Çocuk Nasıl Perişan Edilir?

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 15 Tem 2022 5 yorum

 Tezgâhtar, hani şu “Anasının Gözü” denilen tiplerdendi. Tecrübe kazansın diye mağazaya girdikten sonra kendi başına bıraktığım çocuğu avucunun içine alması için birkaç kelimesi yetti. Uzun süredir satamayıp elinde kalmış olduğunu anlamanın büyük bir yetenek gerektirmediği bir ürünü, benzerlerinin 2 katı fiyata bizimkine sessizce pazarlamasını takdir ve hayranlıkla ama sessizce seyrettim. Para ödeme faslına geldiği anda araya girdim ve “Biz bir başka şeye daha bakmak istiyoruz” dedim.

İşin yönünün değiştiğini hisseden tezgâhtar, bıyık altından gülümsemesine engel olamayarak, her türlü dolandırıcılığa alet edilebilen o sihirli cümleyi, mutlak bir vahiymiş edası ile adeta azarlar tonda, “Gencin tercihlerine saygı göstermemiz gerekmez mi?” diye tekrarladı.

Yani gayet kurnazca çocuğu bilerek yönlendirdiği seçeneği bana, “Çocuğun Tercihi” olarak sunuyor ve buna boyun eğmemi istiyordu.

“Bak Biladel, yaşım elliyi geçti! Ömrümü, kazık yiyerek ve dolandırılarak tecrübe biriktirmekle geçirdim. Bunca tecrübeyi “çocuğumun bir uyanık tezgâhtar tarafından dolandırılmasını sessizce seyretmek için mi biriktirdiğimi düşünüyorsun? Bir baba, biriktirdiği hikmeti uyanık pazarlamacılara karşı evlatlarını korumak için kullanmayacaksa ne zaman kullanacak?” diye cevap verdim.

Ne yazık ki genç NESLİN, EGO ya da şehvet üzerinden ayartılmasında herkes, tezgâhtarlar kadar ulaşılabilir, fark edilebilir ve baş edilebilir yerde değil.

FACİA

Son 20-30 senelik süreç; “Çocuk nasıl perişan edilir?”, “Bir nesil, nasıl heder edilir?”, “Bir toplumun geleceği, yüzyılların emperyal sömürgecilerine nasıl peşkeş çekilir?” üzerine yapılmış adeta bir gösteri, bir show, bir deneme, bir deney, bir yüksek ihtisas uygulaması idi sanırım. Ancak, çıkan sonuçlara bakıp dehşete kapıldığımız sürecin henüz sonuna gelmiş gibi de durmuyoruz.

Müsaadenizle çalakalem, duygularım taze iken görebildiğim birkaç noktanın altını çizmek istiyorum:

(Ancak üzerinde sık konuşulan çocukların yarış atına döndürüldüğü süreçlerin; imtihandan imtihana koşturulurken birbirlerine RAKİPLEŞTİRİLEREK hasımlaştırılmalarının ve bu hasımlaştırmanın toplumsal parçalanma üzerine etkisi veya kalitesiz, niteliksiz, EZBERİ İHMAL eden eğitim sisteminin gençleri ahmaklaştırması gibi konulara girmeden daha AZ konuşulan, daha faza dikkatlerden kaçan konulara girmeyi tercih etmek istiyorum.)

Öncelikle devlete birkaç kelam edelim sonra ailelere de birkaç kelimemiz var.

Hiçbir şey veremeyen 14 sene

Öncelikle 2 yıl ana sınıfı, 4 yıl ilkokul, 4 yıl ortaokul, 4 yıl lise toplam 14 yıl eğitildikten sonra bir gencin ne topraktan ne hayvandan ne insandan anlamaması, hiç bir mesleki beceri geliştirememiş olması, herhangi bir yeteneğinin fark edilememiş olması hatta kendi geçimini sağlamayı bile beceremeyecek durumda olması ve bu sistemde ısrar edilmesi sadece yanlışlıkla veya hata ile açıklanabilecek bir durum değil gibi geliyor bana.

Üstelik çocuk üniversiteye gitmeyi başarsa da genelde 4 senede oradan da sadece DİPLOMA alabiliyor, yani mesleği yapma izni. Mesleki beceri eğer imkân bulur da iş sahibi olursa, sahada elde ediliyor.

Yok olan kaynaklar

Toplumun “en yüksek enerjiye” sahip kesimi olan bu genç nüfusa, 14 ila 20 sene boyunca hiç bir şey elde etmeden boşa harcanan kaynakların toplumun sırtına yüklediği devasa yükü, bu toplumun neden taşıması gerektiğinin ne iktisadi ne ekonomik ne de sosyolojik makul bir izahı olduğunu sanmıyoruz.  

Meslek edinse de sorun

Üstelik lise sonrası mezun olup 2 ile 10 sene daha eğitim gören EN ZEKİ(?) gençlerden yurtdışına kaçamayıp elde kalanların neredeyse tamamının büyük emperyal firmaların yurt içi pazarlamacılarına ya da ara elemanlarına dönüştürülmeleri, büyük kitlenin memurlaştırılarak işlevsiz kılınması, ÜRETİMİN, eğitim imkânı bulamamış, “yetenekleri en dar” olarak vasıflandırılan kesimin eline bırakılmış olması bir ülke için bir intihar değil midir? Sorusu sürekli zihnimizin bir köşesinde durmalı kanaatimizce.

Bizim gördüğümüz kadarı ile mevcut hali ile eğitim sistemi; tüm yetiştirme masrafları bu toplumun üzerine yıkılmış en yetenekli gençlerini, toplumun içinden seçip Batı’ya ara eleman olarak aktaran bir çark olarak işlev görüyor.

Zekiyi seçmiyor: İmkânı olanı seçiyor   

Lise öncesine indirilmiş baraj sınavı, sorumluluğunu fark edememiş OYUN çağındaki çocukları birbiri ile yarıştırdığı için çocuklar zekâlarından çok maddi imkânları ile birbirleri ile yarışıyorlar. Çocukların bir kısmı neyin ne olduğunun hiç farkında olmadan oyun peşinde koşarken hatta ailelerinden bile destek alamazlarken diğerleri iyi eğitimli anne babaların sistematik desteğinden sonuna kadar faydalanmakla kalmıyor; özel etüt merkezleri, dershaneler (güya dershaneler kapatıldı) ve tutulmuş özel hocalarla sınavlara hazırlanıyorlar.

Eğitimli anne/baba, dershane ve özel hocalarla desteklenmiş öğrenci ile aynı imtihana girip diğerinden daha düşük puan alan öğrenci ahmak/tembel öğrenci ilan edilip öz güveni ezilirken, yüksek puan alan öğrenci de “süper zekâ” ilan ediliveriyor.

Gördüğümüz kadarı ile sistem, genel olarak ekonomik gücü ve imkânı olan çocukları, imkânı olmayan çocuklardan eliyor.

Tüketim ve gösteriş kültürünü besliyor

Ancak sorun burada bitmiyor: ÖZEL imkânları bolca kullanabilen “Süper Zeki” çocuklar doğal olarak FEN LİSELERİNİN genelini teşkil ediyorlar. Yani bir çeşit orta HAL üzeri çocuklar kulübü oluşuyor. Ailelerinin HİÇ BİR ŞEY ESİRGEMEDİĞİ çocuklar arasındaki yarış, sadece PUANLAR üzerinden sürmüyor; aileler gösteriş ve TANRILAŞTIRMA yarışını da puan yarışına eşlik eder vaziyette devam ettiriyorlar.

Çocuklar iyi bir bölümü kazanamasalar da MARKA ve Gösteriş takıntısı büyük bir kesimin bilincini şekillendiriyor ve TAM ANLAMI İle iyi birer TÜKETİCİ oluyorlar. Elbette tükettikleri genelde kendi gençlikleri, yetenekleri, ümitleri ve ailelerinin maddi imkânlarıdır.

Baş belası TANRICIKLAR üretiyor

Çocuklar, “Süper Zeki” ilan edilmiş oldukları için aileleri ve yakın çevreleri tarafından evlerine LÜTFEN gelmiş yüce bir “TANRI” muamelesi görüyorlar. “Sen çalış Doktor ol! Yatağını toplamana; yemeğe, süpürgeye, banyo tuvalet temizliğine, kardeşinin bakımına, babana, iş yerine, alış verişe vs. yardım etmene gerek yok! Senden sadece okumanı bekliyoruz! Herhangi bir şeyi kendine dert etme” gibi klişe kelimler adeta kutsal bir metinmiş gibi her ailede düzenli zikir haline geliyor. Yani “Sen bir Tanrısın, üstelik süper zekâ bir Tanrı. Anne babandan hatta çevrendeki herkesten üstünsün. Bizim varlığımızın sebebi sensin.” Tanrı hizmet vermez alır”a  çocuk şartlandırılıyor.

Ancak daha da kötüsü şu ki: “Kendi pislettiğini temizlemekten, kendi dağıttığını toplamaktan aciz, hiçbir sorumluluk almamış, “ENE’si şişirile şişirile EGOSU, BENCİLLİĞİ, nefsaniyeti kendi başına bela edilmiş” bu yavrucak bir süre sonra ÖZEL Biri olduğuna kendisi de ikna oluyor. Aile, bir taraftan nefsaniyetini, egosunu ve kibrini şişirmeye devam ettikleri çocuğun -bunlarla mücadele konusunda kendisine hiç bir terbiye vermemiş olmasına rağmen- böyle şişirilmiş bir EGO, bencillik ve kibir ile KENDİ KENDİNe baş etmesinin yolunu bulmasını bekliyor. Olmuyor.

Aidiyet hissini kırıyor

Sorumluluk almadan, sıkıntı çekmeden büyütülmüş bencillik Tanrıları mezun olduklarında kendilerini HİÇ BİR ŞEYE karşı sorumlu ve AİT hissedemiyorlar. Her şeylerini onlara adayan kendi anne babalarına, tüm kaynaklarını bolca kullandıkları vatanlarına ve toplumlarına karşı bile. ÖZEL ve YÜCE TANRILARIN kime ne borçları olabilir ki?

Bir üniversite öğrencisi 1 senelik eğitimi süresince ortalama 30 köylünün ürettiğini tüketir. Yani 5 senede 150 köylünün emeğini yemiştir[1]. Mezun olduklarında, önüne tüm imkânlarını sermiş ebeveynlerine, toplumuna, ülkesine karşı sorumluluk duyguları gelişmemiş bu şahıslar, “Bunları HAK etmek için bu topluma ne verdim? Bu insanlara karşı borcum ne?” sorusunu hiç akıllarına getirememeleri sanırım bir tesadüf değildir.      

Nefsi ve Egosu başına bela edilmiş bir nesil yetiştiriyor

“Özel bir Tanrı” olduğuna ikna edilmiş bu çocuklar bir müddet sonra, ailelerinden böyle bir talep gelmese bile  “ÖZEL” olduklarını en azından kendilerine ispat etme ihtiyacı hissetmeye başlıyorlar. Zira aileleri onlara TANRI muamelesi çekse de onlar Tanrı olmadıklarını, güçsüz, biçare, sürekli ilgiye ve hazza muhtaç, göğüslerinde nasıl dolduracaklarını bilmedikleri bir boşlukla beraber yaşamak zorunda olan sahte Tanrılar olduklarını hissediyorlar.

“Başarı” putuna kurban sunmak, kendini sevmenin de tek yolu olarak öğretilmiştir. Allah‘ı memnun etmenin yolu bellidir: Bir miktar çaba ya da fedakârlıkla (namaz, oruç, zekât, zinadan uzak durma vs.) kendini “İyi Bir Mü’min”  olarak hissetmek mümkündür. Ancak EGO’nun, NEFS’in, Kibir’in tatmini kolay kolay mümkün değildir.

Çocuğun üzerinde hem ÖZEL biri olduğunu ispat etmesi gereken AİLESiNİN beklentileri, hem de ailesinin iltifatına layık olduğunu yani gerçek bir ÖZEL kahraman olduğunu ispat etmesi gereken bir de kendisi/vicdanı vardır. (Bu gereksiz ancak çok ağır yük, son dönemde artan genç intiharlarını açıklar mı acaba?)

Bu çocukların hali Olimpos’taki Tanrıların cezalandırması ile her gün bir kayayı dağın tepesine kadar sürükleyen tam tepeye vardığı anda kaya elinden kayıp tekrar dağın eteklerine yuvarlanan Sisipos’un haline benzetilebilir. Her zirveye çıkarılan taş/ her başarı; bir boşluğa, bir anlamsızlığa yuvarlanırken onlara, zirveye taşınması gereken yeni bir taşı işaret eder.  

Çok iyi notlar alsa bile, sürekli test çözen ve tek geliştirebildiği becerisi test olan gençliğin sadece NOT alarak elde edebileceği TATMİN duygusu kendisini İNSAN olarak hissetmesine yetmez. Çünkü o bir hesap makinesi değildir. Zaten girdiği yarışta tam tatmin alma ihtimali neredeyse sıfıra yakındır. Zira imtihana giren öğrencilerin sayısı milyonu bulsa da birinci, sadece 1 tek tanedir.  Üstelik bu yarışta 1. olsa bile gelecek imtihanda durumu belli değildir.

Tanrısız, ahlaki endişeleri yok edilmiş bir nesil yetiştiriyor

İçine düşülen boşluğun mana âleminden doldurulma ihtimali de yok gibidir. Çünkü din, ahlak gibi manayı veya sosyal değerleri ihtiva eden derslerin ve konuların HESAP günü (sınav günü) verebileceği puan çok düşüktür; önemsizleştirilmiş, değersizleştirilmişlerdir. CENNET için sevap (puan) pozitivist/ölçülebilir/Tanrısız alandan (matematik, fizik, kimya, biyoloji, İngilizce vs.) gelir. Yıllarca Tanrısız zeminde kaldıktan sonra, Tanrı ile sağlıklı bir ilişki kurmak çok zordur. O yüzden Tanrı olsa bile: “işi gücü yok bizimle mi uğraşacaktır” ya da “Beni ÖZEL hissettirmeyen yani benim EGO’mu beslemeyen, Tanrı’ya vakit ayıramam” olacaktır. (Deizm, Agnostsizm)       

Sanal âlem ekrandan çıkıp gerçek hayatı işgal ediyor

Koca bir kuşağı Batının deneme tahtası yaptık ve ilkokul çocuklarının ellerine TABLET verdik. Tabletle büyütülen bir neslin nereye doğru şekil alabileceğine dair hiçbir fikrimiz yok iken ellerine, tabletlerin ardından bilgisayar ve akıllı telefonlar da verdik. Ancak bunun, hiç beklemediğimiz bir geri dönüşü oldu.

Aklımıza, eşyanın insana düşünce, tavır, hal, fikir dayatabileceğini hiç getirmedik. Markalı ayakkabı ile yürürken ayağından ayakkabılarını alıp, şıpıdık terlik verdiğimiz de yürüyüşü de, psikolojisi de, kendine güveni de değişen insanı, içinde ne olduğunu bilmediğimiz bin türlü şeyin olduğu aletlere, aylarca hatta yıllarca emanet etmenin onların ruhlarını nasıl şekillendireceği konusunda hiçbir fikrimiz yok, üzerine hiç düşünmedik. Hâlbuki düşünebilmeliydik.   

Çocuk, sanal dünyaya girdiğinde orada “Tanrıdan, ahlaktan, edepten, hayâdan, namustan, insanilikten, vicdandan, merhametten soyutlanmış bir dünya” bulur. Lütfen dikkat edin! Gerçek insanlarla oynanan hiçbir oyunda ya da eylemde SINIRSIZ bir özgürlük olmaz, OLAMAZ: Gerçek hayattaki oyunlarda sınırsızca adam öldüremezsiniz, arabayla dilediğiniz gibi insanları ezemezsiniz, rakibinize defalarca çift ayakla dalamazsınız, insanların mahrem hayatlarına -hiçbir ar ve utanma duygusu hissetmeden- gözlerinizi dikip seyirci olamazsınız, her gün saatlerce pornografik performansta bulunamazsınız.”  Gerçek hayatın bedeli vardır. Bu bedeller insana bir ahlak nizamı,  bir davranış biçimini dayatırlar. Gerçek hayatta kuralsız, AHLAKSIZ ve TANRISIZ bir hayat kurmak mümkün değildir.

Ancak tabletler, bilgisayarlar ve akıllı telefonların dünyası insana hiçbir insani ENDİŞENİN ve bedelin olmadığı SORUMSUZ bir dünya sunar. Her gün birkaç saatini bu âlemde geçiren insanların zihni TANRISIZ/insaniyetsiz bir biçimde şekillenir. Böyle düşünmeye alışır. Sanal alemin “Pavlov’un köpeklerinin zil çalınca ağızlarının suyu akmaya  başlaması gibi” programladığı, şartlandırdığı, günde 300 sefer telefonunu kontrol etme emrini verdiği gençlerin Tanrıdan, ahlaktan soyutlanmış düşünce biçimleri orada kalmaz, oradan taşar ve gerçek dünyayı da şekillendirmeye başlar.

Hayat uyum sağlayamıyor, dünya Tutması var.

Sanal âlemde bir dünya kuran çocuk için, bir de sanal âlemden çıkmak zorunda kaldığında karışmak zorunda olduğu SORUMLULUKLARIN dünyası vardır. Çocuk ister istemez ikili bir dünya kurar. Bir tarafta kafasının içindeki şehvetler, hazlar, eğlenceler, nefsani eylemlerin arda arda geldiği ve geçtiği HIZLI âlem, bir tarafta da istemeden girmek zorunda kaldığı gerçek dünya.  Şehvetler dünyasının yanında bu dünya fazla zor, sıkıntılı, YAVAŞ ve karmaşıktır. Çaba, gayret, sorumluluk ister. Bu noktada çocuklar gerçek hayatla arasında bir uyumsuzluk, bir kabul edememezlik[2] başlar.

Gerçeğin yerini ‘Rol’ alıyor

İki kişiyi aynı anda olamayacağı için çocuk ROL yapmak zorundadır. Sanal dünyada YALNIZ olduğu için rol yapmasına gerek yoktur. ROL gerçek hayata kalır. Ne yazık ki, Anne baba durumu fark ettiğinde genellikle çocukla mesafeleri kapanabilecek ölçülerin çok ötesine geçmiştir.

Sanal dünyanın içinde giden sadece vakit ve gençlik değildir. Kurulamamış İLİŞKİLER, vaktinde elde edilememiş beceriler genci sosyal hataya uyumsuzluğu getirirken; Sanal elemde elde edilen yüksek seviye HAZZIN ve HIZIN, gerçek hayatta olmayan karşılığı genci ümitsiz, tatminsiz, beklentisizliğe savurur.

Online kumar ve oyun bağımlılığını DSÖ, “ruhsal Sağlık Problemi” olarak kabul etti.[3]

İnternet ya da oyun bağımlılığının mekanizmasının uyuşturucu bağımlılığından çok büyük bir farkı yok sanırım. İkisi de beyine normal zamanlarda olması mümkün olmayan miktarda mutluluk hormonu salgılıyor. Salgılanan hormon vücutta “bir daha isterim” mesajını harekete geçiriyor. Bir daha ki sefer bu mesaj “daha fazlaya” dönüşüyor. Uyuşturucu bağımlısı da internet/oyun/kumar bağımlısı da dopamine bağımlı hale geliyor. Olmadığı zaman ne yapacağını bilmeyen, huzursuz, stresli, dağınık, unutkan, dikkatsiz, odaklanamayan, boş bakışlı biridir bağımlı.

Yalnız önemli bir fark var: Uyuşturucu ya da alkol bağımlısı genelde merakın ya da arkadaşın kurbanı iken internet bağımlısı çocuk genelde ANNE ya da baba kurbanıdır. Çocuğu başından atmak isteyen, akıllı telefona çocuk bakıcılığı görevi veren ebeveynlerin kurbanıdır çocuklar.

Tecrübenin/Babanın devreden çıkarılması

Öğretmenin/Üstadın/Hocanın/Babanın aşağılandığı talebenin/öğrencinin/cahilin/çocuğun YÜCELTİLMESİNİN cehlin, şehvetin, tecrübesizliğin ve AHMAKLIĞIN yüceltilmesi olduğunu da fark edemedik. Bize Eğitim politikalarından, TV’lerden ve medyadan dayatılan model; çocuğun, doğar doğmaz tecrübe ve hikmet biriktirmeden iyiyi, güzeli, doğruyu, hakkı kendi kendine fark edebileceği varsayımına dayanıyordu.

Bize “Çocuklarınızın tercihine karışmayın”, biraz kenara çekilin, rahat bırakın diyenler;  AKLI (hayra gidebilme yeteneği) yeterince gelişmemiş, tecrübe biriktirememiş, EGO dönemini geçememiş çocuğu, ŞEHVET ve ZEVK üzerinden kandırmanın, yönlendirmenin, kullanmanın çok kolay olduğunu gayet iyi biliyor; onları, akıllı telefonlardan, tabletlerden, bilgisayarlardan, TV’lerden ve reklam panolarından bin türlü yönlendiriyor, bin türlü darbeliyor, bin türlü çeliyor, kandırıyor,  aldatıyorlar ve tercih dayatıyorlar.

Bu kelime nesli EGOİZİM, KİBİR, NEFS ve ŞEHVET üzerinden formatlayan, yönlendiren, aldatan sömürgeciliğin önündeki en önemli engel olan tecrübe ve HİKMET sahiplerini (BABA, öğretmen, üstad, hoca vs.) devre dışı bırakma, sindirme, püskürtme silahı olarak işlev görüyor.

Sen girmeyesin diye girdim ateşe[4]

Anneler (genelde) hallerinden ne kadar şikâyet ederlerse etsinler, çocuklarını mutsuz gördüklerinde çocuğa teslim olmayı tercih ediyorlar. Baba çocuğun gittiği yerin yanlış istikamet olduğunu hissettiğinde çocukla ya da annesi ile ne kadar büyük sorun yaşarsa yaşasın çocuğun önüne geçmeye çalışabiliyor. Yani anne, çocuğu istediği için çocukla beraber ateşe girerken; baba, çocuğu girmesin diye kendini ateşe atabiliyor.

Bizim kendi tecrübelerimize göre; “Kadın, psikolojik olarak erkeğe karşı güçlüdür; Çocuk, Kadına karşı güçlü; erkek ise çocuğa karşı. Bu nedenle, erkek bir şekilde ezildiğinde evde, güç ve iktidar kadının değil, çocuğun eline geçiyor.  

Babanın, Modernitenin getirileri ve bilinçli devlet politikaları ile otoritesinin kırılması, evde misafir konumuna indirgenip etkinliğinin boşa düşürülmesi ve kavvamlıktan uzağa savrulmuş olması nedeniyle, çocuğa terbiye verebilme yetisi de boşa düşmüş oldu. Artık EVDE çocuk TANRI konumunadır. Sanal dünyanın binlerce psikolog, psikiyatrist, antropolog ve sosyolog tarafından desteklenen tezgâhtarları tarafından avuç içine alınan çocuğu, Çocuk Oyuncağı[5]  olan anneler, hayra yönlendirmekte çok zorlanıyor tam aksine istemeseler de çocuğunun sömürüldüğü sürecin bir parçası haline dönüşebiliyorlar. 

Morukların dünyadan haberi yok

Anne-babanın genelde çocuğun içinde kaybolduğu sanal dünyanın ÖZEL HİZMETLERİ (Kore dizileri, k-pop, anime, oyun, kumar, porno vs. )dünyası hakkında hiçbir bilgisi yoktur; O yüzden genç üzerinde, “Senin morukların dünyadan haberi yok! Taş devrinde kalmışlar. Seni anlamaları mümkün değil” propagandası çok etkili olabiliyor. Ergen, ailesine karşı “Kafası TAŞ DEVRİNDE kalmış insanlara ne anlatabilir ki” modundadır.

Dolayısı ile çocuk terbiyesini ve güvenini “hiçbir şeyden anlamayan(!)” ailesine değil de her şeyi bilen SANAL âleme emanet etmekte tereddüt etmez.

Ancak bu noktada hepsi de emperyalizmin ileri karakollarından olan psikiyatristler, psikologlar ve emperyalizm destekli medyanın aileye, “Çocuğunuzun tercihlerine saygı gösterin” ifadesine gizlenmiş, “Çocuğunu bizim telimize terket!” GİZLİ EMRİNİ verdiklerini unutmamak gerekir. Çocuk anne babasından gördüğü direk müdahaleyi kolayca sezebilirken; MEDYADAN kendisine verilen yönü, müdahaleyi, sofistike yöntemleri, bilinç altı mesajları ve terbiyeyi hissedemez.

Baba çocuğa arkadaş olmuşsa, Çocuğa BABA kim olmuştur

Bu süreçte EGEMEN Medyanın emirlerini boşa düşürebilecek olan baba, çocuğun yakınında olsa bile “Çocukla Arkadaş” olmaya ikna edilmiş olduğundan, çocuğun, kararı tashih edebileceği, yanlışını düzeltebileceği bir makamı kalmamıştır. Arkadaşlardan bir arkadaşa dönüşmüş babanın ve baba otoritesinin yeri kolayca sosyal medya ve sanal âlemdeki ONAYLANMA BEKLENTİSİ tarafından doldurulur. Babadan “Aferin” almak, yerini, sosyal medyadan LİKE almakla değiştirir. Artık karşımızda, anne veya babanın öğütlerine karşı sağır bir DUVAR vardır.

Ezberlerimiz işe yaramayacak

Köy dindarlığı, muhafazakârlık veya bin senelik ezberlerle bu sorunun altından kalkmak mümkün değil.  Özellikle çocuk sağlam bir ahlaki yapı geliştirmeden eline KONTROLSÜZ tablet, bilgisayar ve akıllı telefon vermiş; çocuğun kendisi ile baş edebileceği fiziksel ve ruhi olgunluğu gelişmeden önüne ve aklına düşürülmüş şehvete, zevke ve eğlenceye direnmesini beklemek, kuzuların kurtla baş etmesini beklemekten çok daha düşük bir ihtimaldir. Özellikle PORNO[6] ve OYUNA karşı.

Kız çocuklarındaki gittikçe artan teşhirciliğin ve çıplaklanmanın, erkek çocuklarındaki istikrarsızlık ve güvensizlik sorunun nedenine bu alanlardan bakılabileceğini düşünüyorum.    

Bu sorunlara itiraz etmeden sadece İstanbul Sözleşmesine itiraz etmekle sorunumuzu çözmeyeceğimizi sanırım hep birlikte göreceğiz. (Bunun anlamı İstanbul Sözleşmesine itiraz etmek boşuna, demek değil)

ÇÖZÜM ne? Diyebileceklere, “Çözümü SÖYLEYECEĞİM! Peki yapacak mısınız?” diye soruyorum.

Zira hem keyfinizden hem PARADAN fedakârlık etmeniz gerekecek.
BEDELİ var yani. Bedele hazır mısınız? Zira keyfimizi kaçırmayacak, yerimizden kıpırdamadan "TIK"layarak veya amele eşlik etmeyen dualarla çözüme ulaşma ihtimalimiz yok.

Mesela çocuklarınızın elinden akıllı telefonları almakla başlayabiliriz işe, hiç değilse aşağıdan gelenlerin eline vermeyerek.

Ahmet Hakan Çakıcı
1443 Zilkade / ALANYA


[1] E.F. Schumacher, Küçük Güzeldir, S:157
[2] Mehmet Dinç, Nihayet Dergi, Haziran
[3] https://www.aa.com.tr/tr/saglik/dsoden-bilgisayar-oyunu-bagimliligi-karari/1179207#:~:text=Dünya%20Sağlık%20Örgütü%20(DSÖ)%2C,11%27inci%20versiyonunun%20listesine%20eklendi.
[4] İsmet Özel’in “Ben, sen de benim kadar çıkmaza girmeyesin diye girdim çıkmaza.” Cümlesini yeniden düzenledik.
[5] Cahit Zarioğlu’nun “Anne” tarifi.
[6] Bakınız: Porno: Siber dulluk https://www.ahmethakancakici.com/2019/09/porno-siber-seks-ya-da-siber-dulluk1.html


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

5 yorum:

Adsız dedi ki...

Allah razı olsun sayın hocam elinize sağlık bu yara bu kadar güzel yazılabilirdi

Ahmet H. Çakıcı dedi ki...

Çok teşekkür ederim. Aziz Kudret sizden de razı olsun.

Adsız dedi ki...

Okurken iki kilo falan vermiş olmalıyım hocam, çözüme dair de bir yazı gelecek gibi hissediyorum. Beklemedeyim

Adsız dedi ki...

Allah Razı olsun. İmanını, İlmini ve salih amelini ziyade edecek yollar nasip etsin.

Adsız dedi ki...

Başlangıçta tableti almadan bile ufak çözümler bulabiliriz. Böylece tablete alışmış çocuk ve aileler için geçiş dönemi sağlanmış olur. Bazen bakıyorum küçük çocuklar wifi ve bluetoothu, her şeyi açıp öylece bırakıyorlar. Günlerce öyle duruyor belki. Wifi açık olduğunda da oyunlarda sürekli reklam giriyor, rahatsız oluyor ama wifiyi kapatırsa reklam çıkmayacağını bilmiyor. Yani tableti gerçekten eline verip bırakıp gitmişler. İnternet ayarlarından şifreyi unut diyerek çocuğun rahatlıkla internete bağlanması engellenebilir. Şifre sık sık değiştirilir ve yalnızca ailenin daha önce deneyip uygun gördüğü oyun ve videolar tablette yüklü kalacak şekilde ayarlanabilir. Çocuk yine oynar ama ne oynadığını, ne izlediğini biliriz.

Yorum Gönder