Dergâhtan Kerametler 7: “Hovarda Çıktı Soyumuz”

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 26 Şub 2008 1 yorum
Seyyid Usul, tıpkı Emir Buhari (Emir Sultan) Pir Emir, Molla Fenari, Seyyid Nasır, Seyyid Nimetullah, Ali Dede ve Baba Zakir gibi 1400’lü yıllarda Maveraünnehir havzasından özellikle Buhara’dan kalkıp Bursa’ya gelen dervişlerden biri. Önce Hacca gitmiş, oradan da gelip, Bursa’ya yerleşmiş. Bursa’nın eskiden Yahudilik denen Altıparmak semtinde, kilisenin hemen ardında bir dergâh inşa etmiş.

Vefatından sonra öğrencilerinin açık tuttuğu dergâha 1555 yılında Peri Peyker (peri yüzlü) Cafer Çelebi bir bina daha ilave ederek dergâhın vazifelerine bir de medrese olmayı eklemiş. Sonrasında vazife birkaç kez inkıtaa uğramış olsa da 1925’te dergâhların yasaklanmasına dek hizmetini sürdürmüş. Ardından bazı gönüllülerin desteği ile bina ayakta kalmayı başarsa da iyice harap olmuş.

Dergâhın hemen önündeki haziresinde muhtemelen Yeseviye tarikinden olan Seyyid Usul; Kadiri, Eşrefi, Uşşaki, Nakşi, Rufai, Sa’adi gibi başka tarikatlara mensup şeyh efendilerle beraberce yatıyor. Buharalı olan Seyyid Usul Efendi’nin komşusu Derviş Ahmet Efendi Bağdatlı iken, Şeyh Muhibullah Efendi Amid’i yani Diyarbakırlı. Şeyh İbrahim Efendi ise Siroz Adasından, Şeyh Şükrü Efendi muhacir değil, Bursa’nın Karamazak Mahallesinden. Adile Hanım ve Emin Ağa kızı Zehra Hanım ise hazirenin hanımefendi sakinlerinden.

2008 yılında Belediyenin el atması ve Bursa’nın bazı hayırhah ve kadirşinas şahıslarının gayreti ile dergâh ve hazire ihya edilmiş. Ama ne yazık ki, meşayıhını, müritlerini, cemaatini, misafirlerini kaybeden dergâh, bugün artık Kültür Merkezi adı altında, “Kehkeşanlara kaçmış eski günleri” hatırlatmak ve ortaya çıkarılan haziresinin bekçiliğini yapmaktan daha fazlasını yapamamakta.

Ancak dergâhın hemen yanı başındaki komşusunun durumu böyle değil; O, “bu vakit benim vaktimdir” der gibi belki de tarihinin en şanlı günlerini sürüyor.

Arap Şükrü Sokağı

Dergâh, Bursa’nın bir başka muhacirinin ismini verdiği Arap Şükrü sokağının sonunda yer alıyor. Şükrü Bey, bugün Yunanistan sınırları içinde kalan Selanik şehrine yakın bir kasaba olan Vodina’dan Kurtuluş Savaşına katılmak üzere gelmiş Anadolu’ya. Dedesi Yemen’de görevli iken bir Arap hanımla evlendiği için “Arap” lakabı verilen Şükrü Bey, birkaç farklı yer ve işten sonra Bursa’nın Yahudilik Mahallesinin hemen girişinde kiraladığı meyhanede verdiği kuru fasulye, paça, işkembe çorbası ve diğer mezelerin lezzeti ile ismini duyuruyor. Sonraki dönemde cadde boyunca açılan diğer meyhaneler ile sokak Bursa’nın gece hayatının merkezi haline geliyor. Gündüzleri alelade bir Bursa Sokağı olan cadde, geceleri keyf ve dem ehlinin toplandığı; kemancıların, udilerin, darbukatörlerin, dansözlerin ve şen kahkahaların mekânı oluveriyor.

Bir gece birkaç muhibban’ın yolu Seyyid Usul Dergâhına düşmesi icap ediyor ve yol Arap Şükrü Sokağından geçiyor. Grup, Arap Şükrü Sokağının başına geldiğinde içlerinden biri Beyefendi’ye:

-          Efendim, alt taraftan gitsek, orası daha sakindir, diyor. Ancak o;

-          Yolu o kadar uzatmaya ne gerek var? Geçiverelim hemen şuradan, diye cevap veriyor.

-          Efendim, bu saatte bu sokak pek şenliktir. Nahoş görüntüler çıkar, keyfimiz kaçar…

-          Biz caddeden geçeceğiz. Onlarla ne işimiz olur? Der ve yürür sokağın içlerine doğru. 

Meyhane ahalisinin keyfi, meyhaneden taşıp caddeye yansıyor. Kemancıların ve darbükatörlerin ritimle yükselttiği atmosferden yayılan neşe herkesi sarmış; kimi sarmaş dolaş halde sandalyelerinde sağa sola sallanarak, kimi tek başına elleri ile ritim tutarak, kimi meydanda alkolün etkisi ile esrik bir halde oynamaya çalışarak ama hep birlikte;

“Fındıklı bizim de yolumuz eşim aman aman 
Hovardaaaaa, hovardaaaaa çıktı soyumuz
Bu bizim eski de huyumuz canım aman ammaan …”

Diye parçaya eşlik etmeye çalışıyorlar. Müzik ve şarkıyı söylemeye çalışan, giydiği kıyafetten hanende mi yoksa dansöz mü olduğu pek ayrıt edilemeyen hanımefendinin makamı, öyle pek tercih edilebilecek kalitede olmasa da çevredekilere sürur veriyor, içerden yükselen neşe dışardakileri de sarıyor, yoldan geçenleri en azından dillerinin ucu ile bile olsa parçayı mırıldanmaya zorluyor.

Baştan sona 5 dakikada geçilen caddenin sonuna çabucak ulaşıyoruz: Beyefendi birden durarak:

-      --    Ne kadar da neşeli idiler değil mi? Diyor. 

-        --  Evet efendim. Sanırım alkolün etkisi ile pek neşelenmişlerdi.

-         -- Yok! O neşe, bu neşe değil.  Dikkat ettiniz mi hepsi birlikte söylüyorlardı. O neşe insana, “kalpler hep birlikte atmaya, aynı ritimle vurmaya başlayınca” verilir. Eğer hepsi farklı şarkıyı terennüm ediyor olsaydılar, alkollü oldukları halde sinir, huysuzluk, keder ve umutsuzluk onları sarardı. Aynı şimdi kalpleri paramparça olmuş, bambaşka ritimler tutturmaya çalışan Müslüman camiayı sardığı gibi. 

     Bu sokağın sakinleri peygamber tanımıyor, kitap nedir bilmiyorlar; “Biz bilmiyorduk” deyip mazeret sunabilirler. -Kabul edilir edilmez o ayrı mesele.- Ya, biz Müslümanlar ne diyeceğiz? Mazeretimiz ne? Niçin uhuvveti ihya edemiyoruz?

Zeyl:

Bu hatırada hangisine daha çok ağlasam bilemedim: Meyhanelerini ihya eden, tekkelerini toprağın altına gömen; meyhanecilerinin ismini yaşatıp; âlimlerinin, isimlerini bile unutan Bursa’ya mı, yoksa her biri bir başka ritme tutulup kalpleri param parça olmuş, keder ve acz içinde çırpınan Müslümanlara mı? 

Yoksa aslında ikisi de aynı şey mi?

Derleyen: Ahmet Hakan Çakıcı

1443 RECEP    

 

Bir Önceki Yazı: Paranın Görevi

Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

1 yorum:

zeynep dilek dedi ki...

Kendi elleriyle kendi değerlerini imha edip, paramparça olmuş biz Müslümanların sürûr ile itminan ile cem olmaları pek tabi mümkün değildir.

Hovardaya çıktıysa soyumuz, oturup ağlamakta kâr etmez.

Anlamak isteyene epey hisse var..
Teşekkür ederiz, istifade ettik

Yorum Gönder