılarla eşittir: “İnsanların doğası aynıdır ve İsa hepsini aynı çağırır.” (Las Casas)

Las Casas gibi Marx’da Avrupalıların işgal ve sömürüsünün acımasızlığı karşısında dehşete kapılmıştı. Avrupa’da kapitalizm, işgal edilen ve kolonileştirilen Avrupalı-olmayan halkların akıttığı ter ve kan sayesinde doğmuştu: “Avrupa’daki ücretli emekçilerin örtülü köleliği için dayanak noktası olarak, Yeni Dünya’nın mutlak köleliği gerekliydi.

Marks; “İngiltere, Hindistan’da biri yıkıcı diğeri de yeniden yapıcı olan ikili misyonu yerine getirmek zorundadır; yani “eski Asya tipi toplumu yok etmek ve Asya’da Batı’lı toplumun maddi temellerini atmak. Hindistan ancak bir Batı’lı topluma dönüşerek ilerleyebilir. Hatta bütün Dünya ancak Avrupa’nın izini takip ederse ileriye gidebilir.” Der. Marx’ın Avrupa merkezciliği nihayetinde Las Casas’tan çok da farklı değildir.

Modern dönemin ütopyacılığının Avrupa’nın dışına çıkmasının sonucu, tarihte eşi görülmedik boyutta katliamlar yapılması ve Avrupa dışı dünyada Avrupa yönetiminin ırksal, politik ve ekonomik yapılarının kurulması oldu. Avrupa üstünlüğünün doğuşu büyük oranda Avrupa’nın doymak bilmez gibi görünen servet açlığını besleyen sermayenin gelişimi ve yayılması sayesinde gerçekleşti. (s:135)

Sermayenin köleci sistemler yaratması, bir anlamda kapitalizmin çıraklık dönemi olarak yorumlanabilir; buna göre kölelik, Avrupa işgalini önceleyen doğal ekonomilerden gerçek anlamda kapitalizme geçiş aşaması olarak işlev görmüştür. Aslında Karayiplerde ki plantasyonların 18. Yüzyıldaki boyutları ve örgütlenmelerinin bazı açılardan Avrupa’da 19. Yüzyılda kurulan büyük işletmelerin öncüsü olduğu doğrudur.

Kolonilerdeki köle emeği Avrupa’da kapitalizmi mümkün kılmıştı ve ondan vazgeçmek Avrupa sermayesinin çıkarına değildi.

Moulier Boutang: “ Emek piyasasını özgürlük yönünde harekete geçiren şey, anonim, kolektif, sürekli ve başa çıkılmaz bir ihlal gücüdür. Bu aynı güç liberalizmi özgür emek, mülkiyet hakkı ve açık sınırlar konusunda bahaneler üretmeye mecbur etmiştir. Bu, aynı zamanda, burjuva ekonomistlerini emeği hareketsiz kılacak, disiplin altına alacak ve ardı arkası gelmeyen kaçış unsurlarını bertaraf edecek modeller kurmaya zorlamıştır. Bunlar binlerce yeni kölelik biçiminin yeniden icat edilmesine neden olmuştur..Bu özellik modern devletin temellerini kurar.

Avrupa kimliğini kuran ve ayakta tutan şey en nihayetinde Avrupalı olmayan ötekilerin negatif inşasıdır.

Fanon’un dediği gibi: “Bütün değerler kolonileştirilmiş ırkla ilişkiye geçer geçmez geri döndürülemeyecek bir biçimde zehirlenir ve sakatlanır.”

Başkalık verili değildir, üretilir. Edward Said “Ben, Şark’ın doğanın değişmez bir olgusu olmadığını, Şark’ın yaratılmış ya da benim deyişimle “Şarklılaştırılmış” olduğunu varsayıyorum.... Şarkiyatçılık basitçe açımlanması sürecinde kendi nesnesini de yaratan bir söylemdir.” Der.... O halde Şark, en azından bizim Şarkiyatçılıktan bildiğimiz haliyle Avrupa’da üretilmiş ve Şark’a ihraç edilmiş bir söylem yaratımıdır. Bu temsil aynı anda hem bir yaratma hem de bir dışlama faaliyetidir.

Avrupalı kolonyal mantıkların ve modellerin Hindistan gerçekliğine dayatılmasıyla elde edilebilirdi. Hindistan’ın geçmişi böylece Britanya tarihinin bir parçası haline getirilebilirdi. Daha doğrusu Britanyalı düşünürler ve yöneticiler bir Hindistan tarihi icat ettiler ve O’nu Hindistan’a ihraç ettiler.

Avrupalı kendilik gücünü hissetmek ve korumak için, kendini sürekli kılmak için şiddete ve kendi Ötekisiyle karşılaşmaya ihtiyaç duyar. Kolonyal temsilleri sürekli olarak destekleyen genelleştirilmiş savaş durumu tesadüfi olmadığı gibi istenmeyen bir durum da değildir; Şiddet kolonyalizmin zorunlu temelidir.

Kolonileştirilen insanların arasında rastladığımız ve bazen eski kabilesel ya da dinsel uzlaşmazlıkların kalıntıları olduğu düşünülen şiddet, gerçekte çoğu kez kolonyal şiddetten kaynaklanan hurafeler, mitler, danslar ve zihinsel rahatsızlıklar üzerinden su yüzüne çıkan patolojik yansımalardır.

Anti-kolonyalist ve anti-emperyalist mücadelelerin Gandi ve Ho Chi Minh’ten Nelson Mandela’ya kadar sayısız lideri tarafından müjdelenen ulusçuluğun politik ve ekonomik modernleşmeye denk düştüğü şeklindeki denklem, gerçekte aksi sonuç veren bir tuzaktır. Bu denklem halk güçlerini seferber eder ve bir toplumsal hareketi ateşler; ama bu hareket nereye gider ve hangi amaçlara hizmet eder? Çoğu durumda bu; yürütülmesi başkasına havale edilen bir mücadeleyi içerir; bu mücadele içinde modernleşme projesi projeden sorumlu yeni bir yönetici sınıfı iktidara getirir. Eli kolu bağlı devrim böylelikle burjuvaziye hediye edilir... “Devrim, gerçeklik çamuruna batar ve modernleşme dünya piyasasının hiyerarşileri içerisinde kaybolup gider.

Özgürlükçü bir ulusal egemenlik, tam anlamıyla çelişkili olmasa bile belirsiz bir kavramdır. Bu ulusçuluk, çokluğu yabancı tahakkümünden  kurtarmayı amaçlarken, aynı zamanda şiddeti ülke içini hedef alan yapıları kurar.... Chatterjee’nin savunduğu gibi , ulusal özgürlük ve ulusal egemenlik bu küresel kapitalist hiyerarşi içinde sadece güçsüz olmakla kalmaz, bizzat onun örgütlenmesine ve işlemesine katkıda bulunur.

“Ulusçuluk, metropol sermayesi ile halk-ulus arasındaki çatışmayı ulusun politik hayatını devlet bünyesinde massederek çözer. Edilgen devrimin korunağı ulus-devlet şimdi “ulus” için küresel düzen içerisinde bir yer bulmaya çalışırken, sermayeyle halk arasındaki çelişkileri daima askıda tutmaya çalışır. Bütün politika artık ulusu temsil eden devletin ihtiyaçlarına göre şekillenir.

Bunun manrık zinciri şöyledir: Çokluğu temsil eden halk, halkı temsil eden ulus ve ulusu temsil eden devlet. Her bir halka modernliğin krizini askıda tutmaya çalışan bir çabadır. Temsil her bir örnekte soyutlama ve kontrol yönünde atılmış yeni bir adımdır. Hindistan’dan Cezayir’e ve Küba’dan Vientnam’a , devlet ulusal kurtuluşun zehirli hediyesidir.

Nedenler bize kolonyalist imgelemi hatırlatır: sınırlanmamış cinsellik, ahlaki çürüme ve hijyen yokluğu. Gerçekten de AIDS’ten korunma yolları üzerine hakim söylem tamamen hijyen yokluğudur. .... Küreselleşme çağı evrensel bulaşma çağıdır. (S:150)

Geçiş Belirtileri:
İşte bizim halkımızın, insanlığımızın dışındaki adam. Sürekli açlık çekiyor; andan, uzayıp giden o işkence anından başka hiç bir şeyi yok.... tek bir şeyi var onun: acıları. (Franz Kafka)

Şirket sermayesi ve Dünya piyasası ideolojilerini ele almaya başladığımızda kesinlikle görülecektir ki, postmodernist ve postkolonyalist teorisyenler iktidar stratejileri tarafından kuşatılmıştır. İktidar onların saldırdıkları kaleyi çoktan boşaltmış, onların arkasına geçmiştir ve farklılık adına yürüttükleri savaşta onlara destek olmaktadır.....Mesele şu ki yeni düşman sadece eski silahlara karşı dirençli değil, aslında o silahlardan besleniyor.

Melezliği ve sınırları delen özgür farklılıklar oyununu olumlamak ancak iktidarın sadece bireysellik, ikili zıtlıklar ve istikrarlı bölünmeler kurduğu sürece özgürlükçüdür. Günümüz dünyasının iktidarları postmodernist hoşgörü politikasının “özgürleştirici” etkisine karşı bağışıklık kazanmıştır. Aslında imparatorluk da bu modern egemenlik biçimiyle ve sınırlar boyunca farklılıklara tahammül oyununu oynamaya can atıyor. Bütün iyi niyetine rağmen, postmodernist farklılık politikaları emperyal yönetimin işlevi ve pratikleri karşısında etkisiz olmakla kalmıyor bilakis onunla örtüşüyor ve ona destek oluyor... Postmodernist teoriler başlarını arkaya çevirip bütün dikkatlerini korktukları eski iktidar biçimlerine öylesine vermişler ki, önlerinde durup kollarını açmış yeni iktidarın kucağına düşmekten kurtulamıyorlar.

Postmodernist ve postkolonyalist teoriler arasında güçlü bir zihniyet uyumu olduğunu düşünüyoruz.....Postmodernizm ışık altında bakıldığında tamamen post-Avrupa-Merkezcilik olarak görünür.

İmparatorluk, modern emperyalizmlerin zayıf bir yankısı değil, baştan sona yeni bir yönetim biçimidir.

Köktendinci hareketleri modern-öncesi dünyanın yeniden canlanması değil,  sürmekte olan tarihsel geçişe tepki hareketi olarak anlamak, hem daha doğru, hem daha yararlıdır. Bu anlamda, postkolonyalist ve postmodernist teoriler gibi köktenci hareketlerde İmparatorluğa geçişin bir belirtisidir.

İslamcı köktenci hareketlerin en sağlam birliği modernliğe ve modernleşmeye kararlı bir biçimde karşı olma noktasından hareket eder......Demek ki köktenci hareketleri tanımlayan anti-modern dürtü premodern değil postmodern bir dürtü olarak değerlendirilebilir. Köktenciliğin postmodernizmini gösteren şey asıl olarak Avrupa-Amerikan hegemonyasının bir silahı olarak modernliği reddetmesidir.
Büyük oranda basitleştirerek söyleyebiliriz ki, postmodernist söylemler ağırlıklı olarak küreselleşme süreçlerindeki kazananlara, köktendinci söylemlerde kaybedenlere cazip gelmiştir. Başka bir ifadeyle, artan hareketlilik, belirsizlik ve melezleşme yönündeki mevcut küresel eğilimler bazıları tarafından bir tür özgürleşme olarak görülürken, bazıları tarafından da acıların artması olarak yaşanır.

Günümüz dünya piyasası giderek daha bütünleşirken, ulus devlet sınırlarını da yıkıyor. Bir önceki dönemde, ulus devletler küresellik üretim ve mübadelenin modern emperyalist örgütlenmesi içindeki asli faillerdi, ama bu dünya piyasası söz konusu olduğunda ulus devletler giderek ayak bağına dönüşüyorlar. Robert Reich “hemen her üretim unsuru –para, teknoloji, fabrikalar ve ekipman- sınırlardan kolayca geçiyor. Bir ulusal ekonomi fikri giderek anlamını yitiriyor.

Post modernizm küresel sermayenin işleyiş mantığıdır....Çağdaş piyasa pratikleriyle postmodernizmin ilkeleri arasında çok belirgin pratikler var.

Pazarlama denen şey farklılıklar üzerine yükselen bir pratiktir..postmodern pazarlama (düşünce) her bir metanın ve grubun farklılığını tanır ve buna uygun stratejiler belirler. Her farklılık bir fırsattır... Postmodern yönetim için de asıl mesele organizasyonların hareketli, esnek ve farklılıklarla baş etmeye muktedir olmasıdır. İşte burada postmodern teorisyenler devreye girer ve zemini kapitalist örgütlerin iç yapılarındaki dönüşüme uygun hale getirirler.

Postmodernliği, dünya piyasasının günümüzdeki gerçekleşmesine eşlik eden yeni bir sermaye birikimi ve metalaşma aşaması olarak görüyoruz.

Dünya çapında birçok kişiye melezlik, hareketlilik ve farklılık; pek de özgürlükçü bir şeymiş gibi görünmez. Çok sayıda insan toplumsal hareketliliği acıların bir parçası olarak algılar çünkü bu insanlar topraklarından sökülüp sefalet koşullarına mahkum edilmişlerdir. Onlarca yıldır modernleşme sürecinin bir parçası olarak dünya çapında kırsal alanlardan metropol merkezlerine sürülmektedirler. Uluslara arası emek transferleri, yakın zamanda daha da hızlanmıştır. Ancak bu muazzam emek göçünün ortaya çıkardığı acılar, açlık ve savaşlarla yerlerinden yurtlarından zorla sürülen insanların sayıları ve acıları yanında cüce kalır. Ve gittikleri yer hiç de kurtuluşları değildir. (S:166)

Emperyal dünyada özgürlük ancak belli haklara ve servetlere sahip küresel hiyerarşide belli bir mevkie sahip elit bir kesim içindir.

Kendi başına ne farklılık ne de   melezlik ve hareketlilik , ne de hakikat, saflık veya durağanlık özgürlükçüdür.... Hakikat bizi özgür yapmaz, ama hakikatin üretimimin kontrolünü ele geçirmek yapacaktır. Hareketlilik ve melezlik özgürlükçü değildir; ama hareketlilik ve durağanlık, arlık ve karışıklık üretiminin kontrolünü ele geçirmek de böyledir.

( Yoksul, yeryüzündeki Tanrıdır....yoksul boyun eğdirilmiş, sömürülen bir figürdür, ama bütün bunlara rağmen bir üretim figürüdür......Küresel üretimin krallığında, yoksul sadece peygamberlere özgü kudretiyle değil, ortak servetin üretimindeki vazgeçilmez varlığıyla da ayırt ediliyor ve her zaman daha fazla sömürülüp yönetimin ücretlerine daha sıkı tabi kılınıyor. Yoksulluğun kendisi güçtür. Dünya yoksulluğu vardır, ama her şeyden önce; Dünya’nın imkanı da vardır ve yalnızca yoksul buna muktedirdir.....her biçimiyle yoksul artık üretken hale gelmiştir. Ve yoksul bu yüzden her zaman olduğundan daha önemlidir.)

Ağ Biçimindeki İktidar: ABD Egemenliği ve Yeni İmparatorluk:
Politik iktidarı kutsal bir aleme havale eden ve böylelikle iktidarın kaynaklarını halktan uzaklaştırıp halka yabancılaştıran modern Avrupa’nın egemenlik kavramlarına karşılık Abd’de egemenlik kavramını tamamen toplumun içindeki bir iktidara gönderme yapar. Politika topluma karşı bir şey değildir, tersine toplumu bütünler ve tamamlar.... demek ki ABD egemenliği çokluğun düzenlenmesinden ibaret değildir, çokluğun üretken sinerjisi sonucunda doğmuştur.

Machiavelli , demokratik temelleri hem sürekli çatışmaya, hem de yeni toprakların ele geçirilmesine neden olan bu cumhuriyetleri yayılmacı olarak tanımlıyordu....Yayılma olmazsa, cumhuriyet çürüme döngüsüne girip yok olma tehlikesi yaşayacaktır...Amerikan deneyiminin antik dönemdeki kuruluş deneyimine özellikle emperyal Roma’dan esinlenmiş politik teoriye bu kadar benzemesi çarpıcıdır.

Bu yeni egemenlik yayıldıkça karşısına çıkan öteki güçleri kendine eklemez ya da tahrip etmez, tersine onları ağın içine alarak kendini onlara açar. Açılan şey konsensüsün temelidir ve böylelikle karşı iktidarlar ve kurucu iktidarın ağı aracılığı ile bütün egemen yapı sürekli yenilenir. Özellikle bu yayılma eğilimi nedeniyle yeni egemenlik kavramı derinlemesine reformcudur.

Bu emperyal yayılmanın ne emperyalizmle ne de fetih, talan, soykırım, koloni kurma ve kölelik amaçlı devlet örgütleriyle bir ilgisi vardır. Böylesi emperyalizmlere karşı, imparatorluk ağ biçimindeki iktidar modelini genişletir ve güçlendirir....İmparatorluğun yayılma duraklarının kan ve gözyaşı ile yıkandığını tüm çıplaklığı ile görürüz.

Emperyal egemenliğin temel özelliği belki de sınırlarının olmamasıdır.

Barış fikrinin İmparatorluğun gelişiminin ve yayılmasının temelinde yatan fikir olduğunu unutmamalıyız. Bu  “kutsal barış” fikri, yalnızca “kutsal egemenin” barışla taban tabana zıt olan savaşla toplumlara dayatılan bir “kutsal barış”tır.

Kuzey Amerika toprağı, ancak yerli, Amerikalıların varlıkları bilerek göz ardı edilirse – ya da onlar otlar, ağaçlar ve hayvanlar gibi doğal çevrenin uzantısı olarak görülürse- ancak boş bir alan olarak görülebilir. Tıpkı ekilebilir hale getirmek için toprağın çalılardan ve molozlardan temizlenmesi gerektiği gibi, bu alanda yerli halktan temizlenmeliydi... Yerli halk, doğanın can sıkıcı bir parçası olarak görülüyordu ve onların sürülüp atılması veya yok edilmesini gerektiren sürekli bir savaş hüküm sürüyordu.

 Yerli Amerikalılar kurucu eğilimin parçası olarak sınırların genişletilmesi hareketine dahil edilemezlerdi; tam tersine onlar, boyutu genişletmek ve yayılmayı mümkün kılmak için bu topraklardan sürülüp atılmak zorundaydılar. Onların varlığı tanınacak olsaydı, kıta üzerinde ne gerçek sınır, ne de doldurulacak herhangi bir boşluk kalırdı. Onlar Anayasanın dışında, O’nun negatif temeli olarak vardılar: Başka bir ifadeyle, onların sürülmesi ve yok edilmesi Anayasanın işlerlik kazanması için bir zorunluluktu.

Yerli Amerikalılar dışlanabilirdi çünkü yeni Cumhuriyet onların emeğine bağımlı değildi. Ama siyah emek gücü yeni ABD’nin asli kaynağı idi: O yüzden Afro-Amerikalıların Anayasa’ya dahil edilmeleri zorunluluktu, ancak onlar da eşit olarak dahil edilemezdi.....beş kölenin oyu üç özgürün oyuna eşit oldu.... Siyahi köle, paradoksal olarak hem Anayasanın istisnası hem de bir temel ilkesiydi.

Yayılmacı kuruluş mücadelesi ne zaman sınırlara gelip dayansa, Cumhuriyet Avrupa tarzı bir emperyalizme eğilim duymaya başlıyordu. (S:184)

Hem Theodore Roosevelt hem de Woodrow Wilson için en önemli ikinci tehdit; güçlü tröstlerin kuruluşu sonucu Anayasa’da mevcut olan ağ biçimindeki iktidarın çürümesiydi..... Amerikan ilerlemeciliği dışarıya gönderme yapılmadan gerçekleşemezdi.... Roosevelt’in ABD’si bu nedenle Filipinler’de emperyalist deneyime yelken açtı. “Roosevelt’in iddiasına göre “barbarlık koşullarında yaşayan insanlara karşı görevimiz, onların zincirlerinden kurtulduklarını görmektir.” Filipinler gibi uygarlıktan nasibini almamış (?)  insanların kendi kendilerini yönetmelerine izin vermek; özgürlük mücadelesinden taviz vermek, uluslar arası bir suç işlemekti.” O artık “uygarlık” nosyonunu üzerine almıştı.

20. Yüzyıl boyunca, Özgürlük İmparatorluğu hayalinin çok uzağına düşen ABD’nin hem içeride hem dışarıda doğrudan ve zalim emperyalist projelerin mimari haline gelmesi giderek belirginleşti. Dünya polisi ve dünya çapındaki özgürlük mücadelelerinin bastırılmasındaki ABD figürü 1917 Rus Ekim evrimi yıllarında, belki de daha önce doğmuştu.

Yankee politikası anti-emperyalist kisveye bürünmüş güçlü bir emperyalizm geleneğidir.    1960’lı yıllarda Avrupalı kolonyal güçler ağır yenilgilere uğruyor ve kontrolü kaybediyordu. Avrupalılar yaşlı boksörler gibi ringi başları önde terk etmeye başlamış ve ABD yeni şampiyon olarak ringe çıkmıştı.

ABD, flu bir görüntü ile emperyalizmin tacını başına geçirdiği Soğuk Savaş boyunca, eski emperyalist güçleri kendi rejimine tabi kıldı. ABD tarafından yürütülen Soğuk Savaş sosyalist düşmanı yenilgiye uğratmadı. Belki de bu, onun hiç bir zaman öncelikli hedefi olmadı. Sovyetler kendi iç çelişkilerinin altında ezildi ve çöktü... Soğuk Savaş’ın en önemli etkisi, eski güçlerin çöküşünü hızlandırıp, yeni bir emperyal düzen kuruluşunda ABD’nin önünü açarak, O’nun hegemonik hakları yeniden düzenlemesine imkan vermekti.

ABD Anayasası, yayılmacı imparatorluk için biçilmiş bir kaftandır. Bu anayasa emperyaldir, emperyalist değil.... Çağdaş İmparatorluk fikri ABD’nin içerisindeki kuruluş projesinin küresel ölçekte yayılması ile doğmuştur.

Emperyal Egemenlik
Modernliğin, modern eleştirisinin gücü burjuva gerçekçiliğinin şantajına boyun eğilmediği yerde zaten mevcut olana razı eden baskılarını aşıp inşa edici ütopyacılığa vurgu yapıldığında ortaya çıkar.

İmparatorluk da artık dışarısı yoktur. ... Modernleşme süreci, dışarının içselleştirilmesi, yani doğanın (dışarıda olanın –AHÇ) uygarlaştırılmasıdır. Emperyal dünyada, uygar düzenle doğal düzen arasındaki bu egemenlik diyalektiği sona ermiştir. Frederic Jameson’un dediği gibi; “Postmodernizm, modernleşme sürecinin tamamlandığı ve doğanın ilelebet kaybolduğu zaman karşımıza çıkan dünyadır.”

Emperyal toplumda gösteri her yerdedir, daha farklı bir ifade ile “Yok Yer”dedir. Gösteri hayatla öyle birleşmiş ve yayılmıştır ki, içeri-dışarıdan, mahremi-kamusaldan, doğalı-suniden ayırmak imkansız hale gelmiştir.... Askeri alanda da bir dışarısı yoktur... Egemen güç, dışarısı diye bir yer kalmayacak, daha ziyade kendine layık gördüğü bütün yer küreyi yutacak biçimde sınırlarını genişletecektir.     

Bugün ABD’li ideologların tek ve yerleşik bir düşmanı tespit etmeleri giderek zorlaşmaktadır; buna karşılık her yerde küçük ve ele avuca sığmaz düşmanlar vardır. Modernlik krizinin sonu minik ve tanımsız krizlerin çoğalmasına, bizim tercih ettiğimiz deyişle bir hep-krize yol açmaktadır.

(Kuşkusuz dünya pazarında sermaye ve mal akışının asgariye indiği yoksul bölgeler vardır. Bazı durumlarda bu yoksulluk (Irak’taki ticaret ambargosu gibi)  açıkça politik bir kararla belirlenir.  Bazı durumlarda ise (Sahraaltı Afrika gibi) küresel sermayenin iç mantığından kaynaklanır. Ama her durumda bu bölgeler dünya pazarı için bir “dışarı” değildir. Daha çok bu bölgeler, küresel ekonomik hiyerarşinin en alt tabakaları olarak işlev görürler.

Modern egemenlikten emperyal egemenliğe geçişin bir göstergesi de toplumdaki ırkçılığın biçimdeki değişimdir... Politikacılar, ırkçılığın hızla azalmakta olduğunu anlatırlar... Bize göre ırkçılık gerilememiştir, tam tersine çağdaş dünyada hem genişlik hem de şiddet bakımından hayli ilerleme kaydetmiştir.

Bireylerin davranışlarının yetilerinin ya da eğilimlerinin, kanlarının ya da gen yapılarının değil tarihsel bakımdan belirlenmiş farklı kültürlere ait oluşlarıdır sorun. Böylece farklılıklar sabit ve değişmez olmaktan çıkar ve toplumsal tarihin sonuçlarına dönüşür. (S:201)

Etienne Balibar bunu ırksız ırkçılık olarak tanımlar. Kültür, genetiğin ve biyolojinin yerini alır.....Ancak teoride ırk ya da biyolojinin yerine kültürü koymak pratikte ırkın korunması teorisine dönüşür. (Sadece özel insanların üye olabileceği dernekler, sadece çok zenginlerin girdiği oteller, kapılarından fakirlerin giremediği siteler, iş yerleri vs ırkçılığın yeniden üretilmesine örnek midir? –AHÇ)

Abd nüfusunun sürekli azalan bir bölümü çekirdek ailede, sürekli artan orana sahip bir bölümü de hapishanelerde yaşıyor. Buna rağmen her iki kurum da, yani hem çekirdek aile hem de hapishane, etkinlik alanlarının giderek belirsizleşmesi anlamında krizdedir.... Hapishanenin krizi hapisçi mantık ve tekniklerin giderek öteki toplumsal alanlara yayılması demektir.

Modernleşme sürecinde en güçlü ülkeler, bağımlı ülkelere kurumsal biçimler ihraç ederken, mevcut post-modernleşme sürecinde ihraç edilen aslında kurumların genel krizidir.

İmparatorluk ilk aşamada bir evrensel bütünleştirme makinesi, gördüğü herkesi barışçı bir tavırla davet eden sonsuz iştahla açılmış bir ağızdır. (yoksullarını, açlarını, ezilmiş kitlelerini....bana ver.) İmparatorluk ötekileri uzağa itmek için sınırlarını güçlendirmez, aksine güçlü bir anafor gibi ötekileri barışçı düzenine çeker. Farklılıkları ve sınırları baskılayıp yok eden ya da bir kenara koyan İmparatorluk, içindeki öznel niteliklerin hiçbir direnişle karşılaşmadan yok edildiği bir uzam yaratır.

Her çalışma grubundaki dilsel, kültürel ve etnik farklılıklar istikrar sağlıyordu, çünkü bunlar işçi örgütleri ile mücadelede bir silah olarak kullanılıyordu. Potanın kimlikleri eritmemesi ve her bir etnik grubun farklılıklarını koruyarak ayrı bir gettoda kalması patronlar tarafından birbirlerine karşı kullanılıyordu..... Üstelik farklı etnik köken ve kimliklerin yanı sıra, işçiler arasındaki uzlaşmazlıklar ve çatışmalar karı artırıyor ve denetimi kolaylaştırıyordu.

Bu nedenle emperyal stratejinin doğru formülü “böl ve fethet” değildir. İmparatorluk genellikle bölünme yaratmak yerine var olan farklılıkları tanır, onları yüceltir ve bir hiyerarşi içinde düzenler. İçine al, farklılaştır ve yönet. (Farklılıkları kışkırtmak, fakirlerin bir araya gelememesi de demek –AHÇ)

Emperyal egemenliği tanımlayan kavram kriz değildir Hep-Kriz ya da bizim deyişimizle çürüme/bozulma olabilir. ... Çürüme derken sadece ahlaki çözülmeyi kastetmiyoruz. Biz bu kavramı daha çok hiç bir ahlaki kaygısı kalmayan genel bir çözülme ya da mutasyon süreci anlamında kullanıyoruz.

Modern egemenliğin krizi 1929’da borsanın çöküşüne kriz denmesinde söz konusu olduğu gibi) dönemsel ya da istisnai değildi, modernliğin kuralıydı. Benzer bir biçimde, bozulma emperyal egemenlikte bir sapma değil,  özü ve yaşam biçimidir.....biz bozulmayı rastlantısal olmaktan çok zorunlu bir şey olarak görüyoruz. Daha doğrusu İmparatorluk bütün ilişkilerin rastlantısal olmasını gerektiriyor.

(Bundan böyle hizmet etmemeye karar verin, bir anda özgür olursunuz. Ben sizden tiranın tepesine binip onu alaşağı etmenizi beklemiyorum. Sadece onu desteklemeyin yeter; işte o zaman onun tıpkı temel direkleri yıkılmış büyük Colossus gibi kendi ağırlığı yüzünden çöküşünü ve parçalara ayrılmasını seyredeceksiniz.

Spinoza’ın dediği gibi, toplumsal bünyenin zorba kellesini uçurmakla yetinirsek, parçalanmış bir toplumun cesediyle baş başa kalırız. Yapmamız gereken, reddin çok ötesine geçen bir projeye girişmek, yeni bir toplumsal beden yaratmaktır. Bizim kaçış çizgilerimiz, bizim çıkışımız kurucu olmalı ve gerçek bir alternatif yaratmalıdır. Tek başına reddin ötesinde ya da bu reddin parçası olarak, yeni bir hayat tarzı ve her şeyin ötesinde yeni bir cemaat kurmamız da gerekiyor.)

Karşı İmparatorluk
İmparatorluğa ve onun dünya piyasasına meydan okumak ve direnmek amacıyla, ortaya aynı şekilde küresel bir alternatif koymanın zorunlu olduğuna inanıyoruz. Irksal, bölgesel ya da dinsel terimlerle tanımlanmış, İmparatorlukla “bağlarını koparmış” sabit sınırlarını İmparatorluğun gücüne karşı kalkan yapmış, yalıtılmış haldeki tikel cemaate ilişkin herhangi bir önerme, sonuçta gelip bir tür gettoya kapanmaya mahkumdur. İmparatorluğa sınırlı ve yerel bir otonomi amaçlayan bir proje ile direnmek mümkün değildir.

Aziz Augustinus’un kokuşmuş Roma İmparatorluğu’na karşı çıkma projesine öngörüsü bize esin kaynağı olabilir.... İlahi kent; bir araya gelmiş, işbirliği yapan ve iletişime giren yabancılardan oluşmuş bir evrensel kenttir...

Hep “dilersem vazgeçebilirim, almayabilirim, ayrılabilirim” yanılsamasına dayanan kullanım değeri politikası artık toplum tarafından çözülmüştür. Ama bu sömürünün bittiği anlamına gelmez. Ne yenileşme ne gelişme, ne de iktidar ilişkilerinin sürekli yeniden yapılaşması sona ermiştir. Tam tersine üretici güçler yerellikten kopup evrensel hale geldikçe yalnızca metaları değil, zengin ve güçlü toplumsal ilişkileri de üretiyor, hem de eskisinden daha fazla.... Öte yandan bu üretici güçlerin bir merkezi vatanı, yeri yoktur, çünkü bu merkezi güçler artık her yeri işgal ettiler ve onlar Yok-YER de üretiyor ve satıyorlar. İnsan yaratıcılığının evrenselliği, özgürlük, arzu ve canlı emeğin sentezi, post-modern üretim ilişkilerinin bu YOK-Yer inde gerçekleşiyor. İmparatorluk dünya üretiminin yok yeridir ve emek bu YOK-YER de sömürülür.

Uzun bir siyaset bilimi geleneği; sorunun, insanların neden isyan ettikleri değil, neden etmedikleri olduğunu söyler. “İnsanlar neden kölelikleri için sanki kurtuluşlarıymış gibi canla başla çalışıyor?” Ancak bugün sorun daha karmaşıktır. Bugün siyaset felsefesinin  ilk sorusu direniş ve isyanın olup olmayacağı değil, isyan edilecek düşmanın nasıl belirleneceğidir.......Düşmanlarımız olan sömürü, yabancılaşma ve sınıfsallaştırmanın getirdiği sıkıntıları yaşıyoruz ancak bu sıkıntıların kimin tarafından üretildiğini keşfedemiyoruz. Ancak yine de direniyor, mücadele ediyoruz.

Modernlik tarihi boyunca emeğin hareketi ve göç işçilerin zorla sokulduğu disiplin koşullarını sekteye uğratmıştır. Ve iktidar bu hareketlilik karşısında her zaman şiddete başvurmuştur.... Modern dönemin en önemli göç hareketleri bile zamanımızın muazzam nüfus hareketleri karşısında devede kulaktır. Dünya da bir göç hayaleti dolaşıyor. (s:220)

Yeni bir göçebe güruh, yeni bir barbarlar ırkı İmparatorluğu istila etmek ya da boşaltmak için ayağa kalkacak. Nietzsche 19. Yüzyılda sormuştu “20. Yüzyılın barbarları nerede?”... Biz yeni ve olumlu bir barbarlık nosyonu sunmak istiyoruz. Deneyim yoksunluğu barbarı neye zorlar? Yeniden başlamaya, sıfırdan başlamaya...” Yeni barbar “hiç bir şeyi kalıcı görmez. Bu nedenden dolayı her yerde yol bulur. Başkalarının duvarlara ve dağlara tosladığı yerlerde o yol bulur. Ama her yerde yol bulabildiği için her yerde yol temizliği yapmak, önüne geleni ezip geçmek zorundadır...”

Önümüzde yeni bir görev vardır: “Yok-Yer’de yeni bir yer inşa etme görevi; insanın, yaşamanın ve varlığın yeni belirlenimlerini kurma görevidir bu.

Üretimdeki Geçişler
Emperyalizmin Sınırları
Dünya neredeyse bütünüyle parsellendi ve geri kalan da bölüştürülmekte, işgal edilmekte ve kolonileştirilmektedir. Geceleri başımızın üzerinde gördüğümüz şu yıldızları, asla erişemeyeceğimiz o muazzam dünyaları düşünün. Yapabilseydim o gezegenleri de alırdım. (Cecil Rhodes)

Marksist düşüncenin emperyalizm üzerine geliştirdiği eleştirilerden biri, kapitalizm ile yayılma arasında çok yakın bir ilişkinin olduğu, kapitalizmin kaçınılmaz yayılmacılığının emperyalizmi getireceğiydi.

Marks, sermayenin durmak bilmez yayılma ihtiyacını analiz ederken, öncelikle gerçekleşme sürecine ve üretici ile işçi arasındaki sömürü ilişkisine işaret eder: “Sermaye işçileri zorunlu emeğin ötesine geçmeye zorlar. Üretilen artık değerden azını (işçilere düşmesi gereken paydan azını –AHÇ) işçilere vererek ancak artık değer ve sermaye birikimi sağlanabilir. Artık değerin gerçek değere dönüşmesi için piyasaya çıkıp satılması gerekir. Ancak işçilere verilen maaşlar, artık değerin altında olduğu için işçilerin biriken artık değeri tüketmesi mümkün değildir. Dolayısı ile üretici, artık değerini sermayeye dönüştürebilmek için dışarıya çıkmak zorundadır.

Marks;“Kapitalistler, Bütün artık değerlerini tüketmek yerine bu zevkten feragat etmeli, yani biriktirmelidirler. Kapitalistlerin hazzı reddetmeleri ve artık değeri kendi tüketmeleri için “harcamak”tan olabildiğince kaçınmalarını talep eden, sermayenin kendisidir.” Der.....Bir yanda, “kar”  olacaksa, işçiler tükettiklerinden daha fazla üretmelidirler. Diğer yanda, sermaye/birikim olacaksa, üretici ve ona bağlı olan diğer kesimler artı değerin tümünü tüketmemelidirler.” Der.

Sermaye için tek etkili çözüm, elindeki artı değeri pazarlayabileceği dış pazarlar bulmak ve metalarını mübadeleye sokup anları sermayeye dönüştürebileceği kapitalist olmayan pazarlar keşfetmektir.

Belki de “Asya’nın Burnu” denecek kadar dar bir alana sıkışmış olan Batı’nın meziyeti dünyaya muhtaç olması, kendi bahçesinin dışına açılmayı göze almasıydı.... Sermaye var olduğu andan itibaren bir dünya gücü ya da daha doğrusu “tek dünya gücü” olma eğilimi gösterir.

Ek sermaye arayışı ise sermayeyi talan ve hırsızlığı içinde barındıran bir tür emperyalizme yönlendirir. Rosa Lüksemburg, “Sermaye, bütün dünyayı yağmalar, üretim araçlarını dünyanın bütün köşelerinden, bütün uygarlıklarından, her toplumundan zorla ve el koyarak temin eder....Sermaye açısından, zaman içinde tüm dünyayı ele geçirmek ve ek sermaye için işçi bulmak ve üretim araçlarını teminde özgür olmak zorunluluk haline gelir.”  Yeni emek gücü ihtiyacı için sermaye sürekli kapitalist olmayan gruplar ve ülkeler arasından yeni işçiler/proleterler yaratmaya ve devşirmeye mecburdur. Kapitalist olmayan zümrenin adım adım proleterleştirilmesi gerekir. (Kapitalist olmayan “köylü” adım adım şehre taşınıp işçiye dönüştürülür AHÇ)

Bu yüzden, sermaye yalnızca kapitalist olmayan toplumlarla açık mübadeleye girmek ya da onların servetlerine el koymakla kalmayıp, aynı zamanda onları bizatihi kapitalist toplumlara dönüştürmeye de mecburdur. Rudolf Hılferding bunu “Ben “sermaye ihracı” derken, dışarıdan “artı değer” emmeyi kastediyorum” diyerek açıklar.

Burjuvazi bütün ulusları, acı içinde yok olma pahasına, burjuva üretim tarzına uymaya zorlar; onları kendisinin uygarlık dediği şeyi içlerine almaya, yani bizzat burjuva olmaya zorlar. Tek kelime ile burjuvazi dünyayı kendi suretinde yaratır.

Sermayenin susuzluğunu yeni kanla dindirmesi yani yeni sınırlar araması şarttır.

Kapitalizmin çağdaş düzenini emperyalist olmayan bir düzen haline getirerek iyileştirmeyi amaçlayan her politik strateji safça ve boş bir çaba olmanın ötesine gidemez, çünkü kapitalist yeniden üretimin özü zorunlu olarak emperyalist yayılmayı içerir. Sermaye başka türlü davranamaz, bu onun cibilliyetinde vardır.

Cecil Rhodes emperyalizmin işlevini açıkça ortaya koymuştu : “Benimsediğimiz fikir toplumsal sorunumuzun çözümü için gereklidir. Yani biz kolonyal devlet adamları Birleşik Krallığın 40 milyon sakinini kanlı bir iç savaştan korumak için, onları fabrikalara madenlere yerleştirmek,  fabrikaların, madenlerin ürettiklerine yeni pazarlar sağlamak için yeni topraklar ele geçirmek zorundayız. İmparatorluk bir ekmek davasıdır. İç savaştan kaçınmak istiyorsak, emperyalist olmak zorundayız.”....   Modern Devlet emperyalizm sayesinde içeride düzeni ve egemenliği koruyabilmek için sınıf mücadelesi ve iç savaş ihraç eder.

Fernand Braudel; “kapitalizm, ancak devletle özdeş hale geldiğinde, ancak devlet olduğunda zafer kazanır.”

(Givanni Arrighi’ye göre 1980 başlarından itibaren ABD ekonomisine temel özelliği veren finansal yayılma yönündeki bu geçiş daima güzü hatırlatır: Bir döngünün sonuna geldiğine işarettir. Bu geçiş özel olarak dünya kapitalist sistemi üzerindeki ABD hegemonyasının sonunu gösterir, çünkü her uzun döngünün sonu daima (kapitalist döngünün sonu daima) kapitalist birikimin teknik süreçlerinin merkezinde bir coğrafi kaymayı işaret eder.

Disiplinci Yönetilebilirlik:
Kapitalist demokrasinin zorunlu harcamayı örgütlemesi politik bakımdan imkansız görünüyor --- savaş koşulları hariç. (J.M Keynes-1940)

Sabit yüksek ücret rejimleri komünist devrimin kapitalistlere saldığı tehdide karşılık, komünizm hastalığının yayılmasına karşı koyacak bir aşı işlevi görüyordu. Bu dönemde, Cemiyet-i Akvam’ın kirli örtüleri altında Almanların, Avusturyalıların ve Türklerin toprakları galipler arasında bölüştürülürken, kolonyal yayılma tüm hızı ile sürüyordu.

ABD Kapitalizmi reformlarla(New Deal) bir atılım içine girdi ve bir yüksek ücretler, yüksek tüketim ve aynı zamanda yüksek çatışma düzeyi rejimine doğru gelişti. Bu gelişme, modern refah devletini oluşturacak üçlüyü de doğurdu. Emek örgütlenmesinde Taylorizm, ücret rejiminde Fordizm ve toplumun makro ekonomik düzenlemesinde Keynesçiliğin sentezi.

Disiplinci toplumda, tüm üretici ve yan unsurların toplumla birlikte sermaye ve iktidarın kontrolüne sokulması ve toplumun aşamalı olarak kapitalist kriterlere göre yapılandırılmasına atıfta bulunarak, disiplinci toplum fabrika toplumudur diyoruz. Disiplincilik hem üretim hem yönetim biçimidir.

Bu dönem kolonilerin büyüyen kurtuluş hareketleriyle karşı karşıya gelmelerine ek olarak, bu devletler aynı zamanda ABD ve Sovyetler Birliği arasında iki kutuplu dünya karşısında felce uğradılar.... Truman onlara seslenirken “Dünya tarihinin şu anında her ulus alternatif yaşam tarzlarından birini seçmek zorundadır.” Diyordu.

Kolonilerin özgürleşmesi sürecinin tamamlanması tahakküm ilişkilerinin dünya çapında yeni bir hiyerarşiye kavuşturulmasının kapıda olduğunu gösteriyordu; ve anahtarlar tamamen ABD’nin elindeydi. Kolonilerin ilk döneminin acı ve vahşi tarihi ardından, komuta merkezinin gücünü daha az askeri araç ve daha çok dolarla gösterdiği ikinci aşamaya gelindi. Bu, İmparatorluğun kuruluşu yönünde atılmış dev bir adımdı.

Şirketler, ilk olarak madun ülkelerde yeni bir üretici kuşak oluşturmak için zorunlu olan teknoloji transferini gerçekleştirme işine yaradı; ikinci olarak bu ülkelerde emek gücünü ve yerel potansiyeli harekete geçirdi; ve son olarak da bu şirketler yerkürenin tamamını kapsayan geniş bir zeminde dolaşıma giren servet akışlarını tek bir kanala topladı. Bu çoklu akış kanalları öz olarak uluslar arası şirketlerin hareketlerini ve faaliyetlerini, güvenceye alan ve eş güdüm sağlayan – tabi eğer direk kontrol etmiyorsa-  ABD yönünde birleşmeye başlamıştı. Bu İmparatorluğun kuruluşunda belirleyici bir aşamaydı.

Kolonilerin özgürleşmesi ve para akışının merkezileşmesine paralel bir üçüncü mekanizma daha devreye sokuldu. Disiplinci üretim ve yönetim biçimlerinin yaygınlaştırılması. Disiplinin oturtulabilmesi ve toplumun bir özgürlük toplumundan bir üretim toplumuna dönüştürülebilmesi için bütün dünyada köylüler tarlalarından ve köylerinden koparılarak sanayinin yanan fırınlarına sürüldüler.

Fordizmi niteleyen yaygın ücret rejimi ve refah devletini niteleyen geniş toplumsal destek ağı, madun kapitalist ülkelerde ancak kısmen ve sınırlı bir kesim için gerçekleşmişti. Bu vaatler modernleşme projesi için yeterli uzlaşmayı sağlamaya yarayan ideolojik havuç işlevini görüyordu.

Üç mekanizma –kolonilerin özgürlüğü, üretimin merkezileşmesi ve disiplin toplumuna geçiş- New Deal’ın (Abd ekonomik yapılanması 1933-1938 yılları arası –AHÇ) gücünü ve eski emperyalist pratiklerin ne kadar aşama kaydettiğini sergiler.

Kolonilikten kurtulup modernliğe yakalanan bu yeni ulus devletler, asıl sorunun modernliğe girmek değil modernlikten çıkmak olduğunun farkına vardılar.

Ücret özgürleşmesi, işçilerin yığınlar halinde, ister fabrikada, tarlada ister ekonomik alanın herhangi bir yerinde modern kapitalist üretimin disiplinci rejimine tabi hale gelmeleri anlamına gelir; dolayısı ile bu insanlar emperyalizmin sürdürdüğü yarı-kölelikten kurtulmuş olduklarını varsayarlar ama ücretli işçi haline gelmiş ve yeni emek örgütlenmesi disiplinine tabi olan köylüler bir çok durumda eskisine göre daha kötü koşullarda yaşar ve kimse onların geleneksel toprağa bağlı emekçilerden daha özgür olduklarını söyleyemez, ama hepsinin içinde yeni bir özgürleşme arzusu vardır.

Dünya çapında birçok işçi özgürleşmeyle en ufak alakası bile olmayan sefil koşullarda zoraki göçe maruz kalmaktadır. Bu hareketin emek gücünün maliyetini artırmadığı da doğrudur (İşçiler, savaşlar ve katliamlarla kendi ülkelerinden kendi imkanları ile sömürgeci devletler gitmeye razı edilirler-AHÇ) aslında piyasadaki işçi sayısını artırarak işçiler arası rekabet ile çoğu zaman emek maliyetini düşürür. Ancak bunun sermayeye de bedeli de vardır. Çünkü artan hareketlilik artan özgürlük ve harcama arzusu da demektir.
Üçüncü Dünya, dünya piyasasının birleşme sürecinde ortadan kaybolmuyor, Birinci Dünya’nın içine giriyor, her yerde tekrar tekrar üretilen gecekondular, gettolar şeklinde 1. Dünya’nın tam göbeğine yerleşiyor. Buna karşılık Birinci Dünya’da borsalar, bankalar, ulus-Aşırı şirketler ile para ve disiplin ekonomisinin soğuk gökdelenleri biçiminde Üçüncü Dünya’ya aktarılıyor.

Arzulayan bireylerin hareketleri gelişmeyi ileriye taşımış ve geriye dönüşün olmadığını ilan etmiştir. Bu hareketlere karşılık olarak, hem hakim, hem de madun ülkelerde artık disiplinci koşullar altında tutulması imkansız olan güçler üzerinde komutayı sağlamak amacıyla yeni bir kontrol biçimi üretilmesi gerekiyordu.

Direniş, Kriz, Dönüşüm 
Yeni sol (....) Elvis’in, kıvrak kalçalarından doğdu. (Jerry Rubin) (S:267)

Vientnam Savaşı, ABD’nin kuruluş projesinde ve İmparatorluk yönündeki eğiliminden sapmasına sebep oldu.
Çeşitli mücadeleler tek bir ortak düşmana karşı birleşti: Uluslar arası disiplinci düzen.

Yüzyıldan fazla süren  mücadelelere rağmen (Çin devriminden Vientnam’a, Küba’dan Latin Amerika’ya, Afrika ve Arap dünyasındaki sayısız kurtuluş mücadeleleri) emperyalizm dünya çapında bütün üretim biçimlerini sermayenin denetimine sokmaya çalışmıştı ve bu eğilim bu geçiş döneminde sadece şiddetleniyordu. Eğilim zorunlu olarak uluslararası proleteryanın potansiyel ve sanal birliğini sağlıyordu. Bu sanal birlik hiç bir zaman küresel bir politik birlik haline gelmedi ama yine de önemli etkilere yol açtı.

Bretton  Woods sosyalist olmayan bütün madun ülkeler üzerinde ABD’nin yarı emperyalist bir hakimiyet kurmasını sağlıyordu. ABD içindeki ekonomik gelişme ve Avrupa ile Japonya’daki istikrar ve reform, madun ülkelerle ilişkisi sayesinde elde ettiği emperyalist süper-karları biriktirdiği müddetçe ABD’nin garantisi altındaydı.

Bretton Woods ile ABD bütün borçlarını fiilen Avrupa’nın üzerine yıkmıştı. Bu operasyon sadece ABD’nin ekonomik ve politik gücü sayesinde dayatmasıydı ve böylelikle Avrupalılara hem anlaşmanın başlangıç koşulları, hem de sömürü ve kapitalist komutanın en üst noktası olarak ABD hegemonyası hatırlatılmış oldu.

Sistemin tamamı açısından bakıldığında tek tek kapitalistler tutucudur; onların gözü, uzun dönemde sermaye için zararlı bir yol bile olsa, kısa dönemde bireysel karlarını azamileştirmekten başka bir şey görmez. Ekonomik krizler bu direnişleri kırar, kar getirmeyen sektörleri yıkar, üretim örgütlenmelerini ve teknolojiyi yeniler.

Kendi mekanizmalarına kalsa sermaye asla kar rejimini terk etmez. Başka bir ifadeyle kapitalizm sistemik dönüşümlere ancak mecbur olduğunda veya mevcut rejim savunulamayacak hale geldiğinde başvurur.... Proleteryanın gücü sermayeye sınırlar dayatır ve yalnızca krizi belirlemekle kalmaz, aynı zamanda dönüşümün koşullarını ve doğasını da tayin eder. Proleterya gerçekte sermayenin gelecekte benimsemek zorunda kalacağı toplumsal ve üretici çözümleri de bulur.

Özellikle işçilere bırakılan ve işçilerin elde ettikleri özgürlük alanının çok geniş olduğu hakim kapitalist ülkelerde disiplinci toplumsal fabrika rejiminin reddi, beraberinde bütün bir üretici etkinlikler dizgesinin toplumsal değerinin yeniden değerlendirilmesini gerektiriyordu. Disiplinci rejim artık genç insanların arzularını ve ihtiyaçlarını kontrol atında tutmayı başaramıyordu.    (S:279)

Bir dizi anti-emperyalist mücadele olmasaydı, sermaye kendi güç düzenlemelerini sürdürmeye devam edecek, üretim paradigmasını değiştirme ihtiyacını ise hiç hissetmeyecekti. Gelişmenin doğal sınırları işine geliyordu çünkü maddi-olmayan emeğin gelişmesi tarafından tehdit ediliyordu; çünkü dünya emek hareketinin melezleşmesi daha önce hiç yaşanmamış sınıf mücadelelerinin ve yeni krizlerin önünü açacağını biliyordu.

Bu noktada disiplinci sistem tamamen işe yaramaz olmuştu ve artık terk edilmeliydi. Sermaye emek gücü üzerindeki denetimini devam ettirmek istiyorsa kendini yeni duruma uydurmak zorundaydı. Bu işten en çok zarar görecek olanlar sıkı disiplin uygulamalarını modern dönemden beri mükemmelleştirmiş olan uzak doğu ülkeleridir. Yeni dünyayla başa çıkabilecek sermaye yapılanması emek gücünün maddi olmayan, ortaklık temelli, iletişimsel ve insani duygulara önem veren bileşimine kendini uyarlayan ve onu yönlendirebilenler olacaktır.

Postmodernleşme ya da Üretimin Enformatikleşmesi

Washington’dan gelen iyi haber: İstisnasız tüm Kongre üyeleri bir enformasyon süper-ağını destekliyor. Kötü haber: Hiç kimse, bunun ne anlama geldiğini bilmiyor.

Ortaçağdan beri ekonomik paradigmanın üç ayrı duraktan geçtiği genel olarak kabul edilir: Birinci paradigma, tarım ve hammadde çıkarılması ekonomiye hakimdir; ikincide, endüstri ve dayanıklı mallar üretimi ayrıcalıklı konumu işgal eder; şu anda sürmekte olan üçüncü paradigma ise, hizmet sağlama ve enformasyonun manipülasyonu ekonomik üretimin en önemli unsurudur. Bu sürece ekonomik post-modernleşme, daha doğrusu enformatikleşme süreci diyebiliriz.

Bu tarih kalıbı ülkelerin ekonomik tarihini, her biri farklı zamanlarda gelişen ve her biri farklı hızlara sahip tek bir gelişme kalıbını izleyen bir tarih olarak kavrar. Böylelikle ekonomik üretimleri halihazırdaki hakim ülkeler düzeyinde olmayan ülkeler daha önce hakim ülkelerin geçtiği yolu izlemeye çalışır ve onların ekonomik politikalarını ve stratejilerini takip ederlerse sonunda benzer bir konuma ya da aşamaya geleceklerini varsayarlar. Bununla birlikte, bu gelişmeci görüş gelişmiş ülkeler denen ülke ekonomilerin konumlarının küresel sistemdeki hakim konumları tarafından tanımlandığını kavrayamaz. (Gelişmiş ülkeler sanayilerini zenginleştikten sonra sömürüden elde ettikleri sermaye ile kurdular.  Fakirlerin sömürebilecekleri kolonileri olmadığı  gibi kendi sömürülmelerini dahi durdurabildikleri tartışmalıdır. AHÇ)

Bugün hakim ülkeler bile küresel sisteme bağımlıdır; dünya piyasasının etkileşimleri sonucunda bütün ekonomiler genel olarak yayılmaktadırlar. Yalıtılmışlık ya da ayrılık yönündeki her türlü girişim sadece daha acımasız bir küresel sistem tahakkümü, güçsüzlük ve yoksulluk anlamına gelecektir. (S:290)

Dünyanın madun ülkeleri ve bölgeleri böylesi stratejileri hayata geçirmekten aciz olmakla birlikte, post-modernleşme süreçleri onlara geri dönüşü olmayan süreçler dayatır.... hakim ülkelerde endüstriyel üretim düşerken, bu üretimin ağırlıklı olarak madun ülkelere: Örneğin ABD ve Japonya’dan Meksika ve Malezya’ya kayar. (Ancak bu sektörlerin madun ülkelere kayması, madun ülkelerin gelişmişlikte ön sıralara doğru ilerlediği yanılgısına neden olur. Bu bir illüzyondur-AHÇ) Bu ülkeler bu fabrikaları kendi bilgi ve ekonomik ilişki düzeyleri ile yapmazlar. Küresel ekonomideki bu coğrafi farklılaşmalar, farklı gelişme aşamalarının yan yana yaşandığının değil, üretimdeki, yeni hiyerarşik yapılanmanın  işaretidir.... Madun bölgeler açısından giderek modernleşmenin ekonomik ilerleme ve rekabetin anahtarı olmadığı ortaya çıkıyor.

Daha önceki çağda işçiler fabrikanın hem içinde hem de dışında makine gibi davranmayı öğrendiler. Hatta genelde insan eyleminin mekanik olduğunu kabul etmeyi öğrendik. Bugün ise insanlar giderek artan bir şekilde bilgisayarlar gibi düşünürken, bir yandan da iletişim teknolojileri ve onların etkileşim modeli emek faaliyetleri açısından giderek merkezi hale geliyor.

Endüstriyel ekonomiden enformasyon ekonomisine geçişin ilk coğrafi sonucu, üretimin çarpıcı bir biçimde merkezSİZleşmesidir....büyüklük ve verimlilik arasında artık doğrudan bir ilişki yoktur; gerçekte, büyük ölçek bir çok durumda ayak bağıdır.....Enformasyon ekonomisine geçişle, üretim bandının yerini üretimin örgütsel modeli olarak AĞ almıştır... Enformasyon ağları aynı zamanda üretimi mekansal kısıtlamalardan kurtarır zira aralarındaki mesafe ne olursa olsun üretici ile müşteriyi doğrudan ilişkiye sokma eğilimi taşır.

Üretimin enformatikleşmesi,  maddi olmayan üretimin artması, yersiz yurtsuzlaşması ve sermayenin artan hareketi geliştikçe emeğin pazarlık gücü azaltır. Sermaye mekanını küresel ağın bir başka noktasına taşıyarak ya da taşıma tehdidinde bulunarak yerel nüfusla uzlaşmaktan kaçınabilir. Bir istikrarı ve sözleşmesi olan emekçi giderek daha düşük ve güvensiz çalışma koşullarına razı olmak zorunda kalır. Emeğin pazarlık gücü zayıflayınca, sözleşmesiz çalışma, yarım gün veya parça çalışma gibi geçmişte kaldığı varsayılan çalışma koşulları yeniden devreye sokulur.

Roma İmparatorluğunda da üretim ve teknolojinin geniş bir coğrafyaya yayılması hem tahakküm altına alınan topraklara verilmiş bir armağan hem de bu topraklar üzerinde denetimi sağlamanın ve sürdürmenin de bir koşuluydu.

Hollywood, Microsoft, IBM, AT&T gibi yeni bir toplumsal eşitlik, yeni bir demokrasi vaadiyle boy gösteren yeni iletişim teknolojileri aslında hem hakim ülkelerde hem  de özellikle dünyanın geri kalan kısmında yeni eşitsizlik ve dışlama mekanizmaları yaratır.
(Mesela, Kuzey Amerika’nın batısında olduğu gibi, büyük nehirlerin üzerinde barajlar kurularak ve kurak vadiler sulanarak yaratılır ve ardından bu yeni servet az sayıdaki tarım işletmesine devredilir. Kapitalizm kamusal mal ve hizmetlerin zenginin elinde toplanacağı döngüleri harekete geçirir. Ortak mülkleri tasfiye eder, özelleştirir. (Özelleştirme kamusalın sermayeye devridir. Topluma değil.-AHÇ)

Enerji ve iletişim hizmetlerinin özelleştirilmesi yönündeki mevcut neo-liberal eğilim, döngünün bir başka kıvrımıdır. Bu da muazzam kamu para ve imkanlarıyla tesis edilen enerji ve iletişim ağlarının sermayeye bağışlanması sürecidir. Piyasa rejimleri ve neo-liberalizm kamusalın özel mülke dönüştürülmesinden doğar ve bu süreçte kimse parmağını oynatamaz. (Cemaatler bunun için parçalanır.-AHÇ)

Karma Kuruluş:
Marks, Devleti; “Kapitalistlerin çıkarlarını yöneten bir yönetim kuruludur. Şeklinde niteler. Bunun anlamı şudur; devletin eylemi, zaman zaman bireysel kapitalist çıkarlarla çelişse bile, kolektif kapitalistin, yani bütün olarak sermayenin uzun dönemli çıkarlarına uygun olmak zorunda kalır.

Devlet yoksa, toplumsal sermayenin çıkarlarını yansıtacak ve gerçekleştirecek aracı da yoktur.

Bu hareketlerin kontrolü artık, geleneksel olarak egemenliğin teminatı olarak görülen politik kuvvetlerin elinde değil.. hükümet ve politika uluslar arası komuta merkezleri ile bütünleşmiştir. Kontrol mekanizmaları bir dizi uluslar arası organ ve işlev aracılığı ile küresel düzeydeki komuta mekanizmalarına eklemlenmiştir.

Ancak uluslar arası şirketlerin kurumsal komuta sisteminin üzerine yükselişi anayasaların ve kontrol mekanizmalarının devre dışı kaldığı anlamına gelmez. Sadece anayasal işlevler başka bir düzeye taşınmıştır.

Uluslararası şirketler sermayenin, teknolojinin, malların ve insanların küresel dağılımını sağlayarak geniş iletişim ağları kurar ve ihtiyaçların temini sağlarlar... Ulus devletler ise küresel hegemonik güçlere aracılık, uluslar arası şirketlerle pazarlık ve gelirin kendi sınırları içinde paylaştırılması işlevini görürler. Ulus devletler küresel dolaşım kanallarının filtreleri ve küresel komuta eklemlenmesinin düzenleyicisidirler. Başka bir ifadeyle, ulus-devletler küresel güçten gelen ve geri kürsel güce gidecek olan servet akışını denetleyip taksim ederken kendi sınırların dahilindeki insanları da disipline ederler.

Medya ne devletlerden ne de sermayeden bağımsızdır. Dini cemaatler Halk’ı temsil etme pozisyonunu çok daha eski tarihlerden beri sürdürmektedirler. Ancak dini yapılar bu işlevlerini görürlerken sıklıkla kendileri de devletleşmeye başlarlar.

Bazı düşünürlere göre; STK’lar devlet iktidarının dışında ve sıklıkla iktidarla çatışma halinde olduklarından küresel kapitalizmin neo-liberal düşüncesi ile çelişmezler, ona hizmet ederler. Bu fikre göre Küresel Sermaye Ulus-devlete yukarıdan saldırırken, STK “paralel bir strateji” ile “aşağıdan” saldırır... STK’lar bereketli biyo-iktidar toprağında her yana uzanırlar. Onlar çağdaş iktidar ağlarının kılcal damarlarıdır ya da küresel iktidar üçgeninin geniş tabanıdırlar. En geniş anlamda STK’ların eylemleri biyo-iktidar alanında bizatihi hayatın ihtiyaçlarını karşılaması nedeniyle, İmparatorluğun “politika ötesi” faaliyetleri ile örtüşür.

Demokras i çokluğu örgütler; öyle ki halk rejimin yönetimi altında bir araya toplanabilir ve rejim Halk’ın ihtiyaçlarını teminle yükümlü kılınabilir. Demokrasi, disiplini ve yeniden bölüşümü güvenceye alır.

Emperyal monarşi tek başına ayrı bir yerde karargah kurmuş değildir; post-modern İmparatorluğumuzun Roma’sı yoktur. Monarşik organizma çok biçimlidir ve uzamsal olarak yayılır. Aslında aristokratik işlevler monarşik işlevlerle karışma eğilimindedir. (S:320)
Toplumda kamusal kanaati ve kamusal algıyı biçimlendirmek için daha önceleri de kuşkusuz  sayısız mekanizma çalışmıştır; Ama çağdaş medya bu iş için muazzam güçler piyasaya sürmüştür....Politikacıların ünlü yıldızlar gibi davranmaları otuz yıl öncesinde bile yüz kızartıcı bulunurdu. Politik söylem iyi hazırlanmış bir pazarlama dilidir ve politik katılım denen önünüze konulmuş, seçilmiş, belirlenmiş olanlardan birini seçmektir.

Gösteriyi yöneten tek bir kontrol noktası yoktur. Ne var ki, gösteri sanki böyle bir merkez varmış gibi sürer. Dolayısı ile küresel kontrolü sağlamak için hükümetlerin ve hükümetler üstü güçlerin gizli planlar yaptığı yolundaki son yıllarda sayıca artan komplo teorileri, hem doğru, hem de yanlış kabul edilmelidir.

Hobbes; “Korku, toplumsal düzeni bir arada tutan ve güvenceye alan şeydir ve korku gösteri toplumunun, en önde gelen kontrol mekanizmasıdır.” Gösteri, arzu ve hazla işlermiş gibi görünse de arzu ve haz döngüleri korku iletişimi ile birlikte verilir.....Melez postmodern yapıları  bir arada tutan korku showları ve politikanın medya üzerinden manipülasyonudur. Bu emperyal kuruluş mücadelesinin zeminini kaydırır. Sanki dayanılacak bir yer, direniş için bir güç kalmamıştır; ortada kalan sadece amansız bir iktidar makinesidir.

Kapitalist Egemenlik ya da Küresel Kontrol Toplumunun İdaresi
 Toplum para üzerine kurulduğu müddetçe, asla yeterli paramız olmayacak. (Aralık 1995’te Paris grevinden bir slogan)
Egemenlik toplumsal sınırların katmanlara bölünmesi yoluyla işlevlik kazanır.... Sermaye yeni topraklara genişlemek ve her zaman yeni insanları kucaklamak suretiyle geleneksel toplum sınırlarını parçalamak eğilimindedir. Geleneğin kodlarını çözerek, kitleleri yersiz-yurtsuzlaştırarak sonra da bu dağılmış yapıları bir kanala akıtarak işler. Geleneksel ilişki biçimleri ve toplumsal örgütlenmeleri parçalanarak gurbete düşürülen kütleleri sermaye para bağı ile bir araya getirir. Sermaye bu noktadan sonra kendisini üstte durup yargılayan sabit ahlaki yasaların yerine, her an değişebilen yeni yasalara kendini bağımlı kılar: Kar oranı, sömürü oranı, artık değer toplama yasaları gibi.

Günümüzde sivil toplum (cemaatler, sendikalar, STK vs) artık sermaye ile egemenlik arasında aracılık/uzlaşmacılık yapabilme yetisini kaybetmiştir. Sivil toplumu oluşturan teşekküllerin adım adım yok oluşunu seyrediyoruz... Sivil toplumun çöküşü aynı zamanda disiplinci toplumdan kontrol toplumuna geçişle eş zamanlı kabul edilebilir. Bugün sivil toplumu oluşturan şeyle aynı ya da ilişkili olan ve disiplinci toplumu oluşturan toplumsal kurumlar (Aile, okul, hastane, fabrika vs...) her yerde krize girmiştir.
Emperyalizm, küresel fetih aşamasında sermayenin ihtiyaçlarını gidermeye ve çıkarlarını gözetmeye hizmet etmek üzere tasarlanmış bir sistemdi. Ancak en başından itibaren emperyalizm sermaye ile aynı zamanda çatışma halindeydi. Emperyalizm , sermaye akışlarını yönlendiren, kodlayan ve yere bağlayan, bazı akışları engelleyip bazılarını hızlandıran, küresel bir hat çizme makinesidir.... Rosa Luxenburg haklıydı; “Emperyalizm, eğer aşılmamış olsaydı, kapitalizmin ölümü olacaktı.”

Emek gücü üzerine katı kurallar uygulamayı sürdüren, tam esneklik ve hareketliliğe karşı çıkan ülkeler, küresel para mekanizmaları tarafından cezalandırılır, baskı altına alınır ve nihayet yıkılır. İşsizlik oranı düşerse, eğer sosyal politikalar veya refah devletinin bazı unsurları korunmaya devam edilirse de aynısı olur.....Şiddet, yoksulluk ve işsizlik korkusu bu yapıyı ayakta tutan ana unsurdur.  Medya şirketlerinin sunduğu devasa enformasyonun ana içeriği, korkudur.

Emperyal yönetim toplumsal bütünleşmeye katkıda bulunmak yerine, bir dağıtma farklılaştırma mekanizması olarak işlev görür. Yönetsel eylem giderek merkeze oturur ve sadece çözmek zorunda olduğu sorunlara göre işlev kazanır. (İktidarı ya da sermayeyi tehdit etmeyen hiç bir şey gerçekten sorun değildir. Toplumu tehdit edip iktidara yönelmeyen sorunlar  sadece geçiştirilir.-AHÇ)

Otorite kazanımı doğrudan gerçekleşmez. Yönetim doğrudan emperyal mantığın hayata geçirilmesi için faaliyete geçmez. Emperyal mantık bizatihi yönetime gücünü ve otoritesini kazandıran büyük askeri, parasal ve iletişimsel araçlara can verdiği müddetçe yönetim bunlara tabi olur. Yönetsel eylem asıl olarak stratejik değildir ve dolayısı ile meşruluğunu heterojen ve dolaylı araçlardan alır.
Modernist rejimler yönetimi komutayla aynı çizgiye taşımaya çalışırken, emperyal komuta yönetimden ayrı durur.
Emperyal kontrol küresel ve mutlak nitelikli üç araçla yürütülür: Bomba, para ve ether . (Ether’i Radyo ya da medya anlamında kullanıyor-AHÇ)

Etkili showlarla sürekli toplumlara hatırlatılan İmparatorluğun tepe noktalarına yığılmış termo-nükleer silahlar hayatın her an yok olabileceğini anlamına gelir.

Para, emperyal hakemdir; ama tıpkı emperyal nükleer tehditte olduğu gibi ne belirli bir yeri ne de kutsal bir statüsü vardır. Nasıl nükleer tehdit yetkiyi polisin eline bırakmaya razı ediyorsa, parasal hakemde sürekli olarak dünya piyasasını oluşturan üretici, değer tespiti ve servetin dağılımı işlerini piyasanın dolayısı ile parayı kontrol edenin eline bırakmaya razı eder.


Çağdaş iletişim sistemleri egemenliğe teslim olmaktan çok, egemenlik iletişim sektörüne tabi olmuş gibidir. İletişimin yersiz-yurtsuzlaştırma kapasitesi eşsizdir. Bu yolla tüm egemen ilişkileri (Cemaatleri, STK’ları –AHÇ) çözer. Eğitim ve kültürde bu yersiz-yurtsuz dolaşım kültürüne teslim olmak zorunda kalır.


Bu üç kontrol aracı emperyal güç piramidinin katmanlarına işaret eder. Bomba monarşik güç, para aristokratik güç ve medya(ether) demokratik güçtür. Her üç gücünde dizginlerini ABD’nin tuttuğu zehabına kapılınabilir. Ancak bunların ilk ikisinin (bomba ve para) tam denetimi ABD’nin elinde olsa da iletişim için böyle bir şey söz konusu değildir. İletişim, kapitalist gelişmeye yön vererek ve aynı zamanda üretici güçleri dönüştürerek üretim ilişkilerini kuran merkezi unsur haline gelmiştir.     

Virtüel Güçler

Halk artık yok, ya da henüz yok .....halk kayıp. (Gilles Deleuze)

İmparatorluğa geçişle birlikte ne politika biliminin kuralları, ne kutsal iktidar mitleri, ne insan hakları, ne uluslar arası kamu hukuku normları kalır. İmparatorluk kendi yasalarını dayatır ve hareketli, akışkan ve yerelleştirilmiş işlemler aracılığı ile bir postmodern hak ve postmodern hukuk modeline göre barışı sağlar. İmparatorluk bütün iktidar ilişkilerinin iç içe geçtiği ontolojik dokuyu oluşturur.
Emperyalin ölçülemezliği, her tür önceden oluşmuş ölçünün dışında olduğu içindir... komuta ve iktidar organları arasındaki ilişki olumlu beklentiler üzerinden yapılan işbirlikleri ile tanımlanır. Bu olumlu beklentiler üzerine kurulu yapının bozguna dönüşmemesini, varlık denizlerinde patlayan krizlerle birleşmemesini sağlayan nükleer silah tekeli, para kontrolü ve medyanın kolonileştirilmesi gibi gözcü tepeleri vardır.İmparatorluk sarayından yapılan düzenlemeler bu olumsallığın düzensizlik doğurmamasını yönetir ancak burada düzeni temin eden yöneticinin koyduğu düzeni sağlayan ölçülerden çok bomba ile yıkmaya, para ile yargılamaya ve iletişim yoluyla korkutmaya dayalı yapıdır.

Politika ölçü dışı haline gelmiş olsa bile, değer gene de kalır.. ancak İmparatorlukta değer ölçünün ötesinde inşa edilir... Ölçü ötesi, emperyal küreselleşmenin bütün politik dokusunu  kuşatan bir virtüellik(zihinde tasarlanmış, projelendirilmiş, hayal edilmiş-AHÇ) demektir.   

İmparatorluğun güçlü, kıymetini kendi üreten ve kurucu bir emek gücü tarafından baştan sona sürülen ontolojik toprağa , reel olmak isteyen virtüellik ekilmiş olur. Virtüel olanı reel olana dönüştürecek varlık kiplerinin anahtarları ölçü ötesi alanda yarar.

İmparatorluk kendi başına olumlu bir gerçeklik değildir. Yükselişe geçtiği an düşer. Her emperyal dayatma çokluğun direnişinin geri tepmesidir ve her geri tepme çokluğun karşısına aşılacak yeni bir engel diker.... Emperyal komuta yaşama ve varlığa dair hiç bir şey üretmez... Emperyal iktidar çokluğun faaliyetinden geriye kalandır; o  varlığını çokluğun daha fazla enerji ve değer kaynakları yaratma kapasitesinden alan  bir parazittir.

Kurtuluş, yeni ulusların, yeni hiyerarşiler ve farklılıkları ile kontrol toplumuna girişidir; Özgürleşme, tersine sınırların  ve zoraki göç yapılarının yıkılması, uzamın yeniden ele geçirilmesi; çokluğun, bireylerin ve cemaatin dolaşmasını ve karışımını belirleme gücü demektir. Kolonyalizm ile ulus devletlerin, emperyalizm tarafından inşa edilmiş ve soğuk savaş tuzağına düşürülmüş Üçüncü Dünya; Modern devletin, eski politik disiplin kuralları parçalandığında çöktü.
Genel zeka söylemi, sanki yeni emek gücü sadece kafa emeğinden ibaretmiş, sanki kol emeği hiç yokmuş ya da hiç bir değeri yokmuş gibi bütünüyle düşünce alanına hapsolunma riski taşır.

Artık kapitalist yönetimin geçici bir süreç olduğu ortaya çıkmıştır. Kapitalist modenliğin inşa ettiği arzunun kutsandığı toplum modeli sona geldiyse, onun yerine ikame edilecek yeni maddi hedefi ne olacak?.... Bugün kesin olan şudur, bu cevabın dini gelenekten gelen bir cevap olma ihtimali yoktur. Bu cevap maddi ve patlayıcı  bir özden olmak zorundadır.  

Bugün tarih yoktur, tarihsellik vardır.

Meydana Gelme ve Bozulma
Bütün dünyanın kanını akıtmadan bir damla Amerikan kanı akıtamazsınız... (Hermann Melville)
Amerikan iş dünyasından kaçmanın yolu yoktur. (Louis- Ferdinand Celine)

Tarihe hükmeden Thyche (Talih veya Kader) dir. Thyche kaçınılmaz olarak İmparatorluğun yarattığı mükemmelliği yıkar... İmparatorluğun bozulması ve çöküşü, talihin doğal sonucu değil, insanın sınırsız bir zamanı ve uzamı yönetmesinin imkansızlığından dolayıdır.

Machiavelli’ye göre kesin bir yayılmacı özgürlük kavramı yoksa İmparatorluk kavramı da yoktur. O halde bozulma ve yıkılma unsurlarının yattığı yer tam da bu özgürlük diyalektiğidir.... Hıristiyanlık, pagan toplumunun canlı tuttuğu yurttaş tutkusunu, yurttaşların kuruluş ve özgürlük süreçlerinin sürekli olarak mükemmelleştirilmesini yıkarak, Roma İmparatorluğunu da yıkıyordu.
Tocqueville; “Avrupa uygarlığının ve emperyal pratiklerinin krize girmesinin nedeni Avrupa erdeminin ve kitle demokrasisinin canlı güçlerinin temposunu yakalamayı başaramamasıdır.

Bir çok Avrupalının algılamaya başladığı Tanrı’nın  ölümü, aslında, onların ancak modern bir mistisizm çerçevesinde anlayabildikleri şeyin, yani gezegendeki merkezi rollerinin tükenişine bir işaretti....Toplumsal ve politik arenada kitlelerin ortaya çıkması, modernliğin kültürel ve üretken modellerinin iflası, Avrupa emperyalist projelerinin iflası, Avrupa emperyalist projelerinin tükenişi ve kıtlık, yoksulluk ve sınıf mücadelesi sorunları üzerine uluslararası çatışmalar, bütün bunlar geri dönüşün olmayan çöküşün işaretiydi. Nihilizm bu çağa damgasını vurdu, çünkü bu devir umutsuzluk devriydi.

1920’lerde krizin tozu dumanı içinde tarihe karşı kutsallık, bozulmaya karşı kurtuluş, nihilizme karşı mesihcilik olarak ortaya çıkan şey her türden kutsallığı reddeden ve ruha radikal bir biçimde yeniden yön veren yeni bir materyalizmdi.

Wittgenstein; “Şeylerin, nasıl durduğu, Tanrıdır... Din, bilim ve sanat ancak benim hayatımın biricikliğine dair bilinçten doğar. Bu bilinç hayatın kendisidir. Benim dışımda hiç bir canlı olmasa etik olabilir mi?. Evet olabilir. ... O halde kendi başına Dünya ne iyidir, ne de kötüdür... İyi ve kötü ancak özne aracılığı ile ortaya çıkar. Ve özne dünyanın bir parçası değil, bir sınırıdır.

Wittgenstein, dünyanın marjinal ve öznel alışılmışlığı içinde değil de dünyanın mantığı içinde kalan her türlü anlamın ve her türlü olası diyalektiğin sona erdiğini kabul eder. Bu felsefi deneyimin trajik güzergahı, modernlik krizini, Avrupa fikrinin çöküşünü ve ortaya çıkmakta olan İmparatorluğun unsurlarını kavramamıza imkan verir.

Bu yazarlar çölde çığlık atan seslerdi. Bu kuşağın bir kısmı toplama kamplarında can verdi. Diğerleri Sovyet Modernleşmesine duydukları kör bir inançla krizi sürdürdü. Bir kısmı Amerika’ya kaçtı.... Onlar gelmekte olan İmparatorluğun tamamen yersiz yurtsuz olacağını ilk tespit eden yazarlardı. Çokluk bugün İmparatorluğun içinde nasıl yer alıyorlarsa onlarda aynı şekilde yer almışlardı: Olumsuzluk, katılımı reddetme ve her şeyi kuşatan kocamn bir boşluğu fark etme......Çokluk yerin ve sabit zamanın yokluğunu içselleştirmiştir; o hareketli ve esnektir, ayrıca geleceği sadece her yöne yayılan bir  olabilirlikler  toplamı olarak kavrar
Kriz içindeki Avrupa açısından ABD,  emperyal çağın yeniden hayat bulması demekti.... Kriz içindeki Amerikalılar yeni İmparatorluğun büyüleyici ezgileriyle mest olmuşlardı. 20. Yüzyılda Avrupalıların Amerikancılığı ve Anti-Amerikancılığı içinde Amerikan Devrimi bir referans noktası oldu.... İki Dünya Savaşının ikisinde de ABD ordularının Avrupa’yı kurtarması politik ve kültürel bir kurtarmayı da beraberinde getirmişti, Bu bir dizi kültürel ve ideolojik operasyonlar, Avrupa üzerinde finansal, ekonomik ve askeri yapılar temelinde kurulan Amerikan hegemonyasının doğal görünmesini sağladı.

Sovyetler birliği ile girişilen rekabet , Abd’nin en ciddi rakibinde bile Amerikancılığın gücünü gösterir. 20. Yüzyıl boyunca Sovyetlerdeki gelişmeler belli bir oranda Avrupa’daki gelişmelerin küçük çaplı taklidinden başka bir şey değildi.

Her şeyden önce oluşmakta olan İmparatorluk bir ABD İmparatorluğu olmadığı gibi, ABD’de onun merkezi değildir. İmparatorluğun temel ilkesi, İmparatorluk gücünün tespit edilebilir bir yeri ve merkezinin olmamasıdır. Emperyal iktidar, hareketli ve eklemli kontrol mekanizmaları aracılığı ile ağlar içinde dağılmıştır. Bu ABD’nin diğerlerinden farkı yoktur demek değildir. Kuşkusuz ABD’nin emperyal yapı içinde yeri ayrıcalıklıdır. Ancak ulus-devletlerin güçleri ve sınırları zayıfladıkça, ulusal topraklar arasındaki farklar da giderek göreli hale gelmektedir.

Postmodernleşme ve İmparatorluğa geçiş altyapı ve üstyapı denen alanların birbirlerine yakınlaşması ile ilgilidir.... toplumsal özneler bu birleştirici makinenin hem üreticisi hem de ürünleridirler.... Ancak bütünlüğün oluşması sömürüyü ortadan kaldırmaz.....Kriz kapitalist üretimin post modern totalliği ile ya yana yaşar ve emperyal kontrole uygundur.

İmparatorluk dünyayı tahrip edebilir konumda olduğu için kendini Dünyanın efendisi olarak görür ve davranır. Ne dehşetli bir yanılgı! Gerçekte dünyanın efendileri biziz, bizim arzularımız ve emeklerimiz onu sürekli yeniden yaratır.   Biyo-Politik toplumda egemenin kararı hiç bir zaman çokluğun arzusuna bigane kalamaz.

İmparatorlukta bozulma her yerdedir. Bozulma tahakkümün köşe/kilit taşıdır. Bozulma İmparatorluğun yüksek mevkilerinde ve yönetici tabakasında, en rafine ve en kokuşmuş polis kuvvetlerinde, egemen sınıf lobilerinde, yükselen toplumsal sınıfların mafyalarında,  kiliselerde ve tarikatlarda, skandal yaratanlarda ve yaşayanlardaki devasa finansal ortaklıklarda ve gündelik ekonomik ilişkilerde mevcuttur. Emperyal iktidar bozulma yoluyla dünyaya bir sis perdesi yayar ve çokluk üzerindeki komuta mekanizması bu kesif duman içinde ışık ve hakikat yokluğunda hayata geçirilir.

Bozulma kolaylıkla algılanabilir. Çünkü hemen kendisini bir şiddet ya da hakaret biçiminde gösterir. Gerçekten bir hakarettir o. Bozulma aslında gücü değere bağlamanın imkansızlığının işaretidir, Dolayısı ile bozulmayı kınamak, doğrudan onun varlık eksikliğini sezmektir. (Ortada değer olmayınca kınanacak bir şey kalmıyor. Güç, üst değer (Tanrı) olmaması bozulmanın kaynağıdır. Tanrı olmadığında güç, bir kapışma, boğuşma toplumu üretiyor- AHÇ)

Kapitalizm bütünüyle bir özelleştirme bozulmasını yaşar. Aziz Augustinius’un dediği gibi, büyük hükümdarlar aslında küçük hırsızların büyütülmüş yansılamalarıdır.... eğer kapitalizm tanımı gereği bir bozulma sistemiyse, ölçü bozulduğu ve ilerleme hevesi kırıldığı zaman, kapitalizmden geriye bozulmadan başka bir şey kalmaz.

Bozulmanın kendisi İmparatorluğun kökü, cevheri ve bütünlüğüdür. Bozulma, yaşam dünyasına hiç bir uygun ya da yeterli referansta bulunmayan yalın komuta faaliyetidir. ....İmparatorluk bedenlerin ortak faaliyet içinde daha çok üretmeleri ve cemaat içinde bedenlerin daha çok zevk almaların olgusunu tanır ve bundan yararlanır; ama İmparatorluk, onun tarafından tahrip edilmemek için , bu ortak faaliyet otonomluğunu engellemek ve kontrol altına almak zorundadır. Bozulma, bedenlerin cemaat yoluyla bu “ölçü ötesi” gidişini, bedenlerin yeni gücünün, İmparatorluğun bizatihi varoluşu tehdit eden bu tekil evrenselleşmesini engellemek üzere hareket halindedir.

İmparatorluğa Karşı Çokluk
Büyük kitlelerin, duyuların maddi dinine ihtiyacı vardır. Yalnız kitleler değil filozofların da ihtiyacı vardır ona. Akıl ve yüreğin tek Tanrıcılığı, sanat be tahayyül dininin çok Tanrıcılığı.... Yeni bir mitolojimiz olmalı, ama bu mitoloji fikirlere hizmet etmelidir. Bu bir akıl mitolojisi olmalıdır. (Hegel, Hölderlin ya da Schelling)

İletişim yok değil, tam tersine, fazla, iletişim var. Yaratıcılık yok. Mevcut olana direniş yok. (Gilles Deleuze ve Felix Guattari)
Çokluk dolaşım yoluyla vakti yeniden ele geçirir ve kendini etkin bir özne olarak kurar. Bu hareketler genellikle şiddetli acılar pahasına olur; bu hareketler ayrıca, etrafında yeni özgürlüklerin kurulduğu yeni uzamları ele geçirmedikçe tatmin olmayan bir özgürleşme arzusu ile hareket eder. Bu hareketler, yollarının geçtiği ve ulaştığı her yerde yeni hayat ve ortak faaliyet biçimlerini belirler ve her yerde zenginlik yaratır. Bu zenginlik olmasaydı asalak postmodern kapitalizm proleteryanın kanını nasıl emeceğini bilemezdi....kitlesel göç üretim için zorunlu hale geldi. Her yol düşünüldü, haritalandı ve kat edildi. Görünen o ki, bir yol ne kadar yoğun bir şekilde kullanılmış ve kadar çok acıya yol açmışsa, o kadar üretici hale gelmektedir.”Yeryüzü şehri” İmparatorluğun üzerine yaydığı sis peresin ve karışıklıktan ancak bu yollar vasıtasıyla kurtulur.

İmparatorluk, politik meşruluk kazanmalarının önüne geçmek için, çokluğun uzamsal hareketlerini kısıtlamak ve yalıtmak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında, İmparatorluğun çeşitli ulusçu ve köktenci güçleri idare edip yönetme gücünü kullanması son derece önemlidir.
Herkes için oturma belgesi ve her şeyden önce herkesin oturduğu ve yaşandığı ülkede tam yurttaşlık haklarına sahip olması gerekir. Çokluk göçün olup olmayacağı, olacaksa nereye ve nasıl olacağına karar vermeye muktedir olmalıdır. Çokluk aynı şekilde yerinden kıpırdamama bir yerlere göç etmek yerine sürekli olarak bir yerde yaşama hakkına da sahip olmalıdır.

Herkes için toplumsal ücret ve garantili bir gelir. Toplumsal ücret her şeyden önce aile ücretlerine karşı çıkar. Aile ücreti,, cinsel iş bölümünün temel silahıdır.... Aile ücreti ailenin kontrolünü tamamen erkek ücretlinin ellerine teslim eder. (Ailenin kontrolünün erkekten alındığı toplumlarda ailenin dağılma sürecine girdiği ve kadının yalnızlaşıp sermayenin kontrolüne girdiğini, yazar ihmal ediyor yazar. Yani ortada üzerinde konuşulacak bir aile kalmıyor-AHÇ)  

Bozulmanın ve sömürünün tüm unsurlarını bize dayatan , dilsel ve iletişimsel üretim rejimleridir; bunları sözcüklerle yok etmek fiili olarak yok etmek kadar acil bir görevdir.

Yeniden sahiplenme hakkı olmalıdır. Yeniden sahiplenme hakkı her şeyden önce üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkıdır. Bu daha çok, çokluğun kendini kontrol etme ve otonom şekilde kendini üretme hakkıdır.

POSSE çokluğun meydana gelme ve olma gücüdür. Posse gelecekteki örgütlenmenin kromozomlarını üretir....Sömürü yalnızca pratik açısından olumsuzlanmakla kalmamalı, öncülleriyle birlikte, kökünden iptal edilmeli, meşruluk kaynakları koparılmalıdır.... Çokluğun üretim tarzı sermayenin elinden serveti alır ve aynı zamanda ortak faaliyet yoluyla bilimin ve toplumsal bilginin güçleriyle birleşerek yeni bir servet oluşturur. Ortaklaşalık mülkiyet hakkını ortadan kaldırır. ... Bugün üretim araçlarının özel mülkiyeti, ortaklaşa ve maddi olmayan emeğin hegemonya kurduğu çağda, miadını doldurmuş bir çürümüşlük ve gaddarlıktan başka bir şey değildir.

... biz sadece Posse’nin politik gelişiminin olgunlaşmasını bekliyoruz. Elimizde bunun için önerebilecek herhangi bir model yok. Sadece çokluk, pratik deneyleri yoluyla modeller sunacak ve mümkün olanın ne zaman ve nasıl gerçek haline geleceğini belirleyecektir.

Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder