Naomi Klein, "Şok Doktrini" eserinde
Kapitalizmin gücünü ve servetini, "serbest rekabet ortamında, demokrasinin
nimetlerinden faydalanarak, ticaretle kazandığı” yalanının üzerindeki örtüyü
kaldırıyor. Batı’da biriken servetin kaynağının emek ya da ticaret değil, 400 yıl süren yağmacılığın -daha sofistike yöntemlerle- devam ettirilmesi olduğunu iddia ediyor. Geçmişte olduğu
gibi bugün
de Güney
Amerika'nın,
Asya'nın,
Afrika'nın
servetlerinin kan, baskı,
şiddet, talan, soygun ve yerli ulusların yoksullaşması karşılığında Batıya aktarılması süreçlerini
inceliyor.
Buna, "Felaket Kapitalizmi"
diyor.
Naomi Klein, Felaket Kapitalizmi
uygulayıcılarının, korku ve dehşete düşürerek toplumların hafızalarını silmesini; tepki
veremez, değerlerine,
mülklerine, haklarına sahip çıkamaz hale getirilmelerini; onların
kendine has özelliklerinin, karakterlerinin, ümitlerinin, düşüncelerinin yeniden kurgulamaya çalışılmasını ve nihai olarak ülke kaynaklarının
küresel bazı şebekelere
aktarılması sürecini “ŞOK
Terapi”
olarak tanımlıyor. İçlerinde
ABD, İngiltere
ve Kanada’nın eski Başkanlarından, IMF başkanlarına kadar birçok, çok elit düzeyde yöneticinin bulunduğu, perde arkasında küresel şirketlerin yönetmenlik yaptığı bir şebekenin;
ülkeleri hatta kıtaları kalkındırma, gelişmiş
ekonomiler arasına
katma vaadi ile yürüttükleri devasa bir soygun, modern bir yağmacılık,
haydutluk yöntemine
verilen isim bu.
Elektrik şoku verilmiş domuzların kaskatı kesilip faltaşı
gibi açılmış
gözlerle kendi
organlarının kesilmesini seyrederken hiçbir şey yapamamalarından esinlenerek, geliştirdiği
ekonomik modele “Şok
Doktrini” ismini
veren ve aynı zamanda bu düşüncenin ideologluğunu da yapan kişi, Chicago Üniversitesi
profesörlerinden Nobel ödüllü ekonomist Milton Friedman. Projenin üretim yeri
olan Chicago Üniversitesi’nden hareketle, projeyi, görevlendirildikleri ülkelerde
uygulamaya geçiren Friedman’ın müritlerine Chicago Boys deniliyor.
Elit bir haydutlar şebekesi ABD'nin devasa gücünü arkasına alarak, bazen suni felaketlerle bazen gerçek felaketleri fırsat bilerek "korku ŞOK"una sokulmuş ülkelere çöküyorlar. Şili, Uruguay, Arjantin, Brezilya, Irak gibi ülkeleri işkence hanelere dönüştürülmesinin; Filipinler, Malezya, Tayvan, KOre gibi ülkelerin çok büyük suni parasal kasırgalar ile talan edilmesinin; Güney Afrika, Polonya, Çin, Rusya gibi ulusların, bedeller ödeyerek hürriyet için çıktıkları yolda liderlerinin tuzaklara çekilmesinin, esir alınmasının, kendi toplumlarına karşı kullanılmasının hikâyesi bu.
Elit bir haydutlar şebekesi ABD'nin devasa gücünü arkasına alarak, bazen suni felaketlerle bazen gerçek felaketleri fırsat bilerek "korku ŞOK"una sokulmuş ülkelere çöküyorlar. Şili, Uruguay, Arjantin, Brezilya, Irak gibi ülkeleri işkence hanelere dönüştürülmesinin; Filipinler, Malezya, Tayvan, KOre gibi ülkelerin çok büyük suni parasal kasırgalar ile talan edilmesinin; Güney Afrika, Polonya, Çin, Rusya gibi ulusların, bedeller ödeyerek hürriyet için çıktıkları yolda liderlerinin tuzaklara çekilmesinin, esir alınmasının, kendi toplumlarına karşı kullanılmasının hikâyesi bu.
Kitapta, sömürüyü değiştirmemek için
her şeyin
değiştirilmesinin, sömürüye ve küresel haydutluğa gelecek tepkilerin, özgürlük ve
hürriyet ortamı yok edilip büyük bir şiddet ve kaos var edilerek bastırılmasının süreci anlatılıyor. Şiddet ve zulmün "soygunu"
gizleme yöntemi olarak kullanılmasının detaylarına ışık
tutuluyor. Chicago Boys ekibinin ülkeleri borçlandırarak,
madencilik, telefon, elektrik, su, gaz gibi asla zarar etmeyecek her dönem kıymetli olan varlıklara hatta bu ülkelere yapılan yardımlara el koymasının, bankaların boşaltılmasının, fakirlere yapılan sübvansiyonların ve iş
kaynaklarının kaldırılarak
insanların
açlığa
mahkûm edilmesinin -ABD dâhil- ayrıntıları veriliyor.
700 sayfayı bulan hacmine rağmen okuması kolay bir eser.
Ben bir kısmını özetlemeye çalıştım. Kitapta çok daha fazlası var. Tavsiye
ederim.
Ahmet H. Çakıcı
Zihnin Silinmesi
Çok sonraları araştırmaları
CIA tarafından,
Bluebird Projesi adı
altında finanse edildiği ortaya çıkan McGill Üniversitesi yöneticisi
Dr. Ewen Cameron ve Dr Donald Hebb, "insanlara sağlıklı
davranış modelleri öğretmenin yolunun onların
zihinlerinin içine girip 'eskiden oluşmuş
hastalıklı yapıları" parçalamaktan geçtiğine” inanıyorlardı.
Çoğunluğu
sapa sağlam
olan insanları alıp, günün hangi vaktinde olduklarını tespit edemeyecekleri
hücrelerde veya büyük projektörler ya da zifiri karanlık içinde hiç bir sesin ve ışığın ulaşamayacağı odalarda tutuyorlardı. Gözleri
kapatılıyor, kulaklarına sürekli gürültü veriliyor, elleri, kolları ve ayakları
temas duygusunu engellemek ve hareketi kısıtlamak için borular içine alınıyor,
sürekli yemek saatleri ve aralıkları değiştirilerek zaman algıları bozuluyordu. Düzenli aralıklarla
elektrik şoklara ve uyuşturucu nitelikli kimyasallara tabi kılınıyorlardı.
Dr. Cameron elektroşoklarla hafızayı yok ediyor; izolasyon kulübeleri ile de duyusal algıyı bozuyordu.
Bazıları bir kaç hafta bazıları bir
kaç ay bu duruma maruz kaldıktan sonra doktorlar, hastaların parmaklarını
emdiklerini, cenin pozisyonunda kıvrıldıklarını, kaşıkla
beslenme ihtiyacı
duyduklarını, “anne” diye ağladıklarını, sıklıkla
doktor ve hemşireleri
anne babaları
ile karıştırdıklarını
ifade ediyorlardı.
Hafıza kaybı ile gelen bu davranışlar
genellikle kısa
ömürlü oluyordu. Ancak ileri Şok dozları uygulanan hastaların konuşmayı ve yürümeyi dahi unuttukları gözlenmişti.
İşkenceler
sonrasında hayatta kalabilenlerin anlattığı ayrıntılar
yürek parçalayıcıydı.
Bu çalışmanın bir kopyası CIA'e, 41 kopyası ABD Donanmasına, 42 kopyası da ABD Ordusuna gönderildi.
Friedman, Cameron’dan esinlenerek
ekonomi ileri derecede bozulduğunda, o ilk andaki masumiyet durumuna (ve savunmasız, kendini,
mülkünü ve izzetini koruyamaz çaresiz duruma-AHÇ) ulaşmanın tek yolunun, toplumlara bile bile acı veren şoklar uygulamaktan geçtiğine inanıyordu.
Cameron'un çalışmaları Şok
Terapisinin/Tedavisinin/Doktrininin temelini oluşturdu. 11 Eylül 2001’den sonra ABD’nin
Irak’a yaptığı
operasyon planına da isim oldu: Askeri Şok ve Dehşet Doktrini.
Ancak Felaket Kapitalizmi “Şok Doktrinini” uygulamak için ilk fırsatı ŞİLİ’de yakaladı.
Şili
General Pinochet Batının desteği ile yönetime el koymasını darbe değil,
"savaş"
olarak tanımlıyordu. Tanklar sokaklarda ilerlerken
ateş
açıyorlardı, hükumet binaları savaş
uçaklarınca bombalanıyordu. Ancak bu savaşın
ilginç
bir yanı
vardı:
Tek taraflıydı. Bütün
savunma Devlet başkanı Allande'nin başkanlık binasındaki
38 kişiden
ibaretti.
Başkan Allande, bulunduğunda kafası 3 parçaydı.
Öldürmeler, hapishanelere kapatmalar
Şili'nin
cuntasına yetmemişti.
13.500 sivil tutuklandı, kamyonlara doldurulup
hapishanelere yollandı. Binlerce insan stadyumlara tıkıldı. Askerler, başlarına torba geçirilmiş teşhirciler ile dolaşıyor işaret edilenler soyunma odalarında kurulan işkencehanelere götürülüyorlardı. Cansız bedenler yol
kenarlarında yatıyor ya da bulanık nehir kanallarında yüzüyorlardı. 3200 kişi tamamen yok oldu, binlerce insan
katledildi, en az 80 bin insan hapse atıldı ve 200.000 den fazla insan ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Enflasyon dünyanın en yüksek oranına
%375'e çıktı. İş
yerleri ardı
ardına kapandı, işsizlik zirve üzerine zirve yaptı. Açlık
almış başını
gidiyordu. Piranalar denen komisyoncu, karaborsacı yeni bir sınıf
Batılılarla işbirliği yaparak hem Batılıların
ülkeyi soymasına aracılık ediyor hem de
servetlerine servet katıyorlardı.
Ford Motor Company ve General
Motors'un da dâhil olduğu
çok uluslu şirketler OBAN adında acımasızlığı ve dokunulmazlıkları
ile bilinen çok
vahşi
bir polis gücü kurarak cuntaya destek verdiler.
Ford Fabrikası askeri bir kampa dönüştü.
Mercedes Benz 1970'lerde fabrikadaki sendikalı işçileri temizlemek için ordu ile işbirliği
yapmakla suçlandı. Mercedes'te çalışan 14 sendika yöneticisinden bir daha hiç haber alınamadı.
Darbe sırasında ekonomi Chicago Bos
ekibinin başı ideoloğu
ŞOK
Doktrininin mucidi Milton Friedman tarafından yönlendiriliyordu.
Bankalar dâhil
500 den fazla devlete ait şirket özelleştirildi. (Batılılara devredildi) Batılı
malların
yurda girişi
karşısında
tüm gümrük duvarları
kaldırıldı, yerli sanayii koruyan kanunlar iptal edildi ve yerli sanayi
neredeyse tamamen yok edildi. Sağlık
ve eğitim,
en büyük darbeleri alan kurumlar oldu.
Chicago Boys'a karşı çıkan
Şili
Üniversitesi tamamen
dağıtıldı. İktisat Fakültesinin önünde sadece ibret
olsun diye 6 öğrenci
kurşuna
dizildi. Eğitim
ve sağlık neredeyse tamamen özelleştirildi. Ülkenin borcu 3 milyar dolardan 30
milyar dolara çıktı.
Şili
dehşete/ŞOKA düşürülerek her şeye razı ediliyordu.
Arjantin
Arjantinli gazeteci ve öğretmen Claudia Acuna bana
1970-80'lerde şiddetin,
amaç olmadığını
bir hedefe giden araç
olarak kullanıldığını ama
bunu anlamanın çok zor olduğundan bahsetmişti: "İnsan hakları ihlalleri o kadar acımazsız o kadar inanılmazdı ki, başka bir şey göremiyorduk. Aslında biz işkence merkezlerini ortadan kaldırmaya çalışırken, ortadan kaldırmaya çalışmamız gereken asıl şeyin Chicago Boys'un
Arjantin'e dayattığı ekonomi programı olduğunu fark edemiyorduk."
Rodolfo Walsh "planlı sefalet"le çalınan/hayatları perişan edilen insan sayısı, kurşunlarla yok edilen insan sayısından çok
daha fazlaydı, diyordu.
Aslında Güney Amerika, küresel şirketlerin olağan üstü şiddete dayalı bir SOYGUN yeriydi ancak bütün dünya
orada yerel iktidarların
tertiplediği
bir cinayet sahnesinden başka bir şey
göremiyordu. Büyük bir
şiddetle
dökülen KAN, uluslararası şebekelerin ekonomik şiddetini gizlemek için kullanılıyordu.
Bolivya
ABD'nin Bolivya büyükelçisi Edwin
Corr eğer
ŞOK
yolunda yürürlerse ABD yardımının
kendilerine su gibi akacağını
açıkça ifade ediyordu.
Yedi gün sonra planlama bakanı
Bedregal'in elinde ŞOK
Tedavi programının taslağı
vardı.
Bu taslakta gıda
maddelerinin fiyatlarının aşağıda tutulması için verilen teşviklerin iptal edilmesi, fiyat denetimlerinin kaldırılması,
petrol fiyatlarına % 300 zam yapılması, ithal mallara kapıların sonuna kadar
açılması, devlet şirketlerinin
satışa çıkarılması, devlet şirketlerindeki işçilerin azaltılması gibi maddeler vardı.
Zaten son derece yoksul olan ülkede
enflasyon yükselecek, hayat aşırı derecede pahalılaşacak,
memur maaşları dondurulacaktı.
Acil durum ekibinin en genç üyesi
Fernando Prado, "Halk bunu öğrenince bizi öldürecek"
diye tahminde bulundu. Planın asıl
uygulayıcısı Chicago Boy’s ekibinden Bedregal "Aynen Hiroşima'yı bombalayan pilot gibi olmalıyız. O pilot oraya atom bombasını atarken yaptığı şeyin ne olduğunu bilmiyordu,
fakat yükselen dumanları gördüğünde söylediği şuydu: "Aaah, çok üzgünüm!" Aynen böyle yapacağız, planı uygulamaya başlayacağız ve sonra
"Ahh, çok üzgünüm!" diyeceğiz.
Bolivya'da yıllık bir köylünün
geliri ortalama 40 dolara düştü.
Sosyal güvencesi
olmayanların oranı ise %61'e çıktı.
Polonya - Çalınan Devrim
Lesch Walesa kendisinin de çalıştığı
Gdansk tersanenin önündeki arkadaşlarına; adeta mikrofonlara kükreyerek "Biz aynı ekmeği bölüşüyoruz" derken herkes 35
yıldır ülkeyi yöneten Moskova'nın tankları ne zaman göndereceğini merak ediyordu.
Walesa, "Dayanışma" partisinin Ofisini, bir
elinde Haç, diğer
elinde bir buket çiçekle açtığında
Polonya'nın
da Katolik dünyasının da gönlünü fethetmişti.
Bir yıl içerisinde üye sayısı 10 milyonu buldu. "Sosyalleştirilen (kamusallaştırılan) işletmeler ekonomide temel unsur olmalıdır. Denetim işçi konseylerinin
elinde olmalıdır. Kimse işsiz ve kimsesiz kalmamalıdır" sloganı Dayanışma Partisinin temel sloganları idi.
Moskova'nın sabrı Aralık 1981'de
bitti. Sıkıyönetim ilan edildi. Tanklar karların içinde fabrikaları, madenleri
ve şehirleri
işgal
etti. Time Dergisi, "Asker ve polis
direnen işçilere zor kullandı. Katowicw'de madenciler balta ve levyelerle karşı koymaya çalıştılar. En az 7 ölü yüzlerce yaralı." diye manşet
attı.
1988'de yeniden toparlanan işçiler
tüm ülkede greve gittiler. Ama bu sefer
Rusya'da Gorbaçov ve dağılmış bir ekonomi vardı. Moskova seçimlere gidilmesini kabul etti.
Walesa seçimleri, 261 sandalyeden
260'ını alarak kazandı.
Ancak Walesa’nın devraldığı
Polonya 40 milyar dolar borçlu, enflasyonun % 600 olduğu bir ülkeydi. Maaşları ödeyebilmesi için tek çaresi vardı ve Batı'dan
yardım istedi. IMF yardım yapmayı, ekonominin başına
kendi atayacağı birini getirmeleri karşılığında
kabul etti. O gün Walesa kâhince bir açıklamada bulundu: "Bizim talihsizliğimiz kazanmış olmamızdır!"
Chicago Okulunun elinde olan IMF ve
Dünya Bankası, Polonya'ya Şok Doktrininin prizmasından bakıyordu.
Polonya'nın
ekonomisinin başına Bolivya'yı Felaket Kapitalizme geçiren Jeffry Sachs görevlendirildi. Sachs'ın ardında
kendisi de aslen bir Polonya Yahudi’si olan George Soros vardı.
Dayanışma liderleri, halkın nezdindeki itibarlarını, kendi tabanlarına büyük acılar yaşatacak politikalarla harcamayı düşünmüyorlardı. Ancak diğer taraftan yeraltı faaliyetlerinde, hapishanelerde ve
sürgünde geçen yıllarda
tabanlarına
yabancılaşmışlardı.
Polonya Başbakanı Tadeusz Mazowiecki 12 Eylül 1989'da parlamentonun önüne çıktı. Topluma ekonomik kararları
açıklamaya çalışacağı
konuşmanın ortalarında fenalaştı, rengi sarardı, nefesi daraldı, "Kendimi iyi
hissetmiyorum" dediği duyuldu. Olduğu yere yığıldı. Mazowiecki o gün "devletin elindeki tüm ağır sanayinin özelleştirileceğini (Batılılara satılacağını-AHÇ) borsa ve serbest piyasanın yaratılacağını ve topluma sunulan yardımlarda bütçe kesintilerine gidileceğini” duyuracaktı. Başbakanın hali, adeta bir rüyanın, toplumun beraberce kurduğu bir hayalin bitişinin ilanıydı.
2 yıl sonra sanayi üretimi %30 düşmüştü. Ucuz Avrupa mallarının
piyasaya girişi
ile işsizlik
katlanmış 1989 yılına gelindiğinde
yoksulluk sınırın altında
yaşayan
Polonyalı
sayısı %59'u bulmuştu.
Walesa, "Daha 1980'lerde Kapitalizmi kurmak için yola çıkmıştık" teranesine sarılmıştı. Onunla birlikte mücadele eden ve 8,5 yıl komünist rejimin
hapishanelerinde yatan Karol Modzelewski ona, öfke ile cevap verdi: "Kapitalizm için bırakın 8,5 yıl yatmayı, ne
bir ay ne de bir hafta yatardım".
Polonya'da herkesin sorduğu soru şuydu : "Nasıl oldu da kendi hareketleri komünist yönetimden bile daha kötü bir
hayat standardı getirmişti?"
Walesa 1993 yılında seçimlere
girerken ülke çapında 6.000'den fazla grev vardı. Parlementoda %5'den daha az
sandalye kazandı.
Komünistlerin Felaket Kapitalistleri ile kol kola dansı: Çin
1989 yılında Pekin'de Tiananmen
Meydanı’nda kitlesel protestolar korkunç bir katliamla ezilmeye başladığında
bütün dünya, Komünist İktidarın
"özgürlük, demokrasi ve liberalizm
isteyen" idealist gençleri biçtiğine ikna edilmişti.
Hâlbuki hikâye çok farklıydı:
80'lerin başında
Çin Başkanı Deng Xiaoping "Şok Doktrinin" ve Şili Diktatörü’nün akıl hocası Milton Friedman'ı
Çin'e davet etti. 1983'te Çin ülke kapılarını yabancı sermayeye açıp işçileri
koruyan yapıyı dağıtırken 400.000 kişilik Silahlı Halk Polisi oluşturmanın emrini de vermişti. Silahlı
Halk Polisi’nin cephaneliği
Amerikan helikopterleri ve elektrikli çoban sopaları ile dolduruldu. Oluşturulan bir kaç birim, "Halk Ayaklanmalarını Bastırma" konusunda eğitim almak için Polonya'ya gönderildi.
Fiyat denetimleri kaldırıldı ve
fiyatlar işsizlikle
birlikte yukarı
doğru
fırladı. Ülke en küçük
bir insani talebi bile dile getirmeye korkutulmuş düşük
ücrete razı insanlar ordusu haline getirildi.
Komünist Parti gençlik kolları, işçiler,
öğrenciler,
küçük esnaf, öğretmenlerden
oluşan
çok geniş yelpazeli grup Friedman ve ekibinin
Vahşi
Kapitalist düzene
geçiş için uygulanan "ŞOK Terapi"sini protesto etmek için Tiananmen Meydanına toplandılar.
Tanklar üzerlerinden geçti.
Parti, yüzlerce dese de tankların
üzerlerinden geçtiği
insan sayısı 2 ile 7 bin arasındaydı. 40 bin kişi tutuklandı. Yüzlerce
kişi
hapishanelerde infaz edildi.
Katliamdan sonra Henry Kissinger 5
Haziran 1989'da Wall Street Journal'a yazdığı makalede "Hiç bir yönetim on binlerce göstericinin bir meydanı haftalarca işgal etmesine izin
veremez" diyerek Çin yönetimine desteğini açıkladı.
Tiananmen bir gerçeği ortaya çıkarmıştı: Otoriteryan komünizm ile Chicago Okulunun kapitalizmi arasında çarpıcı bir benzerlik vardı. İkisi de aynı taktiği kullanıyordu: Bütün direnenlerin beynini
sıfırlamak ve korkutarak muhalefeti ortadan kaldırmak.
Rusya
Gorbaçov, Haziran 1991'de ilk defa
yer alacağı G7 zirvesine katılmak için
Londra'ya giderken Nobel dâhil bir sürü daha ödülü toplamaya devam ediyordu.
Rusya'nın çok hızlı bir ŞOK Tedavi programı ile Polonya'nın
takip ettiği
yola sokulması
konusunda İngiliz
Başbakanı John Major, ABD Başkanı George Bush, Kanada Başbakanı
Brain Mulrony ve Japonya Başbakanı
Toshiki Kaifu arasında
konsensüs
sağlanmıştı. Gorbaçov
toplantının ardından IMF, Dünya Bankası
ve diğer
büyük kredi kuruluşlarından talimatlar aldı.
The Ekonomist Dergisi, "ciddi ekonomik reformları engelleyen direnişi kırmak için... Güçlü Adam Yönetimi’ni” tavsiye diyor ve ona "Mikhail Sergeevich Pinochet?"
yazısında Şili
diktatörünün yolunu tavsiye ediyordu. Washington Post daha açık sözlüydü: Ağustos 1991'de "Sovyet Ekonomisi için Pragmatik bir Model
olarak Pinochet Şili'si" başlığı
altında bir yorum yazısı bile yayınlanmıştı.
Ancak Gorbaçov bu role daha
giremeden yolu, Komünist Parti Başkanı
Boris Yeltsin tarafından
kesildi. Ancak, Yeltsin'in de Chikago Boys tarafından teslim alınması çok
sürmedi. Yeltsin Ekonominin başına Şok Terapi'nin mucidi Milton
Friedman'ın
hayranı
Yegor Gaidar'ın
başlarında
olduğu
bir liberal ekibi getirdi. "Güçlü
ekonomik" kararları
desteklemek için
Ordu, Uluslararası İşler Bakanlığı ve Devlet Güvenlik Komitesinin başına da oldukça güçlü
bir tek isim getirildi, Yury Sokokov. Sokokov ordudan ve toplumdan gelebilecek
itirazları ezmek için ideal bir isim olarak görülüyordu.
Gaidar, İşe fiyat denetimlerinin ve sübvansiyonların kaldırılması ile başladı. Hemen ardından devlet denetimindeki 225.000 şirketin mümkün olan en hızlı şekilde elden çıkarılması
geldi.
Daha 1992 yılında ortalama harcama
%40 düştü. Artık ülke
halkının 3'te biri yoksulluk sınırın
altındaydı. Orta sınıfın
birikimleri eritilmiş,
kişisel
eşyalarını cadde kenarlarına kurdukları tezgâhlarda satmaya başlamışlardı.
Parlemento Yeltsin'e karşı
harekete geçince,
Yeltsin hamleyi, Parlemento'yu iptal ederek karşıladı. Bu mümkün değildi. Ama ABD Başkanından IMF başkanına
kadar herkes arkasındaydı. Bir Tiananmen hadisesi daha yaşandı. Askerler, meclise, meclise sığınmış
vekillere ve onlara destek için gelenlerin üzerine ateş açtı.
Moskova 1917 Kızıl Devrimden sonra en kanlı gününü yaşadı. Ölen
insan sayısı 500'ü geçti.
Washington Post, "ABD parlamentoların askıya alınmasını
desteklemez. Ancak bugünler olağanüstü günler" diyerek Yeltsin'i selamladı.
Newsweek, "Rusya'da demokrasi, piyasa planına daima engel
oluyordu: Parlamentonun engel olmaktan çıkarılması ile reformcular adına muhteşem bir fırsat doğmuştur... Şimdi gece gündüz demeden çalışıyorlar" diyerek not düştü.
Fırsat çok başarılı
bir şekilde
değerlendirildi:
Fransa'nın 178 milyar dolara satılan
TOTAL şirketine
denk Rus petrol şirketi,
küçük bir fabrika fiyatına, 88 milyona,
Dünya nikel üretiminin 5 te 1'ini
gerçekleştiren
Norilsk Nickel (yıllık karı 1,5 Milyar dolar) 170 milyona,
Kuveyt'ten daha büyük petrol
denetimine sahip dev petrol şirketi Yukos (yıllık
cirosu 3 milyar dolar) 309 milyona,
Petrol devi Sidanko'nun beşte 1'i 130 milyona,
Dev bir silah fabrikası olan Apsen
ise bir tatil evi fiyatına 3 milyon dolara,
satılarak değerlendirildi.
Peki, bütün bunlar halktan nasıl
gizlenecekti? Yeltsin'in aklına ÇEÇENİSTAN geldi.
Felaket Kapitalizmi Rusya'yı da
yutmuştu.
Zincirin, boynumuzdan çıkarıp ayağımıza taktılar: Güney Afrika
26 Haziran 1955'te Johannesbourg'ta
toplanan Halk Kongresi isimli bir topluluk, yaklaşık
3000 kişiye
İngilizce,
Sesoto'ca ve Xhosa'ca "Özgürlük
Sözleşmesi"nin maddelerini okudular.
Beyazların hâkimiyetine son vermek
için, ne gerekiyorsa yapmak amacıyla saflarını sıklaştıran genç
radikaller, korkusuzlukları ile anne babalarını şaşkınlığa
uğrattılar. Hiç bir korkuya kapılmadan
sokaklara dökülüp, "Ne kurşunlar ne de göz yaşartıcı bombalar bizi
durdurabilir" diye bağırdılar. Peş peşe katliamlara uğrayıp arkadaşlarını gömüyor, sloganlar atıyor ve sonraki olayı bekliyorlardı. Onlara ne uğruna mücadele ettikleri sorulduğunda "Özgürlük Sözleşmesi" için diyorlardı.
Sözleşmede, sağlıklı şartlarda çalışma, iyi bir ev sahibi olma, ifade özgürlüğü,
su ve elektriğin
bedava olması,
dünyanın en büyüğü
olan altın
madenleri, bankalar ve diğer
tekel endüstrilerin
halkın mülkiyetine geçirilmesi, ticaretin ve diğer alanların halkın refahına
kullanılması gibi maddeler vardı.
45 yıl sonra 11 Şubat 1990'da ırkçı Apartheid rejimi Mandela'yı “gökten gelen kutsal bir aziz gibi”serbest bıraktığında
kalabalık
büyük bir zaferi kutlamaya başlamıştı.
Mandela2nın ekibinde olan iktisatçı
Padatachee, sömürgeciler ve onların yerli ortakları ile "Pazarlığa oturduğumuzda tamamen hazırlıksız yakalanmıştık. İnsanlarımıza yapılan katliamların ve işkencelerin sona ermesinden, insan olarak kabul görmekten
fazlasına odaklanamayacak haldeydik. İmzaladığımız maddelerin ne anlama geldiğini anlamayacak kadar devlet mekanizmasına yabancıydık… Demokrasiye İşlerlik Kazandırma planı daha başlamadan ölmüştü. Tasarı tamamlandığında, yeni bir oyunun
içindeydik” diyerek geçiş günlerini
tanımlıyordu.
Mandela’nın genç kuşak öğrenci liderliğini yapan William Gumede yıllar sonra öfkeyle “Kaçırdık! Asıl meseleyi kaçırdık” diye söyleniyordu. O
günlerde meseleye “Hükümet olacağız, nasıl olsa o zaman
hallederiz diye bakıyordum. Şimdi, bu kadar saf olmanın hayal kırıklığını yaşıyorum.”
Hükumet etmeye başladıklarında
aslında iktidarın başkalarında olduğunu
fark ettiler. Güney Afrika’da Şok Terapiyi uygulamak için görevlendirilen
Londra’da
yıllarca Thatcherizmi
solumuş
Thabo Mbeki’ydi.
-Fakirlere bedava toprak mı vermek
istiyorsunuz? Mümkün değil.
Zenginlerin İnsan
Haklarını ihlal etmiş olursunuz. Dünya tepemize biner.
- İşsizlere iş mi vermek istiyorsunuz? Yapamazsınız. Dünya Ticaret Örgütü ile yaptığımız anlaşma sebebiyle yabancı sermaye buradaki tüm fabrikalarını kapatır ve işi olanlar da işsiz kalır.
- AIDS tedavisi için ilaç yapıp bedava ilaç mı dağıtmak istiyorsunuz? Olmaz. Patent Yasasını ihlal etmiş olursunuz. Dünya Bankası hem yeni kredi vermez hem alacaklarını hemen ister.
- Fakirlere daha büyük evler yapmak ve elektrik dağıtımını bedava mı yapmak istiyorsunuz? İmkânsız. Ödenmesi gereken muazzam borçlarımız var.
-Daha fazla para mı basmak istiyorsunuz? Sanırım Merkez Bankasını buna razı edemezsiniz.
-Suyu bedava mı yapmak istiyorsunuz? Bu da mümkün değil. Dünya Bankası Hizmet Formu bunu uygun bulmuyor.
- Para spekülasyonuna ve enflasyona karşı tedbir mi almak istiyorsunuz? Buda olmaz. Çünkü seçimlerden önce aldığımız 850 milyon dolarlık kredi bu şarta bağlandı.
- Asgari ücreti mi artırmak istiyorsunuz? Yeni alacağımız kredi için IMF'in "Ücret Sınırlaması Taahhüdünü" bilmiyor musunuz? Mümkün değil.
- İşsizlere iş mi vermek istiyorsunuz? Yapamazsınız. Dünya Ticaret Örgütü ile yaptığımız anlaşma sebebiyle yabancı sermaye buradaki tüm fabrikalarını kapatır ve işi olanlar da işsiz kalır.
- AIDS tedavisi için ilaç yapıp bedava ilaç mı dağıtmak istiyorsunuz? Olmaz. Patent Yasasını ihlal etmiş olursunuz. Dünya Bankası hem yeni kredi vermez hem alacaklarını hemen ister.
- Fakirlere daha büyük evler yapmak ve elektrik dağıtımını bedava mı yapmak istiyorsunuz? İmkânsız. Ödenmesi gereken muazzam borçlarımız var.
-Daha fazla para mı basmak istiyorsunuz? Sanırım Merkez Bankasını buna razı edemezsiniz.
-Suyu bedava mı yapmak istiyorsunuz? Bu da mümkün değil. Dünya Bankası Hizmet Formu bunu uygun bulmuyor.
- Para spekülasyonuna ve enflasyona karşı tedbir mi almak istiyorsunuz? Buda olmaz. Çünkü seçimlerden önce aldığımız 850 milyon dolarlık kredi bu şarta bağlandı.
- Asgari ücreti mi artırmak istiyorsunuz? Yeni alacağımız kredi için IMF'in "Ücret Sınırlaması Taahhüdünü" bilmiyor musunuz? Mümkün değil.
Süreci Rassoul (Resul) Snyman şöyle
özetliyordu: "Onlar bizi özgür bırakmadılar. Boynumuzdaki
zinciri çıkarıp ayak bileklerimize taktılar."
Yasmin Soka ise "Geçiş denen şuydu: Biz her şeyi kontrol edeceğiz ama siz yönetici görüneceksiniz. Biz her türlü pisliği işlemeye devam edeceğiz ancak siz bunun bedelini ödeyeceksiniz. Yani evin anahtarlarını verip kasanın anahtarlarını
ellerinde tutuyorlardı."
Bankalar, madenler ve diğer tekel endüstriler özeleştirilemedi. Johannes Borsasının %’inin
Apartheidcı
yönetimi 4 şirketi hala elinde tutuyordu. 2005 yılında Borsadaki işlemlerin sadece %4’ünü
siyahlar yapıyordu.
2006’da
tüm toprakların %70’i
%10’luk beyazların tekelindeydi. 1990’da Mandela’nın cezaevinden çıkmasından
beri siyahların ortalama ömürleri 13 yıl daha azalmıştı. 1,2 milyon toplu konut yapılmış buna karşılık 2 milyon insan evsiz kalmıştı. Merkez şehirleri çevreleyen naylon kaplı gecekondu şehirler her gün daha fazla büyüyordu.
Güney Afrika İnsan Hakları Vakfı başkanı olan Sooka yıllar sonra o devrim günlerini değerlendirirken “Apatrheid politikasının sistematik etkilerine bakardım ve işkence konusuna
sadece tek bir oturum ayırırdım; çünkü sanırım işkence üzerine yoğunlaşıp onun neye hizmet ettiğine bakmadığınız zaman ancak gerçek tarihi revize etmeye başlıyorsunuz” diyordu.
Gece kondu ayaklanmacılarının
liderlerinden biri olan S’bu Zikode, Güney Afrikalıların çoğunun hükümet destekli devrim
yıldönümü kutlamalarını boykot etmesini değerlendirirken “Özgürlük
Sözleşmesinde çok güzel şeyler var fakat şimdi onda gördüğüm tek şey ihanet” diyordu.
New Orleans
Chikago Boys ekibi sadece 3. Dünya
ülkelerinde değil
ABD’de de görev başındaydı. Üstelik bu sefer ŞOK’u
kendilerinin hazırlaması da gerekmiyordu:
New Orleans'ı vuran Katrina
Kasırgasının ardından şehir
sular altında
kalıp insani bir felaket
yaşandığında Cumhuriyetçi Kongre üyesi
Richard Baker "Nihayet New
Orleans'taki toplu konutları temizlemiş olduk. Bu işi biz yapamıyorduk, Tanrı yaptı." demişti. New Orleans'ın en varlıklı müteahhitlerinden
Joseph Canizaro ise "Sanırım yeniden
başlamak için temiz bir sayfaya
sahip olduk. Elimize çok büyük fırsatlar geçmiş durumda" demişti.
New Orleans'ta fakirlerin yaşadığı büyük bloklar yıkıldı ve yerlerine, büyük ve fakirlerin girmeyeceği güvenlikli siteler yapıldı.
ŞOK
Terapisinin mucidi Milton Friedman "New
Orleans'taki okulların çoğu harabeye döndü" diye yaptığı çağrı
karşılık
buluyor ve Katrina Kasırgasından önce 123 olan devlet okulları 4'e düşürülürken özel
okulların
sayısı 9'dan 31'e çıkarılıyor ve 4700 öğretmen işsiz kalıyordu. Fırtına ‘Okul Reformcuları’nın yapamadığını yapıyordu.
Felaketleri "heyecan verici piyasa fırsatı"
olarak gören 'Felaket Kapitalizmi" ABD’de de zafer kazanmıştı.
Sri Lanka
"Sıkıp içini boşaltacağız, sonra da
kendimizle dolduracağız." (George Orwell,1984)
2004 yılında Tsunami, Sri Lanka
sahillerini vurduğunda
tarihi binlerce seneyi bulan balıkçı
köylerini tarümar etmişti. Tsunamiden hayatlarını kurtaran yüz binlerce köylü,
köylerini onarıp yeniden ayağa kaldırmaya kalktıklarında,
yabancı
yatırımcılar ve uluslararası kredi kuruluşlarının kendi topraklarında kocaman sayfiye merkezleri,
devasa oteller ve tatil köyleri kurmak için bir
araya geldiklerini gördüler. Sri Lanka hükümeti "Kaderin acımasız bir darbesiyle doğa, Sri Lanka'ya eşsiz bir fırsat sunmuştur ve bu büyük trajediden dünya çapında birinci sınıf bir turizm alanı doğacaktır" diyordu.
Milton Friedman "Ancak büyük
bir krizin (korku ve paniğin-AHÇ) gerçek bir değişim yaratabileceğini" söylüyordu. Friedman’ın "Büyük
değişiklikleri gerçekleştirmek için yönetimin altı-dokuz ayı vardır; eğer bu dönemde kararlı bir şekilde hareket edip
değişiklikler gerçekleştirilemezse bir daha
böyle fırsatlar yakalanamaz" öğüdü
aslında Machiavelli'nin
"açık yara bir anda dağlanmalıdır" tavsiyesinin yeni bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Felaketleri "heyecan verici
piyasa fırsatı" olarak gören 'Felaket KApitalizmi" bir kez daha kazanmıştı.
Kanada
1993 yılında Kanada mali bir
felaketin eşiğindeydi. Ya da gazeteleri okuyan,
televizyonları
izleyenler kendilerini böyle
düşünmekten alıkoyamıyorlardı.
Ulusal çaplı gazete "The Globe and Mail"in birinci sayfadan kocaman
manşeti
"Borç Krizi Geliyor" diye
çığlık atıyordu. Büyük ulusal TV kanalı "1-2 yıl içinde Maliye Bakanı kredimizin biteceğini ve hayatımızın dramatik bir şekilde kötüleşeceğini" açıklayacağı bir toplantı düzenleyecek şeklinde ÖZEL
bir haber bile yapmıştı.
Kanada'da ki bu "batış(?)" süreci literatürümüze
"Borç
Duvarı"
ibaresini bile hediye etmişti.
Kriz C.D. HOWE Enstitüsü (ŞOK Doktrinin mucidi Friedman'ın
aktif ve güçlü desteği
altında bulunan) Fraser
Enstitüsü, Kanada'nın büyük
Bankaları
ve bazı
düşünce kuruluşlarının
finanse ettiği
basın tarafından özenli ve disiplinli olarak körüklenmişti. Ancak Kanada, kredi kuruluşlarında sahip olduğu 3A statüsü ile en zirvedeki ülkelerden biriydi.
Daha sonra Moody'S'in Baş Analisti Vincent Truglia, bu kuruluşların Kanada'nın notunu düşürmek için kendisine baskı yaptıklarını ifade etmişti.
Basına göre gelmekte olan
"Büyük Krizi" aşmanın tek yolu vardı: İşsizlere ayrılan fonların ciddi oranda aşağıya çekilmesi, sağlık
için devlet bütçesinden harcanan miktarın düşürülmesi ve bunlar için iş dünyasından
alınan vergilerin aşağıya çekilmesi.
Bütçe kesintileri yapıldı ve yerleşik hale geldi. Kriz hiç bir zaman gelmedi.
Truglia "Faydalı bir kriz yaratmak" diye adlandırıyordu çevrilen
dümeni.
Felaket Kapitalizmi Kanada'da
oldukça başarılıydı.
Kanadalılar
ülkelerinin Güney Amerika'da, Orta Dünya’da veya
Asya'da olmadığına ne kadar şükretseler azdı. Değilse bu kadarcık bir zayiatla kurtulmaları mümkün
olmayabilirdi. Sonları pekâlâ
GÜNEY KORE gibi olabilirdi.
Hesap Zamanı, Güney Kore
1990'larda herkes "Asya
Kaplanları" mucizesinden söz ediyordu. Bunlar müthiş bir hızla gelişen
muhteşem
ekonomilerdi. Sınırlarını
hiç bir kısıtlama olmadan küreselleşmeye
sonuna kadar açmışlardı.
İçlerinde en görkemlileri olan Güney Kore yabancıların
toprak edinmelerini ve ulusal şirketleri satın almalarını yasaklayan korumacı kanunlara sahipti. Üstelik Kore, enerji ve taşımacılık gibi sektörleri kamunun elinde tutuyor, kendi ekonomisini korumak için ABD, Japonya ve Avrupa'dan pek çok lüks tüketim
ürününün
ithalini de engelliyordu. Kore'nin Daewoo, Kia, Hyundai, Samsung, Ssang-Yong ve
LG gibi firmaları göz kamaştırırken bir taraftan da iştah kabartıyordu.
1997'de küresel çete Güney Kore'ye
çökmeye karar verdiğinde
Kore'nin yapacak pek bir şeyi
yoktu. Koreliler devletlerine yüzüklerini,
kolyelerini, bileziklerini, maaşlarını bağışladılar. Tam 200 ton gibi dünya altın
fiyatını etkileyecek miktarda altın toplamalarına rağmen, Kore, sadece 1 haftada dibe
vurdu.
On binlerce işletme kapısına kilit vurdu. Bu bir intihar dalgasına yol açtı: Hane halkı
hep birlikte intihar ettikleri için baba, katil sayılıp, diğerlerinin kaydı cinayet diye düşülmesine rağmen
sadece bir yılda
intihar oranı
%50 artmıştı.(1998)
Garip bir şekilde Asya'yı kriz vurur vurmaz teamüllere aykırı
bir şekilde
tefeciler(yatırımcılar) ortak açıklama yaptılar:
"Asya'ya yardım etmeyin!"
Açıklamayı artık 80'li yaşlarda olan Şok Doktrini'nin mucidi Milton
Friedman bizzat CNN Televizyonundan yaptı: Herhangi bir tür kurtarmaya razı olmadığını
ve piyasanın
kendisini düzeltmeye
bırakılması gerektiğini
söyledi. Yani, "Bırakın batsınlar" diyordu.
Morgan Stanley Bankasının piyasa
stratejisti Jay Pelosky Los Angeles'teki konferansta konu hakkında "Bizim Asya için ihtiyaç duyduğumuz şey, daha fazla kötü
haber... Şirketlerin kapandığını ve mal varlıklarının satıldığını görmek isterim... Varlık satışı çok zor, sahipleri çok zorlanmadıkça satmaya razı olmuyorlar. Onları satmaya razı edecek haberlere ihtiyacımız var" diyordu.
Wahington D.C.'deki, Cato
Enstitüsü'nde çalışan
Pinochet'in yıldız bakanı Jose Pinera ise krizi coşkuyla selamlıyor ve "Hesap Vakti Geldi" diyordu.
Kore 2 ay sonra IMF'le anlaştı.
Samsung paramparça edilip parçalar halinde satıldı. Şirketin ağır sanayi bölümünü VOLVO kaparken, SC Jonson and Son şirketi, eczacılık bölümünü, General Elektric elektrik bölümünü aldı.
Kriz öncesinin 6 milyar dolarlık bir otomobil devi olan Daewoo sadece 400 milyon dolara General Motora gitti.
Coca-Cola, Kore'nin en büyük su ve şişeleme şirketini sadece bir daire fiyatına yarım milyon dolara satın aldı.
General Elektric, buzdolabı imalatçısı LG'nin hâkim hisessini,
İngiliz Powergen, en büyük elektrik ve gaz şirketi LG Energy'i
Solomon Smith Barney, en büyük tekstil firmasını,
JP MORGAN da KİA Motors'un hisselerini satın aldı.
Samsung paramparça edilip parçalar halinde satıldı. Şirketin ağır sanayi bölümünü VOLVO kaparken, SC Jonson and Son şirketi, eczacılık bölümünü, General Elektric elektrik bölümünü aldı.
Kriz öncesinin 6 milyar dolarlık bir otomobil devi olan Daewoo sadece 400 milyon dolara General Motora gitti.
Coca-Cola, Kore'nin en büyük su ve şişeleme şirketini sadece bir daire fiyatına yarım milyon dolara satın aldı.
General Elektric, buzdolabı imalatçısı LG'nin hâkim hisessini,
İngiliz Powergen, en büyük elektrik ve gaz şirketi LG Energy'i
Solomon Smith Barney, en büyük tekstil firmasını,
JP MORGAN da KİA Motors'un hisselerini satın aldı.
Çok ilginç olan bu satışlarda aracılık eden Salomon Smith Barney's International Advisory Board'ın başkanının
eski ABD Savunma Bakanı Donald Ramsfeld olmasıydı. Diğer ABD'li eski Başkan yardımcısı
Dick Cheney de aynı firmanın yönetim kurulunda idi.
Satışlarda bir başka danışmanlık hizmeti veren Carlyle Group'un başkanının
da ABD'li eski dışişleri bakanı
James Baker olması
büyük bir tesadüftü. Şirketin
üyeleri arasında eski İngiliz Başbakanı John Major'dan eski ABD başkanı
Bay Bush'a kadar nice bakan, başbakan vardı.
Carlyle Group kendisi için
Ssang-Yong'ı
hedef seçti.
Ve Güney
Kore'nin en büyük bankasının hissedarı
oldu.
Felaket Kapitalizmi Güney Kore'yi de
yutmuştu.
Endonezya
Endonezya 2. Dünya Savaşından
beri Sukarno tarafından
yönetiliyordu. Sukarno Endonezya ekonomisini koruyup zenginlikleri yeniden dağıtarak,
çok uluslu şirketlerin temsilcisi IMF ve Dünya Bankasını bir tarafa atarak egemenleri kızdırmıştı.
ABD ve İngiltere Sukarno'nun yönetimine son vermeye kararlıydılar ve CIA harekete geçti. Ülkeye yığınla
silah ve sahra telsizi sokuldu. General Suharto liderliğinde bir askeri darbe ile Sukarno
indirilirken CIA, Sukarno'nun eline 4-5 bin kişilik bir ölüm listesi vermişti. Katliamlar genelde genç öğrencilerin elleri ile işleniyordu. Bir muhabir bu işten zevk duyduğunu gizlemeden şöyle yazıyordu "İzleyicileri selamladılar, palalarını bellerine soktular,
sopalarını omuzlarına astılar ve görevlerine çıktılar."
Bir ay içinde öldürülen insan 500.000'i geçmişti. Doğu Java 'da "küçük ırmak ve derelerin cesetlerle dolup taştığı, bazı yerlerde ırmak taşımacılığının sekteye uğradığı rapor edildi." Halk dehşete düşürülmüş ŞOKA sokulmuştu.
Bir ay içinde öldürülen insan 500.000'i geçmişti. Doğu Java 'da "küçük ırmak ve derelerin cesetlerle dolup taştığı, bazı yerlerde ırmak taşımacılığının sekteye uğradığı rapor edildi." Halk dehşete düşürülmüş ŞOKA sokulmuştu.
Sukarno'nun devrilme sürecinde öğrencileri finanse eden Ford'du.
Ekonomi "ŞOK
Doktrininin" beyni Berkeley Mafyası ya da Chicago Boys denen ekibe
devredilmişti.
Başkan Nixon'un "Güney Asya bölgesindeki en büyük ödül"
diye tanımladığı Endonezya'nın, egemen şirketlerin maden ve petrol zenginliklerinin %100'üne sahip olmasına imkân tanıyan yasalar ve vergi
muafiyetleri kısa sürede çıkarıldı. Sadece iki yıl içerisinde Endonezya'nın doğal zenginlikleri (bakır, nikel, sert ağaç, kauçuk
ve petrol) dünyanın en büyük
madencilik ve enerji şirketleri
arasında
paylaşıldı.
Asya Kaplanları ve Fuhşa sürüklenen çocuklar.
İşlerin
terse dönmesinden
bir kaç
hafta önce
bu ülkeler ekonomik sağlık ve dinamizm timsali olarak gösteriliyorlardı. Gözlenebilir
hiç bir değişiklik yoktu. Doğal bir afet veya savaş yaşamadılar. Bütçe
açıkları vermiyorlardı. Spor ayakkabısından otomobile her şeyi üretiyorlardı.
Aynı anda bütün bankalar verdikleri
kredilerin geri ödenmesini istemeye başladılar.
Elektronik sürü bir anda her yerden çekildi. Tayland, Filipinler,
Endonezya, Malezya, Güney
Kore ardı
ardına patladı. Clinton yönetimi Wall Street'in verdiği sinyali hemen aldı ve Asya Kaplanlarının batışının engellenmeyeceği haberini Asya Pasifik İşbirliği Zirvesi’nde ilan etti.
Tayland, Güney Kore, Filipinler ve
Endonezya masaya hep birlikte oturdular. Karşılarında IMF adına
Rusya'yı
perişan
eden adam Stanley Fischer vardı. Chicago Boys devredeydi.
Tüm dünyada olduğu gibi Ekonomi canlandığında faydalanan zenginlerdi, Kriz patlayınca bedeli fakirlerin üzerine yüklendi.
Tayland, bankalarını yabancılara
satmayı kabul etti.
Endonezya, bir kaç ay direndi. Normalde basına açıklama yapması yasak olan IMF yetkilisinin The Washington Post'a verdiği röportajda Endonezya'yı tehdit ettiğinin ertesi günü Endonezya parası dibe vurdu ve Suharto ekonomiyi Berkeley Mafyasına teslim etmeye, fakirlere yaptığı gıda yardımları kesmeye, işçileri işten çıkarmaya karar verdi.
Endonezya, bir kaç ay direndi. Normalde basına açıklama yapması yasak olan IMF yetkilisinin The Washington Post'a verdiği röportajda Endonezya'yı tehdit ettiğinin ertesi günü Endonezya parası dibe vurdu ve Suharto ekonomiyi Berkeley Mafyasına teslim etmeye, fakirlere yaptığı gıda yardımları kesmeye, işçileri işten çıkarmaya karar verdi.
ABD Merkez Başkanı Alan Greespan krizi "Bugün
sahip olduğumuz piyasa sistemi tarzıyla ilgili bir konsensüs yönünde çok dramatik bir olay"
diye değerlendiriyordu.
Konsensüs
derken kastettiği;
dünyayı sömüren kapitalist şebekelerin hâkimiyetinden başka bir modele izin verilmeyeceğiydi.
Güneydoğu Asya'nın on yıllar boyunca biriktirdiği 600 milyar dolar sadece 1 yıl içinde
yok oldu. Sömürgeci haydut şirketlerin eline geçti.
Orta sınıf eridi. 20 milyondan fazla
Asyalı sefalet çizgisinin altına düştü.
Sefalete çare
bulamayan Filipinler ve Güney
Kore'nin kırsal
kesiminde yaşayan
aileler kızlarını Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki seks piyasasının tacirlerine satmaya başladılar.
ABD Dış İşleri Bakanı
Madeleine Albrigt 1999'da Tayland'ı ziyaret ettiğinde son bir kaç senedir kendini katlayan çocuk fahişeler konusunda Tayland halkını
fırçaladı; "Kız çocuklarının
sömürülmemesi, fuhşa zorlanmaması, AIDS'le yüz yüze bırakılmaması temel insani görevdir" diyordu.
Albright, Tayland'lı kızların seks
ticaretine zorlanması ile bu ülkelere zorla uygulatılan ekonomik programlar
arasında hiç bir ilişki
göremiyordu. Hem onları sefalete sürüklüyor
hem bu sefaletten dolayı
onları
aşağılıyordu.
TeraFLU
Donald Rumsfeld, ABD savunma Bakanı
olduğunda
herkes onun neden bu görevi
kabul ettiğini
merak ediyordu. 68 yaşındaydı,
5 torunu vardı
ve 250 milyon dolarlık
bir servetin sahibiydi.
Rumsfeld, "21. Yüzyılda nesnelerin sayıları ve miktarları hakkında düşünmekten vaz geçeceğiz; hız, çeviklik ve kesinlik
konusunda kafa yoracağız" diyordu. Kalabalık ordular
yerine kalabalık orduları kiralama; kalabalık silahlar yerine, kalabalık
silahları kiralama; kalabalık bakanlıklar yerine, kalabalık bakanlık
hizmetlerini özel sektörden satın alma yoluna gitmek gerektiğini düşünüyordu. Bu nedenle personel ödemelerine daha az, özel şirket kasalarına daha çok bütçe
ayırmak yanlısıydı.
Rumsfeld'in projesi "piyasa mantığını" ABD ordusuna uygulamaktı. ABD ordusunun özel sektöre
devredilebilecek alanlarının tespiti işinin ihalesini Halliburton şirketi almıştı. Orduya teçhizat sağlamak
için değil, ‘operasyonların yürütülmesinde
yönetici olmaları’ için ihale açılıyordu. 1995'ten itibaren Halliburton'un başında
daha sonra ABD Başkan
yardımcısı olacak olan Dick Cheney vardı.
Rumsfeld Ulusal Güvenlikten anladığı
kadar, para kazanmaktan da anlıyordu.
Uluslararası ilaç ve kimya şirketi Searle Pharmaceuticals'ın CEO'su olarak kansere neden olması nedeniyle çok tartışmalı ancak çok karlı bir iş olan aspartam iznini almak için siyasal bağlantılarını kullandı. Ve bu işten 12 milyon dolar kazandı.
Eski savunma bakanının bu olağanüstü
başarısı(?) onu Sears ve Kellog's gibi firmaların yönetim kuruluna getirdi. Bu arada Rumsfeld'in uçaklar üzerine de
büyük yeteneği
olduğunu
keşfeden(?)
uçak üreticisi Gulfstream de onu yönetim kuruluna getirdi. Aynı anda ASEA Brown
Bovari'ninde yönetim kurulu üyesi olarak yıllık 190 bin dolar alıyordu. Bu şirket 2000 yılında Kuzey Kore'ye nükleer reaktör satmıştı ve Rumsfeld skandal ortaya çıktığında
bu satışı
bir türlü hatırlayamadı.
Ancak Rumsfeld'i felaket
kapitalizminin sıkı bir oyuncusu yapan biyoteknoloji şirketi Gilead Sciences'ın yönetim kurulu başkanı
olduğu
1997 yılıydı. Bu şirket
çok sayıda grip hastalığının yanında Kuş
Gribi tedavisinde kullanılan
TamiFLU'nun ve Bazı önemli HIV (AIDS) ilaçlarının patentini de almıştı. Kuş
gribi salgını başladığında
hükumet milyarlarca
dolarlık
ilaç satın almıştı. Bu satış,
Gilead Sciences'a yüz milyonlarca dolar getirmişti. Şirket geleceği görerek kazancının
önemli bir bölümünü piyasaya girecek daha ucuz ilaçların dağıtımını engellemek için harcama kararı aldı.
Rumsfeld'in şirketleri ve yönetiminde olduğu birçok şirket, o Savunma Bakanı olduğunda gündeme geldi. Ondan bu görevlerini terk etmesi ya da dondurması
istendi. O kendisine 6-7 ay süre verilmesini ve bu konuları halledeceğini söyledi. Bir şey hariç
"TAmiFLU" . Bu grip ilacındaki hisseleri konusunda hiç bir şeye yanaşmadı.
Rumsfeld’in ne kadar uzak görüşlü biri olduğu
çok kısa bir sürede ortaya çıktı: Sonradan çok büyük bir ‘balon’ olduğu ortaya çıkan Kuş Gribi salgınında 1,4 dolardan aldığı
TamiFLu hisseleri 81 dolara çıktı. Bir seferde eline geçen 50 milyon dolardan
fazlaydı.
Not 1: WHO'nun (Dünya Sağlık Örgütü) Genel Müdür yardımcısı Bruce Aylward'ın 25 Şubat 2020’de Pekin'de yaptığı
toplantıda
Corona Salgını için önerebilecek
tek ilaç
olarak lanse ettiği
Remdesivir Rumsfeld'in Glead Sciences şirketinin bir ürünüdür.
Not 2: Bilim kurulları HIV
ilaçlarının Coronaya iyi geldiğini iddia ediyorlar. Kalp krizi ve pıhtı atmak gibi yan etkileri
olduğu
ispatlanmış HIV ilaçlarının patenti de
Rumsfeld'in ortak olduğu
Glead Sciences’ın elindedir
Not 3:Tamiflu
son derece tartışmalı bir ilaçtır. İlacı kullananlardan zihinlerinin karıştığı, paranoyak eğilimler gösterdikleri,
hayal dünyasına daldıkları, intihar eğilimine girdikleri konusunda birçok vaka vardır. Kasım
2005-Kasım 2006 yılları arasında dünya çapında TamiFLU ile bağlantılı
25 ölüm vakası gerçekleşmiştir. İlaç ABD 'de "kendine zarar verme ve zihin karışıklığına
sebep olma özelliğine sahiptir" uyarısı ile satılmaktadır. (ŞOK Doktrini, s:405)
Ahhh, güzel Bağdat: IRAK
Egemenler
sıradaki ülkenin hangisi olduğunu tartışıyorlardı.
Şok Doktrinin babası Thomas Friedman Arap dünyasının tamamen feth edilemeyeceğinin bunun yerine bir dizi demokratik/neo-liberal dalga başlatacak bir tsunamiye ihtiyaç olduğunu söylüyordu.
Şok Doktrinin babası Thomas Friedman Arap dünyasının tamamen feth edilemeyeceğinin bunun yerine bir dizi demokratik/neo-liberal dalga başlatacak bir tsunamiye ihtiyaç olduğunu söylüyordu.
Yapay tsunami
için adaylar İran, Irak, Mısır ve Suriye idi. İran ve Mısır fazla zahmetli
bulundu, Suriye ise fazla fakir. Irak hem savaşla yıpranmış hem BM
yaptırımları ile ekonomisi çökertilmiş, hem de lideri yıpranmış bir ülkeydi. Üstelik çoook zengin
petrol kuyuları vardı. Irak'a verilecek ders, Sınırlarını Chicago Boys'a açmayan diğer Arap
devletlerince de alınacaktı.
Saddam,
ABD'nin güvenliğine bir tehdit oluşturmuyordu. Ama ABD'li şirketler için bir
tehditti. Çünkü ABD'li ve İngiliz
firmaları bırakıp bir Rus Petrol devi ile anlaşmalar imzalamıştı.
Bir tek
günde 380'den fazla füze, uçaklardan bırakılan 30.000 den fazla bomba ve 20 bin
hassas güdümlü füze Bağdat'ı dövdükçe dövdü. ŞOK ve DEHŞET ile toplumun iradesi, teslim alınmaya çalışılıyordu.
Chicago
Boys’un Irak'ın eğitim politikasını kendisine
emanet ettiği John Agresto, okulların yağmaladığı haberini aldığında, olayı, "Bu Irak'ın eğitim sisteminin sıfırdan başlanarak yenilenmesi için fırsattır" diye değerlendiriyordu. Halbuki Agresto'nun beğenmediği o sistemle
Irak, okur yazar oranını %89'a çıkarmıştı. Oysa Agresto'nun geldiği New Mexico'da nüfusun %46'sı işlevsel olarak cahildi ve %20'si
bir fatura üzerindeki
rakamları
toplayabilmek için gerekli
aritmetik bilgisine sahip değildi.
Şok Doktrinin babası Thomas Friedman Irak'taki uygulamalara
gelen eleştirilere "Biz Irak'ta bir ulus
inşa etmekle uğraşmıyoruz, Bir ulus YARATMAKLA uğraşıyoruz" diye cevap verdi. Ve ilk anda 500.000 Iraklı işten çıkarıldı. Irak
ekonomisini ayakta tutan tamamı devlet teşekkülü 200 firma kapatıldı. Açılan hiç bir ciddi ihaleyi Iraklılar alamadı. İşsizlik oranı %65'e çıktı. İthalat ürünlerine gümrükler, yabancıya yerli ortak mecburiyeti, içeride kazanılan paranın yurt dışına çıkarılması önündeki engeller tamamen kalktı. Tam bir
bırakınız yapsınlar liberalizm devreye girdi.
Şili'den ve Salvador'dan Pinochet
döneminde eğitilmiş ölüm mangaları kiralanarak
ülkeye getirildi. ABD'li askerlerin
yeterince acımasız olamadıkları düşünülmüştü. Ölüm mangaları, elleri kolları kelepçeli genellikle kafaları tek kurşunla ya da elektrikli
matkapla delinip yol kenarına atılmış cesetlerle imza atmayı seviyordu.
2005 yılında
bizzat İçişleri Bakanlığının bodrumunda gizlenmiş, bazılarının kafa derileri yüzülmüş, kafalarında matkap delikleri açılmış, el ayak tırnakları sökülmüş, 173 tane
canlı mahkûm
bulunmuştu.
Amerikalıların
kontrolündeki cezaevlerine 61.500 Iraklı hapsedildi. Erkeklerin başlarına ilk andan itibaren çuval geçiriliyordu. İspatlanmış işkence yöntemleri; dondurucu soğuklukta su
ve elektrik ŞOK verme, Alman K9 köpeklerini
saldırtmak, kaba
dayak, ailesinin ya da arkadaşlarının önünde çıplak gezdirilmek, 70'e 70 cm hücrelere kapatılıp çok
yüksek volümde heavy Metal müzik dinletmek gibi yöntemlerdi.
Tutukluların
%70-90'ından fazlası "yanlışlıkla" tutuklanma gerekçesi ile serbest bırakıldı.
ABD işgalci
birliklerinin kontrolündeki alanda sadece 1 yılda 300 den fazla Üniversite
Bölüm başkanı, 2 bin
hekim öldürülmüştü. 12 bin civarı hekim de öldürülmemek için ülkeden kaçmak zorunda
kalmıştı. Sokaktan kaçırılan insan sayısı 20.000'in üzerindeydi.
Emekli ABD
subayı Ralph Peters 655.000 insanın ölümü ile sonuçlanan bu operasyonun
ardından 2006 yılında USA Today'de şöyle yazıyordu "Iraklılara, hukukun egemen olduğu bir ülke yaratabilmeleri için eşsiz bir fırsat verdik ama onlar nefreti,
dinsel şiddeti, etnik bağnazlığı ve bir
yozlaşma kültürünü tercih ettiler."
Irak Savaşında
Ebu Gureyb Cezaevi'nde çekilen ve topluma yayılan korkunç, rezil ve aşağılık fotoğraflarla,
korku ve dehşet
hissinin Irak toplumuna yayılması ve toplumun, elektrik şoku verilmiş hayvanlar gibi kaskatı kesilmesi, planlanmıştı. Bu sayede ne petrol kuyularının, ne kar getiren şirketlerin ABD'lilerin eline geçmesine ne de ülkelerinin toprakları üstüne
onlarca Amerikan üssü kurulmasına itiraz edemeyeceklerdi.
Eski ABD içişleri Bakanı Richard Armitage Irak'ta ters giden şeyin "Koalisyonun savaş sürerken
fazlası ile insani bir yöntem" belirlemesi olduğunu söylemişti... “Almanya'da ve Japonya'da halk bitip tükenmiş ve derin bir şoka uğramıştı. Bugün ABD,
Irak'ta şoka uğramamış ve korkuya kapılmamış bir IRAK halkı ile karşı karşıyadır." diyordu.
Irakta
yapılan özel bağlantıları olan özel şirketlerin, ABD'den Irak'a yatırım Fonları çıkartıp hem Irak'ın servetlerini hem ABD'den oraya
yollanan yardımları çantalara doldurup ABD'ye geri taşımaya yarayan bir sistemin kurulmasıydı.
Frank
Willis Irak'ta inşa edileni "Serbest Dolandırıcılık Bölgesi
"olarak adlandırılıyordu. Yağmalanan sadece Irak'ın malları değil aynı zamanda ABD halkının vergileriydi.
28 Mart 2003 gecesi ABD uçakları
devasa sığınak delici bombalarla telefon santralleri bombalamaya başladı. 2 Nisana kadar tüm santraller bombalandı. Bağdat'ta çalışan tek bir telefon bile kalmadı. Sonra sıra Enerji santrallerine geldi ve 4
Nisan'da Bağdat
zifiri karanlığa gömüldü. Alt yapı daha sonra gelecek şirketlere “İş Fırsatı” yaratmak için yok
ediliyordu. Öyle ki hava alanlarındaki uçaklar bile koltukları sökülüp tahrip
ediliyorlardı.
İşgalden
sadece 6 ay sonra Iraklılar
kendilerini, içme sularını Bechtel şişelerinden,
evlerinin aydınlatmasını, General Electric'in döşediği elektrik tesisatından gelen elektrikle General
Elektrik lambalarından,
sağlık gereksinimlerini Parsons tarafından inşa edilen hastanelerden, sokakların güvenliğini
günlükleri (GÜNLÜK) 900 USD'ye gelen
DynCorp'un güvenlik elemanlarından alırken buldular.
Parsons'a 142 sağlık kliniği
inşası için 186 milyon dolar ödenmişti
ancak Parsons ülkeden
çekildiğinde sadece 6 bitirilmiş klinik vardı. General Elektrik, Irak'ın elektrik sistemi için aldığı
2,3 Milyar doların
karşılığında
2006 yılında Bağdat’a günde sadece 2 saat elektrik
verebiliyordu. Bu işgalin
ilk yılından bile kötüydü.
Eski ABD Başkanı baba Bush'un şirketi Carleyle Group, robot sistemleri ve savunma sistemleri
satışı sayesinde savaştan muazzam bir kazanç sağlamıştı. Carleyle Group'un alt firması olan USIS ise Irak'ın polis kuvvetlerinin eğitim ihalesini almıştı ve bu da çok
karlı
bir yatırımdı. Yönetim
kurulu başkanı Bill Conway, savaşın
ilk 18 ayına
atıfla "18 ayda para kazandık, hem de çok para
kazandık" diyordu.
ExxonMobil, Chevron, Shell ve BP
petrol şirketleri
ülkeye üşüşmüştü. Başında ABD eski Başkan yardımcısı Dick Cheney'nin bulunduğu Halliburton, çıkması muhtemel yangınları söndürme ihalesini
alarak girdiği
Irak'tan neredeyse tüm enerji ihalelerini alarak çıktı. Halliburton'un
defterinde en karlı sektör daima savaştı.
ABD Genelkurmay Başkanlığı
da yapmış olan BUSH döneminin Dış
işleri
bakanı
James Baker, Irak Savaşı sırasında HAaliburton ve Rusya'nın en
büyük petrol şirketi
Gazprom'un yanı sıra Suudi Kraliyet Ailesinin de vekilliğini yapmaktaydı. Üstelik Carleyle Group'ta ana hissedar olmuştu ve bu hisseler kabaca 180 milyon
dolar yapmaktaydı. Baker, ABD hükumetince Irak'ın Kuveyt'e olan borçlarını
sildirmek için görevli temsilci olarak gönderilmişti. Ancak O, Irak'ın borçlarının silinMEMEsi karşılığında, ortaklığı
bulunan Carleyle Group adına
Kuveyt'le 1 milyar dolarlık
yatırım ve arazi anlaşması yapmayı
tercih etti. Ancak skandal ortaya çıkınca
1 milyar dolarlık
araziden oldu.
Eski Dış işleri Bakanı George Shultz, Eylül 2002'de The Washington Post'ta
"Şimdi Harekete Geçme Zamanı: Tehlike Yaklaşıyor. Saddam
Devrilmeli" diye yazmıştı. Shultz savaştan sonra "Irak'ı Özgürleştirme Komitesi"nin başına
getirildi. Shultz'un CEO'su olduğu Bechtel şirketi
Irak'ın
yeniden inşasından kesesine 2,3 Milyar Dolar koymuştu. Danielle Brian "Irak'ta hükumetin nerede bitip, Bechtel'in
nerede başladığı belli değildi" diyordu. Bectel'in inşa ettiği kanalizasyonu çalışmayan okullar Irak'lıların daha
2004'te tepkisini çekmeye başlamıştı.
Elbette Şili'den başlayarak her yerde olan Kissinger'de
oralardaydı. Coca Cola'dan Union Carbide'e, Hunt Olile'den mühendislik devi Fluor'a
kadar bir sürü firmayı Irak'taki ÇOK YÜKSEK maliyetli lobici olarak temsil
ediyordu. (Mesela Fluor Irak'taki en büyük inşaat yapılandırma ihalelerini alan şirketlerden biriydi.)
Kissinger'ın dostu ve iş ortağı
Richard Perle Irak'ta Savunma Politikası Kurulu'nun başına geçmişti.
Perle ve Kissinger'ın
ortak şirketi
Trireme Partners'ın Irak Savaşı üzerinden elde ettiği muazzam karları ortaya çıkaran
Pulitzer Ödüllü gazeteci Hersh'e CNN televizyonundan verdiği cevapta Perle "Bir şirketin savaştan kar sağlayabileceğine inanmıyorum.. bu gazetecilik türü teröristliktir" diye cevap
veriyordu. Perle, kısa süre sonra yaptığı "İran'ın yönetimi değiştirilmeli" çağrısının, bir Pentagon yetkilisinin görüşü,
bir dış siyaset uzmanın tavsiyesi olarak okunmasını, asla onun
silah şirketlerine
ortaklığı
ile ilişkisinin
kurulmamasını istiyordu.
Senatör Byron Dorgan başından
geçen yaşanmış bir klima ihalesini şöyle
anlatıyordu:
"Klima ihalesini alan şirket işi
bir taşerona
devretti, oda başka
bir taşerona
ve oda bir başkasına ve sonuçta dördüncü taşeron odaya bir vantilatör taktı". Mahkemeye düşen bir çatı izolasyon işinde ihaleyi alan firmaya 21.000 dolar verilmiş, ancak 4. taşerondan sonra işi yapan işçilere
sadece 2 'şer
dolar yevmiye verildiği
kayıtlara geçmişti.
Bütün bunlar olup "IRAK'a
yapılan yardım paraları göz göre göre çalınırken" Iraklılara olayı
seyretmekten başka
çare kalmıyordu.
Irakta yapılan, Özel şirketlerin ÖZEl patronları vasıtasıyla ABD'den Irak'a yatırım FoNları çıkarılıp, hem Irak'ın
servetlerini hem ABD'den oraya yollanan FONları çantalara doldurup geri ABD'ye
taşımalarına
yarayan bir sistemin kurulmasıydı.
Not: CIA'nin gizli deneylerinde özel
sorgulama tekniklerine maruz kalan, birçok defa elektro şok verilen ve hala hayatta kalan
birisin. 1950'de McGill Üniversitesi'nde
senin üzerinde
yapılan araştırmanın
şimdi
Guantanamo Körfezi
ve Ebu Gureyb'deki mahkûmlara uygulandığına inanıyorum. Bu konuda fikrin nedir?
Bu kesin böyledir diyemem ancak şunu söyleyebilirim: "Geçenlerde
Irak'a gittim. İşkencenin orada oynadığı rolü anlamaya çalışıyorum. ABD'liler bize işkencenin bilgi almak için olduğunu söylediler. Ancak sanırım, bunun ötesinde bir şeyler var; yeni bir ülke inşa etmekle, insanların zihinlerini silip, onları yeniden yaratmakla ilgili olabilir."
Katil DUVAR yolumu biçtin: Filistin
İsrail'in
en ciddi mahkûmiyeti, ekonomisinin Gazze ve Batı Şeria'daki Filistinlilere olan
mecburiyeti idi. Ekonomisinin onların emeği olmadan ayakta kalması mümkün değildi. Filistinli çiftçiler
ürünlerinin yüklü olduğu
kamyonları İsrail'in içlerine doğru sürerken, Gazze ve Batı Şeri'a’dan her gün 150.000 insan evlerini terk edip çöpçü, inşaat işçisi
gibi emek yoğun
alt tabaka işlerinde
çalışmak
için İsrail'e geçiyordu. Filistinliler mallarını İsrail'e
satıp, buldukları işlerde çalışırken
hem karınlarını doyuruyor hem de İsrail ekonomisine durdurma tehdidini ellerinde tutuyorlardı. Her kriz İsrail'de tüm hayatı ve ekonomiyi felç ediyordu.
Gazze ve Batı Şeria'nın işgali,
Arap Devletlerinin boykotu, İsrail'in ekonomik geleceğini yiyip bitiriyordu. İsrailli şirketler
savaş
nedeniyle sürekli
boykotlara uğruyor,
bölgesel çekişmenin içinde sıkışıp
kalıyorlardı. Savaş
bitirilmeliydi.
Dönemin Dış işleri bakanı Şimon Peres, barışın artık kaçınılmaz seçenek olduğunu söylüyordu.
Ancak özel
bir barıştı bu; "Biz bayraklar
barışının değil, piyasalar barışının peşindeyiz" diyordu.
Bundan bir kaç ay sonra İsrail
Başbakanı Yitzhak Rabin ve FKÖ lideri Yaser Arafat Oslo Anlaşması için
Beyaz Saray'ın
bahçesinde el sıkıştılar. Bu üç
kişi
1994 Nobel Barış Ödülü'nü paylaştılar ve her şey ondan sonra korkunç derecede kötüye gitti.
Talihsiz bir rastlantı ile Oslo
süreci Chicago Okulu'nun Rusya'yı patlatması ile aynı zamana rastladı. Çöken
Rusya ekonomisinin yarattığı felaketten kaçan 1 milyon insan İsrail'e geldi. Pek çoğunun "Yahudi oldukları" bile şüpheliydi. Ancak içlerinde İsrail'in 80 yılda yetiştirdiği bilim adamlarından daha iyi eğitim almışlar
vardı.
Artık İsrail'in ekonomisinin işlemek için Filistinlilere de Oslo Barış Sürecine de ihtiyacı yoktu.
Her tarafta duvarlar örülmeye başlandı. Filistinlileri tamamen tecrit etmek için kurulan beton duvarlar ağı
su kaynaklarını
ve büyük yerleşim
yerlerini de İsrail
topraklarının içine katıyordu.
İşçiler işlerine
gidemiyor, çiftçiler ve tacirler mallarını satamıyor
hatta tarlalarına
iş
yerlerine ulaşamıyorlardı. İşsizlik bir anda %66'lara çıktı. GSMH %70 küçüldü.
Bu arada sonradan Başbakan olacak olan dönemin Maliye Bakanı Benyamin Netanyahu ile İsrail'in yeni Merkez Bankası başkanı Stanley Fisher'in birlikteliği, Likud partisi ile Chicago Boys'un evliliğini de ilan ediyordu. Bu evlilikten
bütün dünyaya satılacak
sanal medya takip sistemlerinden, kamera sistemlerine kadar yapay zekâya dayalı
bir güvenlik sektörü doğdu.
Müşterileri arasına ABD Savunma Bakanlığı, New York Polis Departmanı, Montreal Metrosu, Washington Hava
Alanı, Los Angeles ve Colombia şehir Belediyeleri, Kanada Federal Polis Teşkilatı, Exxon Mobil, Shell, Texaco, Levi's, Sony, Citigroup, Pizza Hut,
Boeing hatta Buckingham Saray Sarayı vardı.
Giderek daha fazla ülke aralarına İsrail tipi duvarlar kurarak,
duvarların
arkasına
geçmeye başladılar. Hindistan Keşmir, Suudi Arabistan Irak, Afganistan Pakistan, ABD Meksika
(Türkiye Suriye/Türkiye İran
-AHÇ ) arasında kurulan teknoloji ürünü güvenlik engelleri, felaket piyasasının
yeni "pazarlama" ürünlerinin piyasa bulduğuna işaret etmekteydi.
Ancak Felaket Kapitalizmi İsrail'in kendi halkını da istisna
etmiyordu. Sosyal desteklerin kesilmesi İsrail'in daha önce hiç
karşılaşmadığı türden
bir eşitsizlik
salgını var etti. 2007'de yoksulluk içinde yaşayan çocukların
sayısı %8'den %35,2'ye çıktı.
2006 yılında İran-Hizbullah Savaşı İsrail'in hezimeti ile neticelenmiş olsa da kazanan felaket
kapitalizmiydi. O nedenle savaş sürerken
Tel Aviv Borsası
yükselmişti. Aynı İspanya ve İngiltere'deki
metro bombalamalarından
sonra borsaların
yükselmesi gibi.
İsrail
Ticaret Odaları
Federasyonu Başkanı Gillerman,"Müslümanların hepsinin terörist olduğunu söylemek doğru olmayabilir,
ancak gerçek olan bir şey var ki, teröristlerin hepsinin Müslüman olduğudur. Dolayısı ile bu savaş sadece İsrail'in değil bütün dünyanın savaşıdır" diyerek bütün dünyayı
güvenlik tedbirleri almaya çağırıyordu. İsrail'in
önde gelen
bankerlerinden Len Rosen, Fortune Dergisine, "Güvenlik Barıştan daha önemlidir" derken
"dünyayı korkutmanın" dünyaya İsrail Güvenlik
Teknolojisi satmanın
en iyi yolu olduğunu
bilmediğini
düşünmek mümkün değildi.
İsrail uç bir örnektir. Ancak felaket Kapitalizmi düşük yoğunluklu korkutma ve
yıkım koşulları ile devam
etmektedir. İnsanların biyometrik kimliklerle birbirlerinden ayrıldıkları, aşağı tabakalardan
soyutlanmış yüce insanların yaşadıkları şehir devletlere doğru gidiyoruz. İsrail'in bir istisna olarak dışlanması değil, İsrail'in dünyaya yayılmasıdır söz konusu olan.
Yalnız bunun geçmişten farkı şu: Eskiden Soylular kendilerini güvenlikli kalelere hapsederlerdi: Şimdi fakirleri kalelere doldurup kendileri dışarıda kalacakları bir sistem geliştiriyorlar.
Solidere şirketi: Lübnan
İsrail,
2006'da Lübnan'ın yollarına, köprülerine,
hava alanlarına
şehirlerine
yaptığı
saldırılarla kabaca 9 milyar dolarlık bir
yıkım yaratmıştı. Bu esnada Lübnan'da ekonomik hayat neredeyse
tamamen durmuştu.
Prefabrik evlerden, tıbbi
ürünlere hatta süt işleyen mandıralara kadar 140 civarında işletme İsrail Bombaları ve füzelerce vurulmuştu. Savaştan
önce de büyük bir borç yükü altında olan
Lübnan'a, Paris'te Ocak 2007'de 30 ülke adına dayatılan ŞOK Terapisine yani telefon, su,
elektrik şirketlerinin
özelleştirilmesine, Petrol fiyatlarındaki artışa,
vergi limitlerinin yükseltilmesine,
fakirlere yapılan
desteklerin kısılmasına, insanların işsizleştirilmesine
direnebilme şansı görünmüyordu. Klasik bir Barış
cezalandırmasıydı bu.
Diğer taraftan aynı tarihlerde New York Borsası, İsrail'de yatırım yapmak için
özel bir konferansa
ev sahipliği
yaptı.
Konferansa çoğu, "Ülke güvenliği" konusunda çalışan 200'den fazla İsrail'li firma katıldı. Lübnan
halkı
molozları
kaldırmaya
çalışırken İsrail
ekonomisi neredeyse hiç
etkilenmeden hatta gelişerek
savaştan
çıkmıştı.
Batı'nın desteklediği Fuat Sinyora öne sürülen
koşulları pek de tereddüt etmeden kabul etti:
"Özelleştirmeyi Lübnan icat etmedi ya!" diyordu. Sinyora, hemen ardından Telefonun satışı
için ABD Başkanı Bush'un bağlantılı şirketi Booz Allen Hamilton ile anlaşma imzaladı.
Ancak içlerinde Hizbullah'ın da olduğu sendikalar ve partiler bir
koalisyon kurarak insanların daha fazla fakirleştirecek, ülkenin kıt kaynaklarını dışarıya transfer edecek "yeniden yapılandırma" ismi verilen bu anlaşmaya büyük
gösteriler düzenleyerek karşı çıktılar. Sinyora kredi kuruluşlarına
(Tefecilere-AHÇ) teminatlar verirken Lübnan'da yollara kurulan barikatlar,
grevler ve oturma eylemleri ile hayat durma noktasına gelmişti. New Day'in Ortadoğu büro şefi
Muhammed Bazzi "Şehir merkezlerine yığılan bu insanları harekete geçiren unsur ne İran, ne Suriye, ne Şiilik ne de sünnilik; on yıllardır Lübnanlıları bezdiren işsizlik, fakirlik, yoksulluktur. Bu en alt tabaka işçilerin ayaklanması" diyordu.
Gösteriler Solidere şirketinin bulunduğu meydanlarda yapılıyordu. Lübnan'ın Bir önceki yıkımında Refik Harari "Bana
sahilden toprak verin, bu ülkeyi Ortadoğu'nun Singapuru yapayım” demişti.
İstediği arsaları alan Harari neredeyse mevcut tüm
yapıları buldozerle yıkarak şehri bir "boş levha" ya çevirmişti
(Yazar, insanların hafızalarının silinmesi gibi şehrin hafızasının
silinmesine atıf
yapıyor.-AHÇ) Harari’nin şirketi
Solidere, eski çarşıların
yerine marinalar, lüks
döşenmiş çarşılar,
bin bir çeşit lüks malın
satıldığı alışveriş merkezleri yaptı. Ancak merkezin hemen yanındaki mahallelerde elektrikten,
kanalizasyona, toplu taşmaya
kadar her şey
ihmal edilmişti.
15-20 sene sonra bile binalardaki kurşun delikleri yerlerinde duruyordu. Buralarda yaşayanlar Solidere'in kuşattığı
alana girdiklerinde Solidere'in güvenlik elemanlarınca “görüntüyü kirlettikleri” gerekçesi ile kovuluyorlardı.
Raida Hatoum, "Askerler, yeniden yapılandırma işine giriştiklerinde, savaşın sona ermesi ve
sokakların yeniden inşa edilmesi nedeniyle çok mutlu olmuştuk. Zamanla farkına vardık ki, sakaklar satılmış, özel mülkiyete geçmişti. Artık çok geçti. Para, borç alınmıştı. Bu borcu daha sonra biz ödeyecektik ve biz bunu bilmiyorduk" diyordu.
Felaket Kapitalizminin her zaman ki
sonucu olarak, fatura toplumun hali en kötü olan kesiminin üzerine yıkılmıştı.
Hizbullah kontrolündeki komiteler
evleri hasar görmüş
herkesi ziyaret edip, İran'ın desteği ile kira dâhil 12.000 dolar
yardımda bulunuyorlardı. Bu ABD'deki Katrina kasırgasından sonra FEMA'nın New
Orleans halkına yaptığı yardımdan
6 kat fazlaydı.
Hasan NAsrallah'ın TV'den yaptığı "Kimsenin sadaka kuyruğuna, alacağımız üç beş kuruş için girmeyeceğiz" kelimeleri halka çok hoş bir müzik sesi gibi geliyordu. Parayı Lüks
Oteller, AVM'ler, Olimpik yüzme havuzları yerine sıradan
insanların
ihtiyaçlarına harcamışlardı. Üstelik Hizbullah filtre kullanmıyordu: Hristiyan, Yahudi, Laik Sünni ya da Şii.
İnsanlar
Hizbullah'tan memnun kalmışlarsa bunun sebebi Felaket Kapitalizminin alternatifinin de
olabileceğini
bu örgütte görmüş olmalarıydı.
Hizbullah, emperyal destekli Refik Harari'nin Solidere'inin Tek Alternatif olmadığını, eğer fakirlerin arasında bir iş birliği sağlanabilirse örgütlü bir çalışma ile emperyalist dayatmalara direnilebileceğini bize İŞARET ediyordu.
Hizbullah, emperyal destekli Refik Harari'nin Solidere'inin Tek Alternatif olmadığını, eğer fakirlerin arasında bir iş birliği sağlanabilirse örgütlü bir çalışma ile emperyalist dayatmalara direnilebileceğini bize İŞARET ediyordu.
Ramazan 1441 / ALANYA
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: ŞOK DOKTRiNi - NAOMi KLEiN
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
felaket Kapitalizmi,
Kitaplarım,
mandela,
Milton Friedman,
Naomi Klein,
Pinochet,
prestroikai Boris Yeltsin,
Shock and Awe,
Şok Doktrini,
Tiananmen
2 yorum:
Aahh o fakirler arası iş birliği.Onun insanlardaki bilinçsizliği ve yokluğu mücessem batı siyonizm seytanının ekmek teknesi.insanlar layık oldukları şekilde yönetiliyorlar.
Yorum Gönder