Madun Konuşabilir mi?-Özet Gayatri Chakravorty Spivak

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 1 Oca 2009 0 yorum


Kitabın anlatıldığı videoyu izlemek için  https://www.youtube.com/watch?v=dhl25lT7x7g&feature=share  adresini ziyaret edebilirsiniz.


Teyzesinin, 17 yaşında intihar etmek için adet dönemini beklemesinden hareket ederek tezini geliştiren Spivak, ince bir kitap boyutuna ulaşan tebliğine çok ciddi sorular ve tespitler sığdırabilmiş.
Videoda anlatıldığı gibi kitabın konusu; “Madun" denen “güçsüzleştirilmiş-mustazaf” öznenin konuşamamasının sebeplerini bulmak.
Spivak, madunun konuşamamasını temel olarak iki sebebe bağlıyor:
Birincisi; madun konuşmuyor değil, konuşuyor. Ancak onun sesinin duyulabileceği kanallar/kulaklar yok. Dolayısı ile konuşmasının faydası yok. İşitilmiyor. Madun adına söz alan entellektüel ise , madunu çok uzaktan, onun halini paylaşmadan, acılarını duymadan anlatıyor. Gördüğü çok kısıtlı bir alan. Bütünü/gerçeğin tamamını göremiyor. Dolayısı ile entellektüelin anlattığı madunun hali değil, entellektüelin kurgularıdır. Diyor.
İkincisi; madunluğuna sebep olan iklimi var edenler, sömürgecilerdir. Ancak sömürgeciler ve madunlar arasındaki figür olan entellektüeller, Batı merkezli ya da Batı’nın Merkez olması gerektiği düşüncesi ile yetiştirildiklerinden, madunu var eden koşulların oluşmasındaki sömürgeciliğin sorumluluğunu görmeyi reddediyorlar. Entellektüel, sadece sömürgecilerin yanında, onlar gibi yaşayan biri olarak madunu egemene raporlayan, analiz eden kişi olmakla kalmaz, dolaylı olarak madunun yerine söz hakkı alarak madunu da susturur.
Kitap kötü değil, berbat tercümesi ile sanırım en çok okunamayan kitaplar arasında yerini alacaktır. Ne yazık konunun zorluğu, Spivak’ın anlatım dilinin çok katmanlı olması ve tercüme edenlerin bu yükün altından kalkamaması kitabı okunmaz kılmış.

Kitaptan Notlar:
Gramsci’nin klasik kullanımında madun tekil şahıs değil, toplumsal bir gruptur. İkinci olarak madun, toplumsal hareketlilik yapılarına erişimi engellenmiş olan kişidir.

Bu risaleyi “Niçin yazdığım?” sorusuna vereceğim cevap; “madun” denen bu spesific gruba nasıl bir şeyler öğretilebileceğini öğrenmeyi, öğretmekti.
Kitap boyunca, Batılı entellektüel üretimin, birçok yolla, Batı’nın uluslararası iktisadi çıkarlarıyla suç ortaklığı içinde olduğu argümanını ileri süreceğim
Entellektüelin, “Batı’nın öznesini” veya “Özne olarak Batıyı” muhafaza etmeyi gözeten bir arzunun çocuğu olduğu eleştirisi, Batı’lı entellektüele getirilen en radikal eleştiridir.
İktidar, arzu, çıkar ağları o kadar karmaşıktır ki, bunların tutarlı bir anlatıya indirgenmesi, kendi amacına zarar verir. Kalıcı bir eleştiri gereklidir. Halbuki entellektüel, “ötekini” bilmek, hatta ortaya çıkarmak zorundadır.
Deleuze’ün “Entellektüel, yayılmış hegemonik zümre ile karşı karşıya gelmeden, sistemin herhangi bir yerinde iktidara dokunmadan...anlatmaya çalışıyor.” Demesi apaçık bir diz çökmedir.
Bu noktada Batı’lı entellektüelin gelecek için tüm ümidini işçilerin mücadelesine bağlaması acınacak bir durumdur. O küresel kapitalizm karşısında acizdir. (Bu küresel kapitalizm karşısında “acizliğinin” ve kendisinin “madun” denen zümre ile aynı yerde durmadığının itirafıdır. AHÇ)
Emek gücünün yeniden üretimi, sadece onun vasıflarının yeniden üretimi değil, aynı zamanda emek gücünün işçiler için hakim ideolojiye “tabiiyetinin” de yeniden üretimidir. Sömürünün ve bastırmanın failleri için hakim ideolojiyi doğru biçimde manipüle etme yeteneğinin de yeniden üretimini gerektirir; Öyle ki, bunlar da “söz kapsamında” egemen sınıfın tahakkümünü sağlayacaklardır. (S:22)
Deleuze ve Guattari, gibi filozoflar, arzu ve çıkar arasında mekanik, şematik bir karşıtlık üretmeye  mecbur kalırlar. İdeolojinin yerini kesintisiz bir “bilinçdışı” veya bir “yan-öznel” “kültürle” dolduran burjuva sosyologlarla kendilerini aynı safa yerleştirirler. Mekaniklik, arzu ve çıkar arasında tanımlanan ilişkide çok açıktır. “Asla çıkarlarımıza ters bir şeyi arzulamayız, çünkü çıkar her zaman arzuyu takip eder.”(FD,215)
Arzu, ortodoks bir modele göre zımnen tanımlandığı için, bütün olarak “aldatılmışlığın” karşıtıdır. İktidar... arzu ve bilgi düzeyinde müspet etkiler üretir. (Pk-59)     (Entellektüelin hırsızı korumaya çalıştığını anlatmaya çalıştığını anladım. Emperyalistler, toplumları aldatmazlar, onlar aldatılmışlık denen şeyi arzulamışlardır. Dolayısı suçlu hırsız değil, aldatılmayı arzu eden ev sahibidir.-AHÇ)
Hayır, kitleler aldatılmadılar. Belli bir anda faşizmi gerçekten arzuladılar.
Foucault ekler “Kitleler, gayet iyi bilirler. Hatta onlar entellektüellerden çok daha iyi bilirler ve bunu çok da iyi ifade de ederler.” (Spivak, Madun’un konuşamadığından şikayet ederken, Foucault tersini iddia etmektedir. – Spivak, Foucault’u epistemik şiddet uygulamakla itham ediyor, sanırım. AHÇ)
(Spivak Althusser’den bir alıntı yapıyor. “Proleter sınıf konumlarına ulaşmak için, proleterlerin bu konularda sadece eğitilmeleri gerekir; küçük brujuvazinin ve dolayısı ile entellektüeller de ise durum çok zordur, bir değişim için devrim yapılması gerekir.” )
Teori bir alet kutusuna benzer, gösterilenle hiç alakası yoktur.
Eyleyen ve konuşanlara karşıt olarak, eyleyen ve mücadele edenler dilsiz midirler? (Mücadele edenler “özne” olarak görülmez. Dolayısı ile onlar adına hep birilerinin söz alması gerekir.-AHÇ)
Küçük mülk sahibi köylüler kendilerini temsil edemezler. Temsilciler, hem efendileri, hem de üzerlerinde otorite olan, onları diğerlerinden koruyan, onlara yukardan yağmur ve güneş ışığı yağdıran tanrısal güçler gibi görünmektedirler. Çünkü mülk sahiplerinin “çıkar özdeşliği” bir topluluk hissiyatı, milli bir bağ, ya da siyasi bir örgütlenme üretme gücüne sahip değildir.
Çıkarların özdeşliği, bir cemaat hissiyatı üretemediği sürece bir sınıf da var edemezler. Sınıfı oluşturan suç ortaklığıdır. (Sanırım Spivak, Batılı entellektüelin üst sınıf olmasına işaret ederek onların sömürgeci ile suç ortaklığı içinde olduklarını ima ediyor.-AHÇ)
Sınıf bilinci milli bağlara ve politik örgütlenmelere ait bir topluluk hissiyatı ile ilgilidir. Yoksa yapısal modeli aile olan topluluk hissiyatı ile ilgili değil.
Küresel kapitalizmle (iktisadi sömürü) ulus-devlet ittifakları (jeopolitik tahakküm) arasındaki ilişki, öylesine makrolojiktir ki, iktidarın mikrolojik etkisini açıklayamaz.
Öznelerin ne biri ne öbürü (ne ezen ne de ezilen) olan entellektüeller bu kavgada saydamlaşırlar, çünkü temsil edilmeyen özne hakkında rapor verirler ve arzunun ve iktidarın işleyişlerini (analiz etmeden) analiz ederler. Bu üretilmiş “saydamlık” Çıkarın yerini işaret eder. (Entellektüel, zenginlerin yanında, zenginlerle beraber yaşayan fakirleri rapor ve analiz ederek geçimini sağlayan ancak fakirlerden olduğunu, fakirler adına konuştuğunu söyleyen kişidir. Bu haliyle ikisi tarafından da görünmezler.-AHÇ) (s:37)
Entellektüelin ki, hem hakem, hem yargıç hem de evrensel tanık rolüdür.
Foucault’un iktidarın;  sınıfların, ekonominin, isyanın ve ayaklanmanın rolünü yok eden cezbedici ve mistikleştirici bir kategori olduğu yönündeki eleştirisi buraya uygundur. İktidar’ın görevi statükoyu yerinden oynatmak, yeni hegemonik ilişkiler dengesini kurmaktır. (Rant paylaşımının yeni düzenlemesini yapmaktır. Dolayısı ile bu yeni paylaşım da entellektüele de pay ayrılmıştır.-AHÇ)
Epistemic şiddetin (Bilgi kullanılarak uygulanan şiddet, sindirme, baskılama ve susturma- AHÇ)  en çok hissedildiği yer belki de sömürülenin , öteki olarak tanımlanabilmesine izin veren uzaktan yönetilen, uzakta konumlanmış heterojen projedir..... belki de bu sadece tamamen silinip sömürgeciler tarafından yeniden yazılan sömürgelerin tarihinin sömürgecilerce yeniden anlatılmasını ve “tabi kılınmış bilgi”ye dönüştürülmesini istemekten başka bir şey değildir......Belki de bu, “şeyleri tanımlama yetkisini” ve “tarihin en iyi yorumu” hakkını emperyalizme verme işini görmekten ziyade,  belli bir açıklama veya yorumun gerçek kabul edilebilmesi için nasıl bir norma sahip olması gerektiğini belirlemeye yarar.   (S:41)
Minute on Indian Education (Hindistan Eğitimi Üzerine Rapor) isimli kötü şöhretli eserinde  Macaulay[1]; “Şu an yönettiğimiz milyonlarca insanla bizim aramızda tercüman olabilecek bir sınıf oluşturabilmek için elimizden geleni yapmalıyız. Kanda ve renkte Hintli, ama beğenide, fikirde, ahlakta ve anlayışta İngiliz olan kişilerden oluşan bir sınıf olmalı. Bu sınıfa yerel dilleri rafine etme, bu dileri Batılı terminolojiden alınan terimlerle zenginleştirme ve bu dilleri aşamalı olarak büyük kütlelere bilgi taşımaya uygun araçlar haline getirme işlerini bırakabiliriz.” Der.
Sömürge Öznelerinin eğitimi, onların hukukta üretilişlerini tamamlar.
Şu soruyla yüzleşmek zorundayız: Toplumsallaşmış sermayeden çıkan uluslararası iş bölümünün karşısında, emperyalist hukukun ve eğitimin epistemik şiddet döngüsünün baskısı içinde ve dışında, madun konuşabilir mi?
Madun olarak kadın sorununa yöneldiğimde, kadın dayanışmasının bizzat kadın hareketlerinin manipülasyonu ile engellendiğini iddia edeceğim.   
(Burada Spivak, Edward Said’in “anlatma iznini” tartıştığını hatırlatıyor)
Hint eliti, üçünü dünyanın sesine ilgi duyan birinci dünya elitinin yerli bilgi kaynağıdır. Sömürgeleştirilmiş madun özne geri dönüşsüz bir şekilde heterojen kabul edilmiştir. (Madun özeye gitmenin anlamı yoktur. Çünkü onun çok fazla rengi, biçimi, şekli vardır. Ortak talepler ve beklentiler içinde olmaları mümkün değildir. Dolayısı ile dinlenimesi noş bir çabadır. AHÇ)
Sömürgeleşmiş ülkelerde konuşma statüsü şöyle şekillenir:

  • 1-     Egemen Yabacılar. (ELİT)
  • 2-    Tüm Hindistan düzeyinde egemen yerliler. (ELİT)
  • 3-    Bölgesel yerel düzeyde egemenler.
  • 4-    Madunlar (halk)
Üçüncü madde de bahsedilen yerel egemenlerin görevi, genel egemenlerin ve sömürgecilerin çıkarlarını kollamaktır. Kendi toplumsal sınıflarının çıkarlarına gerçek anlamda hizmet etme güçleri ve kabiliyetleri yoktur.  (BU gruplar da Madun gibi konuşamazlar. Konuşuyorlarsa egemenlerin beklentilerini dile getiriyor ya da egemenin direktiflerini duyuruyorlardır.- AHÇ) Bölgesel egemenler, bazen madunken diğer yerde egemen olabilecek geçişken bir formdur.
Bir çalışmada önemli olan ne söylenmediğidir. “Bu söylemeyi red ettiği” bir şeyden ziayede “söyleyemediği” şeydir. Önemli olanda bu söylenemeyendir çünkü “susulan” şey tam bu noktadadır.
Post kolonyal entellektüeller, bilirler ki; ayrıcalıkları, korumaları gerekenlerdir. Bu yüzden onlar birer entellektüel pragmatisttirler. (Entellektüel, ayrıcalıklarının “susulan”ı ortaya çıkarmaması ile devam edeceğini hisseder. AHÇ)
Emperyalizmin dar epistemik şiddeti bize, bir episteminin imkanı olan genel şiddetin eksik de olsa bir alegorisini/canlandırmasını verir.
Sanayi sermayesinin dolaşımını ve büyümesini sürdürme hedefi doğrultusunda, ulaşım, hukuk ve standartlaştırılmış yaygın eğitim geliştirildi. Aynı zamanda yerel sanayi çökertildi, toprak dağılımı yeniden düzenlendi ve ham madde sömürgeciye aktarıldı. Sömürgeciliğin sona erişi özgür ve yerel bir hukuk sisteminin, anayasanın ve eğitim sisteminin kurulacağı anlamına gelmez. Gelişme, yurt içindeki ulus ötesi sermayenin büyümesi anlamına gelir. Bir de sömürgeci ülkeler için ucuz iş gücü arzının devam ettiği."
İnsan emeği, fıtri olarak “ucuz” ya da “pahalı” değildir. Eğer ucuzsa bunu belirleyen “iş yasalarının yokluğu“, totaliter devlet ve işçiler için "en asgari düzeyde hesaplanan" geçim ihtiyaçlarıdır.
Bu strateji kapsamında, gelişmiş ülkelerdeki üretimin en yoğun aşamaları, -örneğin dikiş ve montaj- emeğin en ucuz olduğu Üçüncü Dünya ülkelerindeki taşeron imalathanelere kaydırılır. Montaj yapıldıktan sonra, çok uluslu şirket, malları yerel pazara satmak yerine, cömert gümrük muafiyetleri altında gelişmiş ülkelere tekrar ithal edilir.
(Bu mallar taşeron ülkeye girerken ithalat, çıkarken ihracat rakamlarını şişirirler. Ülke % de 3-5 büyümüş olur. Halbuki büyüyen sadece rakamlardır. Para, sömürgecinin cebine girer.) 

1979’dan bu yana küresel ekonomik durgunluk, ticareti ve yatırımı, dünya ölçeğinde belirgin bir şekilde yavaşlatırken, uluslararası taşeronlaşmada patlama yaşanır... Bu nedenle çok-uluslu şirketler, militan işçilere, devrimci değişimlere ve hatta ekonomik darboğazlara direnebilme konusunda daha güçlü olurlar.
Komprador ülkelerde, egemen toplumsal gruplarda “uluslararası feminizm”le ilgilenen kadınlar arasında, küresel ittifak siyasetinin makul olduğu yönündeki inanç yaygındır. Yelpazenin diğer ucunda ise “kadınlar, mahkumlar, zorunlu askerler, hastanede yatanlar ve eşcinseller vardır. Bunların içinde herhangi bir ittifak imkanından en uzak olanları ise kentli fakir işçi kadınlardır. (Uzlaşma ihtimali olmayan grupları bir araya getirmeye çalışmak, aslında o ezilenlerin bir araya gelebilme ihtimalini yok etmektir. AHÇ)
Homojen bir öteki var ederek, bilinçlerini kavrayamayacağımız insanlar vardır. Bunlar, ancak geçinebilen çiftçiler, örgütsüz köylü emeği, kabile mensupları ile sokaktaki ya da kırsaldaki sözleşmesiz işçi topluluklarıdır. Onlarla yüzleşmek; onları temsil etmek demek değil, daha ziyade kendimizi temsil etmeyi öğrenmektir.
Fransız kapitalizmi yüzer gezer bir işsizlik gösterenine ihtiyaç duyar. Bu bakış açısıyla, baskı biçimlerinin birliğini görmeye başlarız: göçe getirilen kısıtlamalar, en zor ve en az getirili işlerin göçmen işçilere verildiğini görmek gerekir; üstelik işsiz sayısındaki artma fabrikalardaki baskıyı ve Fransızların gittikçe daha zorlaşan işlerinden yeniden “tat” almalarının(!) da yolunu açar...
İnsan hakları taleplerinin “coğrafi süreksizliğinden” şikayet ediyorum.
Amerikan liderliği altında yola getirilmiş Atlantik emperyalizminin barışçıl ekonomik karşılıklı-bağımlılığının koşullarını yaratan, daha ziyade karşı-devrimci şiddetin küresel mantığıydı....Kapitalist ekonomilerin karşılıklı nüfuzunu kuvvetlendiren ve hızlandıran, kolektif güvenlik sloganı altında SSCB’ye  karşı çok uluslu askeri bütünleşmeydi, ki bu; 1958 ve 1973 yılları arası çiçeklenen yeni bir liberalizm akımını da doğurmuştur. (S:64)
Bu stratejik askeri gücün ABD tarafından yarı mutlak-iyetçi bir biçimde merkezileştirilmesi, yerel despotları için tabi olma imkanı da sağlayacaktı. Özellikle de,.... komünizme karşı daimi ve keskin bir ideolojik seferberlik yürüten... Fransız ve Britanyalıların emperyalist talep kalıntıları için hayli elverişli bir durum ortaya çıkardı.
Ben müstakil bir Batı yorumuna kanmanın, bu yorumun emperyalist proje tarafından üretildiğini, göz ardı etmek olacağını ileri sürüyorum.
Klinik akıl hastanesi, hapishane, üniversite, -hepsi de- emperyalizmin daha kapsamlı görünmesini, fark edilmesini önleyen canlandırmalar/alegoriler gibi görünür.
Foucault mırıldanır; “İnsan, bilmediği bir şey hakkında, pekala konuşmayabilir.” Oysa biz de –vicdan ve özgür bir bakış sahibi olan herkesin kolayca tespit edebileceği- emperyalizm üzerine olan “cehalet”ten söz etmekteyiz.
Foucault 1966’da şunu beyan ettiğinde karakteristik olarak peygambervari bir noktaya parmak basıyordu: “Dilin varlığının, ufkumuzda gitgide daha büyük bir ışıltıyla parlamayı sürdürmesi sebebiyle, insan yok oluş sürecindedir.” Fakat böyle bir ufku idrak eden ya da sahiplenen “biz “ kimdir ki? (İnsan neslinden değil de, insaniliğin, insaniyetin yok olmasından bahsediyor. İnsaniyeti öldürüyorsak, insaniyetin ölümünden şikayetçi olan kimdir?-AHÇ)
Derrida Avrupalı bir filozof olarak,bunu Avrupalı öznenin Öteki’ni marjinal olarak inşa etme eğilimine, etnomerkezciliğe eklemlenmesi ve bunu bütün söz merkezci ve dolayısı ile de tüm gramatolojik girişimlerin sorunu olarak konumlandırmasıdır. ... bu genel bir sorun değil bir Avrupa sorunudur.

Derrida, “Düşünce metnin boş kısmıdır” derken; düşünmenin ya da bilginin Öznesinin rütbesini, indirmek için böylesine canla başla uğraşması işte bu etno-merkezcilik(Avrupa merkezcilik-AHÇ) bağlamı içerisindedir. Yani düşünülen şey, boş olsa da, hala metnin içindedir ve tarihin “Ötekisine” emanet edilmek zorundadır. İşte postkolonyal emperyalizm eleştirisinin, yorumunun ve teori üretim yerinin sadece Avrupa sınırları dahilinde görülebilmesini meşrulaştıran bir metnin çevrelediği bu erişilmez boşluktur. Post kolonyal eleştirmenler ve entellektüeller, yalnızca bu metne-kaydedilmiş boşluğu ön kabulleri arasına alarak, kendi üretilişlerini yerinden etmeye kalkışa bilirler. Oysa düşünceyi ya da düşünen özneyi saydam ya da görünmez kılmak tam tersine ötekinin durmaksızın asimilasyonuna dayalı bir biçimde tanınmasını gizler. Derrida’nın “öteki”nin kendi adına konuşmasına izin vermeyi değil, “hepten-öteki” olana “ötekinin içimizdeki sesi olan o iç sesi hezeyana sürüklemesi için “bir müracaat” ya da “çağrı” yapmayı gündeme getirmesi bu çekinceler dolayısı iledir.
Sömürülen ülkelerdeki diktatöryal yapı; disiplinerleşmenin ve kurumsallaşmanın mekaniğinin sömürgeci tarafından inşa edilmişliği ile ilişkilendirilmez. (Diktatörleri başa getiren ve onları destekleyenlerin sömürgeciler olduğunu görmez. AHÇ) Ötekinin kuruluş mekaniğine dair süregelen ve gelişmekte olan çatışmalar Batılı entellektüel için baştan çıkarıcıdır. Kurulan yapının ürkütücülüğü, Batılı Entellektüelin suç ortaklığının bu saydamlıkta gizlenebilmesindedir.
Kadın en madun olandır. Ancak eğer yoksul, siyah ve kadınsanız üç kat fazla madunsunuz.
Norma Chincilla bir panelde; “Hindistan bağlamında cinsiyetçilik karşıtı çalışmaların cinsiyetçilik karşıtı değil, anti feodal olduğu gözlemi önemlidir. Bir toplum ancak kapitalist üretim tarzına girdikten sonra cinsiyetçilik tanımlarının ortaya çıkmasına izin verir ve böylelikle kapitalizm ile ataerkillik arasında süreklilik tesis eder.
Post kolonyal entellektüel, tarihi olarak dilsizleştirilmiş madun kadın özne ile (onu dinlemek ya da onun adına konuşmak yerine) konuşmayı öğrenmek için çabalarken, sistematik olarak, kadın ayrıcalığına dair öğrenmiş olduklarını geri sarar.
Sarah Kofman’ın göstermiş olduğu gibi, Freud’un kadınları günah keçisi olarak betimleyişinin derin muğlaklığı, histerik olana bir ses vermek, onu histerinin bir öznesine dönüştürmek için başlangıçtaki ve devam eden bir arzuya karşı kurulan bir karşıt tepkidir. Bu arzuyu “kız evladın baştan çıkarıcılığı” kalıbına sokan eril emperyalist ideolojik formasyon, yekpare “üçüncü dünya kadını” inşa eden aynı formasyonun bir parçasıdır.   
Beyaz adamlar, esmer kadınları esmer adamlardan kurtarıyorlar.
Emperyalist özne ile emperyalizmin öznesi arasındaki ilişki en azından muğlaktır.
Post kolonyal enetellektüel kadın; “Beyaz adamlar, esmer kadınları esmer adamlardan kurtarıyor” ile “Kadınlar ölmek istiyordu” şeklinde kurulabilen, diyalektik olarak iç içe geçen cümlelerle yüz yüze geldiğinde, basit bir soru sorar: “Bunun anlamı ne?” Sonra bir tarih tasarlamaya başlar. (Kadının mağduriyetinden, hem onu esmer adamın elinden kurtardığını söyleyen emperyalistler, hem de “onlar kendileri ölmek istiyordu” diyen gelenekseller çıkar elde ederler. AHÇ)
Sati’nin (SAti:Kadınların kocalarının ölümünün ardından kendilerini yakma adeti. AHÇ) yasaklanmasının ardından J.M. Derrett’ın şu yorumu önemlidir: “Hindu yasası üzerine ilk yasama, tek bir Hindu’nun rızası olmadan gerçekleştirilmiştir.” Dikkat edilirse yasamanın adı burada belirtilmemiştir. Sömürgeci tarafından tesis edilmiş “iyi”(?) toplumun, sömürgesizleştirme sonrasında da varlığını sürdürmesinin sonuçları düşünülürse, ölçünün adının konduğu sonraki cümle de aynı oranda ilginç olur: “Bağımsız Hindistan’da satinin nüksedişi muhtemelen, ülkenin en geri kalmış bölgesinde bile, varlığını uzun süre sürdüremeyecek gerici bir yeniden canlanıştır.”
Bu gözlem doğru olsun olmasın, beni ilgilendiren, kadının (3. Dünya kadınının-AHÇ) korunmasının iyi bir toplumun kuruluşunun bir göstergesi haline gelmesidir. Halbuki süreç, o güne kadar ritüel olarak hoş görülmüş, bilinmiş hatta pohpohlanmış olanın bir suç olarak yeniden tanımlanmış olmasıdır. (Zaruri olarak çiğnenecek, kanunların üzerinden atlayacaktır.)
Episteme (bilgi-AHÇ), doğrunun yanlıştan değil, daha çok bilimsel olmayanı bilimsel olandan ayırt etmeye yarayan aygıttır. (Foucault) Sati, birinde batıl bir ritüelle, diğeri hukuk bilimi ile sabitlenmiştir.
Batının etkisine maruz kalmak suretiyle psikolojik olarak marjinal kılınan gruplar....kendilerine olduğu kadar başkalarına da kendi ritüel saflıklarını ve geleneksel yüksek kültüre sadakatlerini gösterme baskısı altında kalmışlardı. Onların pek çoğu için sati, eski normların gücünü kaybettiği bir zamanda bu normlara uygunluklarının önemli bir kanıtı haline geldi.
Asya tipi üretim tarzı kapitalist genişlemeyi ve kırılgan düzenlemeyi devralarak sürdürür. Sermaye mantığının Batı hikayesi olduğunun, emperyalizmin evrensel boyutlara ulaştığının ve bundan etkilenen madunun, görmezden gelinmesi, emperyalist projeyi sürdürmekten başka bir şey değildir.
Emperyalizmin “iyi toplumun kurucusu” imajı, kadının kendi türünden korunan bir nesne olarak kabulüyle tanımlanır.
Genel kutsal metin doktrini şudur: İntihar kınanacak bir eylemdir. Ancak, törensel bir biçimde icra edilmeleri sebebiyle görünürdeki intihar olma özelliğini kaybetmiş belli intihar biçimleri için açık kapı bırakılır. Bunların ilki bilen özne, kendi kimliğinin önemsizliğini ya da salt görüngeselliğini fark etmesidir. O’nun kimliğini yok etmesi, agmaghata değildir. Sonsuzluğa, HİÇ’liğe(fena), Nirvana’ya varmasıdır.....Ne var ki, bu felsefi mekan sıra kadına geldiğinde onu barındıracak yer bulamaz. (Kendisini gerçekten yok etmesi istenir. AHÇ) İçsel bir tasvipten (hakikat bilgisi)  dışsal bir tasvibe geçilir. Felsefi ya da ruhsal alan onu kadını barındıracak yer bulamaz. (Kendisini gerçekten yok etmesi istenir.- AHÇ) İçsel bir tasvipten (hakikat bilgisi)  dışsal tasvibe geçilir. Bir kadın için ancak bu tip bir intihar icra etmek mümkündür.
Ölü eşin yakıldığı yerde kendini kurban etmek sadece kadın için tasvip edilir. (Bu yüksek mertebeye erkek layık görülmez. Erkekten ancak kendisini ruhi alanda, felsefik olarak yok etmesi beklenir. Fenafillah. AHÇ)...Özgür seçim paradoksunun oyuna dahil olması, kadın öznenin yerinden edilmiş yerini varsayan bu derin ideoloji yoluyla gerçekleşir. Erkek Özne açısından dikkati çeken intiharın mutluluğudur. Bu intiharın intihar statüsünü tesis etmek yerine geçersiz kılacak bir mutluluk. Kadın özne açısından, tasvip edilmiş bir kendini kurban ediş, tasvip edilmemiş intiharlara iliştirilen “düşük-pataka” etkisini uzaklaştırdığında dahi başka bir düzeyde seçim edimine övgü getirir.
Yine de iyiliksever ve  aydınlanmış erkekler, kadının bu konudaki, özgür seçiminin “cesaret”ine sempati duymuşlardır ve hala duyarlar .
İntiharın günah olarak kaydedilmesinden ziyade, kademeli bir şekilde tasvip edilmesine yönelik alternatif bir ideoloji olduğu, elbetteki anlaşılamamıştır
Baskıya özgü olan, onu basitçe ceza kanunun sürdürdüğü yasaklardan ayıran şey budur. Baskı pekala yok olmaya mahkum etmek olarak işler, ama aynı zamanda da bir susma emri, yokluğun olumlanması olarak da iş görür. Ve sonuç olarak söylenecek, görülecek veya bilinecek hiç bir şey olmadığını bildirir.
Kadın olarak madun ise işitilemez veya okunamaz.
Derrida, radikal eleştiriye “ötekine, asimile ederek sahip olmak” eleştirisini getirir.
Adetini, o kirli sırrı kullanarak intiharıyla satiyi besleyen aksiyomları silmeye çalışan bu kadını duyamıyordu. Bu yazıda sati konuşmayan madunun ya da konuşamamanın genelleştirilebilen bir örneği olarak sunuluyor -değildi- kendini duyurmaya çalışıyordu ama başaramıyordu.
Söylemeye çalıştığım şey, direniş için geçerli bir kurumsal arka plan olmadığında, direnişin farkına varılamadığıydı. Söylemek istediğim şey onların konuşamadığı değildi, daha ziyade, birileri farklı bir şey yapmaya çalıştığında, kurumsal geçerlileştirilme söz konusu olmadığı için bunun teslim edilemediğiydi. Bu satilerin konuşamaması değil duyulamamasıydı.
Bütün bu çaba sırasında öğretmeye dair bir şeyler öğrendim. Bütün öğretmeler değiştirmeye çabalar, ancak bütün öğretmeler aynı zamanda ortam bir ortamı varsayar.
Önemli olan sadece sınıflar, öğretmenler, ders kitapları ve çocukların okula gidebilmesi için tüm diğer ihtiyaçlar değildir. Önemli olan madunun “taşeron ezen” haline geldiği dönüşüm sürecini durdurabilmektir. Bu olmadıkça toplum adına yapılan tüm yatımlar verimsiz olacaktır
(Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir / R Barthes-AHÇ)
Sınıf ilişkileri, kurumsal düzenlemeler, yalnızca kendi kendilerinin yeniden üretilme koşullarının sürmesi ve gelişmesi için çalışan emperyalist formları harekete geçirmek suretiyle kitlesel olarak dünya nüfusu açısından gitgide daha yüksek oranda toplumsal eşitsizliğe ve daha fazla talan uygulamasına yol açmaktadır. (Mülksüzleştirme yoluyla biriktirme)
Mevcut sınıf ilişkilerine ve bunlarla ilişkili hegemonik kurum politik-ekonomik pratiklere içerden meydan okuyan bir sınıf hareketi olmadığı müddetçe, ABD’nin bu tarz pratiklere başvurmak dışında başka bir seçeneği yoktur. Bu geri kalanları şu seçenekle baş başa bırakır: ya ABD emperyalizmine doğrudan direnecektir ya da onu başka bir yöne çevirmenin yahut ABD şemsiyesi altında taşeron emperyalizmler oluşturmak suretiyle onla uzlaşmanın yollarını arayacaktır. Tehlike şudur ki; anti emperyalist hareketler, kapitalizmin heba ettiği potansiyeli sonuna kadar kullanacak alternatif bir modernliğin ve alternatif bir küreselleşmenin peşine düş-mek yerine, tamamıyla ve yürekten bir şekilde anti modernist hareketler haline dönüşebilmektedirler. (David HArvey)
Küreselleşmiş postkolonyal durumda ulusal-özgürleşme milliyetçiliğini müzelere kaldırabiliriz, bunlardan iyi sergiler çıkar.
“Biri”nin kendisini kolektif olarak temsil etmesi demek, kamusal alanda olması demektir. Eğer, madunu sabırlı bir şekilde dinleyip ona kendisini kamuda temsil etme yöntemi öğretilemezse, madun madunlukta, kendini temsil edemeden ve dolayısı ile temsil edilmeye muhtaç olarak kalacaktır.
Hegel; “var olanı anlamak . İşte felsefenin görevi budur... Bir felsefenin çağdaşı olan dünyanın dışına çıkabileceğini sanrısına kapılmak, bir bireyin kendi yaşının ötesine sıçrayabileceği, Rodos’un üstünden atlayabileceği fikrine kapılmak kadar gülünçtür.” Der

Marx, Hegel’in yaptığı değişikliği tekrar ederek, şimdiki zamanın keyfini sürmemizi.

Bhubaneswari’yi müstesna kılan, verdiği ölüm kararını cinsiyetlendirmesi ve ölümü ertelemesiydi.


(Bhubaneswari eğer bir erkek olsaydı direk kendisini öldürebilirdi. Ancak o bir kadındı, kendini direk öldüremezdi. Ölmek için regl dönemini beklemek zorunda hissetmişti kendisini. Hamile olmadığını, bir namus meselesi nedeniyle kendini öldürmediğini göstermenin ihtiyacını hissetmişti. Buna rağmen sesini duyan olmamıştı.AHÇ)
                                                                                  Ahmet H. Çakıcı
                                                                        Cemaziyelevvel 1439 / ALANYA

Kitap hakkında bir başka video için de   https://www.youtube.com/watch?v=ZOm_Wh-txVY&feature=youtu.be







[1] Thomas Babington Macaulay: (1800-1859) Baron Macaulay; İngiliz, tarihçi, şair ve politikacı.

Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder