ŞOK DOKTRiNi - NAOMi KLEiN

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 15 May 2020 2 yorum
Şok Doktrini - Felaket Kapitalizmin Yükselişi , Naomi Klein ...
Naomi Klein, "Şok Doktrini" eserinde Kapitalizmin gücünü ve servetini, "serbest rekabet ortamında, demokrasinin nimetlerinden faydalanarak, ticaretle kazandığı” yalanının üzerindeki örtüyü kaldırıyor. Batı’da biriken servetin kaynağının emek ya da ticaret değil, 400 yıl süren yağmacılığın -daha sofistike yöntemlerle- devam ettirilmesi olduğunu iddia ediyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de Güney Amerika'nın, Asya'nın, Afrika'nın servetlerinin kan, baskı, şiddet, talan, soygun ve yerli ulusların yoksullaşması karşılığında Batıya aktarılması süreçlerini inceliyor.

Buna, "Felaket Kapitalizmi" diyor.
Naomi Klein, Felaket Kapitalizmi uygulayıcılarının, korku ve dehşete düşürerek toplumların hafızalarını silmesini; tepki veremez, değerlerine, mülklerine, haklarına sahip çıkamaz hale getirilmelerini; onların kendine has özelliklerinin, karakterlerinin, ümitlerinin, düşüncelerinin yeniden kurgulamaya çalışılmasını ve nihai olarak ülke kaynaklarının küresel bazı şebekelere aktarılması sürecini “ŞOK Terapi olarak tanımlıyor. İçlerinde ABD, İngiltere ve Kanada’nın eski Başkanlarından, IMF başkanlarına kadar birçok, çok elit düzeyde yöneticinin bulunduğu, perde arkasında küresel şirketlerin yönetmenlik yaptığı bir şebekenin; ülkeleri hatta kıtaları kalkındırma, gelişmiş ekonomiler arasına katma vaadi ile yürüttükleri devasa bir soygun, modern bir yağmacılık, haydutluk yöntemine verilen isim bu.
Elektrik şoku verilmiş domuzların kaskatı kesilip faltaşı gibi açılmış gözlerle kendi organlarının kesilmesini seyrederken hiçbir şey yapamamalarından esinlenerek, geliştirdiği ekonomik modele “Şok Doktrini ismini veren ve aynı zamanda bu düşüncenin ideologluğunu da yapan kişi, Chicago Üniversitesi profesörlerinden Nobel ödüllü ekonomist Milton Friedman. Projenin üretim yeri olan Chicago Üniversitesi’nden hareketle, projeyi, görevlendirildikleri ülkelerde uygulamaya geçiren Friedman’ın müritlerine Chicago Boys deniliyor.

Elit bir haydutlar
şebekesi ABD'nin devasa gücünü arkasına alarak, bazen suni felaketlerle bazen gerçek felaketleri fırsat bilerek "korku ŞOK"una sokulmuş ülkelere çöküyorlar. Şili, Uruguay, Arjantin, Brezilya, Irak gibi ülkeleri işkence hanelere dönüştürülmesinin; Filipinler, Malezya, Tayvan, KOre gibi ülkelerin çok büyük suni parasal kasırgalar ile talan edilmesinin; Güney Afrika, Polonya, Çin, Rusya gibi ulusların, bedeller ödeyerek hürriyet için çıktıkları yolda liderlerinin tuzaklara çekilmesinin, esir alınmasının, kendi toplumlarına karşı kullanılmasının hikâyesi bu.
Kitapta, sömürüyü değiştirmemek için her şeyin değiştirilmesinin, sömürüye ve küresel haydutluğa gelecek tepkilerin, özgürlük ve hürriyet ortamı yok edilip büyük bir şiddet ve kaos var edilerek bastırılmasının süreci anlatılıyor. Şiddet ve zulmün "soygunu" gizleme yöntemi olarak kullanılmasının detaylarına ışık tutuluyor. Chicago Boys ekibinin ülkeleri borçlandırarak, madencilik, telefon, elektrik, su, gaz gibi asla zarar etmeyecek her dönem kıymetli olan varlıklara hatta bu ülkelere yapılan yardımlara el koymasının, bankaların boşaltılmasının, fakirlere yapılan sübvansiyonların ve iş kaynaklarının kaldırılarak insanların açlığa mahkûm edilmesinin -ABD dâhil- ayrıntıları veriliyor.
700 sayfayı bulan hacmine rağmen okuması kolay bir eser.
Ben bir kısmını özetlemeye çalıştım. Kitapta çok daha fazlası var. Tavsiye ederim.
Ahmet H. Çakıcı


Zihnin Silinmesi

Çok sonraları araştırmaları CIA tarafından, Bluebird Projesi adı altında finanse edildiği ortaya çıkan McGill Üniversitesi yöneticisi Dr. Ewen Cameron ve Dr Donald Hebb, "insanlara sağlıklı davranış modelleri öğretmenin yolunun onların zihinlerinin içine girip 'eskiden oluşmuş hastalıklı yapıları" parçalamaktan geçtiğine” inanıyorlardı.
Çoğunluğu sapa sağlam olan insanları alıp, günün hangi vaktinde olduklarını tespit edemeyecekleri hücrelerde veya büyük projektörler ya da zifiri karanlık içinde hiç bir sesin ve ışığın ulaşamayacağı odalarda tutuyorlardı. Gözleri kapatılıyor, kulaklarına sürekli gürültü veriliyor, elleri, kolları ve ayakları temas duygusunu engellemek ve hareketi kısıtlamak için borular içine alınıyor, sürekli yemek saatleri ve aralıkları değiştirilerek zaman algıları bozuluyordu. Düzenli aralıklarla elektrik şoklara ve uyuşturucu nitelikli kimyasallara tabi kılınıyorlardı.
Dr. Cameron elektroşoklarla hafızayı yok ediyor; izolasyon kulübeleri ile de duyusal algıyı bozuyordu.
Bazıları bir kaç hafta bazıları bir kaç ay bu duruma maruz kaldıktan sonra doktorlar, hastaların parmaklarını emdiklerini, cenin pozisyonunda kıvrıldıklarını, kaşıkla beslenme ihtiyacı duyduklarını, “anne” diye ağladıklarını, sıklıkla doktor ve hemşireleri anne babaları ile karıştırdıklarını ifade ediyorlardı. Hafıza kaybı ile gelen bu davranışlar genellikle kısa ömürlü oluyordu. Ancak ileri Şok dozları uygulanan hastaların konuşmayı ve yürümeyi dahi unuttukları gözlenmişti.
İşkenceler sonrasında hayatta kalabilenlerin anlattığı ayrıntılar yürek parçalayıcıydı.
Bu çalışmanın bir kopyası CIA'e, 41 kopyası ABD Donanmasına, 42 kopyası da ABD Ordusuna gönderildi.
Friedman, Cameron’dan esinlenerek ekonomi ileri derecede bozulduğunda, o ilk andaki masumiyet durumuna (ve savunmasız, kendini, mülkünü ve izzetini koruyamaz çaresiz duruma-AHÇ) ulaşmanın tek yolunun, toplumlara bile bile acı veren şoklar uygulamaktan geçtiğine inanıyordu.
Cameron'un çalışmaları Şok Terapisinin/Tedavisinin/Doktrininin temelini oluşturdu. 11 Eylül 2001’den sonra ABD’nin Irak’a yaptığı operasyon planına da isim oldu: Askeri Şok ve Dehşet Doktrini.

Ancak
Felaket Kapitalizmi “Şok Doktrinini” uygulamak için ilk fırsatı ŞİLİ’de yakaladı.

Şili
General Pinochet Batının desteği ile yönetime el koymasını darbe değil, "savaş" olarak tanımlıyordu. Tanklar sokaklarda ilerlerken ateş açıyorlardı, hükumet binaları savaş uçaklarınca bombalanıyordu. Ancak bu savaşın ilginç bir yanı vardı: Tek taraflıydı. Bütün savunma Devlet başkanı Allande'nin başkanlık binasındaki 38 kişiden ibaretti.
Başkan Allande, bulunduğunda kafası 3 parçaydı.
Öldürmeler, hapishanelere kapatmalar Şili'nin cuntasına yetmemişti. 13.500 sivil tutuklandı, kamyonlara doldurulup hapishanelere yollandı. Binlerce insan stadyumlara tıkıldı. Askerler, başlarına torba geçirilmiş teşhirciler ile dolaşıyor işaret edilenler soyunma odalarında kurulan işkencehanelere götürülüyorlardı. Cansız bedenler yol kenarlarında yatıyor ya da bulanık nehir kanallarında yüzüyorlardı. 3200 kişi tamamen yok oldu, binlerce insan katledildi, en az 80 bin insan hapse atıldı ve 200.000 den fazla insan ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Enflasyon dünyanın en yüksek oranına %375'e çıktı. İş yerleri ardı ardına kapandı, işsizlik zirve üzerine zirve yaptı. Açlık almış başını gidiyordu. Piranalar denen komisyoncu, karaborsacı yeni bir sınıf Batılılarla işbirliği yaparak hem Batılıların ülkeyi soymasına aracılık ediyor hem de servetlerine servet katıyorlardı.
Ford Motor Company ve General Motors'un da dâhil olduğu çok uluslu şirketler OBAN adında acımasızlığı ve dokunulmazlıkları ile bilinen çok vahşi bir polis gücü kurarak cuntaya destek verdiler. Ford Fabrikası askeri bir kampa dönüştü. Mercedes Benz 1970'lerde fabrikadaki sendikalı işçileri temizlemek için ordu ile işbirliği yapmakla suçlandı. Mercedes'te çalışan 14 sendika yöneticisinden bir daha hiç haber alınamadı.
Darbe sırasında ekonomi Chicago Bos ekibinin başı ideoloğu ŞOK Doktrininin mucidi Milton Friedman tarafından yönlendiriliyordu. Bankalar dâhil 500 den fazla devlete ait şirket özelleştirildi. (Batılılara devredildi) Batılı malların yurda girişi karşısında tüm gümrük duvarları kaldırıldı, yerli sanayii koruyan kanunlar iptal edildi ve yerli sanayi neredeyse tamamen yok edildi. Sağlık ve eğitim, en büyük darbeleri alan kurumlar oldu. Chicago Boys'a karşı çıkan Şili Üniversitesi tamamen dağıtıldı. İktisat Fakültesinin önünde sadece ibret olsun diye 6 öğrenci kurşuna dizildi. Eğitim ve sağlık neredeyse tamamen özelleştirildi. Ülkenin borcu 3 milyar dolardan 30 milyar dolara çıktı.
Şili dehşete/ŞOKA düşürülerek her şeye razı ediliyordu.

Arjantin
Arjantinli gazeteci ve öğretmen Claudia Acuna bana 1970-80'lerde şiddetin, amaç olmadığını bir hedefe giden araç olarak kullanıldığını ama bunu anlamanın çok zor olduğundan bahsetmişti: "İnsan hakları ihlalleri o kadar acımazsız o kadar inanılmazdı ki, başka bir şey göremiyorduk. Aslında biz işkence merkezlerini ortadan kaldırmaya çalışırken, ortadan kaldırmaya çalışmamız gereken asıl şeyin Chicago Boys'un Arjantin'e dayattığı ekonomi programı olduğunu fark edemiyorduk."
Rodolfo Walsh "planlı sefalet"le çalınan/hayatları perişan edilen insan sayısı, kurşunlarla yok edilen insan sayısından çok daha fazlaydı, diyordu.
Aslında Güney Amerika, küresel şirketlerin olağan üstü şiddete dayalı bir SOYGUN yeriydi ancak bütün dünya orada yerel iktidarların tertiplediği bir cinayet sahnesinden başka bir şey göremiyordu. Büyük bir şiddetle dökülen KAN, uluslararası şebekelerin ekonomik şiddetini gizlemek için kullanılıyordu.

Bolivya
ABD'nin Bolivya büyükelçisi Edwin Corr eğer ŞOK yolunda yürürlerse ABD yardımının kendilerine su gibi akacağını açıkça ifade ediyordu.
Yedi gün sonra planlama bakanı Bedregal'in elinde ŞOK Tedavi programının taslağı vardı. Bu taslakta gıda maddelerinin fiyatlarının aşağıda tutulması için verilen teşviklerin iptal edilmesi, fiyat denetimlerinin kaldırılması, petrol fiyatlarına % 300 zam yapılması, ithal mallara kapıların sonuna kadar açılması, devlet şirketlerinin satışa çıkarılması, devlet şirketlerindeki işçilerin azaltılması gibi maddeler vardı.
Zaten son derece yoksul olan ülkede enflasyon yükselecek, hayat aşırı derecede pahalılaşacak, memur maaşları dondurulacaktı.
Acil durum ekibinin en genç üyesi Fernando Prado, "Halk bunu öğrenince bizi öldürecek" diye tahminde bulundu. Planın asıl uygulayıcısı Chicago Boy’s ekibinden Bedregal "Aynen Hiroşima'yı bombalayan pilot gibi olmalıyız. O pilot oraya atom bombasını atarken yaptığı şeyin ne olduğunu bilmiyordu, fakat yükselen dumanları gördüğünde söylediği şuydu: "Aaah, çok üzgünüm!" Aynen böyle yapacağız, planı uygulamaya başlayacağız ve sonra "Ahh, çok üzgünüm!" diyeceğiz.
Bolivya'da yıllık bir köylünün geliri ortalama 40 dolara düştü. Sosyal güvencesi olmayanların oranı ise %61'e çıktı.

Polonya - Çalınan Devrim
Lesch Walesa kendisinin de çalıştığı Gdansk tersanenin önündeki arkadaşlarına; adeta mikrofonlara kükreyerek "Biz aynı ekmeği bölüşüyoruz" derken herkes 35 yıldır ülkeyi yöneten Moskova'nın tankları ne zaman göndereceğini merak ediyordu.
Walesa, "Dayanışma" partisinin Ofisini, bir elinde Haç, diğer elinde bir buket çiçekle açtığında Polonya'nın da Katolik dünyasının da gönlünü fethetmişti. Bir yıl içerisinde üye sayısı 10 milyonu buldu. "Sosyalleştirilen (kamusallaştırılan) işletmeler ekonomide temel unsur olmalıdır. Denetim işçi konseylerinin elinde olmalıdır. Kimse işsiz ve kimsesiz kalmamalıdır" sloganı Dayanışma Partisinin temel sloganları idi.
Moskova'nın sabrı Aralık 1981'de bitti. Sıkıyönetim ilan edildi. Tanklar karların içinde fabrikaları, madenleri ve şehirleri işgal etti. Time Dergisi, "Asker ve polis direnen işçilere zor kullandı. Katowicw'de madenciler balta ve levyelerle karşı koymaya çalıştılar. En az 7 ölü yüzlerce yaralı." diye manşet attı.
1988'de yeniden toparlanan işçiler tüm ülkede greve gittiler. Ama bu sefer Rusya'da Gorbaçov ve dağılmış bir ekonomi vardı. Moskova seçimlere gidilmesini kabul etti.
Walesa seçimleri, 261 sandalyeden 260'ını alarak kazandı.
Ancak Walesa’nın devraldığı Polonya 40 milyar dolar borçlu, enflasyonun % 600 olduğu bir ülkeydi. Maaşları ödeyebilmesi için tek çaresi vardı ve Batı'dan yardım istedi. IMF yardım yapmayı, ekonominin başına kendi atayacağı birini getirmeleri karşılığında kabul etti. O gün Walesa kâhince bir açıklamada bulundu: "Bizim talihsizliğimiz kazanmış olmamızdır!"
Chicago Okulunun elinde olan IMF ve Dünya Bankası, Polonya'ya Şok Doktrininin prizmasından bakıyordu. Polonya'nın ekonomisinin başına Bolivya'yı Felaket Kapitalizme geçiren Jeffry Sachs görevlendirildi. Sachs'ın ardında kendisi de aslen bir Polonya Yahudisi olan George Soros vardı.
Dayanışma liderleri, halkın nezdindeki itibarlarını, kendi tabanlarına büyük acılar yaşatacak politikalarla harcamayı düşünmüyorlardı. Ancak diğer taraftan yeraltı faaliyetlerinde, hapishanelerde ve sürgünde geçen yıllarda tabanlarına yabancılaşmışlardı.
Polonya Başbakanı Tadeusz Mazowiecki 12 Eylül 1989'da parlamentonun önüne çıktı. Topluma ekonomik kararları açıklamaya çalışacağı konuşmanın ortalarında fenalaştı, rengi sarardı, nefesi daraldı, "Kendimi iyi hissetmiyorum" dediği duyuldu. Olduğu yere yığıldı. Mazowiecki o gün "devletin elindeki tüm ağır sanayinin özelleştirileceğini (Batılılara satılacağını-AHÇ) borsa ve serbest piyasanın yaratılacağını ve topluma sunulan yardımlarda bütçe kesintilerine gidileceğini” duyuracaktı. Başbakanın hali, adeta bir rüyanın, toplumun beraberce kurduğu bir hayalin bitişinin ilanıydı.
2 yıl sonra sanayi üretimi %30 düşmüştü. Ucuz Avrupa mallarının piyasaya girişi ile işsizlik katlanmış 1989 yılına gelindiğinde yoksulluk sınırın altında yaşayan Polonyalı sayısı %59'u bulmuştu.
Walesa, "Daha 1980'lerde Kapitalizmi kurmak için yola çıkmıştık" teranesine sarılmıştı. Onunla birlikte mücadele eden ve 8,5 yıl komünist rejimin hapishanelerinde yatan Karol Modzelewski ona, öfke ile cevap verdi: "Kapitalizm için bırakın 8,5 yıl yatmayı, ne bir ay ne de bir hafta yatardım".
Polonya'da herkesin sorduğu soru şuydu : "Nasıl oldu da kendi hareketleri komünist yönetimden bile daha kötü bir hayat standardı getirmişti?"
Walesa 1993 yılında seçimlere girerken ülke çapında 6.000'den fazla grev vardı. Parlementoda %5'den daha az sandalye kazandı.

Komünistlerin Felaket Kapitalistleri ile kol kola dansı:  Çin
1989 yılında Pekin'de Tiananmen Meydanı’nda kitlesel protestolar korkunç bir katliamla ezilmeye başladığında bütün dünya, Komünist İktidarın "özgürlük, demokrasi ve liberalizm isteyen" idealist gençleri biçtiğine ikna edilmişti.
Hâlbuki hikâye çok farklıydı:
80'lerin başında Çin Başkanı Deng Xiaoping "Şok Doktrinin" ve Şili Diktatörü’nün akıl hocası Milton Friedman'ı Çin'e davet etti. 1983'te Çin ülke kapılarını yabancı sermayeye açıp işçileri koruyan yapıyı dağıtırken 400.000 kişilik Silahlı Halk Polisi oluşturmanın emrini de vermişti. Silahlı Halk Polisi’nin cephaneliği Amerikan helikopterleri ve elektrikli çoban sopaları ile dolduruldu. Oluşturulan bir kaç birim, "Halk Ayaklanmalarını Bastırma" konusunda eğitim almak için Polonya'ya gönderildi.
Fiyat denetimleri kaldırıldı ve fiyatlar işsizlikle birlikte yukarı doğru fırladı. Ülke en küçük bir insani talebi bile dile getirmeye korkutulmuş düşük ücrete razı insanlar ordusu haline getirildi.
Komünist Parti gençlik kolları, işçiler, öğrenciler, küçük esnaf, öğretmenlerden oluşan çok geniş yelpazeli grup Friedman ve ekibinin Vahşi Kapitalist düzene geçiş için uygulanan "ŞOK Terapi"sini protesto etmek için Tiananmen Meydanına toplandılar.
Tanklar üzerlerinden geçti.
Parti, yüzlerce dese de tankların üzerlerinden geçtiği insan sayısı 2 ile 7 bin arasındaydı. 40 bin kişi tutuklandı. Yüzlerce kişi hapishanelerde infaz edildi.
Katliamdan sonra Henry Kissinger 5 Haziran 1989'da Wall Street Journal'a yazdığı makalede "Hiç bir yönetim on binlerce göstericinin bir meydanı haftalarca işgal etmesine izin veremez" diyerek Çin yönetimine desteğini açıkladı.
Tiananmen bir gerçeği ortaya çıkarmıştı: Otoriteryan komünizm ile Chicago Okulunun kapitalizmi arasında çarpıcı bir benzerlik vardı. İkisi de aynı taktiği kullanıyordu: Bütün direnenlerin beynini sıfırlamak ve korkutarak muhalefeti ortadan kaldırmak.

Rusya
Gorbaçov, Haziran 1991'de ilk defa yer alacağı G7 zirvesine katılmak için Londra'ya giderken Nobel dâhil bir sürü daha ödülü toplamaya devam ediyordu.
Rusya'nın çok hızlı bir ŞOK Tedavi programı ile Polonya'nın takip ettiği yola sokulması konusunda İngiliz Başbakanı John Major, ABD Başkanı George Bush, Kanada Başbakanı Brain Mulrony ve Japonya Başbakanı Toshiki Kaifu arasında konsensüs sağlanmıştı. Gorbaçov toplantının ardından IMF, Dünya Bankası ve diğer büyük kredi kuruluşlarından talimatlar aldı.
The Ekonomist Dergisi, "ciddi ekonomik reformları engelleyen direnişi kırmak için... Güçlü Adam Yönetimi’ni” tavsiye diyor ve ona "Mikhail Sergeevich Pinochet?" yazısında Şili diktatörünün yolunu tavsiye ediyordu. Washington Post daha açık sözlüydü: Ağustos 1991'de "Sovyet Ekonomisi için Pragmatik bir Model olarak Pinochet Şili'si" başlığı altında bir yorum yazısı bile yayınlanmıştı.
Ancak Gorbaçov bu role daha giremeden yolu, Komünist Parti Başkanı Boris Yeltsin tarafından kesildi. Ancak, Yeltsin'in de Chikago Boys tarafından teslim alınması çok sürmedi. Yeltsin Ekonominin başına Şok Terapi'nin mucidi Milton Friedman'ın hayranı Yegor Gaidar'ın başlarında olduğu bir liberal ekibi getirdi. "Güçlü ekonomik" kararları desteklemek için Ordu, Uluslararası İşler Bakanlığı ve Devlet Güvenlik Komitesinin başına da oldukça güçlü bir tek isim getirildi, Yury Sokokov. Sokokov ordudan ve toplumdan gelebilecek itirazları ezmek için ideal bir isim olarak görülüyordu.
Gaidar, İşe fiyat denetimlerinin ve sübvansiyonların kaldırılması ile başladı. Hemen ardından devlet denetimindeki 225.000 şirketin mümkün olan en hızlı şekilde elden çıkarılması geldi.
Daha 1992 yılında ortalama harcama %40 düştü. Artık ülke halkının 3'te biri yoksulluk sınırın altındaydı. Orta sınıfın birikimleri eritilmiş, kişisel eşyalarını cadde kenarlarına kurdukları tezgâhlarda satmaya başlamışlardı.
Parlemento Yeltsin'e karşı harekete geçince, Yeltsin hamleyi, Parlemento'yu iptal ederek karşıladı. Bu mümkün değildi. Ama ABD Başkanından IMF başkanına kadar herkes arkasındaydı. Bir Tiananmen hadisesi daha yaşandı. Askerler, meclise, meclise sığınmış vekillere ve onlara destek için gelenlerin üzerine ateş açtı. Moskova 1917 Kızıl Devrimden sonra en kanlı gününü yaşadı. Ölen insan sayısı 500'ü geçti.
Washington Post, "ABD parlamentoların askıya alınmasını desteklemez. Ancak bugünler olağanüstü günler" diyerek Yeltsin'i selamladı.
Newsweek, "Rusya'da demokrasi, piyasa planına daima engel oluyordu: Parlamentonun engel olmaktan çıkarılması ile reformcular adına muhteşem bir fırsat doğmuştur... Şimdi gece gündüz demeden çalışıyorlar" diyerek not düştü.
Fırsat çok başarılı bir şekilde değerlendirildi:
Fransa'nın 178 milyar dolara satılan TOTAL şirketine denk Rus petrol şirketi, küçük bir fabrika fiyatına, 88 milyona,
Dünya nikel üretiminin 5 te 1'ini gerçekleştiren Norilsk Nickel (yıllık karı 1,5 Milyar dolar) 170 milyona,
Kuveyt'ten daha büyük petrol denetimine sahip dev petrol şirketi Yukos (yıllık cirosu 3 milyar dolar) 309 milyona,
Petrol devi Sidanko'nun beşte 1'i 130 milyona,
Dev bir silah fabrikası olan Apsen ise bir tatil evi fiyatına 3 milyon dolara,
satılarak değerlendirildi.
Peki, bütün bunlar halktan nasıl gizlenecekti? Yeltsin'in aklına ÇEÇENİSTAN geldi.
Felaket Kapitalizmi Rusya'yı da yutmuştu.

Zincirin, boynumuzdan çıkarıp ayağımıza taktılar: Güney Afrika
26 Haziran 1955'te Johannesbourg'ta toplanan Halk Kongresi isimli bir topluluk, yaklaşık 3000 kişiye İngilizce, Sesoto'ca ve Xhosa'ca "Özgürlük Sözleşmesi"nin maddelerini okudular.
Beyazların hâkimiyetine son vermek için, ne gerekiyorsa yapmak amacıyla saflarını sıklaştıran genç radikaller, korkusuzlukları ile anne babalarını şaşkınlığa uğrattılar. Hiç bir korkuya kapılmadan sokaklara dökülüp, "Ne kurşunlar ne de göz yaşartıcı bombalar bizi durdurabilir" diye bağırdılar. Peş peşe katliamlara uğrayıp arkadaşlarını gömüyor, sloganlar atıyor ve sonraki olayı bekliyorlardı. Onlara ne uğruna mücadele ettikleri sorulduğunda "Özgürlük Sözleşmesi" için diyorlardı.
Sözleşmede, sağlıklı şartlarda çalışma, iyi bir ev sahibi olma, ifade özgürlüğü, su ve elektriğin bedava olması, dünyanın en büyüğü olan altın madenleri, bankalar ve diğer tekel endüstrilerin halkın mülkiyetine geçirilmesi, ticaretin ve diğer alanların halkın refahına kullanılması gibi maddeler vardı.
45 yıl sonra 11 Şubat 1990'da ırkçı Apartheid rejimi Mandela'yı “gökten gelen kutsal bir aziz gibi”serbest bıraktığında kalabalık büyük bir zaferi kutlamaya başlamıştı.
Mandela2nın ekibinde olan iktisatçı Padatachee, sömürgeciler ve onların yerli ortakları ile "Pazarlığa oturduğumuzda tamamen hazırlıksız yakalanmıştık. İnsanlarımıza yapılan katliamların ve işkencelerin sona ermesinden, insan olarak kabul görmekten fazlasına odaklanamayacak haldeydik. İmzaladığımız maddelerin ne anlama geldiğini anlamayacak kadar devlet mekanizmasına yabancıydık… Demokrasiye İşlerlik Kazandırma planı daha başlamadan ölmüştü. Tasarı tamamlandığında, yeni bir oyunun içindeydik” diyerek geçiş günlerini tanımlıyordu.
Mandela’nın genç kuşak öğrenci liderliğini yapan William Gumede yıllar sonra öfkeyle Kaçırdık! Asıl meseleyi kaçırdık” diye söyleniyordu.  O günlerde meseleye “Hükümet olacağız, nasıl olsa o zaman hallederiz diye bakıyordum. Şimdi, bu kadar saf olmanın hayal kırıklığını yaşıyorum.  
Hükumet etmeye başladıklarında aslında iktidarın başkalarında olduğunu fark ettiler. Güney Afrika’da Şok Terapiyi uygulamak için görevlendirilen Londrada yıllarca Thatcherizmi solumuş Thabo Mbekiydi.
-Fakirlere bedava toprak mı vermek istiyorsunuz? Mümkün değil. Zenginlerin İnsan Haklarını ihlal etmiş olursunuz. Dünya tepemize biner.
-
İşsizlere iş mi vermek istiyorsunuz? Yapamazsınız. Dünya Ticaret Örgütü ile yaptığımız anlaşma sebebiyle yabancı sermaye buradaki tüm fabrikalarını kapatır ve işi olanlar da işsiz kalır.
- AIDS tedavisi i
çin ilaç yapıp bedava ilaç mı dağıtmak istiyorsunuz? Olmaz. Patent Yasasını ihlal etmiş olursunuz. Dünya Bankası hem yeni kredi vermez hem alacaklarını hemen ister.
- Fakirlere daha büyük evler yapmak ve elektrik da
ğıtımını bedava mı yapmak istiyorsunuz? İmkânsız. Ödenmesi gereken muazzam borçlarımız var.
-Daha fazla para m
ı basmak istiyorsunuz? Sanırım Merkez Bankasını buna razı edemezsiniz.
-Suyu bedava mı yapmak istiyorsunuz? Bu da mümkün de
ğil. Dünya Bankası Hizmet Formu bunu uygun bulmuyor.
- Para spekülasyonuna ve enflasyona kar
şı tedbir mi almak istiyorsunuz? Buda olmaz. Çünkü seçimlerden önce aldığımız 850 milyon dolarlık kredi bu şarta bağlandı.
- Asgari ücreti mi artırmak istiyorsunuz? Yeni alaca
ğımız kredi için IMF'in "Ücret Sınırlaması Taahhüdünü" bilmiyor musunuz? Mümkün değil.
Süreci Rassoul (Resul) Snyman şöyle özetliyordu: "Onlar bizi özgür bırakmadılar. Boynumuzdaki zinciri çıkarıp ayak bileklerimize taktılar."
Yasmin Soka ise "Geçiş denen şuydu: Biz her şeyi kontrol edeceğiz ama siz yönetici görüneceksiniz. Biz her türlü pisliği işlemeye devam edeceğiz ancak siz bunun bedelini ödeyeceksiniz. Yani evin anahtarlarını verip kasanın anahtarlarını ellerinde tutuyorlardı."
Bankalar, madenler ve diğer tekel endüstriler özeleştirilemedi. Johannes Borsasının %inin Apartheidcı yönetimi 4 şirketi hala elinde tutuyordu. 2005 yılında Borsadaki işlemlerin sadece %4’ünü siyahlar yapıyordu. 2006da tüm toprakların %70’i %10’luk beyazların tekelindeydi. 1990’da Mandela’nın cezaevinden çıkmasından beri siyahların ortalama ömürleri 13 yıl daha azalmıştı. 1,2 milyon toplu konut yapılmış buna karşılık 2 milyon insan evsiz kalmıştı. Merkez şehirleri çevreleyen naylon kaplı gecekondu şehirler her gün daha fazla büyüyordu.
Güney Afrika İnsan Hakları Vakfı başkanı olan Sooka yıllar sonra o devrim günlerini değerlendirirken Apatrheid politikasının sistematik etkilerine bakardım ve işkence konusuna sadece tek bir oturum ayırırdım; çünkü sanırım işkence üzerine yoğunlaşıp onun neye hizmet ettiğine bakmadığınız zaman ancak gerçek tarihi revize etmeye başlıyorsunuz diyordu.
Gece kondu ayaklanmacılarının liderlerinden biri olan S’bu Zikode, Güney Afrikalıların çoğunun hükümet destekli devrim yıldönümü kutlamalarını boykot etmesini değerlendirirken “Özgürlük Sözleşmesinde çok güzel şeyler var fakat şimdi onda gördüğüm tek şey ihanet” diyordu.

New Orleans
Chikago Boys ekibi sadece 3. Dünya ülkelerinde değil ABDde de görev başındaydı. Üstelik bu sefer ŞOKu kendilerinin hazırlaması da gerekmiyordu:
New Orleans'ı vuran Katrina Kasırgasının ardından şehir sular altında kalıp insani bir felaket yaşandığında Cumhuriyetçi Kongre üyesi Richard Baker "Nihayet New Orleans'taki toplu konutları temizlemiş olduk. Bu işi biz yapamıyorduk, Tanrı yaptı." demişti. New Orleans'ın en varlıklı müteahhitlerinden Joseph Canizaro ise "Sanırım yeniden başlamak için temiz bir sayfaya sahip olduk. Elimize çok büyük fırsatlar geçmiş durumda" demişti.
New Orleans'ta fakirlerin yaşadığı büyük bloklar yıkıldı ve yerlerine, büyük ve fakirlerin girmeyeceği güvenlikli siteler yapıldı.
ŞOK Terapisinin mucidi Milton Friedman "New Orleans'taki okulların çoğu harabeye döndü" diye yaptığı çağrı karşılık buluyor ve Katrina Kasırgasından önce 123 olan devlet okulları 4'e düşürülürken özel okulların sayısı 9'dan 31'e çıkarılıyor ve 4700 öğretmen işsiz kalıyordu. Fırtına ‘Okul Reformcuları’nın yapamadığını yapıyordu.
Felaketleri "heyecan verici piyasa fırsatı" olarak gören 'Felaket Kapitalizmi" ABD’de de zafer kazanmıştı.

Sri Lanka
"Sıkıp içini boşaltacağız, sonra da kendimizle dolduracağız." (George Orwell,1984)
2004 yılında Tsunami, Sri Lanka sahillerini vurduğunda tarihi binlerce seneyi bulan balıkçı köylerini tarümar etmişti. Tsunamiden hayatlarını kurtaran yüz binlerce köylü, köylerini onarıp yeniden ayağa kaldırmaya kalktıklarında, yabancı yatırımcılar ve uluslararası kredi kuruluşlarının kendi topraklarında kocaman sayfiye merkezleri, devasa oteller ve tatil köyleri kurmak için bir araya geldiklerini gördüler. Sri Lanka hükümeti "Kaderin acımasız bir darbesiyle doğa, Sri Lanka'ya eşsiz bir fırsat sunmuştur ve bu büyük trajediden dünya çapında birinci sınıf bir turizm alanı doğacaktır" diyordu.
Milton Friedman "Ancak büyük bir krizin (korku ve paniğin-AHÇ) gerçek bir değişim yaratabileceğini" söylüyordu. Friedman’ın "Büyük değişiklikleri gerçekleştirmek için yönetimin altı-dokuz ayı vardır; eğer bu dönemde kararlı bir şekilde hareket edip değişiklikler gerçekleştirilemezse bir daha böyle fırsatlar yakalanamaz" öğüdü aslında Machiavelli'nin "açık yara bir anda dağlanmalıdır" tavsiyesinin yeni bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Felaketleri "heyecan verici piyasa fırsatı" olarak gören 'Felaket KApitalizmi" bir kez daha kazanmıştı.

Kanada
1993 yılında Kanada mali bir felaketin eşiğindeydi. Ya da gazeteleri okuyan, televizyonları izleyenler kendilerini böyle düşünmekten alıkoyamıyorlardı. Ulusal çaplı gazete "The Globe and Mail"in birinci sayfadan kocaman manşeti "Borç Krizi Geliyor" diye çığlık atıyordu. Büyük ulusal TV kanalı "1-2 yıl içinde Maliye Bakanı kredimizin biteceğini ve hayatımızın dramatik bir şekilde kötüleşeceğini" açıklayacağı bir toplantı düzenleyecek şeklinde ÖZEL bir haber bile yapmıştı.
Kanada'da ki bu "batış(?)" süreci literatürümüze "Borç Duvarı" ibaresini bile hediye etmişti.
Kriz C.D. HOWE Enstitüsü (ŞOK Doktrinin mucidi Friedman'ın aktif ve güçlü desteği altında bulunan) Fraser Enstitüsü, Kanada'nın büyük Bankaları ve bazı düşünce kuruluşlarının finanse ettiği basın tarafından özenli ve disiplinli olarak körüklenmişti. Ancak Kanada, kredi kuruluşlarında sahip olduğu 3A statüsü ile en zirvedeki ülkelerden biriydi.
Daha sonra Moody'S'in Baş Analisti Vincent Truglia, bu kuruluşların Kanada'nın notunu düşürmek için kendisine baskı yaptıklarını ifade etmişti.
Basına göre gelmekte olan "Büyük Krizi" aşmanın tek yolu vardı: İşsizlere ayrılan fonların ciddi oranda aşağıya çekilmesi, sağlık için devlet bütçesinden harcanan miktarın düşürülmesi ve bunlar için iş dünyasından alınan vergilerin aşağıya çekilmesi.
Bütçe kesintileri yapıldı ve yerleşik hale geldi. Kriz hiç bir zaman gelmedi.
Truglia "Faydalı bir kriz yaratmak" diye adlandırıyordu çevrilen dümeni.
Felaket Kapitalizmi Kanada'da oldukça başarılıydı. Kanadalılar ülkelerinin Güney Amerika'da, Orta Dünya’da veya Asya'da olmadığına ne kadar şükretseler azdı. Değilse bu kadarcık bir zayiatla kurtulmaları mümkün olmayabilirdi. Sonları pekâlâ GÜNEY KORE gibi olabilirdi.

Hesap Zamanı, Güney Kore
1990'larda herkes "Asya Kaplanları" mucizesinden söz ediyordu. Bunlar müthiş bir hızla gelişen muhteşem ekonomilerdi. Sınırlarını hiç bir kısıtlama olmadan küreselleşmeye sonuna kadar açmışlardı.
İçlerinde en görkemlileri olan Güney Kore yabancıların toprak edinmelerini ve ulusal şirketleri satın almalarını yasaklayan korumacı kanunlara sahipti. Üstelik Kore, enerji ve taşımacılık gibi sektörleri kamunun elinde tutuyor, kendi ekonomisini korumak için ABD, Japonya ve Avrupa'dan pek çok lüks tüketim ürününün ithalini de engelliyordu. Kore'nin Daewoo, Kia, Hyundai, Samsung, Ssang-Yong ve LG gibi firmaları göz kamaştırırken bir taraftan da iştah kabartıyordu.
1997'de küresel çete Güney Kore'ye çökmeye karar verdiğinde Kore'nin yapacak pek bir şeyi yoktu. Koreliler devletlerine yüzüklerini, kolyelerini, bileziklerini, maaşlarını bağışladılar. Tam 200 ton gibi dünya altın fiyatını etkileyecek miktarda altın toplamalarına rağmen, Kore, sadece 1 haftada dibe vurdu.
On binlerce işletme kapısına kilit vurdu. Bu bir intihar dalgasına yol açtı: Hane halkı hep birlikte intihar ettikleri için baba, katil sayılıp, diğerlerinin kaydı cinayet diye düşülmesine rağmen sadece bir yılda intihar oranı %50 artmıştı.(1998)
Garip bir şekilde Asya'yı kriz vurur vurmaz teamüllere aykırı bir şekilde tefeciler(yatırımcılar) ortak açıklama yaptılar: "Asya'ya yardım etmeyin!"
Açıklamayı artık 80'li yaşlarda olan Şok Doktrini'nin mucidi Milton Friedman bizzat CNN Televizyonundan yaptı: Herhangi bir tür kurtarmaya razı olmadığını ve piyasanın kendisini düzeltmeye bırakılması gerektiğini söyledi. Yani, "Bırakın batsınlar" diyordu.
Morgan Stanley Bankasının piyasa stratejisti Jay Pelosky Los Angeles'teki konferansta konu hakkında "Bizim Asya için ihtiyaç duyduğumuz şey, daha fazla kötü haber... Şirketlerin kapandığını ve mal varlıklarının satıldığını görmek isterim... Varlık satışı çok zor, sahipleri çok zorlanmadıkça satmaya razı olmuyorlar. Onları satmaya razı edecek haberlere ihtiyacımız var" diyordu.
Wahington D.C.'deki, Cato Enstitüsü'nde çalışan Pinochet'in yıldız bakanı Jose Pinera ise krizi coşkuyla selamlıyor ve "Hesap Vakti Geldi" diyordu.
Kore 2 ay sonra IMF'le anlaştı.
Samsung parampar
ça edilip parçalar halinde satıldı. Şirketin ağır sanayi bölümünü VOLVO kaparken, SC Jonson and Son şirketi, eczacılık bölümünü, General Elektric elektrik bölümünü aldı.
Kriz öncesinin 6 milyar dolarlık bir otomobil devi olan Daewoo sadece 400 milyon dolara General Motora gitti.
Coca-Cola, Kore'nin en büyük su ve
şişeleme şirketini sadece bir daire fiyatına yarım milyon dolara satın aldı.
General Elektric, buzdolabı imalatçısı LG'nin hâkim hisessini,
İngiliz Powergen, en büyük elektrik ve gaz şirketi LG Energy'i
Solomon Smith Barney, en b
üyük tekstil firmasını,
JP MORGAN da K
İA Motors'un hisselerini satın aldı.
Çok ilginç olan bu satışlarda aracılık eden Salomon Smith Barney's International Advisory Board'ın başkanının eski ABD Savunma Bakanı Donald Ramsfeld olmasıydı. Diğer ABD'li eski Başkan yardımcısı Dick Cheney de aynı firmanın yönetim kurulunda idi.
Satışlarda bir başka danışmanlık hizmeti veren Carlyle Group'un başkanının da ABD'li eski dışişleri bakanı James Baker olması büyük bir tesadüftü. Şirketin üyeleri arasında eski İngiliz Başbakanı John Major'dan eski ABD başkanı Bay Bush'a kadar nice bakan, başbakan vardı. Carlyle Group kendisi için Ssang-Yong'ı hedef seçti. Ve Güney Kore'nin en büyük bankasının hissedarı oldu.
Felaket Kapitalizmi Güney Kore'yi de yutmuştu.

Endonezya
Endonezya 2. Dünya Savaşından beri Sukarno tarafından yönetiliyordu. Sukarno Endonezya ekonomisini koruyup zenginlikleri yeniden dağıtarak, çok uluslu şirketlerin temsilcisi IMF ve Dünya Bankasını bir tarafa atarak egemenleri kızdırmıştı.
ABD ve İngiltere Sukarno'nun yönetimine son vermeye kararlıydılar ve CIA harekete geçti. Ülkeye yığınla silah ve sahra telsizi sokuldu. General Suharto liderliğinde bir askeri darbe ile Sukarno indirilirken CIA, Sukarno'nun eline 4-5 bin kişilik bir ölüm listesi vermişti. Katliamlar genelde genç öğrencilerin elleri ile işleniyordu. Bir muhabir bu işten zevk duyduğunu gizlemeden şöyle yazıyordu "İzleyicileri selamladılar, palalarını bellerine soktular, sopalarını omuzlarına astılar ve görevlerine çıktılar."
Bir ay içinde öldürülen insan 500.000'i geçmi
şti. Doğu Java 'da "küçük ırmak ve derelerin cesetlerle dolup taştığı, bazı yerlerde ırmak taşımacılığının sekteye uğradığı rapor edildi." Halk dehşete düşürülmüş ŞOKA sokulmuştu.
Sukarno'nun devrilme sürecinde öğrencileri finanse eden Ford'du. Ekonomi "ŞOK Doktrininin" beyni Berkeley Mafyası ya da Chicago Boys denen ekibe devredilmişti.
Başkan Nixon'un "Güney Asya bölgesindeki en büyük ödül" diye tanımladığı Endonezya'nın, egemen şirketlerin maden ve petrol zenginliklerinin %100'üne sahip olmasına imkân tanıyan yasalar ve vergi muafiyetleri kısa sürede çıkarıldı. Sadece iki yıl içerisinde Endonezya'nın doğal zenginlikleri (bakır, nikel, sert ağaç, kauçuk ve petrol) dünyanın en büyük madencilik ve enerji şirketleri arasında paylaşıldı.

Asya Kaplanları ve Fuh
şa sürüklenen çocuklar.
İşlerin terse dönmesinden bir kaç hafta önce bu ülkeler ekonomik sağlık ve dinamizm timsali olarak gösteriliyorlardı. Gözlenebilir hiç bir değişiklik yoktu. Doğal bir afet veya savaş yaşamadılar. Bütçe açıkları vermiyorlardı. Spor ayakkabısından otomobile her şeyi üretiyorlardı.
Aynı anda bütün bankalar verdikleri kredilerin geri ödenmesini istemeye başladılar. Elektronik sürü bir anda her yerden çekildi. Tayland, Filipinler, Endonezya, Malezya, Güney Kore ardı ardına patladı. Clinton yönetimi Wall Street'in verdiği sinyali hemen aldı ve Asya Kaplanlarının batışının engellenmeyeceği haberini Asya Pasifik İşbirliği Zirvesi’nde ilan etti.
Tayland, Güney Kore, Filipinler ve Endonezya masaya hep birlikte oturdular. Karşılarında IMF adına Rusya'yı perişan eden adam Stanley Fischer vardı. Chicago Boys devredeydi.
Tüm dünyada olduğu gibi Ekonomi canlandığında faydalanan zenginlerdi, Kriz patlayınca bedeli fakirlerin üzerine yüklendi.
Tayland, bankalarını yabancılara satmayı kabul etti.
Endonezya, bir kaç ay direndi. Normalde basına açıklama yapması yasak olan IMF yetkilisinin The Washington Post'a verdi
ği röportajda Endonezya'yı tehdit ettiğinin ertesi günü Endonezya parası dibe vurdu ve Suharto ekonomiyi Berkeley Mafyasına teslim etmeye, fakirlere yaptığı gıda yardımları kesmeye, işçileri işten çıkarmaya karar verdi.
ABD Merkez Başkanı Alan Greespan krizi "Bugün sahip olduğumuz piyasa sistemi tarzıyla ilgili bir konsensüs yönünde çok dramatik bir olay" diye değerlendiriyordu. Konsensüs derken kastettiği; dünyayı sömüren kapitalist şebekelerin hâkimiyetinden başka bir modele izin verilmeyeceğiydi.
Güneydoğu Asya'nın on yıllar boyunca biriktirdiği 600 milyar dolar sadece 1 yıl içinde yok oldu. Sömürgeci haydut şirketlerin eline geçti.
Orta sınıf eridi. 20 milyondan fazla Asyalı sefalet çizgisinin altına düştü. Sefalete çare bulamayan Filipinler ve Güney Kore'nin kırsal kesiminde yaşayan aileler kızlarını Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki seks piyasasının tacirlerine satmaya başladılar.
ABD Dış İşleri Bakanı Madeleine Albrigt 1999'da Tayland'ı ziyaret ettiğinde son bir kaç senedir kendini katlayan çocuk fahişeler konusunda Tayland halkını fırçaladı; "Kız çocuklarının sömürülmemesi, fuhşa zorlanmaması, AIDS'le yüz yüze bırakılmaması temel insani görevdir" diyordu.
Albright, Tayland'lı kızların seks ticaretine zorlanması ile bu ülkelere zorla uygulatılan ekonomik programlar arasında hiç bir ilişki göremiyordu. Hem onları sefalete sürüklüyor hem bu sefaletten dolayı onları aşağılıyordu.

TeraFLU
Donald Rumsfeld, ABD savunma Bakanı olduğunda herkes onun neden bu görevi kabul ettiğini merak ediyordu. 68 yaşındaydı, 5 torunu vardı ve 250 milyon dolarlık bir servetin sahibiydi.
Rumsfeld, "21. Yüzyılda nesnelerin sayıları ve miktarları hakkında düşünmekten vaz geçeceğiz; hız, çeviklik ve kesinlik konusunda kafa yoracağız" diyordu. Kalabalık ordular yerine kalabalık orduları kiralama; kalabalık silahlar yerine, kalabalık silahları kiralama; kalabalık bakanlıklar yerine, kalabalık bakanlık hizmetlerini özel sektörden satın alma yoluna gitmek gerektiğini düşünüyordu. Bu nedenle personel ödemelerine daha az, özel şirket kasalarına daha çok bütçe ayırmak yanlısıydı. Rumsfeld'in projesi "piyasa mantığını" ABD ordusuna uygulamaktı. ABD ordusunun özel sektöre devredilebilecek alanlarının tespiti işinin ihalesini Halliburton şirketi almıştı. Orduya teçhizat sağlamak için değil, ‘operasyonların yürütülmesinde yönetici olmaları’ için ihale açılıyordu. 1995'ten itibaren Halliburton'un başında daha sonra ABD Başkan yardımcısı olacak olan Dick Cheney vardı.
Rumsfeld Ulusal Güvenlikten anladığı kadar, para kazanmaktan da anlıyordu.
Uluslararası ilaç ve kimya şirketi Searle Pharmaceuticals'ın CEO'su olarak kansere neden olması nedeniyle çok tartışmalı ancak çok karlı bir iş olan aspartam iznini almak için siyasal bağlantılarını kullandı. Ve bu işten 12 milyon dolar kazandı.
Eski savunma bakanının bu olağanüstü başarısı(?) onu Sears ve Kellog's gibi firmaların yönetim kuruluna getirdi. Bu arada Rumsfeld'in uçaklar üzerine de büyük yeteneği olduğunu keşfeden(?) uçak üreticisi Gulfstream de onu yönetim kuruluna getirdi. Aynı anda ASEA Brown Bovari'ninde yönetim kurulu üyesi olarak yıllık 190 bin dolar alıyordu. Bu şirket 2000 yılında Kuzey Kore'ye nükleer reaktör satmıştı ve Rumsfeld skandal ortaya çıktığında bu satışı bir türlü hatırlayamadı.
Ancak Rumsfeld'i felaket kapitalizminin sıkı bir oyuncusu yapan biyoteknoloji şirketi Gilead Sciences'ın yönetim kurulu başkanı olduğu 1997 yılıydı. Bu şirket çok sayıda grip hastalığının yanında Kuş Gribi tedavisinde kullanılan TamiFLU'nun ve Bazı önemli HIV (AIDS) ilaçlarının patentini de almıştı. Kuş gribi salgını başladığında hükumet milyarlarca dolarlık ilaç satın almıştı. Bu satış, Gilead Sciences'a yüz milyonlarca dolar getirmişti. Şirket geleceği görerek kazancının önemli bir bölümünü piyasaya girecek daha ucuz ilaçların dağıtımını engellemek için harcama kararı aldı.
Rumsfeld'in şirketleri ve yönetiminde olduğu birçok şirket, o Savunma Bakanı olduğunda gündeme geldi. Ondan bu görevlerini terk etmesi ya da dondurması istendi. O kendisine 6-7 ay süre verilmesini ve bu konuları halledeceğini söyledi. Bir şey hariç "TAmiFLU" . Bu grip ilacındaki hisseleri konusunda hiç bir şeye yanaşmadı.
Rumsfeld’in ne kadar uzak görüşlü biri olduğu çok kısa bir sürede ortaya çıktı: Sonradan çok büyük bir ‘balon’ olduğu ortaya çıkan Kuş Gribi salgınında 1,4 dolardan aldığı TamiFLu hisseleri 81 dolara çıktı. Bir seferde eline geçen 50 milyon dolardan fazlaydı.
Not 1: WHO'nun (Dünya Sağlık Örgütü) Genel Müdür yardımcısı Bruce Aylward'ın 25 Şubat 2020’de Pekin'de yaptığı toplantıda Corona Salgını için önerebilecek tek ilaç olarak lanse ettiği Remdesivir Rumsfeld'in Glead Sciences şirketinin bir ürünüdür.
Not 2: Bilim kurulları HIV ilaçlarının Coronaya iyi geldiğini iddia ediyorlar. Kalp krizi ve pıhtı atmak gibi yan etkileri olduğu ispatlanmış HIV ilaçlarının patenti de Rumsfeld'in ortak olduğu Glead Sciences’ın elindedir  
Not 3:Tamiflu son derece tartışmalı bir ilaçtır. İlacı kullananlardan zihinlerinin karıştığı, paranoyak eğilimler gösterdikleri, hayal dünyasına daldıkları, intihar eğilimine girdikleri konusunda birçok vaka vardır. Kasım 2005-Kasım 2006 yılları arasında dünya çapında TamiFLU ile bağlantılı 25 ölüm vakası gerçekleşmiştir. İlaç ABD 'de "kendine zarar verme ve zihin karışıklığına sebep olma özelliğine sahiptir" uyarısı ile satılmaktadır. (ŞOK Doktrini, s:405)

 Ahhh, güzel Bağdat: IRAK
Egemenler sıradaki ülkenin hangisi olduğunu tartışıyorlardı.
Şok Doktrinin babası Thomas Friedman Arap dünyasının tamamen feth edilemeyeceğinin bunun yerine bir dizi demokratik/neo-liberal dalga başlatacak bir tsunamiye ihtiyaç olduğunu söylüyordu.
Yapay tsunami için adaylar İran, Irak, Mısır ve Suriye idi. İran ve Mısır fazla zahmetli bulundu, Suriye ise fazla fakir. Irak hem savaşla yıpranmış hem BM yaptırımları ile ekonomisi çökertilmiş, hem de lideri yıpranmış bir ülkeydi. Üstelik çoook zengin petrol kuyuları vardı. Irak'a verilecek ders, Sınırlarını Chicago Boys'a açmayan diğer Arap devletlerince de alınacaktı.
Saddam, ABD'nin güvenliğine bir tehdit oluşturmuyordu. Ama ABD'li şirketler için bir tehditti. Çünkü ABD'li ve İngiliz firmaları bırakıp bir Rus Petrol devi ile anlaşmalar imzalamıştı.
Bir tek günde 380'den fazla füze, uçaklardan bırakılan 30.000 den fazla bomba ve 20 bin hassas güdümlü füze Bağdat'ı dövdükçe dövdü. ŞOK ve DEHŞET ile toplumun iradesi, teslim alınmaya çalışılıyordu.
Chicago Boys’un Irak'ın eğitim politikasını kendisine emanet ettiği John Agresto, okulların yağmaladığı haberini aldığında, olayı, "Bu Irak'ın eğitim sisteminin sıfırdan başlanarak yenilenmesi için fırsattır" diye değerlendiriyordu. Halbuki Agresto'nun beğenmediği o sistemle Irak, okur yazar oranını %89'a çıkarmıştı. Oysa Agresto'nun geldiği New Mexico'da nüfusun %46'sı işlevsel olarak cahildi ve %20'si bir fatura üzerindeki rakamları toplayabilmek için gerekli aritmetik bilgisine sahip değildi.
Şok Doktrinin babası Thomas Friedman Irak'taki uygulamalara gelen eleştirilere "Biz Irak'ta bir ulus inşa etmekle uğraşmıyoruz, Bir ulus YARATMAKLA uğraşıyoruz" diye cevap verdi. Ve ilk anda 500.000 Iraklı işten çıkarıldı. Irak ekonomisini ayakta tutan tamamı devlet teşekkülü 200 firma kapatıldı. Açılan hiç bir ciddi ihaleyi Iraklılar alamadı. İşsizlik oranı %65'e çıktı. İthalat ürünlerine gümrükler, yabancıya yerli ortak mecburiyeti, içeride kazanılan paranın yurt dışına çıkarılması önündeki engeller tamamen kalktı. Tam bir bırakınız yapsınlar liberalizm devreye girdi.
Şili'den ve Salvador'dan Pinochet döneminde eğitilmiş ölüm mangaları kiralanarak ülkeye getirildi. ABD'li askerlerin yeterince acımasız olamadıkları düşünülmüştü. Ölüm mangaları, elleri kolları kelepçeli genellikle kafaları tek kurşunla ya da elektrikli matkapla delinip yol kenarına atılmış cesetlerle imza atmayı seviyordu.
2005 yılında bizzat İçişleri Bakanlığının bodrumunda gizlenmiş, bazılarının kafa derileri yüzülmüş, kafalarında matkap delikleri açılmış, el ayak tırnakları sökülmüş, 173 tane canlı mahkûm bulunmuştu.
Amerikalıların kontrolündeki cezaevlerine 61.500 Iraklı hapsedildi. Erkeklerin başlarına ilk andan itibaren çuval geçiriliyordu. İspatlanmış işkence yöntemleri; dondurucu soğuklukta su ve elektrik ŞOK verme, Alman K9 köpeklerini saldırtmak, kaba dayak, ailesinin ya da arkadaşlarının önünde çıplak gezdirilmek, 70'e 70 cm hücrelere kapatılıp çok yüksek volümde heavy Metal müzik dinletmek gibi yöntemlerdi.
Tutukluların %70-90'ından fazlası "yanlışlıkla" tutuklanma gerekçesi ile serbest bırakıldı.
ABD işgalci birliklerinin kontrolündeki alanda sadece 1 yılda 300 den fazla Üniversite Bölüm başkanı, 2 bin hekim öldürülmüştü. 12 bin civarı hekim de öldürülmemek için ülkeden kaçmak zorunda kalmıştı. Sokaktan kaçırılan insan sayısı 20.000'in üzerindeydi.
Emekli ABD subayı Ralph Peters 655.000 insanın ölümü ile sonuçlanan bu operasyonun ardından 2006 yılında USA Today'de şöyle yazıyordu "Iraklılara, hukukun egemen olduğu bir ülke yaratabilmeleri için eşsiz bir fırsat verdik ama onlar nefreti, dinsel şiddeti, etnik bağnazlığı ve bir yozlaşma kültürünü tercih ettiler."
Irak Savaşında Ebu Gureyb Cezaevi'nde çekilen ve topluma yayılan korkunç, rezil ve aşağılık fotoğraflarla, korku ve dehşet hissinin Irak toplumuna yayılması ve toplumun, elektrik şoku verilmiş hayvanlar gibi kaskatı kesilmesi, planlanmıştı. Bu sayede ne petrol kuyularının, ne kar getiren şirketlerin ABD'lilerin eline geçmesine ne de ülkelerinin toprakları üstüne onlarca Amerikan üssü kurulmasına itiraz edemeyeceklerdi.
Eski ABD içişleri Bakanı Richard Armitage Irak'ta ters giden şeyin "Koalisyonun savaş sürerken fazlası ile insani bir yöntem" belirlemesi olduğunu söylemişti... “Almanya'da ve Japonya'da halk bitip tükenmiş ve derin bir şoka uğramıştı. Bugün ABD, Irak'ta şoka uğramamış ve korkuya kapılmamış bir IRAK halkı ile karşı karşıyadır." diyordu.
Irakta yapılan özel bağlantıları olan özel şirketlerin, ABD'den Irak'a yatırım Fonları çıkartıp hem Irak'ın servetlerini hem ABD'den oraya yollanan yardımları çantalara doldurup ABD'ye geri taşımaya yarayan bir sistemin kurulmasıydı.
Frank Willis Irak'ta inşa edileni "Serbest Dolandırıcılık Bölgesi "olarak adlandırılıyordu. Yağmalanan sadece Irak'ın malları değil aynı zamanda ABD halkının vergileriydi.
28 Mart 2003 gecesi ABD uçakları devasa sığınak delici bombalarla telefon santralleri bombalamaya başladı. 2 Nisana kadar tüm santraller bombalandı. Bağdat'ta çalışan tek bir telefon bile kalmadı. Sonra sıra Enerji santrallerine geldi ve 4 Nisan'da Bağdat zifiri karanlığa gömüldü. Alt yapı daha sonra gelecek şirketlere “İş Fırsatı” yaratmak için yok ediliyordu. Öyle ki hava alanlarındaki uçaklar bile koltukları sökülüp tahrip ediliyorlardı.
İşgalden sadece 6 ay sonra Iraklılar kendilerini, içme sularını Bechtel şişelerinden, evlerinin aydınlatmasını, General Electric'in döşediği elektrik tesisatından gelen elektrikle General Elektrik lambalarından, sağlık gereksinimlerini Parsons tarafından inşa edilen hastanelerden, sokakların güvenliğini günlükleri (GÜNLÜK) 900 USD'ye gelen DynCorp'un güvenlik elemanlarından alırken buldular.
Parsons'a 142 sağlık kliniği inşası için 186 milyon dolar ödenmişti ancak Parsons ülkeden çekildiğinde sadece 6 bitirilmiş klinik vardı. General Elektrik, Irak'ın elektrik sistemi için aldığı 2,3 Milyar doların karşılığında 2006 yılında Bağdat’a günde sadece 2 saat elektrik verebiliyordu. Bu işgalin ilk yılından bile kötüydü.
Eski ABD Başkanı baba Bush'un şirketi Carleyle Group, robot sistemleri ve savunma sistemleri satışı sayesinde savaştan muazzam bir kazanç sağlamıştı. Carleyle Group'un alt firması olan USIS ise Irak'ın polis kuvvetlerinin eğitim ihalesini almıştı ve bu da çok karlı bir yatırımdı. Yönetim kurulu başkanı Bill Conway, savaşın ilk 18 ayına atıfla "18 ayda para kazandık, hem de çok para kazandık" diyordu.
ExxonMobil, Chevron, Shell ve BP petrol şirketleri ülkeye üşüşmüştü. Başında ABD eski Başkan yardımcısı Dick Cheney'nin bulunduğu Halliburton, çıkması muhtemel yangınları söndürme ihalesini alarak girdiği Irak'tan neredeyse tüm enerji ihalelerini alarak çıktı. Halliburton'un defterinde en karlı sektör daima savaştı.
ABD Genelkurmay Başkanlığı da yapmış olan BUSH döneminin Dış işleri bakanı James Baker, Irak Savaşı sırasında HAaliburton ve Rusya'nın en büyük petrol şirketi Gazprom'un yanı sıra Suudi Kraliyet Ailesinin de vekilliğini yapmaktaydı. Üstelik Carleyle Group'ta ana hissedar olmuştu ve bu hisseler kabaca 180 milyon dolar yapmaktaydı. Baker, ABD hükumetince Irak'ın Kuveyt'e olan borçlarını sildirmek için görevli temsilci olarak gönderilmişti. Ancak O, Irak'ın borçlarının silinMEMEsi karşılığında, ortaklığı bulunan Carleyle Group adına Kuveyt'le 1 milyar dolarlık yatırım ve arazi anlaşması yapmayı tercih etti. Ancak skandal ortaya çıkınca 1 milyar dolarlık araziden oldu.
Eski Dış işleri Bakanı George Shultz, Eylül 2002'de The Washington Post'ta "Şimdi Harekete Geçme Zamanı: Tehlike Yaklaşıyor. Saddam Devrilmeli" diye yazmıştı. Shultz savaştan sonra "Irak'ı Özgürleştirme Komitesi"nin başına getirildi. Shultz'un CEO'su olduğu Bechtel şirketi Irak'ın yeniden inşasından kesesine 2,3 Milyar Dolar koymuştu. Danielle Brian "Irak'ta hükumetin nerede bitip, Bechtel'in nerede başladığı belli değildi" diyordu. Bectel'in inşa ettiği kanalizasyonu çalışmayan okullar Irak'lıların daha 2004'te tepkisini çekmeye başlamıştı.
Elbette Şili'den başlayarak her yerde olan Kissinger'de oralardaydı. Coca Cola'dan Union Carbide'e, Hunt Olile'den mühendislik devi Fluor'a kadar bir sürü firmayı Irak'taki ÇOK YÜKSEK maliyetli lobici olarak temsil ediyordu. (Mesela Fluor Irak'taki en büyük inşaat yapılandırma ihalelerini alan şirketlerden biriydi.)
Kissinger'ın dostu ve iş ortağı Richard Perle Irak'ta Savunma Politikası Kurulu'nun başına geçmişti. Perle ve Kissinger'ın ortak şirketi Trireme Partners'ın Irak Savaşı üzerinden elde ettiği muazzam karları ortaya çıkaran Pulitzer Ödüllü gazeteci Hersh'e CNN televizyonundan verdiği cevapta Perle "Bir şirketin savaştan kar sağlayabileceğine inanmıyorum.. bu gazetecilik türü teröristliktir" diye cevap veriyordu. Perle, kısa süre sonra yaptığı "İran'ın yönetimi değiştirilmeli" çağrısının, bir Pentagon yetkilisinin görüşü, bir dış siyaset uzmanın tavsiyesi olarak okunmasını, asla onun silah şirketlerine ortaklığı ile ilişkisinin kurulmamasını istiyordu.
Senatör Byron Dorgan başından geçen yaşanmış bir klima ihalesini şöyle anlatıyordu: "Klima ihalesini alan şirket işi bir taşerona devretti, oda başka bir taşerona ve oda bir başkasına ve sonuçta dördüncü taşeron odaya bir vantilatör taktı". Mahkemeye düşen bir çatı izolasyon işinde ihaleyi alan firmaya 21.000 dolar verilmiş, ancak 4. taşerondan sonra işi yapan işçilere sadece 2 'şer dolar yevmiye verildiği kayıtlara geçmişti.
Bütün bunlar olup "IRAK'a yapılan yardım paraları göz göre göre çalınırken" Iraklılara olayı seyretmekten başka çare kalmıyordu.
Irakta yapılan, Özel şirketlerin ÖZEl patronları vasıtasıyla ABD'den Irak'a yatırım FoNları çıkarılıp, hem Irak'ın servetlerini hem ABD'den oraya yollanan FONları çantalara doldurup geri ABD'ye taşımalarına yarayan bir sistemin kurulmasıydı.
Not: CIA'nin gizli deneylerinde özel sorgulama tekniklerine maruz kalan, birçok defa elektro şok verilen ve hala hayatta kalan birisin. 1950'de McGill Üniversitesi'nde senin üzerinde yapılan araştırmanın şimdi Guantanamo Körfezi ve Ebu Gureyb'deki mahkûmlara uygulandığına inanıyorum. Bu konuda fikrin nedir?
Bu kesin böyledir diyemem ancak şunu söyleyebilirim: "Geçenlerde Irak'a gittim. İşkencenin orada oynadığı rolü anlamaya çalışıyorum. ABD'liler bize işkencenin bilgi almak için olduğunu söylediler. Ancak sanırım, bunun ötesinde bir şeyler var; yeni bir ülke inşa etmekle, insanların zihinlerini silip, onları yeniden yaratmakla ilgili olabilir."

Katil DUVAR yolumu biçtin: Filistin
İsrail'in en ciddi mahkûmiyeti, ekonomisinin Gazze ve Batı Şeria'daki Filistinlilere olan mecburiyeti idi. Ekonomisinin onların emeği olmadan ayakta kalması mümkün değildi. Filistinli çiftçiler ürünlerinin yüklü olduğu kamyonları İsrail'in içlerine doğru sürerken, Gazze ve Batı Şeri'a’dan her gün 150.000 insan evlerini terk edip çöpçü, inşaat işçisi gibi emek yoğun alt tabaka işlerinde çalışmak için İsrail'e geçiyordu. Filistinliler mallarını İsrail'e satıp, buldukları işlerde çalışırken hem karınlarını doyuruyor hem de İsrail ekonomisine durdurma tehdidini ellerinde tutuyorlardı. Her kriz İsrail'de tüm hayatı ve ekonomiyi felç ediyordu.
Gazze ve Batı Şeria'nın işgali, Arap Devletlerinin boykotu, İsrail'in ekonomik geleceğini yiyip bitiriyordu. İsrailli şirketler savaş nedeniyle sürekli boykotlara uğruyor, bölgesel çekişmenin içinde sıkışıp kalıyorlardı. Savaş bitirilmeliydi.
Dönemin Dış işleri bakanı Şimon Peres, barışın artık kaçınılmaz seçenek olduğunu söylüyordu. Ancak özel bir barıştı bu; "Biz bayraklar barışının değil, piyasalar barışının peşindeyiz" diyordu. Bundan bir kaç ay sonra İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin ve FKÖ lideri Yaser Arafat Oslo Anlaşması için Beyaz Saray'ın bahçesinde el sıkıştılar. Bu üç kişi 1994 Nobel Barış Ödülü'nü paylaştılar ve her şey ondan sonra korkunç derecede kötüye gitti.
Talihsiz bir rastlantı ile Oslo süreci Chicago Okulu'nun Rusya'yı patlatması ile aynı zamana rastladı. Çöken Rusya ekonomisinin yarattığı felaketten kaçan 1 milyon insan İsrail'e geldi. Pek çoğunun "Yahudi oldukları" bile şüpheliydi. Ancak içlerinde İsrail'in 80 yılda yetiştirdiği bilim adamlarından daha iyi eğitim almışlar vardı.
Artık İsrail'in ekonomisinin işlemek için Filistinlilere de Oslo Barış Sürecine de ihtiyacı yoktu.
Her tarafta duvarlar örülmeye başlandı. Filistinlileri tamamen tecrit etmek için kurulan beton duvarlar ağı su kaynaklarını ve büyük yerleşim yerlerini de İsrail topraklarının içine katıyordu.
İşçiler işlerine gidemiyor, çiftçiler ve tacirler mallarını satamıyor hatta tarlalarına iş yerlerine ulaşamıyorlardı. İşsizlik bir anda %66'lara çıktı. GSMH %70 küçüldü.
Bu arada sonradan Başbakan olacak olan dönemin Maliye Bakanı Benyamin Netanyahu ile İsrail'in yeni Merkez Bankası başkanı Stanley Fisher'in birlikteliği, Likud partisi ile Chicago Boys'un evliliğini de ilan ediyordu. Bu evlilikten bütün dünyaya satılacak sanal medya takip sistemlerinden, kamera sistemlerine kadar yapay zekâya dayalı bir güvenlik sektörü doğdu. Müşterileri arasına ABD Savunma Bakanlığı, New York Polis Departmanı, Montreal Metrosu, Washington Hava Alanı, Los Angeles ve Colombia şehir Belediyeleri, Kanada Federal Polis Teşkilatı, Exxon Mobil, Shell, Texaco, Levi's, Sony, Citigroup, Pizza Hut, Boeing hatta Buckingham Saray Sarayı vardı.
Giderek daha fazla ülke aralarına İsrail tipi duvarlar kurarak, duvarların arkasına geçmeye başladılar. Hindistan Keşmir, Suudi Arabistan Irak, Afganistan Pakistan, ABD Meksika (Türkiye Suriye/Türkiye İran -AHÇ ) arasında kurulan teknoloji ürünü güvenlik engelleri, felaket piyasasının yeni "pazarlama" ürünlerinin piyasa bulduğuna işaret etmekteydi.
Ancak Felaket Kapitalizmi İsrail'in kendi halkını da istisna etmiyordu. Sosyal desteklerin kesilmesi İsrail'in daha önce hiç karşılaşmadığı türden bir eşitsizlik salgını var etti. 2007'de yoksulluk içinde yaşayan çocukların sayısı %8'den %35,2'ye çıktı.
2006 yılında İran-Hizbullah Savaşı İsrail'in hezimeti ile neticelenmiş olsa da kazanan felaket kapitalizmiydi. O nedenle savaş sürerken Tel Aviv Borsası yükselmişti. Aynı İspanya ve İngiltere'deki metro bombalamalarından sonra borsaların yükselmesi gibi.
İsrail Ticaret Odaları Federasyonu Başkanı Gillerman,"Müslümanların hepsinin terörist olduğunu söylemek doğru olmayabilir, ancak gerçek olan bir şey var ki, teröristlerin hepsinin Müslüman olduğudur. Dolayısı ile bu savaş sadece İsrail'in değil bütün dünyanın savaşıdır" diyerek bütün dünyayı güvenlik tedbirleri almaya çağırıyordu. İsrail'in önde gelen bankerlerinden Len Rosen, Fortune Dergisine, "Güvenlik Barıştan daha önemlidir" derken "dünyayı korkutmanın" dünyaya İsrail Güvenlik Teknolojisi satmanın en iyi yolu olduğunu bilmediğini düşünmek mümkün değildi.
İsrail uç bir örnektir. Ancak felaket Kapitalizmi düşük yoğunluklu korkutma ve yıkım koşulları ile devam etmektedir. İnsanların biyometrik kimliklerle birbirlerinden ayrıldıkları, aşağı tabakalardan soyutlanmış yüce insanların yaşadıkları şehir devletlere doğru gidiyoruz. İsrail'in bir istisna olarak dışlanması değil, İsrail'in dünyaya yayılmasıdır söz konusu olan.
Yalnız bunun geçmişten farkı şu: Eskiden Soylular kendilerini güvenlikli kalelere hapsederlerdi: Şimdi fakirleri kalelere doldurup kendileri dışarıda kalacakları bir sistem geliştiriyorlar.
Solidere şirketi: Lübnan
İsrail, 2006'da Lübnan'ın yollarına, köprülerine, hava alanlarına şehirlerine yaptığı saldırılarla kabaca 9 milyar dolarlık bir yıkım yaratmıştı. Bu esnada Lübnan'da ekonomik hayat neredeyse tamamen durmuştu. Prefabrik evlerden, tıbbi ürünlere hatta süt işleyen mandıralara kadar 140 civarında işletme İsrail Bombaları ve füzelerce vurulmuştu. Savaştan önce de büyük bir borç yükü altında olan Lübnan'a, Paris'te Ocak 2007'de 30 ülke adına dayatılan ŞOK Terapisine yani telefon, su, elektrik şirketlerinin özelleştirilmesine, Petrol fiyatlarındaki artışa, vergi limitlerinin yükseltilmesine, fakirlere yapılan desteklerin kısılmasına, insanların işsizleştirilmesine direnebilme şansı görünmüyordu. Klasik bir Barış cezalandırmasıydı bu.
Diğer taraftan aynı tarihlerde New York Borsası, İsrail'de yatırım yapmak için özel bir konferansa ev sahipliği yaptı. Konferansa çoğu, "Ülke güvenliği" konusunda çalışan 200'den fazla İsrail'li firma katıldı. Lübnan halkı molozları kaldırmaya çalışırken İsrail ekonomisi neredeyse hiç etkilenmeden hatta gelişerek savaştan çıkmıştı.
Batı'nın desteklediği Fuat Sinyora öne sürülen koşulları pek de tereddüt etmeden kabul etti: "Özelleştirmeyi Lübnan icat etmedi ya!" diyordu. Sinyora, hemen ardından Telefonun satışı için ABD Başkanı Bush'un bağlantılı şirketi Booz Allen Hamilton ile anlaşma imzaladı.
Ancak içlerinde Hizbullah'ın da olduğu sendikalar ve partiler bir koalisyon kurarak insanların daha fazla fakirleştirecek, ülkenin kıt kaynaklarını dışarıya transfer edecek "yeniden yapılandırma" ismi verilen bu anlaşmaya büyük gösteriler düzenleyerek karşı çıktılar. Sinyora kredi kuruluşlarına (Tefecilere-AHÇ) teminatlar verirken Lübnan'da yollara kurulan barikatlar, grevler ve oturma eylemleri ile hayat durma noktasına gelmişti. New Day'in Ortadoğu büro şefi Muhammed Bazzi "Şehir merkezlerine yığılan bu insanları harekete geçiren unsur ne İran, ne Suriye, ne Şiilik ne de sünnilik; on yıllardır Lübnanlıları bezdiren işsizlik, fakirlik, yoksulluktur. Bu en alt tabaka işçilerin ayaklanması" diyordu.
Gösteriler Solidere şirketinin bulunduğu meydanlarda yapılıyordu. Lübnan'ın Bir önceki yıkımında Refik Harari "Bana sahilden toprak verin, bu ülkeyi Ortadoğu'nun Singapuru yapayım” demişti. İstediği arsaları alan Harari neredeyse mevcut tüm yapıları buldozerle yıkarak şehri bir "boş levha" ya çevirmişti (Yazar, insanların hafızalarının silinmesi gibi şehrin hafızasının silinmesine atıf yapıyor.-AHÇ) Harari’nin şirketi Solidere, eski çarşıların yerine marinalar, lüks döşenmiş çarşılar, bin bir çeşit lüks malın satıldığı alışveriş merkezleri yaptı. Ancak merkezin hemen yanındaki mahallelerde elektrikten, kanalizasyona, toplu taşmaya kadar her şey ihmal edilmişti. 15-20 sene sonra bile binalardaki kurşun delikleri yerlerinde duruyordu. Buralarda yaşayanlar Solidere'in kuşattığı alana girdiklerinde Solidere'in güvenlik elemanlarınca “görüntüyü kirlettikleri” gerekçesi ile kovuluyorlardı.
Raida Hatoum, "Askerler, yeniden yapılandırma işine giriştiklerinde, savaşın sona ermesi ve sokakların yeniden inşa edilmesi nedeniyle çok mutlu olmuştuk. Zamanla farkına vardık ki, sakaklar satılmış, özel mülkiyete geçmişti. Artık çok geçti. Para, borç alınmıştı. Bu borcu daha sonra biz ödeyecektik ve biz bunu bilmiyorduk" diyordu.
Felaket Kapitalizminin her zaman ki sonucu olarak, fatura toplumun hali en kötü olan kesiminin üzerine yıkılmıştı.
Hizbullah kontrolündeki komiteler evleri hasar görmüş herkesi ziyaret edip, İran'ın desteği ile kira dâhil 12.000 dolar yardımda bulunuyorlardı. Bu ABD'deki Katrina kasırgasından sonra FEMA'nın New Orleans halkına yaptığı yardımdan 6 kat fazlaydı. Hasan NAsrallah'ın TV'den yaptığı "Kimsenin sadaka kuyruğuna, alacağımız üç beş kuruş için girmeyeceğiz" kelimeleri halka çok hoş bir müzik sesi gibi geliyordu. Parayı Lüks Oteller, AVM'ler, Olimpik yüzme havuzları yerine sıradan insanların ihtiyaçlarına harcamışlardı. Üstelik Hizbullah filtre kullanmıyordu: Hristiyan, Yahudi, Laik Sünni ya da Şii.
İnsanlar Hizbullah'tan memnun kalmışlarsa bunun sebebi Felaket Kapitalizminin alternatifinin de olabileceğini bu örgütte görmüş olmalarıydı.

Hizbullah, emperyal destekli Refik Harari'nin Solidere'inin Tek Alternatif olmadı
ğını, eğer fakirlerin arasında bir iş birliği sağlanabilirse örgütlü bir çalışma ile emperyalist dayatmalara direnilebileceğini bize İŞARET ediyordu.

Ramazan 1441 / ALANYA

Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

2 yorum:

Unknown dedi ki...

Aahh o fakirler arası iş birliği.Onun insanlardaki bilinçsizliği ve yokluğu mücessem batı siyonizm seytanının ekmek teknesi.insanlar layık oldukları şekilde yönetiliyorlar.

Finansb dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

Yorum Gönder