İtiraz – 3 - Sözleşmenin Getirirken Götürdükleri.

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 20 Haz 2020 2 yorum
İstanbul Sözleşmesine İtiraz Edenlere, İtiraz Edenlere, İtiraz -3


İYİnin düşmanı KÖTÜ değildir, İyinin düşmanı DAHA İYİdir. DAHA İYİ’nin düşmanı ise MÜKEMMELdir.

Hiçbir dolandırıcı, sahtekâr “elimizdekini” alırken bize “KÖTÜ”yü vaat etmez. O bize elimizdekinden “DAHA İYİ”sini vaat eder. Biz “DAHA İYİ”nin vaadini duyduğumuzda elimizdeki “İYİ”ye düşman oluruz. Gelecek 100 Bin lirayı duyunca elimizdeki 10 Bin liranın düşmanı olup, onu sahtekâra verdiğimiz gibi.

Şeytan dahi Hz Âdem’i bu yöntemle kandırmıştır. Ona “Mükemmellik” ve “Ölümsüzlüğü” vaat ederek[1] elindeki Cennet’i almıştır. 

Hz Âdem, ölümsüzlük fikrine kapılınca CENNET’inden olmuştur.
Yeryüzünün hiçbir noktasında, hiçbir anında, hiçbir toplumunda hatta Resullerin zamanında ve toplumunda dahi şiddet, haksızlık, zulüm, ahlaksızlık, cinayet, tecavüz, günah vs. tamamen bitmemiştir. Bitmesine de imkân yoktur. Çünkü insan, Tanrı değildir, o mükemmeli yapamaz, ondan mükemmel südur etmez. Her yaptığında eksik, hata ve kusur vardır. Üstelik hiçbir toplumdan psikopat, manyak, dengesiz, sadist, ruh hastası insanlar eksik olmamıştır.  Bu bağlamda bizim kanaatimize göre biri mükemmeli vaat ediyorsa ya konudan hiç haberi olmayan biridir ya da sahtekardır.

Bu noktada şiddetin, cinayetin, tecavüzün, hırsızlığın, sahtekârlığın, yalanın YOK edilmesi değil olabilecek en az rakamlara indirilmesi, en az rastlanır olması ideal olarak kabul edilmelidir fikrindeyiz.

Biz, “Geleceğin geçmişten üstün olduğunu söyleyen, bizi elimizdeki temsil biçimlerini aşağılamaya çağıran, binlerce yıllık tecrübelere dayanan görme biçimlerini terk edip unutmamızı salık veren  düşüncelere[2]” karşı da tedbirli olmayı tercih ediyoruz.

Bunun için bize vaat edilen “gelecekteki”, “ütopyadaki” mükemmelliğe ya da “Daha İYİ” ye odaklanarak büyülenmek yerine, elimizdekinin “ne olduğuna” ve ödeyeceğimiz bedele odaklanmanın daha önemli olduğunu düşünüyoruz.


Vaatler ve Gidenler

1 – Sözleşme Kadın Cinayetlerini Bitirecek

Mesela 2008 tarihi itibari ile nüfusu 72 milyon olan Türkiye’de toplam 80 kadının öldürülmüş olması[3], yani öldürülen kadın oranının milyonda 1.11 gibi bir rakama tekabül etmesi çok çok iyi bir rakamdır. İstanbul Sözleşmesinin imzalandığı 2011 yılında öldürülen kadın sayısı olan 121 rakamı aşağıdaki tabloda kadın cinayetlerinde en iyi durumda ve en üstte olan ülkelerin rakamlarından dahi daha iyi bir rakamdır.

Bize 80 kadın cinayetini göstererek “Mükemmeli vaat eden” ve kadına yönelik şiddeti bitirme iddiasında olan İstanbul Sözleşmesinin imzalanmasının üzerinden sadece 8 yıl geçtiği halde, 2019’da 82 milyonluk ülkede öldürülen kadın sayısı 477’ye yani milyonda 5,66’ya çıktı. İlk baştaki 80 rakamı da 121 rakamı da artık ulaşılması mümkün olmayan bir hayalden ibaret.

Sputnik sitesinden yapacağımız alıntı Sözleşme sonrası duruma işaret eder nitelikte: 2012 tarihinden itibaren “kadın cinayetleri son 7 yılda yüzde 1400, kadına şiddet davaları yüzde 366, cinsel taciz yüzde 449, kadın cinayetleri yüzde 566 arttı.
Cinsel istismar arttı: İçişleri Bakanlığı verilerine göre 2014-2017 yılları arasında cinsel şiddet mağduru olduğu gerekçesiyle güvenlik birimlerine getirilen kız çocuğu sayısında yüzde 67 artış yaşandı. Veriler, eril şiddetin en çok 11 yaşından küçük kız çocuklarını hedef aldığını gösteriyor. 2014'te cinsel şiddet nedeniyle mağdur sıfatıyla güvenlik birimlerine 1 bin 304 kız çocuğu varken, bu sayı 2017 yılında yüzde 96 artışla 2 bin 536'ya yükseldi.”[4]

Ancak “çok şikâyet edilen şu anki rakamlar” bile dünya ölçeğine vurulduğunda oldukça iyi bir rakam gibi duruyor.
 

Bu hali ile Sözleşme kadına yönelik şiddeti de cinayetleri de engellemiyor, tam tersine bir çarpan etkisi ile artırmış gibi duruyor[5]. Ki Sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarih olan 2104’ten sonra yükselen sadece kadın cinayetleri değil: Topu topu 4 senede genel şiddet olaylarındaki artış %69 gibi çok büyük bir oran[6]. Bu bize göre çözülen toplumsal bağların uzun vadedeki etkilerinin ne olacağına dair oldukça sağlam ipuçları verir nitelikte. [6-a] Nitekim 2018 yılında suç işlediği esnadaki yaşı göz önüne alındığında, çocuk yaşta suç işleyenlerin sayısı bir önceki yıla göre %22,8 artışla 14 bin 502 olması[7] dağılan/dağıtılan toplumsal ve ailevi bağların sonuçlarından sadece biri.

Görüldüğü gibi Sözleşme “MÜKEMMELİ” vaad ederek elimizdeki “İYİ”yi çaldı gitti.

Bunun zaman ile toplumda oturacağını ve şiddetin azalacağını iddia etmek bize göre hayal görmek ya da bilinçli bir manipülasyondur. Aksine GENDER ideolojinin yerleştiği ve ahlakın, erdemlerin yok sayıldığı ülkelerde bir yerden sonra cinayet oranlarının yükselmeyi durdurması beklense de[8] azalacağına ya da biteceğine dair hiçbir belirti ortada yok. Hatta bu ülkeler tecavüz vak'alarındaki anormal yükselişten[9] dolayı tecavüzü adeta suç kapsamından çıkaracak bir politikaya yönelmişlerdir[10].

2 – Sözleşme Kadın Sünnetini Bitirecek.

Bu konuda şöyle bir sorun var: Şu yaşıma kadar çevremde veya toplumun hiçbir kesiminde sünnet edilmiş bir kadın görmedim, duymadım, duyana da rastlamadım. Yani bitirilecek olan şey aslında bizim ülkemizde olmayan ya da çok nadir olan bir sorun gibi duruyor.

Kadın sünnetine Avrupa’da özellikle İngiltere’nin Galler bölgesinde yoğun olarak rastlanıyormuş. Şu ana kadar tüm yıllarda toplam 170 bin civarında kadın veya kızın bu uygulamaya tabi tutulduğu tahmin ediliyor. (İngiltere’de kadına şiddette en önemli faktör olan ve hakkında hiç bir kısıtlama olmayan direk alkol etkenli ölüm sayısı, sadece 2018 yılında 358.000 [11].) Afrika’nın Yukarı Nil Deltasında bazı yerel kabilelerce doğum kontrol yöntemi olarak kullanılıyormuş. (Doğum kontrol yöntemi olarak anne karnındaki çocuk katlini (kürtaj) savunanların bu yönteme itiraz ediyor olmalarını anlamakta zorlanıyoruz. Zira bu yöntemin anne karnındaki çocuğu öldürerek (kürtaj) doğum kontrol uygulamalarını meşru gören zihniyetten daha zalim olduğunu iddia etmenin ancak bilinçli bir körlük neticesi olduğunu düşünüyoruz. ) Geçmişte Türkiye’nin Urfa civarında, Suriye ve Irak’ın kırsal bölümünde rastlanan ve şehveti artırmaya yönelik kadın sünneti ile Afrika’daki uygulamanın aynı şey olmadığını Prof. Memduh Gezici bey ifade ediyor[12]. 

Görünen o ki, bu gelenek, özellikle şehirlileşme oranının yükselmesi, kırsaldaki nüfusun şehirlere göçü, okullaşma oranının artması ile kendi kendine bitme durumuna gelmiştir. Dolayısı ile Sözleşmenin önlemeyi vaad ettiği sorun; bizde bitmiş veya bitme aşamasına gelmiş, dünyanın çok dar bir bölgesinde kalan ve zaten kendiliğinden ortadan kalkmakta olan bir uygulama.

3- Sözleşme Töre Cinayetlerini Bitirecek.


Türkiye’deki töre cinayetleri diye adlandırılan ve aile meclisi tarafından beraberce karar alınarak öldürülen kadınlar ile ilgili yeni bir istatistiki çalışma var mı, diye baktım ancak pek bir şey bulamadım.  Bulabildiklerim de konuyu destekler nitelikte değildi. Mesela İstanbul Sözleşmesinin uygulamaya geçtiği yılın sonraki yıl (2015) Türkiye’de hiç töre cinayeti kayıtlara geçmemişti[13]. Sonraki yıllarda da, yıl başına gündeme gelen vak'a sayısı 1 veya 2’yi geçmiyor.

Yani Sözleşmenin bu konudaki iddiası da, aslında tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişle, kırsaldaki nüfusun kentlere göçe zorlanması ile neredeyse bitme aşamasına gelmiş bir sorunu çözme iddiasındaydı.

4- Sözleşme Namus Cinayetlerini Önleyecek.


İlk olarak namus cinayetlerinin mağduru öncelikle erkeklerdir, kadınlar değil. Nitekim 2000-2006 yılları arasında polis sorumluluk bölgesinde işlenen cinayetlerin bin 91'inin “namus" cinayeti olduğu kaydı tutulmuş. Bu cinayetlerde bin 190 kişinin öldüğü, bunlardan 710'nun erkek, 480'ninse kadın olduğu belirlenmiştir[14].

İkinci olarak 1995‒2000 yılları arasında Yargıtay 1. Ceza Dairesi’ne gelen 2423 dosyada namus cinayetleri faillerinin 213’ünün (yüzde 80) okuryazar, 3’ünün (yüzde 1) lise ve üzeri diplomaya sahip olduğu, 15’inin (yüzde 5) ise okuma yazma bilmediği görülmüştür. Geri kalan 33 fai­lin ise eğitim durumu hakkında bilgi edinilememiştir. Söz konusu araştırmaya göre, faillerin sadece yüzde 1’inin lise ve üzeri okullardan mezun olduğu noktasından ha­reketle, namus saikiyle suç işleyenlerin genellikle eğitim düzeyi düşük kişiler olduğunu ve eğitimin düzeyi yük­seldikçe namusa dayalı suçların görülme oranının azal­dığını söylemek mümkündür. Yine Polis Akademisi’nin 2016-2017-2018 kadın cinayetleri Raporu’nda da fa­illerin eğitim durumuna bakıldığında yüzde 46,8 ile en yüksek oranın İlkokul mezunları arasında olduğu görül­mektedir.[15] 

Yani namusa dayalı cinayetlerin de eğitim seviyesinin yükselmesi ile gittikçe ortadan kalkacağını bunun için İstanbul Sözleşmesinin yaptırımlarına ihtiyaç olmadığı tahmin edilebilir. Üstelik Sözleşme ile artan kadın cinayetleri doğal gidişata yapılan müdahalenin olumlu sonuç vermediği şeklinde de okunabilir.

Ancak biz zaten Sözleşme ve yan uygulamalarının, kadın cinayetlerini önlemeye değil, topluma yeni bir bakış yeni bir ideoloji yeni bir din dayatmaya odaklandığını düşünüyoruz. Mesela Sözleşme, “Namus meselesinden cinayet işlenmesin” demiyor, “namus, ırz, şeref” kavramlarının kökünün kazınmasını” talep ediyor. Yani kadının kocasına karşı hiçbir seviyede sadakat ve vefa sorumluluğu, namus, şeref ve ırzı korumak yükümlülüğü olduğunu kabul etmiyor. Kocaya, babaya, kardeşe “kadının cinsel özgürlüğü hakkında kısıtlayıcı herhangi bir kelime edemezsin hatta yüzünü bile ekşitemezsin”, diyor. Yani erkek karısını başkası ile zina halinde yakalasa -öldürmeyi kastetmiyoruz- her hangi bir şekilde kadının suçlu/kusurlu/kabahatli olarak görülemeyeceği bir zemini tanımlıyor.

Erkeği ise kadına karşı namus, şeref, sadakat ve vefa gibi sorumlulukların altına sokmazken kadının bozulan psikolojisinden, sosyolojik ve ekonomik endişelerinden ve boşanma sonrasında ömür boyu finansal desteğinden sorumlu görebiliyor.

Sadakat, vefa, sorumluk gibi ilişkilerin tanımlanmamış olduğu bu noktada karı-koca, anne-oğul, baba-kız, kardeş, aile, akraba, komşuluk gibi bağların korunabilmesi, ilişkilerin tutunabilmesi mümkün değildir. Ki bu noktada Gender ideolojinin hâkim olduğu ülkelerin geldiği yer de burasıdır. Birçok Avrupa ülkesinde babasız dünyaya gelen çocuk sayısının %65’lerinn üzerinde çıkması, aile kurumunun toplumlardan çekiliyor olması, Corona sürecinde birçok yaşlının huzur evlerinde ölüme terk edilmeleri bunun sanırım ispatı olarak okunabilir. Türkiye’de de çok kısa bir sürede yalnız yaşanan yaşlı sayısının 1 milyon 373 Bine çıkmış olduğunu hatırlatmak isterim.[16]

5- Sözleşme Aile içi Tecavüzü Bitirecek.

Öncelikle bu sorunun “tek eşli erkeklerin” sorunu olduğunu hatırlatalım. Sözleşmenin mantığı Erkeğin Tek eşli olduğu modeli kabullenmeyi ve anlamayı reddediyor. Bu nedenle erkeğe, “Hanımın senin cinsellik ihtiyacını karşılamak zorunda değil” dediğinde ona başka kadınları alternatif olarak önermeyi çözüm olarak görürken, bu çözümün dindar ve sadık erkek için çözüm olmadığını umursamıyor: “Razı edilmiş cinsellik meşrudur; Madem hanımını razı edemiyorsun, git bir başka kadını razı et!” mantığını topluma dayatıyor.

Bizim karşılaşmış olduğumuz vak'alardan edindiğimiz tecrübe, ikinci eşe ya da evlilik dışı ilişkiye yönelen dindar çevrenin erkeklerinin tamamında ve evliliğini sonlandırmaya razı olan erkeklerin genelinde, doyurulmamış bir cinsellik ve cinsel açlık problemi var olduğu şeklindedir. Erkeğin kadından çok daha sık hissettiği cinsellik ihtiyacını anlamaya ya da anlamasa da erkeğin cinsellik ritmine cevap vermeye yanaşmayan kadın, farkında olmasa da erkeği dışarı iteler. Bu noktada cinsellik ihtiyaç periyodu erkekten daha düşük olan kadına; “dışarı gitme seçeneği olmayan” erkeğine, “Yardımcı olma! Umursama!” demek o yuvanın içine bomba atmak, o aileyi kökünden sarsmak demektir. Ve ne yazık ki bu, kavrayış yeteneği düşük hanımların içine düştüğü bir tuzaktır. ( Bu konuyu Şu Başbelası Cinsellik yazımızda daha geniş tartışmıştık.)

Dikkat edilirse her gün 15 ila 25 erkeğe hizmet veren hayat kadınlarını, “onurlu seks işçileri” olarak tanımlayıp onları  çalışmaya teşvik edenler, aynı hizmeti haftada bir ya da birkaç sefer kendi kocasına veren kadını aşağılıyorlar. Kendi cinselliklerinin sonuna gelmiş, çok eşli partner hayatını yaşayan feminist ablaların gazına gelen bir çok “HALden Anlamaz” hanımefendi kocasını, ya başka kadınların peşine düşmeye ya da evliliklerini yıkmaya zorladıklarını fark edemiyorlar.

Üstelik kadın evliliğinden memnunsa kocası zorla ilişkiye girmiş olsa da şikâyetçi olmazken, evliliği sorunlu bir biçim aldığında geçmişteki rızaya dayalı ilişkilerini de tecavüze sayabiliyor.

Bu madde ancak erkeğe söylenmiş; “Tek kadına mahkûm olma, bütün kadınlar senin!” maddesi” olarak okunabilir. Bu kanun ile köşeye sıkıştırılan aile’nin temel direği olan “hanımın sınırına razı” erkekten başkası değildir.

Erkeği sürekli bir sopa tehdidinin altında tutarak kadınla uzun süreli ilişkiden uzak tutmayı hedefleyen kanunların topluma yansıması hafife alınacak düzeyde değil: 2006’da tek kişilik hane halkının toplam nüfusa “oranı yüzde 6,1 iken, bu oran 2019’da yüzde 16,9’a çıktı. Diğer bir deyişle sayı 12 yılda yüzde 163 arttı. Bu oran dünya ortalamasının çok üstünde bir artış.[17] 

6- Sözleşme Çocuk Evliliklerini Bitirecek 

2001’de doğum yapan kayıtlara geçmiş 15 yaş altı anne sayısı 2730 iken 2013'e gelindiğinde 15 yaş altı doğum yapan anne sayısının 326’ya, 18 yaş altı doğum yapan kadınların genel toplama oranının da aynı sürede %4’ten %1,7’ye düştüğünü görüyoruz.[18]  

Son 10 yılda Genç evlenmelerinde de azalma görülürken, genç erkeklerin 2006 yılında 2 bin 315 olan evlenme sayısı, yüzde 36 azalarak 2015 yılında bin 483'e indi. Aynı sürede "Çocuk gelinler" olarak da adlandırılan 18 yaş altı genç kızların evlenme sayısı ise yüzde 37,8 azalışla, 50 bin 366'dan 31 bin 337'ye düştü.[19] 


Alıntıladığımız istatistikler ve tablo, Türkiye’nin tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi ve eğitim yaşının sürekli yükseltilmesi ile birlikte; evlilik ve ilk doğum yaşının düzenli bir şekilde yükseldiğini, 15 yaş altı evliliklerin ve doğumların toplumda neredeyse bitme aşamasına geldiğini gösteriyor. Yani bunun için de İstanbul sözleşmesi gibi bir sözleşmeye ihtiyaç duyulmadığı düşüncesindeyiz.

Ancak Sözleşmenin muradının bu olmadığı kanaatinde olduğumuzu daha önce söylemiştik.  Sözleşme kız çocuklarının “0 yaşına kadar” kadın olduğunu kabul ederek cinsellik yaşını sıfıra kadar indiriyor, kendi isteği ve kendi yaşına yakın yaşta biri ile olduğu müddetçe kimsenin ne kız ne de oğlana müdahale edememesini güvence altına alıyor. Yani çocukların dilediği ile özgürce(?) cinsellik yaşaması, hamile kalması, cinsel obje haline getirilmesi ya da defalarca kürtaj olması herhangi bir suç veya kabahat tanımı ile tanımlanmıyor. Sadece nikâh ya da evliliği andıracak uzun süreli birliktelik halinde Sözleşme devreye girerek cezalandırma süreçlerini harekete geçiriyor. 
Dikkat ederseniz evlilik, rızaya şamil olsa bile cezalandırılıyor. Ancak hamilelik, anne karnında çocuğu öldürmek (kürtaj) ve hatta doğmuş çocuğu öldürmek suç/kabahat/hata olarak görülmüyor.
Ne yazık ki, 18 yaş altı evlenen kızları “Çocuk Gelin” diye lanse ederek sürekli istatistiklerle toplumu manipüle edenler, evlilik dışı hamile kalan, kürtaj olan kızların istatistiklerini tutmakta aynı hevesi göstermiyorlar. Ancak sadece 1 hastahanenin kadın doğum kliniğine gelen hamile 15 yaş altı kız sayısının tüm Türkiye'deki gelin olmuş kız sayısından bir kaç kat fazla olduğunu tahmin etmek artık hiç de zor değil fikrindeyiz. Bu anlamda Sözleşme oldukça başarılı(?) olmuş denilebilir.

Üstelik İstanbul Sözleşmesi 19 yaş altındakilerin evlenmelerini yasaklarken Lanzarote Sözleşmesi ile cinsel rıza yaşının  (Türkiye de 15, Belçika, Almanya, Avusturya, İtalya, Fransa’da 14, İspanya, Portekiz, Macaristan 13 yaş)  üzerindeki kızların erotik materyal olarak kullanılmalarını, porno sektöründe çalışmalarını ve onları çalıştıranları koruması altına alır[20]. Porno sektöründe çalışan kızlar 19 yaşından küçüklerse "çocuk" olmazlar. Dolayısı ile Sözleşme sektöründeki yetişkin kadınlar gibi onları da pek önemsemez. Çünkü bu sektörde nikah, aile evlilik yoktur, hazzın önündeki tüm engeller kaldırılmıştır, üstelik kızlar PARA kazanır, ortalıkta namus, şeref, ırz diye dolanan ahlak erkeklerine de rastlayan olmaz.. 
Türkiye'de evlilik yaşının değişimi

Uygulanan politikalar başarısını 2008'de binde 9 olan evlilik oranını 2018'de binde 6,8'e düşürürken de ispat ediyor. Sadece bir yılda (2019) evlenen çiftlerin sayısı yüzde 2,3'lük düşüşle 541 bin 424'e gerilerken boşanan çiftlerin sayısı yüzde 8'lik artışla 155 bin 47 olarak kaydedildi. Bu arada evlilik yaşı kadınlarda 25'e erkeklerde 27,9'a yükselmiş oldu[19-a] (2019). Bu normalin çok üstündeki değişim bize göre, Sözleşme ve yan uygulamaları ile topluma kanunlar üzerinden nasıl bir darbe vurulmuş olduğuna ve toplumun nereye doğru sürüklenmek istediğine işaret ediyor.

Bunun bir DİN dayatması olduğunu söylüyoruz ve bunda ısrar ediyoruz.



Ahmet H. Çakıcı       
Şevval 1441 / ALANYA
  
Nasipse Devam Edeceğiz.





[1] Taha Suresi 120. Ayet: Derken şeytan ona vesvese verdi: “Ey Âdem! Sana ölümsüzlük ağacına ve yok olmayacak bir mülk üzerine rehberlik edeyim mi?” dedi.
[2] Kevin Robins, Imaj, 240
[11] 2018 tarihi itibari ile İngiltere’de alkol bağımlı sayısı 586.780,  alkolün yan etken olduğu hastalıktan sağlık kuruluşuna başvuru sayısı 1 milyon 260 bin, direk etkili olduğu 358.000 ve 7.558 kişi direk alkol nedeni ile ölmüştür.
https://alcoholchange.org.uk/alcohol-facts/fact-sheets/alcohol-statistics 
[12] Konu Hakkında Prof. Memduh Gülmez Beyin daha geniş bir yazısı için https://www.ahmethakancakici.com/2019/09/klitorisin-fonksiyonel-anatomisi-ve.html
[15] https://www.adlitipbulteni.com/atb/article/download/1086/1649/


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

2 yorum:

HAZAV dedi ki...

Çok güzel, bilimsel bir çalışma olmuş. Anayasamızın 90’ıncı maddesinin son fıkrasına göre “usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz”. Bu fıkraya 7 Mayıs 2004 tarih ve 5170 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunuyla eklenen son cümleye göre, “usûlüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır”. Dolayısıyla son Anayasa değişikliğiyle temel hak ve hürriyetler alanındaki milletlerarası andlaşmaların Türk normlar hiyerarşisinde kanunların üstünde ve Anayasanın altında bir değere sahip olduğunu söyleyebiliriz.diyorlar.Eğer çekince yoksa bu anlaşma TCye miras kalır

Unknown dedi ki...

teşekkürler abi, elinize sağlık.

Yorum Gönder