Selam 5 -Aklı ve İradeyi terk etmek, ihanettir.

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 25 Şub 2014 0 yorum
Aklı ve İradeyi terk etmek, ihanettir. 
Biati, temel ahlaki ilkeler üzerinden, toplumun gönüllü birlikteliği olarak tanımlamıştık. Biat uygulamasının, erdemler üzerinde kurulan birliktelik (cemaat) mantığından, toplumun/cemaatin  güç/iktidar/otorite tarafından teslim alınma yöntemine dönüştürülüşü bir önceki yazının konusu olmuştu.
Devam edelim.
Hz Peygamberin, dünya ziyaretlerinin son anlarında olduğu anlaşılınca sahabe  “Ya Resulullah, senden sonra kimin çevresinde toplanalım?” diye soruyor. O’da “Siz salihlerden olursanız, Allah sizin için en hayırlı olanını başınıza getirir.” Diye cevaplıyor.
Bu cevabı, Peygamberin inşa ettiği selam toplumuna ihanet etmeyi red edip, iradeniz ve aklınızı salih yolda kullanırsanız hayra ulaşırsınız. Sizin, irade ve aklınıza ambargo koyup kendimi inkar etmem.” Şeklinde anlamakta mümkün.


Müslüman toplum bu cevabı son kez Hz Ali ‘den (ra) işitiyor.



Hz Ali’den sonra gelenler ister devlet reisi olsun ister cemaat lideri, Muaviye’nin  İslam tarihine soktuğu saltanat geleneğini  Hz Resulün sünnetine tercih ediyor. Resulüllah’ın sünnetini, ancak 30 sene sonraya intikal ettirebilen ümmet, Muaviye’nin geleneğini 1350 senedir taşımaya devam ediyor.
Bu süreçte, Biat kavramı gibi Halifelik kavramının da anlamı kaydırılarak iğdiş ediliyor. Kur’an da, her Müslümanım diyene, ahlaki bir sorumluluk tanımlayıp, yeryüzünde Allah’ın (sıfatlarının) temsilcisi, göstereni, yaşayanı, yayanı sorumluluğunu yükleyen halifelik kavramı, tek bir kişiye hasredilip siyasi misyon üzerinden kutsallaştırılıyor.


Allah’ın yeryüzünde bir tek halifesi olunca, doğal olarak O’nun (Allah’ın) adına konuşma yetkisi de halifenin oluyor.
Allah adına yüce bir konum elde eden “halifelik” kavramı, toplumdan “aklını” talep ediyor.  Halidi’nin Mealimu’l Halife’de tanımladığı gibi halifenin dili(aklı) Vahyin yerine geçiyor. “Halifenin vermiş olduğu hüküm, bütün Müslümanlar için o konuda Allah’ın vermiş olduğu hükümdür[i]
Müslümanların fikriyatı “koşulsuz otorite” tanımını kabul etmekle  “Koşulsuz itaat” kavramına da teslim olmuş oldu.


 “Aklını” halifelere veren toplumun, bu halifelerin İslam toplumuna yönetici olmaya yeterli olup olmadıklarını sorgulama hakkı olamazdı. Askelani bunu şöyle formüle eder.“Yönetimi güç ve zorbalıkla ele geçirmiş bile olsa sultana itaat etmek ve onun ardında cihada katılmak, ona itaat etmekten ve karşı gelmekten daha hayırlı olacağı konusunda fıkıhçılar görüş birliği etmişlerdir..”[ii]
Sa’duddin Teftazani’nin Şerhu’l Makasıd’ında geçen “Ancak çaresizlik, zaruret ya da kafir ve fasık kimselerin veya günahkar ve şerli kimselerin Müslümanların başına musallat olması durumunda ise dünyevi işlerin yönetiminde esas olan “güçlü ve baskın “olmaktır. Bu durumda yöneticilikle ilgili dini hükümlerde buna göre düzenlenir. Yani artık yönetici olacak kişinin ilim, adalet ve benzeri şartlara sahip olup olmamasına bakılmaz, çünkü zaruretler haramları mübah kılar.”[iii]   


Cabiri sonucu  şöyle bağlar. “Sünni Siyasi İdeolojinin “sabit” kalan yönü “saltanat ideolojisi”dir. Kelamcıların ve fıkıhçıların yaptıkları onca tartışma ve değerlendirmeler en nihayetinde gelip statükonun meşrulaştırılmasına varmıştır. “Gücü baskın çıkana itaat etmek gerekir.[iv]
Ebu Hureyre’den nakille “Kim itaat etmeyi bırakır ve cemaatten kopar ve o hal üzere ölürse, cahiliye ölümüyle ölmüş olur.” Yöneticiyi hiçbir sorumluluk altına sokmayan, koşulsuz otoriteyi ve koşulsuz itaati topluma dayatan bu kelimenin, Cuma hutbelerinde Hz Ali’ (ra) ve ailesine lanet etmeyi kabul etmeyen dönemin 8 imamının infazını Muaviye’nin sarayından seyreden Ebu Hureyre’ye atfedilmesi sanırım sürpriz değildir.


İster devlet ister cemaat olsun kurulan Saltanat rejimleri aklın ve iradenin kendilerine teslim edilmesini öncelikli şart olarak dayatıyorlar. Bu şartların İslam toplumlarına dayatılması yönetimlerin, cemaatlerin, grupların  istibdadi, baskıcı, diktatöryal rejimlere/yapılara dönüşmesi ile neticeleniyor.
1350 sene boyunca İslam topluluklarının genlerine işleyen bu fikriyat ve hareket tarzı hala Müslüman toplulukları ve cemaatleri biçimlendirmeye devam ediyor.


Burada sözü İbn-i Haldun’a bırakalım;
İbn-i  Haldun, Mukaddime’de  yönetimin toplumu teslim almak için baskı ve şiddeti araç olarak kullanmasının toplum üzerinde beş türlü etkiye sebep olduğunun tespitini yapar.


Bunlar;
  1. Toplum korkutulmuş, sindirilmiş ve ürkektir. Hakkını aramaktan, hakkı ve adaleti talep etmekten ürker.
  2. Yöneticilerin şiddetiyle sindirilmiş toplum, şiddetten kendisini koruyabilmek ve hakkını alabilmek için riyakarlığı ve hileyi meşru görmeye başlar.
  3. Üzerine gelen şiddetten korunabilmek için riyakarlığa ve hileye zorlanan toplum, yalanı yadsımayı unutur ve meşru görmeye başlar.
  4. Yalanın meşrulaştığı ortamda ticaret ahlakı bozulur. Hile ve yalanın adı ticaret olur.
  5. Ticaret ahlakının bozulduğu yerde kolay, hızlı kazanmak, açık gözlülük maharet olarak algılanıp emek ve zaman isteyen işler horlanır. Bu nedenle edinilmesi yıllarca süren ustalar, ustalıklar, sanatlar, ilim ve alimler bu topraklarda yetişmez.
Medeniyet çöker.
Cahiliye başlar.
İslam Medeniyetinin hali bundan ibaret değil midir?


 Gücü ellerinde tutan saltanat tarzı yapılar Müslüman toplulukların akıllarını ve iradeleri ellerinden alarak onları akıl ve ahlak fakiri kılmadılar mı?
Bizim açımızdan korkunç olan ise bunu yapanların Allah adına yapması, toplumun da buna Allah rızası adına razı olmasıdır?


Halbuki vahyin insana bahşedilmesinin gerekçesi iradedir. İradesi olmayan hayvanlara, ağaçlara, meleklere ilahi emanet verilmez. Meleklerin, Hz Adem’in (sav) önünde secde etmelerinin gerekçesi Hz Adem’in (sav) seçebilme iradesi olduğu halde Allah’a secde etmesidir. Hz Adem’i diğerlerinden ayıran ve kutlu mübarek kılan onun iradesi ile yaptıklarıdır. İradesiz meleklerin sürekli Allah’a ibadet edip hiçbir günah işlememelerine rağmen, Allah’a (sav) asi olabilen Hz Adem’e secde etmelerinin istenilmesi Hz Adem’ e verilen emanetin (irade) kıymeti hakkında bir bilgi verecektir.
Ancak irade akıl olmadan kullanılabilecek bir meleke değildir. Bu nedenle Kur’an akılsızı, deliyi, sarhoşu, baygını, uyuyanı muhatap almaz, sorumlu tutmaz. Aklı olmayanın ya da aklı işlevde olmayanın sorumluluğu yoktur. Esirin, kölenin, çocuğun, sarhoşun, uyuyanın, baygının, hastanın sorumluluğunun olmaması, ilahi emanetle olan bağı yitirmiş olmalarındandır.


İnsanın, bilerek isteyerek emaneti terk etmesi haramdır, ihanettir. İntihar, alkol ve uyuşturucunun yasak olması ilahi, emanetin terk ediliyor olmasındandır.
Sanırım soruyu sorma kıvamına getirdik.
Müslümanlar nasıl oldu da ilahi emaneti (aklı ve iradeyi) terk etmeye, emanete ihanet etmeye razı oldular?

Ahmet H. Çakıcı





[i] El Halidi, Mealimul Halife, 388


[ii] İbn-i Hacer el-Askalani, Fethu’l-Bari


[iii] Ahmet El katip, Sünni Siyasal düşüncenin Gelişimi, s:194


[iv] El –Cabiri, Arap Aklının Oluşumu,362

Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder