Dergâhtan Kerametler 6- Allah'ın Aziz isminin tecellisi, PARA.

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 1 Şub 2008 0 yorum

Yeşile hasret Yeşil Bursa’nın milattan önce 300’lü yıllarda Bitinya Krallığı zamanında kurulduğu rivayet ediliyor. Bursa isminin de Bitinya dilinde “şehir” manasına gelen “Perusa” kelimesinden ya da kurucusu sayılan Bitinya kralı “Prusias”tan geldiği tahmin ediliyor. Osmanlı, 1839 yılında Bursa’yı  “Hüdavendigar Eyaletinin” bir sancağı haline getirip Hüdavendigar diye anmaya başlıyor. 1918 yılında şehir, yeniden Bursa Valiliği olarak adlandırılıyor.

Şehir, Uludağ’ın eteklerinde kurulmuş olsa da son dönemde Katır Dağlarına doğru uzanan geniş ve bereketli ovayı iyice işgal etmiştir. Bu iki dağ silsilesi şehrin doğusunda yani İnegöl istikametinde birbirlerine kavuşarak adeta ovayı, geniş bir çanağın etrafında dolanırmış gibi çevirirler. Bu geniş çanaktaki mümbit araziyi Deliçay, Karıncadere, Namazgâh, Alaşar, Gökdere ve Cilimboz derelerini teker teker toplayarak ilerleyen Nilüfer Çayı sular ve getirdiği alüvyonlar ile besler.

Bursa çanağının rahatça nefes alabildiği tek istikamet, dağlarla önü kesilmemiş olan Mudanya tarafı yani Batı istikametidir. Mudanya tarafından gelen rüzgârlar şehre, sadece serin deniz havasını taşımazlar: Bursa ile Balıkesir arasında Uluabat Gölü istikametine doğru uzanan bereketli ovaya, adeta Bursa’yı sırtından hançerler gibi kurulmuş olan Sanayi sitelerinin yaydığı kirli havayı da taşırlar. Şehrin üstüne oturan bu kirli hava, özellikle kışın hava kalitesi ile birlikte uyku kalitesini de çok düşürür.

Şehrin havasını görevli bir hizmetliymiş gibi temizleyen, kimi zaman günlerce esen ve hızı 130 km/s’e kadar ulaşabilen, Bursa’nın meşhur lodosudur. Uludağ’ın güneydoğu istikametindeki tepelerden aşağıya doğru esen sıcak ve nem yüklü lodos, bazen öylesine şiddetlenir ki, binaların çatılarını bile yerinden söküp atabilir. Bu nedenle özellikle şehrin yüksek mahallelerindeki evlerin çatılarına irili ufaklı taşlar konularak rüzgârın çatıyı ya da kiremitleri söküp götürmesine engel olunmaya çalışılır. Sokakta yürümenin bile çok zorlaştığı lodoslu günlerde özellikle güneye bakan camların patlama ihtimaline karşı insanlar iç odalara çekilirler. Lodos sonrası balkonlardan ya da çatılardan dökülenler ile hasar almış araba görüntüleri adeta vaka-i adiyedendir.

Kırılan cam

Böyle bir lodosun ardından, 260 yıllık tarihi binanın, -artık rüzgâr neyi getirip çarptıysa- camı kırılıyor. Binanın hizmetlisi, kırılan camın parçalarını teker teker toplamaya başlıyor. Çevresindekiler de ona uyunca gözle görülebilen neredeyse tüm cam kırıntıları bir torbada bir araya geliyor. Sonra, eski usul, tavada eriterek bu parçaları yeniden cam yapabilecek bir yer araştırılıyor. Bir usta bulunuyor ve kırık cam parçaları bu ustaya emanet ediliyor. Usta, kırıntıları eritip tavaya yatırıyor. Ama bu usulle erimiş maiyi mükemmel bir denge ve oran ile tavaya yaymak mümkün olmadığı için ortaya çıkan cam; dalgalı, ardındaki görüntüyü bozan bir cam oluyor.

Ancak kimse bu duruma aldırmıyor. Cam tarihi binaya getirilerek adeta sessiz bir törenle yerine monte ediliyor.       

Süreci takip edenlerden birinin aklı, yapılan işe pek yatmıyor olsa gerek ki, Beyefendiye:

-       Efendim, o camları arayıp bulmak ve yeniden cam haline getirmek için neden bu kadar uğraştık? Yenisini taksaydık olmaz mıydı? Diyor.

-       O cam 40-50 senedir bize hizmet ediyor. Bu hizmeti görmezden gelip artık işimize yaramıyor diye çöpe mi atsaydık?

-       Ama Efendim, ona verdiğimiz para ile neredeyse bir araba cam alırdık? Yazık değil mi onca paraya?

-       Para, gücünü Allah’ın Aziz isminin tecellisinden alır. Vazifesi, insanın şerefini korumaktır. İnsanın şerefi ise elinin altındakilerle beraberdir. Eğer para, sizin ya da elinizin altındakilerin izzetini, şerefini, haysiyetini korumuyor ve sadece kenarda birikip duruyorsa veya zevk için ortaya çıkıyorsa, artık o İlah olmuştur. O, sizin değil; siz, onun hizmetine girmişsinizdir.

-       Efendim, insanın parasının olması, paranın hizmetine girdiği anlamına mı geliyor?

-       Para, gücünü Allah’ın Aziz isminin tecellisinden alır demiştik: Aziz’in manası “Çok izzetli, hep galip olan ve asla yenilmeyen” demekmiş, öyle işittik. Yani çok güçlü bir sıfat. Eğer muhatabında onu kontrol ve terbiye etmeyi becerebilecek bir irade, bir ahlak var ise, ne alâ. Ancak böyle bir iradeye sahip değilse; ata binmeyi bilmeyen birinin cahilliği ile vahşi bir ata binmesi ile atın, onu yerden yere vurması gibi, muhatabını yerden yere vurur. Ne ahlak, ne erdem, ne insaniyet bırakır. Eğer ona hâkim olacak irade yok ise başınıza bela alırsınız. Kanaatimizce iradesinden şüphede olan, belaya talip olmamalı.

Bulunduğumuz yer, Uludağ’ın eteklerinde yüksekçe bir yer: Bir taraftan hikâyeyi dinliyor, bir taraftan da kuvvetli esen rüzgârın, dallarda kalan son kuru yaprakları, yerlerinden koparıp, çaresizce kâh gökyüzüne doğru, kâh cadde boyunca savuruşunu seyrediyoruz.

Rüzgârın meydan okumasına yenilip ayaklarımızın altına serilen yapraklar, az önce Beyefendinin bahsettiği yerden yere vurulmuş insanlara çağrışım yapıyor.

Gözlerim ister istemez geniş ovaya, rüzgârın bir köşeye yığdığı hazan yaprakları gibi üst üste yığılmış beton yığınına doğru kayıyor. Bu bereketli ovayı mahveden bu yapılar, paranın dağıttığı insanlığımıza, ahlakımıza, erdemlerimize şahitlik etmiyorlar mı? Diye arkadaşıma fısıldıyorum.

“Eğer onu terbiye ve kontrol edebilecek iradeniz yok ise, para, insanı yerden yere vurur” diye tekrarlıyorum.

Ve Şair Leyla Hanım’dan bir dize geliyor dilimin ucuna. 

“Pür-âteşim açtırma benim ağzımı zinhâr

Zalim beni söyletme derûnumda neler var” 

Derleyen: Ahmet Hakan Çakıcı

1443 / RECEP

Önceki Yazı: Kıymet Kimde?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder