Tanrilaşan İnsan şiddet Üretir (Bilge Adamlar Dergisi)

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 20 Oca 2015 0 yorum
(Bilge Adamlar Dergisi 35. Sayıda yayınlanmıştır.)
(Bu yazı Müslüman toplulukların içine düştükleri şiddet sarmalının bir yönüne dikkat çekmeye çalışırken, meselenin bundan ibaret olduğu iddiasında değildir).

         1. Dünya Savaşı galiplerinin ganimeti paylaşma mücadeleleri aradan geçen yüzyıla rağmen bitmedi. Savaşın en ciddi mağlubu Müslüman toplumların ödedikleri ve ödemeye devam edecekleri mağlubiyet bedelinin sonu gelmiyor. Son 200 yılda Batı medeniyetine karşı giriştikleri hiçbir mücadelenin nihayetinde galip gelemeyen Müslüman toplumların belki de ödemek zorunda kaldıkları en büyük bedel nesillerini/çocuklarını Batı medeniyetinin terbiyesine teslim etmek zorunda kalmış olmalarıdır.

         Müslümanların, 1. Dünya Savaşı bittiğinde kaybettikleri sadece toprakları olmadı. Gerek Osmanlının gerek diğer İslam topluluklarının yetişmiş kalifiye nüfusu cephelerde eridi. Aradan gecen 100 yıla rağmen Müslüman topluluklar kalifiye/örnek Müslüman nesil eksiğini giderebilmiş değiller.  (Ne yazık ki bu süreç devam etmekte Suud’un, Mısır’ın, Libya’nın, Suriye’nin, Türkiye’nin, İran’ın ve hatta Avrupa’nın en fedakâr ve enerjik Müslüman gençleri büyük kıyımlarla cephelerde eritilmeye devam etmektedir).
         Ganimet saldırılarına direnebilecek nüfusunu cephelerde bırakmış olan Müslüman topluluklar, galip emperyal blok veya onlara ram olmuş yerli dostları tarafından ağır bir baskıya tabi tutuldular. Dilleri, dinleri, harfleri, tarihleri değiştirilerek kökleri ile bağları koparıldı. Batı medeniyetinin saldırılarına direnebilecek unsurlar ya yok edildi ya da sindirildi.

Kökleri (hikmet)  ile bağı kopmuş Müslüman toplulukların aralarındaki ihtilaflar/fitneler kışkırtılıp birbirlerinden uzaklaştırılarak, düşmanlaştırıldı. Geleneksel Tasavvuf, tekke ve medrese kökenli hareketler ile yeni Modern zamanların İslamcı hareketlerin bağları, birbirlerini tekfir edebilecek, ihtiyaç halinde şiddete yönlendirilebilecek düzeyde fitneye boğuldu. Aynı durum devletler, kavmiyetler (Türk-Arap-Kürt-Fars) mezhepler (Şii-Sünni-Hanefi-Şafii-Selefi) ölçeğinde de yapıldı.  
         Tüm Müslüman coğrafyada olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu eliti de gençliğe/topluma yerleştirmek istediği Batılı modelin (pozitivist/seküler) ikamesine  imkân sağlayacak boşluğu var etmek için medeniyetin taşıyıcı unsurlarını (ulema/mele/hoca/şeyh/üstad vs) toplum nezdinde kirletip itibarlarını yok etme yoluna gitti.
         İsmail Kara bir röportajında; Cumhuriyetin kurucu elitinin, ulema ile toplumunun arasını ayırmak için siyasi meseleleri itikadi problemler olarak sunduğundan bahsediyordu. İncir çekirdeği hükmünde olmayan meseleler, imani/itikadi meseleler gibi sunulup Müslüman kesimin öncüleri ile cumhuriyet sonrası toplumun arasına duvarlar örüldüğünün ve İslamcıların bu zokayı yuttuğunun tespitini yapıyordu.
         Mezarlıklarda Kur’an okumasından, abdestsiz Kur’an okunup okunamayacağına, şeyh mürit ilişkilerinden mezar ziyaretlerine kadar birçok konu, Müslümanların kendilerinin düşünüp fark ettikleri, hayattan üremiş sorular/sorunlar değildi. Yiten nesillerini, kaybolan edeplerini, maruz kaldıkları zulmü, parçalanmışlığı, sömürüyü tartışamayan Müslümanlar şefaati, kerameti, türbeleri, evliyaları yıllarca tartıştılar. Hindistan, Türkistan, Kırım, Belgrad, Üsküp, Selanik, Deliorman, Filistin, Afganistan, Irak birer birer düşüp izzet ve şerefleri ayaklar altında çiğnenen Müslümanlar, suni gündemlerle büyülenip boğuldular.
         Özellikle toplumun mütedeyyin kesimini hedef alan meseleler/tuzaklarla sadece medreselerin, tekkelerin, türbelerin ve onların hizmetlisi ulemanın, hocaların, şeyhlerin, müritlerin ve tasavvufilerin itibarı değildi bitirilen. Onlarla birlikte bin dört yüz yıldır geliştirilen İslam Medeniyetinin çocuğu, nesli, aileyi, cemaati, toplumu terbiye etme, edep ve usul verme metodları da bitirildi[1].
         Müslüman toplumlar, nesillerini nasıl yetiştireceklerini, nasıl edep ve terbiye vereceklerini bilemez hale geldiler. 14 yüzyıllık Medeniyetin mensupları nesillerini yetiştirmek için geliştirilmiş usullerin, yöntemlerin varlığını bile unuttu.

         Tüm Müslüman coğrafya İngiliz veya Fransız tipi sömürge eğitim modelleri ile eğiliyor/eğitiliyor. Ne yazık ki bu modelden sıyrılmak için geliştirilen alternatif okul/medrese yapıları da bu kapanı kırabilecek bilinçten uzak. Ya tarihin bir vaktinde donup toplumdan kopmuş veya mevcut İngiliz sömürge eğitim modelinin içine Kur’an, Arapça, Siyer ve Fıkıh dersi eklediğinde İslam terbiyesi verdiğini sanan yapılar!



  Müslüman toplulukların kreş, ana sınıfı gibi kurumlarında Batılı yazarların çocuk eğitim kitaplarının tercümeleri okutulup uygulanıyor. Bunları yapmazsak “başka ne yapacağız?” kelimesi, içerisine düşülen çaresizliğin ve şuursuzluğun itirafından başka bir şey değil.
    Cumhuriyetin öncü elitinin bu coğrafyada yapmış olduğu devrimi daha net anlatabilmek için mimariden bir örneğin açıklayıcı olacağını düşünüyorum:

  Erzurumdaki Üç Kümbetler, Bursa Yeşil Türbe Ve İstanbuldaki Abdülhamit Han’ın türbeleri yan yana konulduğunda, mimari stilleri arasında bir devamlılık ve akrabalık olduğu görülür. Horasan, Selçuklu ve Osmanlı aynı medeniyetin unsurları olarak tarihte bir sürekliliği ifade ederler.
     Ancak Cumhuriyetin kurucu elitinin, M. Kemal Paşa için düşünüp inşa ettiği Anıtkabir’in akrabalığı Yunanistandaki Helen medeniyetinin eserleri Apollon ve Artemis tapınakları iledir.


  Cumhuriyetin kurucu elitinin, topluma verdiği mesaj nettir. "Biz İslam medeniyetinin bir unsuru olarak yola devam etmeyeceğiz. Helen medeniyetinin bir unsuru olmaya karar verdik." Bu politikanın mimarideki etkisini gözleyip tedbir alamayan Müslümanlar (örn;Cumhuriyet dönemi şehirciliği), hallerindeki değişime direnebilecek bilinci de inşa etmekten aciz kaldılar. Allı turnayı bilmeyip Flamingo diyen nesiller; türkülerle/medeniyetin dili/mantığı ile de hemhal olamadılar. “Hemhal” olamayan nesiller, “empati kurmaya” çalışır oldular.
      İslam Medeniyeti ağacının ana dalları, Ehl-i sünnet, Şia, Tasavvuf, İbadiye gibi ekollerdir. Her büyük dalın onlarca daha küçük dalı(ekolü), o alt dalların daha daha küçük dalları vardır. En nihayetindeki yapraklar küçük ders grupları ya da şahıslardır. Bu devasa ağacın kökleri kesilmiş ve Medeniyet kendi köklerinden beslenemiyor.
     Batı iki yüz yıldır o ağacın dibini pozitivizm, hümanizm, materyalizm, sosyalizm, sekülerizm, konformizm,  hedonizm gibi sular ile suluyor. Tüm ağaç, dallar ve yapraklar bu fikirlerle beslenip büyüyor. Tüm dallar, tüm yapraklar etkilenmiş hastalanmış durumda.
     Özellikle televizyonların yaygınlaşması ile Batı düşünce biçimleri aileyi etkileyip dönüştürme gücüne erişti. Eskilerin ahlak ve erdem üzerine anlattıkları menkıbeler “uçtu kaçtı hikâyeleri” diyerek aşağılanırken, modern menkıbeler (filmler) üzerinden topluma yön ve biçim verilmesi sadece seyrediliyor.

     Artık, Doğu’nun çocukları, Batı medeniyetinin gayrı meşru çocuklarıdır.Artık, Doğu’nun çocukları, Batı medeniyetinin gayrı meşru çocuklarıdır.

      Batı, insana, çevreye, vakte, aileye, paraya ve hatta ölüme bakış biçimlerini aynileştirdi. Kültürel zenginliklerini yitiren dünyada yeni nesillerin vakti ve parayı sarf etme biçimleri arasında fark kalmadı. Türk, Rus, Çin, Amerikan, Hintli veya Suudi gençlik her geçen gün birbirine daha çok benziyor. 
    Rusya ve Çin’in kapitalist ekonomi modeline teslim olup, Avrupa kapitalizminden de daha vahşi bir kapitalist modele geçmeleri, Batı medeniyetinin hayat tarzından başka bir modelin canlılığını koruyamadığını, diğerlerinin nostalji ya da tüketim ara nesnesi olarak var olduklarını ilan etmiş oldu. Kapitalist insan modelinin karşısına umut olarak çıkarabilecek bir alternatif model ufukta görünmüyor. Yarış kimin kapitalizmde daha ileride olacağı üzerine. 
    Ne yazık ki 1.Dünya Savaşı sonunda Müslüman toplum da savaşı kaybedip diz üstü düşürüldüğü günden beri kendi kelimeleri ile konuşamıyor, gözleri ile bakamıyor. Tüm organları ile batılılaşmaya çalışıyor. Bunu meşru ve alternatifsiz gören yerel hükümetler toplumlarına bu öğretiyi dayatıyorlar. Direnen yapılar önce yerel hükümetlerce sonra emperyalist blok tarafından param parça ediliyor. Bu zorla biçim vermenin ve Batı medeniyetini topluma dayatmanın getirdiği tüm arızi haller Müslüman topluluklarının akılsızlıklarına ya da geri kalmışlıklarına fatura edilerek Batı medeniyeti bu işlerde bigünah sayılıyor. 
    Halbuki Batı medeniyetinin hayata ve ötekine bakışı, şiddeti üretiyor. 
    Batı, hegemonyasına aldığı yerlerde standart bir modeli, nesilleri eğitmek için dayatıyor. Batı medeniyetinin bilinçaltından üretilmiş bu modelin kendisi şiddet üretiyor. Kendi toplumlarındaki şiddet güçlü devlet yapıları ve sömürülen ülkelerden gelen servetin uyuşturucu etkisi ile bastırılabiliyor. Ne yazık ki kendi köklerinden koparılıp cahilleştirilen toplumlar, gerek kendi ürettikleri gerekse Batının onlara transfer ettiği şiddeti ne uyuşturabilecek bir zenginliğe ne de baskılayabilecek güçlü devlet yapılarına sahipler. 
    2. Dünya Savaşı sonunda İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in “Avrupa insanı, yeryüzüne gelmiş en vahşi yaratıktır. Bizim görevimiz bir daha asla birbirlerini öldürme fırsatını onlara vermemektir” derken o ana kadar yeryüzünde yapılmış tüm savaşlarda ölen insan sayısının toplamından daha fazlasının öldüğü bir savaşın mensubu ve hatta müsebbibi olarak konuşmaktadır. 
    Batı medeniyetine hayat veren Yahudi/Grek kültür, tanrıyı insanlaştıran-insanı tanrılaştıran bir alt bilinçten inşa ediliyor. Bazen eski Yunan’da olduğu gibi, tanrılara karşı mücadele ederek, insana tanrıların arasından ateş çalıyor, bazen Yahudilikte olduğu gibi, tanrıyı yere indirip güreşiyor, bazen Hıristiyanlarda olduğu gibi, insanlığın acılarını paylaşması için tanrıyı çarmıha geriyor. Tanrı ile mücadelenin, tanrı ile rekabetin, insanın tanrılaşma gayretinin zihinlerdeki izdüşümleridir bunlar. 
    İnsanı tanrısal mevkilere davet eden bu bilincin üretip dayattığı metoda “eğitim” denilmesi bile sorunludur. “Eğ”mekten gelen bu kelime Türk bilinçaltında hayvanlar için kullanılmıştır. Köpekleri, kuşları, yılanları, ayıları, balıklarını eğitir Türkler. Muhataba zorla fiziksel veya psikolojik baskı kurarak, eğerek yön vermektir eğitim. Ağaç yaşken eğilir, yön ve biçim verilir. İnsana terbiye verilir. Batı’nın “eğ”erek biçim vermek üzere toplumlara dayattığı model; 
    Kibri ve hırsı meşrulaştırıp, tanrılar yetiştiriyor: Mevcut eğitim modeli çocuğu hayatın merkezine çağırıp “sen çok önemlisin” mesajını çocuğun bilinçaltına yediriyor. Ebeveynlere “siz çocuklarınız için varsınız” diyerek çocuğun kutsallaştığı bir öğretiyi meşrulaştırıyor. Ailenin merkezinden babayı (tecrübe ve hikmet) kovalayıp, çocuğu (ego ve şehvet) merkeze çağırıyor. Eğitim sonunda özel, yüce, tanrılaşmış, başarı ve tüketime şartlandırılmış, “her şeye layık” varlıklar ortaya çıkıyor. 
    Büyük çoğunluğun, hedefe oturtulan başarıya ve dilediğini tüketebilecek zenginliğe erişebilme ihtimali yok. “Özel” bir insan olarak yetiştirilip beklediği ilgiyi bulamayanlar; yalnızlaşıp depresif, uyumsuz, alkolik, seks, Prozac[2] veya uyuşturucu müptelası, takdir /ilgi budalası bir güruha dönüşüyor. Tepeden bakmanın, aşağılamanın, küfür etmenin normalleştiği yapılar içinde bu duygusunu tatmin etmeye çalışıyor. (Spor kulüpleri, siyasi partiler, sendikalar ve hatta mesleki kuruluşlar karşıdakini aşağılamanın, kendini yüceltmenin aracı haline geliyor. Bir stadyumda elli bin kişinin bir araya toplanıp, hakeme sin-kaflı küfürler etmesi, bir siyasi liderin, diğer partinin liderini, milyonlarca insanın önünde aşağılaması normal sayılıyor). 
    Eğitilmiş insan; şişirilmiş egosunu, topluma tepeden bakıp “ben sizin gibi sıradan biri değilim” diyebileceği marjinal yapılar içinde tatmin etme yolunu gidiyor. Kutsallaşıp yüceleşen insan, değersiz görüp aşağıladığı insan topluluklarını eğitmeyi (!) hak görüyor. Şiddet ülkede, cemaatte, trafikte, işte ve ailede meşrulaşıyor. Başkalarına şiddet uygulama, eğitme(!) cesaretini gösteremeyenler kendilerine şiddet uyguluyor. (Türkiye’nin aylık intihar ve intihar girişimi ortalaması 200 insan.) 
    Batı Medeniyetinin toplumlarına okullardan, medyadan, reklamlardan ve kişisel gelişim setlerinden ‘siz özelsiniz, muhteşemsiniz, harikasınız’ demesi onları tüketime zorlamak ve kulak verme ihtimali oldukları akil adamları/bilgeleri itibarsızlaştırmak içindir. Egosu şişirilmiş her şeye layık, her şeyi bilen, her konuda fikri olan kitlenin kimseyi dinlemeye ihtiyacı kalmıyor. Tanrının gözünden âleme bakıyor. Kitleye ihtiyacı olan fikirler, her sabah ve akşam medya üzerinden veriliyor. Böylece iktidarların götürmek istediği yere gitmekte direnen bilgelerin sesi kısılıp, toplum medyadan kolayca yönlendirilip, güdüleniyor.[3]
    Tek tipleştiriyor: Yüce, en doğru bilgiye ve pozisyona sahip, kendisini insanlığın zirvesi gören anlayış bunu herkese zorla dikte etmeyi ve herkesi kutsal gördüğü biçime sokmayı ilahi bir görev olarak algılıyor. Allahlı, Allahsız, komünist, sosyalist veya faşist yapılar kendilerini insanlığın zirvesi gördüklerinde (tanrılaştıklarında) diğerlerine zulüm makinesine dönüşüyorlar. 
    Mevcut eğitim modelinde olduğu gibi, insanları tek bir model içinde hapsedip, tek doğruya yönlendirmek insanı ve fıtratı bozuyor. Ne yazık ki ordudan partilere, Tasavvufilerden, Selefilere, Türk milliyetçilerinden, Kürt milliyetçilerine kadar tüm yapılar Tanrı’nın makamında oturuyorlar. Müntesiplerini tartışılmaz doğrulara yönlendirip, mutlak itaati, Hakk adına talep ediyorlar. Aynilerin birlikteliğine “cemaat” denilip, herkes cemaate çağrılıyor. Mü’min aynileşmeye, ayniliği çoğaltmaya çağrılıyor. Ancak ayniler zaten ayrılmadıklarından bir araya gelmeleri de (cemaat) mümkün olmuyor. Cem, cemaat ve Cuma’dan ancak farklılıklar bir araya geldiği zaman söz edilebileceği göz ardı ediliyor. 
    Aileyi devre dışı bırakıp, eğiyor: Sömürgeci yapılar okulların/öğretmenlerin çocukları eğitip, bir yöne kanalize etmesini meşru gösteriyorlar. Halbuki çocuklarının eğitimi ailelerin devredilemez sorumluluğu ve hakkıdır. Okulların/öğretmenlerin fonksiyonu talim ve terbiye üzerine öğretmek olmalıdır. Ne yazık ki toplumsal bilinç düzeyimiz bu hakkın devredilemez bir sorumluluk olduğunu fark edip devletin, (dolaylı olarak sömürgecilerin) çocukların ruhlarından ve zihinlerinden elini çekmesi gerektiğini talep edebilecek seviyede değil. 
    Sömürgecilerin toplumu kolayca dönüştürebilmek için uyguladıkları bu yöntem aileyi değersizleştirirken, kuşakların dillerini birbirinden koparıyor. Değersizleştirilen yetişkinlerin biriktirdikleri tecrübe ve hikmet sonraki nesillere yol gösteremiyor. 
    Profesyoneller yetiştiriyor (Değersizlik duygusu): Seçkinci, klancı bakış eğitim sistemini profesyoneller yetiştirmek üzere kuruyor. Profesörler, profesyoneller yetiştirmek için inşa edilmiş sistem tezgâhtara, kasaba, manava, fırıncıya, matbaacıya yani bir şeyin uzmanı olamayan büyük çoğunluğa diplomadan başka bir şey veremiyor. Profesyonel olamayan herkes kaybedip değersizleşiyor. Kazanan bir kaç kişiye karşılık yüz binlerce kaybetmiş üretiliyor. Talebe, bir esnafın yanında 6 ayda alabileceği beceriyi 12 veya 16 senelik eğitim sürecinde okuldan alamıyor. Uzun yıllar süren eğitimin sonunda elinde sadece okuma yazma becerisi kalmış ve kaybetmiş kalabalık kendisini önemli, özel hissedebileceği yapılar arıyor. 
    Yarıştırıyor, rakipleştiriyor: 1. Sınıftan itibaren birbirleri ile yarışa sokulan çocuklar ve ailelerin motivasyon kaynakları hırs ve tamah duygusundan başka bir şey değil. Daha ikinci sınıftan itibaren yapılan sınavlarla çocukların sınıfta, okulda, ilde ve hatta ülke çapında kaçıncı olduğu bilinebiliyor. Henüz 7 yaşında olan bir çocuğa yüz binlerce rakip tanımlanmış oluyor. Halbuki bu yarış, sadece çocuğun ezber yeteneğini ve ailenin çocuk üzerinde kurabildiği baskıyı ölçüyor. Daha rüştüne ermeden çocuklar, kontrolsüz bir rekabet gözü ile çevreye bakmaya şartlandırılıyor. 
    Oyunlar küçümseniyor: Oyun, çocuklar için oyun değil, ihtiyaçtır. Çocuklar oyun oynarken; beraber hareket etmeyi, anlaşmayı, kavgayı, tahammül etmeyi, birbirlerinin eksikliklerini tamamlamayı, hırslarını kontrol etmeyi, ekip olmayı, dostluğu, ihaneti, sadakati, sevinmeyi, üzülmeyi, kaybetme duygusu ile baş etmeyi, beklemeyi, dışlamayı, dışlanmayı, liderliği öğrenirler. Beraber yaşama sanatını edinirler. Çocuklara beraber yaşamayı öğretmek yerine, onları sonu gelmeyecek bir yarışın rakiplerine dönüştürmek, kolayca birbirlerine şiddet uygulayabilecek toplumun, hiziplerin temelini atmak anlamına geliyor. 
    Önce yüceltilip kutsanan, sonra hayal kırıklığına uğratılıp değersizleştirilen, ruhsal şiddete uğratılıp eğilen/eğitilen, ailesinden koparılıp akıl ve hikmetten uzaklaştırılan nesillerin toplumdan/kendinden nefret etmesi anormal sayılmamalıdır. 
    Kibri ve hırsı meşrulaştıran ilk maddeye geri dönüp daha geniş konuşmak istiyorum: Şiddet, kişinin kendini “yüce/üstün” görmeyi meşru gördüğü zeminde olgunlaşır ve hatta göreve dönüşür. 
    Tanrıdan rol çalan, kibri ile yeryüzünü ıslah etmeye çalışan Batı medeniyeti, karşılaştığı tüm medeniyetleri yeryüzünden sildi veya içlerini boşaltarak onları birer turizm nesnesine dönüştürüp, pazarladı. Endülüs, Maya, İnka, Aztek ve Afrika medeniyetlerinden iz kalmamışken, Budizm, Konfüçyüs ya da Kızılderili medeniyetlerini adeta şehvet sofralarının rakkaselerine dönüştürdü. 
    Batı medeniyetinin yüceltilmiş insanının dili, Tanrının dili ile karışıyor. Aziz Allah (cc) adına Hz. İsa (sav), Hz. İsa adına Havariler, Havariler’in adına Papa, Papa’nın adına bir rahip, bir rahibin adına tüm bunları temsil ettiğini söyleyen tebliğci söz alıyor. 
    Konuştuğunda o konuşmuyor ‘Allah böyle buyurdu’ diyor. ‘Allah böyle istedi’ diyor. ‘Sen emri yerine getir, onu sorgulayamayız’ diyor. ‘Biz/ben O’nun yeryüzündeki temsilcisiyim. Ben gelmedim. O beni sana gönderdi’ diyor. Eğer Tanrı’nın temsilcisiyseniz, Tanrı’nın ilmi ve emirleri sizin yanınızda ise, doğruyu siz biliyorsanız, siz ve fikriniz Hakk iseniz, size karşı gelen Tanrı’ya karşı gelmiş olur. (Örnek: 11 Eylül saldırılarında President Bush’un konuşmaları). Siz Allah’tan iseniz, sizden olmayan şeytandandır. Allah’a yani size uymayan yoldan çıkar, mürted/hain olur. Allah’a yani size karşı gelen elbette öldürülmeyi hak etmiştir. Çünkü “Hakk”a karşı gelmiştir. 
     Yüce Tanrım, sana yalvarıyorum. Beni Tanrıdan kurtar! 
     Ateist, Komünist, Allah’ın askeri veya başka bir şey olmak değildir mesele. Mesele kişinin kendini Hakk görmesi, yüceltmesidir. Herhangi birinin adalet/ Hakk adına söz alıp, kendisini Hakk ilan etmesi; diğerleri için zor ve kanlı bir sürecin başladığının ilanıdır. Bu bakışın kendisi terör ve şiddet üzerinden var olabilir. Bu nedenle şiddet bilinçsizce üretilir ve hatta pazarlanır. 
    İslam, cahiliye dediği bu bakışı düşman edinmekle söze başlar. La ilahe illallah veya Allah’u Ekber. Hakk yalnız Aziz Allah’ın (cc) ismi ve sıfatıdır. Kimse kendini o makamda göremez, tanımlayamaz, Hakk adına söz alamaz. Bu ismi veya sıfatı hiçbir insan veya kurum kullanamaz. 
    “Kendisinin de buyurduğu gibi, Allah idrak edilemez, tanımlanamaz. Çünkü, bir şey tanımlanabiliyorsa sınırları vardır. Sınırları olanın, sınırları çizilebilir. Sınırları çizilebilirse mülk edinilebilir. Mülk edinilebilirse, alınıp satılabilir bir nesneye dönüşür. O artık ticarettir” der Muhyiddin-i Arabî. “Allah, kendi ifadesi ile ‘idrak edilemiyorsa’ Allah’ı anlatanlar, Allah adına söz alıp konuşanlar, ‘Allah böyle diyor. Böyle emrediyor’ diyenler hangi Allah’ı anlatmaktadırlar?” diye sorarak devam eder.[4] Büyük oranda bu Allah gelenek, görenek, örf, adet gibi çevresel etmenlerden zihnimizde oluşan bir imajdan ibarettir. Üzerini kazırsanız altından kişinin kendisi çıkar. Konuşan kendisidir. ‘Allah böyle buyuruyor’ dediğinde aslında kendi anladığını, Allah’ın emri diye sunuyordur. 
    Sorun şudur ki, ahmak kişi, âlemleri yaratan Aziz Allah (cc) ile kendi sanrılarından var ettiği Allah’ı birbirinden ayırt edememektedir. Arabî’nin “insanların çoğu putperesttirler, kendilerine taparlar” dediği haldir bu. Kişinin egosu büyümüş, kibri dağları aşmış, meleklerin hocası iken ümidsiz duruma düşmüş Şeytan gibi, kendi fikrini Allah’ın fikri ile aynı zanneden, kendinden şüphe etmeyen bir yere gelmiştir. 
    Sanırım bunu fark eden meşhur papaz Master Echart’ın ellerini semaya açarak “Ey Tanrım, sana yalvarıyorum. Beni Tanrıdan kurtar”[5] diye dua etmesi kendi egosunun şişirdiği tanrı imajından kurtulup salimen Allah’a teslim olabilmek için edilmiş bir feryaddır. 
    Çünkü kişi âlemleri yaratan Aziz Allah (cc) ile zihninde oluşan Allah imajını ayırt edemezse tanrı makamından konuşmaya, buyurmaya başlar. ‘Ben böyle anlıyorum’ demez, ‘Allah böyle diyor’ der. ‘Allah’a gelin!’ dediğinde, ‘bana/cemaatime gelin’ der. ‘Allah’a isyan etmeyin’ dediğinde, ‘bana/cemaatime karşı gelmeyin’ der. Allah adına tekfir ettiğinde, kendine tabi olmayanları tekfir eder, ‘Ben Allah’a teslim oldum’ dediğinde, ‘siz de bana teslim olun’ der. ‘Allah ve Resulüne tabi olun’ dediğinde kastettiği kendi ya da cemaatidir. Allah adına öldürdüğünde, ölen hep onun düşmanlarıdır. ‘Allah’a verin’ dediğinde açılan cep onun cebidir.

     Unutulan ya da ihmal edilen.
    
    Kibir ve tanrılaşma temayülü (Tasavvufilerin deyişiyle nefs-i emmare) şehvet gibi arızi bir durumdur. İnsanoğlunun terbiye edilmesi, kontrol altına alınması, ıslah edilmesi gereken sıfatlarından biridir. İslam’ın kendini “La ilahe İllallah” kelimesi ile formüllendirmesi, tanrılaşma temayülüne karşı insana verilmeye çalışılan terbiyedir. “Allah’a şirk koşmayın” aynı kelimenin başka bir ifadesidir. Siyasi argümanlarla yönlendirilmiş olan bakış açımız bu ayetleri otoriteye münhasır olarak telakki ediyor. Halbuki ayet şahsi, yerel, bölgesel veya tüm zeminlerdeki ilahlaşmalara reddiye içerir.
     Kimse sevilmeye, tabi olunmaya, peşinden gidilmeye, korkulmaya layık olanın kendisi olduğunu ilan edemez (ulûhiyet). Bu sadece Aziz Allah’ın (cc) makamıdır. Kimse kendisini, liderini, fikrini, grubunu, mezhebini, eşyayı veya herhangi bir sembolü aziz, yüce, dokunulmaz, eleştirilemez, ilahi/Allah’tan ilan edemez. Bu Allah’a mahsustur.
     Doğruyu bilen Allah’tır. Hiç kimse ‘doğru benim’ diyemez. Hakk olan Allah’tır. Kimse ‘Hakk benim’ diyemez. Kimin kurtulacağını bilen Allah’tır. Kimse kendini kurtulmuş ilan edemez. Hüküm verecek/hüküm sahibi Allah’tır. Kimse O’nun adına hüküm veremez. Allah aciz değildir. Kendi intikamını alır. Kimse O’nun adına insanlardan intikam alamaz. Bu zulümdür, kabul edilemez.

      İslam Tevhid’dir, tekfir değil.
     Her şey Allah’ta tevhid edilir. Bir’de birleştirilir, toplanır. Farklı insan tipleri “1” olanın etrafında cem edilir, tevhid edilir. Doğru Allah’tır. Hakk Allah’tır. Hüküm Allah’ındır. Tekfir, yani “Allah benim tarafımda” diyerek kendini diğerlerinden yüce, kutsal, doğru, fırka-i naciye ilan etmek, ayrılmak kibirdendir. Kibir ise şeytanın sünnetidir.
     Allah makamında tektir, diğerleri kuldur. Ara makamlar yoktur. Allah’a hizmet edenler, Allah’ın sevdikleri, Allah’ın kavmi, grubu vs yoktur. Bunlar ahirete yönelik makamlardır. Makamları tayin edecek olan Aziz Allah’tır (cc).
    
    Tanrı kutsal, demek ki ben de kutsalım.
    Ancak şeytani kibir, Allah üzerinden kendine prim koparmanın derdindedir. O’nun “Allah’a hizmet edenler/O’nun yolunda olanlar Allah’a daha yakındır” iddiasın Kur’an’ın manifestosu İhlas Suresi şiddetle reddeder: Hayır! “Kul hüvallahu ehad” Allah, yalnız ve tek başına büyüktür. O samed’dir. Kimsenin varlığına, kimsenin hizmetine, kimsenin çabasına ihtiyaç duymayandır. Sizin varlığınızın ya da yokluğunuzun Allah’a ne faydası ne de zararı vardır. (İyi ki doğdun veya iyi ki varsın törenlerine atıf yapalım).
    Kimse Allah’a hizmet edemez, Allah’a hizmet ediyorum diyerek hizmetini topluma yüklemeye kimsenin hakkı yoktur. Allah’a hizmet etmeyi bırakın, kendi hizmetinizi kendiniz görün denilir. O hiç kimse ile özel ilişkiye girmez. Akrabaları, borçlu olduğu, muhtaç olduğu, faydalandığı kimse yoktur. O “ehad”dır.

    “Sıradan bir kul” olmaya razı olabilmektir İslam.
    “La ilahe” aynı zamanda “ben sıradan bir kul olmaya razı oldum” demektir. Mevcut öğreti kul olmayı, rütbe olarak takdim ettiği için, kul olurken bile “bakın ben Allah’a ne kadar yakınım” diyen bir dille konuşturuyor. Dikkat edilirse “kul” olmaya razı olan bilinç “sıradan bir kul” olmaya razı olmaktan huzursuzdur.
İnsan önce hüküm vermede, doğruyu tayin etmede, Hakk’ı görmede, çevreyi, insanı anlamada ve diğer her şeyde eksik olduğunu kabul etmeli yani “kulluk makamına” razı olmalıdır. Buna razı olmayan ilahlaşmış, şirk koşmuş, Allah’ın sıfatlarının kendisinde olduğunu varsaymış olur.
    Hz Ali’(ra) nin Haricileri eleştirenlere karşı söyledikleri, bu bakışın ürünüdür. “Onlar, doğru yolda olma ihtimali bulunan, yanlış yapan kardeşlerimizdir. Biz ise yanlış yolda olma ihtimali bulunan doğruyu yapanlarız.” ‘Doğru olarak gördüğümüzün peşine gideriz ama mutlak doğruyu görenin yalnız Allah olduğunu unutmayız. Kul olmaya razı olup, haddi aşmayız. Tanrı makamından konuşmayız. Çünkü gerçekten Hakk’ı tespit edebilecek ve vakayı tüm yönleri ile görüp adaletle hükmedebilecek olan yalnız Allah’(cc)tır’ der gibidir.
    Kur’an-ı Kerim, Maide Suresinde, bugünün Batı medeniyetini var eden Hıristiyan/Yahudi mantığı eleştirirken onların kendilerini “Allah’ın sevgili kulları”, “Allah’ın çocukları”, “Allah’a hakkıyla teslim olanlar” ilan etmelerini kınar. Ve ısrarla Allah katında hayırlı olanların “selam” olanlar olduğunu söyler. Kendilerini Allah’ın sevgilileri ilan edenleri lanetleyerek bu ilişki biçimi reddeder.
    Kur’an-ı Kerim’de, “ben size Müslümanlar ismini seçtim” denmesi bu mantığın reddedilmesi ile ilişkili olsa gerektir. Kur’an ve ilk dönem Müslümanları, Muhammediler ya da Muhammed’in çocukları gibi isimlendirmeleri kabul etmediler. Allah (cc) veya Hz. Muhammed (sav)  ile bir ilişki kurularak Hıristiyan ve Yahudilerin yapmış oldukları gibi, kendilerini Allah’ın temsilcileri/sevdikleri ilan edip kibri meşrulaştırma yolunu tercih etmemiş, kıymetli olanın toplumda selam sahibi/Müslüman (toplumun emniyet, güven, selamet bulduğu sıfatlara sahip) olanlardır fikrine sadık kalmışlardır.
    Ne yazık ki “Müslüman” kelimesi artık bir ahlak ve erdem sahibi olmanın ismi, yani bir sıfat değil, “bizim gruba dahil olanların” ismi olmuştur. Bu mantığa eleştiri olsa gerek ki Kur’an’da döndürüle dolandırıla konu hep büyüklenmeye (kibir) getirilir. Neredeyse tüm uzun surelerde kendilerini bir sebeple özel, farklı, yüce görenler eleştirilir.
    Edep, ilahlaşma eğiliminin terbiyesidir.
    Müslüman öncüler, insanın kendini özel, farklı, yüce görme eğiliminde olduğunu fark edip, Batı medeniyetinin aksine bunun arızi/hastalıklı bir durum olduğunu düşünmüş “terbiye ve edep usullerini” bu arızanın kontrolü üzerine inşa etmeyi denemişlerdir. İlimden önce ahlak ve erdemin gelmesi gerektiğini, ahlak ve erdem sahibi olmayanlara ilim vermenin topluma yapılmış zulüm olduğunu düşünmüş, özellikle Kur’anî ilimleri ahlak ve erdeminden emin olmadıklarından kıskanmışlardır.
    Kendisi ile baş edemeyen, tanrılaşma eğilimini, egosunu, kibrini, nefretini kontrol edemeyenin eline silah verirseniz, o silahı kime çevireceğini bilemez. Çünkü dost ile düşmanı ayıramaz. Ona mal verirseniz, nereye sarf edeceğini bilemez. Çünkü kıymetli ile kıymetsizi ayıramaz. Ona ilim de verilmez. Çünkü “ilim maldan kıymetli, silahtan tehlikelidir” der Mevlana.[6]
    Bu bir medeniyet bakışıdır. Eğer şiddetten uzak bir selam toplumu (dar’us selam-İslam) inşa etmek isteniyorsa; insanlara ilimden, maldan ve silahtan önce kendi zaafları ve şeytani kibri ile baş edebilecek bir edep vermek gerekir.

Terbiyeye Bir Örnek vererek ne dediğimizi anlatmaya çalışalım.

    Edep, ilahlaşma eğiliminin terbiyesidir.
    Müslüman öncüler, insanın kendini özel, farklı, yüce görme eğiliminde olduğunu fark edip, Batı medeniyetinin aksine bunun arızi/hastalıklı bir durum olduğunu düşünmüş “terbiye ve edep usullerini” bu arızanın kontrolü üzerine inşa etmeyi denemişlerdir. İlimden önce ahlak ve erdemin gelmesi gerektiğini, ahlak ve erdem sahibi olmayanlara ilim vermenin topluma yapılmış zulüm olduğunu düşünmüş, özellikle Kur’anî ilimleri ahlak ve erdeminden emin olmadıklarından kıskanmışlardır.
    Kendisi ile baş edemeyen, tanrılaşma eğilimini, egosunu, kibrini, nefretini kontrol edemeyenin eline silah verirseniz, o silahı kime çevireceğini bilemez. Çünkü dost ile düşmanı ayıramaz. Ona mal verirseniz, nereye sarf edeceğini bilemez. Çünkü kıymetli ile kıymetsizi ayıramaz. Ona ilim de verilmez. Çünkü “ilim maldan kıymetli, silahtan tehlikelidir” der Mevlana.[6]
    Bu bir medeniyet bakışıdır. Eğer şiddetten uzak bir selam toplumu (dar’us selam-İslam) inşa etmek isteniyorsa; insanlara ilimden, maldan ve silahtan önce kendi zaafları ve şeytani kibri ile baş edebilecek bir edep vermek gerekir.
    
    Terbiyeye bir örnek.
    Tasavvufilerden bir örnek vererek, İslam ümmetinin hangi bilinç ve hassasiyetleri kaybettiğini, Batı medeniyetinin kutsadığı cahiliye insanına karşılık nasıl bir insan modeli inşa edilmeye çalışıldığını hissettirmeye çalışmak istiyorum:  Son dönem Kadiri meşayıhından Şemseddin Yeşil Efendi kendisini dinleyen öğrencilerine; “ … Hep hariçte düşman arıyoruz. En büyük düşmanımız hepimizin içindedir. Nefsimizdir. Çok sevdiğimizden dolayı onun düşmanlığını göremeyiz. İnsan, bir insanı severse onun çirkinliğini göremez. Nefsimizi de çok sevdiğimizden onun çirkinliğini göremeyiz. Bir de içimize çöreklenmiş bir ejderha var. “Nefs-i emmare” derler. Yedi tane başı var; hırs, tamah, kibir, ucub, buğz, adavet ve riya. Öldürebilirsen öldür. Ne atom para eder, ne zehirli gaz. Hiçbir şey…” diyor.
    Dikkat edilirse şeyh efendiden yaptığımız kısa alıntıda, erdemli harekete giden yolun, kişinin kendi arızi yönlerini ıslah etmesinden geçtiği anlatılmaya çalışılırken, ‘Kişi kendi arızi yönlerini fark ederek müminleşir’ deniyor. Bu Neml Suresinin sonunda[7] Aziz Allah’ın (cc) Resulüne söylettiği “Ben bana emredilene uymak ve sizi uyarmakla mükellefim” ayetiyle de uyumludur. Islah kişinin kendisinden başlayan bir süreçtir. Kendine emir, diğerlerine tavsiyedir. “Edep ise 7 arızi sıfatın terbiyesi ile mümkündür” diyor.
    Kur’an’dan alınan bu 7 sıfatın 4 tanesi toplum içinde hala yaşıyor gibi görünse de 3 tanesi dilden düşmüş durumda. Burada söz konusu olan kelimelerin unutulması değil,  bu kelimelerin karşılığı olan halin/davranış biçiminin unutulmasıdır.
    Mesela “kanaat”, yaşı 50’lerin üzerinde olanların sık kullandıkları bir kelime iken, 40’lı yaşlarda nadir, 20’li yaşlarda ise neredeyse hiç kullanılmayan bir kelimedir. Süreç böyle giderse 2 nesil sonra “kanaat” kelimesi tamamen toplumun dilinden düşecek, unutulacaktır. Unutulacak olan kelime değil, “kanaat etme” mantığıdır. Tüketime şartlandırılan toplumda “kanaat etme” mantığının yaşaması da mümkün değildir. 

    Adavet; Haddinizi biliniz ve aşmayınız. Şuara suresinde Hz. Lut (sav) kavminin helak sebebi olarak gösterilen, homoseksüellikleri değil, adavet içinde olmalarıdır[8]. Adavet; haddi olmayan bir şeye hakkının olduğunu düşünme halidir. Hz. Lut’un (sav) kavmi, birinin kapısını kırabilecek, misafiri isteyebilecek, kendi cinslerine sarkıntılık edebilecek bir hadsizlik içerisindedirler.
    Haddi aşmak, ancak başkalarının sınırlarını zorlayarak, aşarak, tecavüz ederek mümkündür. Şeytanın haddi olmadığı halde “ben ondan daha kıymetliyim” demesi adavet halidir. Haddini aşmış, kendini olmadığı bir değerde görerek insanın pozisyonuna tecavüz etmiştir.
    Allah Resulüne atfedilen “gücü olanın borcunu ertelemesi haramdır” hadisinde; imkânı olanın,  ödemesi gereken borcu ertelemesi veya taksitlendirmesi hakkı olmadığı halde sınırlarını genişletmesi olarak değerlendirilir. Borçlunun sınırlarını genişletmesi, alacaklının sınırlarına tecavüz etmeden mümkün değildir. Bu güçlünün ve imkân sahibinin güçsüze zulmüdür. Haramdır.
    Mantığını “Alabileceğinin en fazlasını almak, verebileceğinin en azını vermek” üzere kurmuş olan kapitalist/cahili iş dünyasının,  “alabileceğinin en azını alıp, verebileceğinin en fazlasını vermek,” üzere kurulmuş bir nispet mantığına eşlik etmesini beklemek mümkün değildir. Cahiliye düşünce biçimi “ne HAK” ettiğini sormaz, en son neye razı olabileceğini sorar. Adavet budur. Haramdır. 
    Kişinin Tanrı makamında oturması, dilini, düşüncesini, fikrini, grubunu Allah’ın dili, fikri, düşüncesi ilan etmesi, Tanrı’nın makamına taşması tecavüzüdür. Adavettir.
    Haddini bil. Annenin, babanın, kardeşinin, komşunun, sıradakinin, trafiktekinin, müşterinin aleyhine sınırını genişletme. Sende yaratılmış herhangi bir kulsun. Diğer yaratılmışların (bitki, hayvan, taş veya su) hakkını ihlal etme. (Nehir kenarında abdest alsan bile suyun hakkını koru, israf etme.)
    Bu “bakış” unutulmuştur. Batının, üzerimize saldırttığı reklam dili bize adaveti öğütlüyor. Size verilene razı olmayın, daha fazlasını isteyin, daha, daha, daha derken şeytani sıfatlar övülmekte, aşılacak sınırın bir başkasının aleyhine olacağı gözlerden kaçırılmaktadır.[9] Özellikle kişisel gelişim kitaplarından vaaz edilen bu dil içinizdeki canavarı uyandırın, size verilene razı olmayın, utanmayın, çekinmeyin derken adaveti, dost kazanma sanatı adı altında da riyakârlığı pazarlamaktadır.[i]

    Ucub; Amelinize güvenmeyiniz. Ucub, ameline güvenme halidir ki, bir şeytani sıfattır. Ne yazık ki; var olan cemaatlerin tamamı kendi sahip olduklarını övüp diğerlerini yererlerken, kendi amellerinin üstünlüklerini/Allah’a yakınlıklarını ilan etmektedirler. “Ucub”tan sakınmak yerine yüce cemaatler(!) var eden toplumun, vahdete/ümmete ulaşma ihtimali yoktur.

    Kibir; Büyüklenmeyiniz. Kendinizi özel, diğerlerinden kıymetli görmeyiniz. Herhangi bir sebeple kişinin kendisini diğerlerinden kıymetli görmesidir. Sanki Kur’an ve Hz. Resulün sünneti “kibir”i tavsiye ediyormuş gibi, Müslümanların inşa ettiği yapılar kibire bulanıyorlar. Siyasi partilerden, silahlı örgütlere, Selefi yapılardan Ehl-i tariklere, Şia’dan Ehl-i Sünnet’e tüm hizipler kibir dağının tepesinden seyrediyorlar alemi. Ne yazık ki Müslüman’ın belirleyici sıfatlarından olan tevazunun, kibir karşısındaki pozisyonu gerilemiş, sahipsiz kalmış, misyonunu kaybetmiştir.

    Buğz; Nefret, kin, intikam ve düşmanlıktan uzak durunuz. Buğz’un da şeytani bir sıfat olduğu unutulmuştur. Yapılar varlık nedenlerini, diğer grup veya cemaatlere duydukları kin ve nefret üzerinden tanımlar olmuşlardır. Hizipler mensuplarına diğer yapılara nasıl ve neden buğz duymaları gerektiğini anlatıp, bunu kendileri içinde değil, Allah için buğz etmek şeklinde tanımlayıp kini ve nefreti meşrulaştırır olmuşlardır.[10]
Hz Peygamber’in(sav)  Mekke’ye, Hz. Ömer (ra) ve Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’e girişlerindeki şerden hayrı çıkarmaya dönük bakış Müslümanların, Haçlıların Kudüs’e girişlerindeki buğz, kin, nefret ve intikama dayalı şiddet Batı aklının ürettiği hareket tarzlarına örnek sayılabilir.

    Tamah; Sahip olma, yığma ve yağma duygunuzu kontrol ediniz. Tekasur Suresinin konusudur. “Biriktirme derdi (tamah) sizi, öyle bir oyaladı ki, kabirlere girene kadar kurtaramadınız yakanızı.” Kapitali olanın kıymetli olduğu kapitalist (para-mal tapar) toplumlarda tamah, baş tacı ediliyor. Direncini kaybeden İslam toplulukları bu ahlaktan kendilerini sakınamıyorlar. Tamah, girdiği toplumda kardeşliği, merhameti ve ülfeti öldüren zehirli bir görev üstleniyor.

    Riya; Kendinize, inancınıza ve Allah’a güveniniz. Baskıcı, diktatöryel tüm yapılar riyakâr topluluklar üretirler. Güçlüden gelen şiddetten korunmak için toplum, sulta sahibi ile ikiyüzlü ilişki biçimleri(riya) geliştirir. İbn-i Haldun’un dediği gibi riya yalanı, yalan ise bozuk ticareti getirir. Ticaretin bozulduğu yerde kolay ve hızlı kazanmak marifet gibi algılanır. Kolay ve hızlının peşine düşen toplumlarda, uzun süre ve yoğun emek isteyen âlimler, ilimler, ustalar, sanatlar ve sanatkârlar yetişemez. Alimleri, ilmi ve sanatkarları olmayan toplumlar, izzet ve şereflerini yitirip zillete düşerler.
    Kendinize, inancınıza yani Rabbinize güveniniz. HAK/adalet arayışınızdan ve talebinizden vazgeçmeyiniz. Geçiciymiş gibi geliştirilen, güçlünün/iktidarın rızasına uygun davranış biçimleri ahlaka dönüşür. Dönüşmeyiniz. Yerinizi terk etmeyiniz. (Uhud’daki okçulardan hatırlatma.) 

    Hırs; Gösterişi helal saymayınız. İnsanın şehevi duygularını kontrol edememesidir. Gösterişi helal ve maruf kabul edip, “sen daha fazlasına layıksın” denilerek sürekli kışkırtılan toplum para, mal, kadın, mevki, şöhret yarışı (hırsı) ile körleşip, düşmanlaşır.
    Dikkat edilirse şeyh efendinin oluşturmak istediği toplum; öncelikle kendi zaaflarına odaklanmış, büyüklenmeyi haram sayıp,  amelleriyle kendini kutsal görmeyen, haddini bilen, tanrılaşma eğilimini, hırslarını, yığma ve yağma güdüsünü, kin ve nefretini kontrol edebilen, riyasız bir toplumdur. Arızi sıfatlarını “terbiye” ederek topluma “edep” vermeyi hedeflemektedir.
    Toplumun “ben” duygusunu kışkırtarak “yönlendirilebilen tüketiciler” var etmeye çalışan “eğitim”cilere karşılık, insanın, arızi yönlerini terbiye ederek “darüs selamı” huzur ve barış toplumunu inşa etmeye çalışır Müslüman bilinç.
    Hırs, tamah, ucub, adavet, kanaat, tevazu, riya gibi kelimeleri ve davranış biçimlerini bilmeden bir İslam toplumunu inşa etmek mümkün müdür?  Eğilen/eğitilen toplumdan tasfiye edilen bu kelimler ile kaybedilen medeniyet/Müslüman bakışı olmuştur.

    1400 yılda fark edilemeyenleri fark edebilenler!
    İslam medeniyetini kodlarından koparıp[11] eğen/eğitenlerin ruhlarımızda, hallerimizde neleri değiştirdiklerini fark edememek büyük bir zaaf olarak duruyor önümüzde. Yıllarca süren eğitimleri ile Batı medeniyetin kodları ile şekillendirilen nesiller, hayata Batı medeniyetinin bir mensubu olarak baktıklarının farkında olamadan Kur’an’la tanışınca İslam medeniyetinin mensuplarının 1400 senede göremediklerini görmeye, fark edemediklerini fark etmeye, yapmadıklarını yapmaya başladılar.
    Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’in yazıldığı Horasan’da, Müslümanlar Buda heykellerini 1200 senedir seyrediyor ancak onların nasıl fitne fücur kaynağı olduğunu göremiyorlardı. Bizim neslimiz gördü. Batı’nın, İslam medeniyetinin (Endülüs, Osmanlı) izlerini silmesi gibi, Budist izleri silindi. 
    Hicri 168’lerden beri Emeviyye Camii’nin çatısı Kilise ve Havra’nın da çatısıydı. Müslümanlar, Museviler ve Hıristiyanlar aynı avluyu kullanıyorlardı. Bizim neslimiz Emeviyye Camiini yerle bir etti. Böyle mekanlar Avrupa’da da yoktu.
    Hacc Suresi 40[12]. Ayetten hareket eden, halife Ömer b. Abdülaziz valilerine gönderdiği emirnamede; “Fethedilen yerlerdeki kilise, havra ve ateşperest tapınaklarının yıkılmaması” yönünde talimat verdi. O günden sonra ülkenin en büyük ibadethanesi fethin sembolü olarak camiye dönüştürülüp diğer ibadethanelere dokunulmadı. Bizim neslimiz ise içinde secde edilen camileri, içinde secde edenleri ile birlikte havaya uçurabilecek delilleri Kur’an ve hadisten bulabildi. Batı’da gittiği her yerde yerel ibadethaneleri yok etti ve ediyor.  
    Bilad-ı Şam, (Irak, Suriye, Filistin, Lübnan) 1350 senedir Müslüman, Musevi, Hıristiyan, Zerdüşt, Mecusi, Bahai, Sünni, Şii, Yezidi, Nusayri, Maruni, Nasturi, Kıpti ve diğer bir çok hizbi beraberce yaşatabildi. Artık Şam çocuklarını beraber yaşatamıyor.[13] Müslümanlar, başkalarına hayat hakkı tanıyan tevazu, tahammül ve özgüvenlerini cahili/Batılı kibirle değiştiler.
    Önceki nesillerin gülüp geçtiği müsteşriklerin iddialarını, müsteşriklerin baktığı yerden bakınca bizde görmeye başladık. İslam’ın kapitalizmle/demokrasiyle/sosyalizmle/hümanizmle uyumlu olduğunu, faizin, bankaların gerekli olduğunu, tekfirin asıl, Tevhidin fürühattan olduğunu, namaz, oruç, hacc, gibi ibadetlerin anladığımız şeyler olmadığını[14], çok eşliliğin olmadığını, hicab/tesettürün Akdeniz geleneği olduğunu, şer’i cezaların, hadlerin Arap geleneği olduğunu, kısasın insanlık suçu olduğunu, Müslüman’ın zengin olması gerektiğini, gösteriş ve israfın helal olduğunu görebilecek yeteneklere sahip olduk. Artık kinden, kibirden, hırstan, ucubtan, adavetten korkmamız da gerekmiyor.
   “İlmini alalım, ahlakını terk edelim” denilerek başladığımız Batı yolculuğunu Avrupa’nın 100 yıllık savaşlarını, mezhep boğazlaşmalarını, kibrini, hırsını, nefretini, biriktirmeciliğini, gösterişçiliğini ithal ederek sürdürüyoruz.
    Aldıklarımız karşılığında neler vermek zorunda kaldığımızı hesap edemiyoruz. Yitiğimiz büyük.
    Ufkum bu kadarını görmeme yetti. Doğrusunu Aziz Allah (cc) bilir.


[1] [1] Bitirilen sadece Edep, terbiye usulleri değildi. Mesela medrese ve tekkelerin dil öğretme teknikleri ile Arapça ve Farsça şiir yazabilecek, ağır metinleri çevirebilecek düzeye gelebilen öğrenciler, Cumhuriyet sonrası eğitimi ile ne Arapça ne İngilizceyi yıllarca süren eğitimleri boyunca selamlaşabilecek düzeyde bile öğrenemediler.
[2] [2] Prozac: Bağımlılık yapan antidepresan ilaçların sembolleşmiş markası.
[3] Konu hakkında geniş bilgi için ; Ortega Y. Gasset, Kütlelerin İsyanı.
[4] İan ALMOND, Derrida ve İbn-i Arabi
[5] İan ALMOND, Derrida ve İbn-i Arabi
[6] Mevlana, Mesnevi’de “çocuk” remzini kullanıyor. Bakara 256. Ayetten hareket ederek Rüşde ermemiş çocuğu, GAYY (taklit, baskı,  kalabalığa uyma) yoluna giden toplumla eş sayıyor.
[7] Neml 91:Ben, yalnızca bu beldenin, onu saygın kılan ve herşey de kendilerinin olan Rabbine ibadet etmekle emrolundum. Ve yine halis müslümanlardan olmamla emrolundum.
Neml 92:Bir de Kuran okuyayım diye emrolundum. Her kim doğru yolu kabul ederse, yalnızca kendi yararına kabul etmiş olur. Kim de sapar giderse de ki: «Ben, yalnızca tehlikeyi haber verenlerdenim.» Elmalılı.

[8] Şuara 166 'Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi terkederek? Siz gerçekten haddi çok aşan bir toplumsunuz.” Elmalılı
[9] Bülent AKYÜREK’in “İçinizdeki Öküze Oha Deyin” isimli eseri konuyu daha geniş ele alır.
[10] [10] Fatma K. Barbarosoğlu Yenişafak gazetesinde “Buğz Müslümanları” ibaresini kullanıyordu.
[11] Osmanlının son dönemlerine kadar gelen bu usulün mükemmel uygulandığını hatasız, kusursuz olduğunu söylemiyorum. Hatta çok büyük oranda yozlaşmış ve bozulmuştu. Ancak kelimeleri/anlamları, sayıları az da olsa kaliteli medeniyet öncülerini bize intikal ettirmeyi başarmıştır. 
1400 senelik bir medeniyetin mirasını red etmenin ancak ahmaklık olduğunu, o medeniyetten (köklerden) yararlanmamak ancak bu medeniyetten rahatsız olanların (batı) faydasına olacaktır.
Osmanlı’nın perişan hallere düştüğü son döneminde bile çıkardığı insan kalitesi, ondan çok daha büyük imkanlara sahip olan Türkiye Cumhuriyetinin çıkardıkları ile karşılaştırılabilecek gibi değildir. Hangi alanı göz önüne alırsak alalım bu perişanlık ve fakirlik kendisini gösterecektir.
Mesela Osmanlı son döneminde dahi Mehmet Akif, Abdülhakhamid, Ziya Paşa, Neyzen Tevfik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Namık Kemal gibi şairler çıkarabilmiştir. Necip Fazılından, Hazım Hikmet’e kadar birçok Cumhuriyet dönemi şairi dahi aslında Osmanlı döneminin devamı olan şahıslardır.
[12] Hacc 40: Onlar: «Rabbimiz Allah'tır.» demelerinden başka hiçbir haklı gerekçe olmaksızın yurtlarından çıkarıldılar. Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi, şüphesiz manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler yıkılıp giderdi. Elbette Allah kendi (dini)ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlü, çok izzetlidir. Elmalılı

[13] Arnold Toynbee, “İslam Medeniyeti, alkolün nesilleri mahvetmesini durdurabilmiş ve alt kültürlerin yaşayabileceği ortamı var edebilmiştir. Ne yazık ki Batı Medeniyeti bu iki şeyi başaramamıştır. Gittiği her yere alkolü götürmüş ve alt kültürleri yok etmiştir. Avrupa’da bile yaşayabilen tüm alt kültürler varlıklarını İslam Medeniyetine borçludurlar.” der.  
[14] Hakkı Yılmaz’ın eserlerinde bolca örnek var.








Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder