Postmodern dönem insanlık tarihinin mirası tüm katıları (kutsalları, doğruları) eritirken, insana inanacak, güvenecek, tapınacak, savunacak, sarılacak değer bırakmıyor. Eriyen, geçirgenleşen (translaşan) sınırlar ahlaki değerleri, gelenekleri darmadağın ederken, "insan"ı da tarihten çekiyor. Kullanılan eşyaların, işlerin, konutların sürekli değiştiği "kullan-at" mekanında, uzun süreli ilişkiler (aile, dostluk, vatandaşlık vs. gibi) varlıklarını sürdüremiyorlar. Tek seferlik eşyaların dünyası tek seferlik "iş"lerin, tek seferlik "ilişki"lerin dünyasına dönüşüyor. Bu durum insanı "güvensizliğin" endişeli dünyasına gömerken; bencillik, fit vücut ve hayatta kalma çabası tedirgin insanın kutsal teslisi oluyor.
Ulus Devletlerin sonunu getiren; kitleleri, sanayi şehirlerinin istihdam fazlası atıklarına dönüştüren; çok küçük bir azınlığın menfaati için devasa kalabalıkları perişanlığa sürükleyen sürecin önünde "bireyselleşme" tuzağına yakalanmış kitleler duramıyor.
Zygmunt Bauman üstadın kıymetli eserini Kamil Güller özetlemiş. tavsiye ederim.
Zygmunt Bauman üstadın kıymetli eserini Kamil Güller özetlemiş. tavsiye ederim.
Ahmet Hakan Çakıcı
On küsur yıl önce, yaşadığımız hayat için kullanıldığı
şekliyle “akışkanlık” metaforunun anlamını çözmeye giriştiğimde kafamı en çok
kurcalayan ve kendini ele vermemek için inatla direnen bilinmezlerden biri,
akışkan modern insanlık durumunu nasıl okuyacağımızdı. İlerde olacakların bir
işareti, bir felaket habercisi miydi? Yoksa –bitmemiş eksik kalmış ve tutarsız
olduğu kadar- geçici ve kısa süreli bir çözüm; insanların bir arada yaşama
durumuna karşı öne sürülen savlara verilen iki farklı ama yine de
uygulanabilir, uzun ömürlü, tam ve tutarlı iki cevap arasındaki geçiş mi?
İktidarın (bir şeyler yapma becerisinin) politikadan
(neyin yapılması gerektiğine, önceliklerimize karar verme becerimizden) koptuğunu,
bilmesek de hissediyoruz. (Çoğumuz bunu kabullenmek istemiyor.) Böylece “Ne
yapmalı?” konumundaki kafa karışıklığımıza ek olarak, şimdi de “Bunu kim
yapacak?” konusunda karanlıktayız. Sorunlarımızın, sorunlarımızın kaynaklarının
ve sonuçlarının küresel boyutlarını göz önüne aldığımızda, anne babalarımızdan
ve onların anne babalarından bize miras kalan ve sınırları, ulus devletin
sınırları olan amaca yönelik kolektif eylem aktörlüğünün tek başına yeterli
olmadığı açıktır.
On
beş-yirmi yıl öncesinin aksine bugün, gezegen üzerindeki bir-iki istisna
dışında hemen hemen her toprak parçası; adına bugünlerde “modernleşme” denen
durdurulamaz, takıntılı ve saplantılı değişime ve insanları sürekli olarak
istihdam fazlası hale getiren ve bunun yol açtığı toplumsal gerilimlere ve
onunla birlikte gelen her şeye tabidir.
Modern yaşam biçimleri birbirinden pek az yönden
farklıdır –fakat hepsinin ortak özelliği kırılganlıkları, geçicilikleri,
risklere açık ve sürekli değişme eğilimli olmalarıdır. “Modern olmak demek,
modernize etmek demektir- takıntılı, saplantılı bir şekilde modernize etmek;
kimlik bütünlüğünü korumak bir yana, sadece olmak değil, tamam olmaktan kaçarak, hep tanımsız kalarak, sonsuza dek “oluş” içinde
bulunmak. (s:12)
Her zaman bir şeyin “post”-u olmak, modernitenin
ayrılmaz parçasıdır. Bir süre önce adına (yanlış bir şekilde) postmodernizm
denilen ve benim daha yerinde bir ifadeyle “akışkan moderite” demeyi tercih ettiğim olgu, değişmeyen tek şeyin değişim,
kesin olan tek şeyin ise belirsiz
olduğunun gittikçe kesinleşen kanıtıdır. Yüzyıl önce“modern olmak”
demek, mümkün olan “en üst mükemmellik aşamasına” ulaşmaya çalışmak demekti–
şimdi ise sonu gelmeyen bir gelişme süreci, ulaşabilecek bir nihai amacın ve
böyle bir isteğin olmaması demek.
Her şeyde ve her durumda aranması gereken ideal durum
olarak katılığın yerini akışkanlık aldı. Bütün katılar sadece ve sadece istenildiği zaman kolayca eritilebilir
kaldıkları sürece hoşgörüyle karşılanmaktadır. (Bütün dine,
ahlaka, erdeme, bilgiye, vatana, devlete vs. dair kesin ve kutsal olan değerler
anlamlarını yitirip değersizleşti, buharlaştı. Ortalıkta kalan değerler onları
canımız istediğinde umursamayacağımızı kabullenmişlerse ortalıkta kaldılar.
-AHÇ)
“Katı” aşamasındaki modernitenin kalbinde geleceği
kontrol etmek ve kesinleştirmek yatıyorsa, “akışkan” dönemde hedef, geleceğin
ipotek altında olmadığının garantilenmesine ve geleceğin getirmesi ümit edilen
ve önünde sonunda getireceği kesin olan ama ne oldukları hâlâ göremediğimiz meçhul
ve bilinemez fırsatlardan öncelikli bir şekilde yararlanma tehdidini
savuşturmaya kaymıştır.
Richard Sennett’in işaret ettiği gibi, kendi ayakları
üzerinde mükemmel bir şekilde durabilen geçmişten gelen düzenler, hâlâ ayakta
kalabileceklerini ispat için yerle bir edilmiş durumdadır.
Moderniteyi başlatan şey, dayanıklı yapıların yıkılıp
yok olacağını gösteren işaretler ve dağılan (katı) yapıların ve onlardan kalan
boşluğa hücum eden kısa ömürlü, geçici şeylerin dehşet verici görüntüleri
olmuştu.Ancak daha iki yüzyıl bile geçmeden değerler arasındaki
üstünlük/aşağılık ilişkisi tam tersine döndü. Şu anda değerli olan şey
–çözülmesi kolay bağların, geri alınabilecek taahhütlerin ve ömrü, oyun süresinden
daha uzun olmayan, hatta bazen daha kısa süren oyun kurallarının yanı sıra –her
şeyi tersine çevirebilme, bir kenara atabilme ve bırakıp gidebilme
kolaylığıdır. Ve hepimiz, durdurulamaz, yeni heyecanlar avının içine
fırlatılmış durumdayız.
Aydınlanma’nın hayalini kurduğu ve Marx’ın vaat ettiği
özgürlük “ideal üreticiye” göre biçilmiş bir giysiyse, pazar destekli özgürlük
“ideal tüketicinin” ölçüleri göz önünde tutularak tasarlanmıştır; hiçbiri
diğerinden daha hakiki, daha gerçekçi ya da elverişli değildir. (Elimizdeki dini, ahlaki, edebi, milli değerlerden herhangi
birinin elimizdeki geçici, köpük zevklerden daha kıymetli olabileceğini iddia
edemiyoruz. AHÇ)
İçinde bulunduğumuz kötü durumun "akışkanlığının" başlıca nedeni, kısadca "liberalleşme" denen, iktidarın (yani yapabilme erkinin) politikadan (yani ne yapılması gerektiğine karar verebilme erkinin) ayrıldığı, bunun sonucu olarak eyleyicinin ortada olmadığı veya zayıf kaldığı, ya da başka bir deyişle hedef için eldeki araçların yetersiz olduğu durumdur. (Zygmunt Bauman'ın her şeyin müsebbibi olarak Liberalizmi görmesini Abdülvehap el Messiri eleştirir ve onu gerçeği bildiği halde gizlemekle suçlar. Ona göre mesel Sekülerizmle yani Tanrı'nın otoritesini reddederek menfaati öncelikli değer haline getirmemizle başlamıştır.)
İçinde bulunduğumuz kötü durumun "akışkanlığının" başlıca nedeni, kısadca "liberalleşme" denen, iktidarın (yani yapabilme erkinin) politikadan (yani ne yapılması gerektiğine karar verebilme erkinin) ayrıldığı, bunun sonucu olarak eyleyicinin ortada olmadığı veya zayıf kaldığı, ya da başka bir deyişle hedef için eldeki araçların yetersiz olduğu durumdur. (Zygmunt Bauman'ın her şeyin müsebbibi olarak Liberalizmi görmesini Abdülvehap el Messiri eleştirir ve onu gerçeği bildiği halde gizlemekle suçlar. Ona göre mesel Sekülerizmle yani Tanrı'nın otoritesini reddederek menfaati öncelikli değer haline getirmemizle başlamıştır.)
Akışkan
modern koşullar altında yaşamak, mayın tarlasında yürümeye benzetilebilir:
Herkes her an herhangi bir yerde bir patlama olabileceğini bilir, fakat kimse
patlamanın kesin olarak ne zaman ve nerede olacağını söyleyemez. Küreselleşmiş
bir gezegende bu durum evrenseldir – kimse bundan ve doğacak sonuçlardan muaf
değildir. Dünyanın küçük bir noktasında gerçekleşen bir patlamanın şoku
gezegenin her yanına dalga dalga yayılır. Bu durumdan kurtulmanın bir yolunu
bulmak için çok fazla şey yapılması gerekir fakat iktidar ile politikayı
yeniden bir araya getirip kaynaştırmanın, “yeniden katılaştırmayı” düşünen biri
için olmazsa olmaz bir koşul olduğu açıktır.
Akışkan Modernite’nin ilk basımından bu yana ön plana
çıkan bir başka konu da “köklerinden” edilmiş insanların –göçmenlerin,
sığınmacıların, sürgünlerin, hareket halinde olan ve kalıcı bir ikametgâhları
bulunmayan insanların- sayısının her geçen gün katlanarak ve önüne geçilmez
şekilde artmasıdır. Halen Avrupa İlerici Çalışmalar vakfı başkanlığı görevinde bulunan
Massimo D’Alema, 10 Mayıs 2011 tarihli Le Monde’da yayımlanan demecinde şöyle
diyordu: “Avrupa’nın göçmenlere ihtiyacı var.” Bu önermeyi destekleyen hesaplar
daha basit olamazdı. Avrupa’nın 2013 itibariyle nüfusu 333 milyon, fakat şu
anki (ve hızla düşmekte olan) doğum oranına bakıldığında bu nüfusun önümüzdeki
kırk yıl içinde 242 milyona düşeceği öngörülüyor. Aradaki farkı kapatmak için
fazladan en az 30 milyon kişiye ihtiyaç var –aksi takdirde Avrupa ekonomisi, o
pek sevdiğimiz yaşam standardımızla birlikte çökecektir. D’Alema’ya göre -, Göçmenler ekonomik anlamda birer tehdit
değil değerli varlıklardır… Dışarıdan gelip yerleşenlerin bir arada
yaşamalarının kültürel mirasları erozyona uğratmasını engellemek için
birlikteliğin Avrupa’nın “toplumsal sözleşmesinin” altında yatan ilkelere saygı
temeli üzerine kurulu olması gerekir. Karşılıklı olarak.
Yeni Avrupalılara toplumsal ve yurttaşlık hakları
tanınırken böylesine gönülsüz ve cimri davranılır, süreç böyle yavaş işletirken
saygının kalıcı olması nasıl beklenir ki? Göçmenlerin örneğin İtalya’nın
GSMH’sine katkıları %11’dir, fakat seçimlerde oy hakları yoktur. Dahası,
ülkenin refahına aktif olarak katkıda bulunan, fakat yasal hiçbir belgesi
olmayan veya sahte belgelerle çalışanların sayısı kesin olarak bilinmemektedir.
Politikacılarımız, bir yandan göçmenleri, asıl yurttaşların
standartlarına uyum sağlamak için yeterince çaba göstermemekle suçlayarak
oylarını garanti altına alırken, diğer yandan o standartları dışarıdan
gelenlerin ulaşamayacağı kadar uzağa itelemek için ellerinden geleni yapmakta
ve daha fazlası için sözler vermekteler. Bunu yaparken, yabancı işgalinden
koruduklarını iddia ettikleri standartları erozyona uğratıyor veya
itibarsızlaştırıyorlar. (s:20)
Hayatta kalmak ve makul bir hayat sürmek için gerekli
ve gün geçtikçe daha zor bulunan, ulaşılması güç donanım zenginler ile
yoksullar arasındaki kıran kırana bir savaşın malzemesi haline geldiğinden, gittikçe
derinleşen bu eşitsizliğin en büyük kurbanı demokrasi olacaktır.
Dünyanın her yerine yayılmış Ekonomik Büyüme Kilisesi
cemaatinin gündelik dilinde “hayat koşullarını iyileştirmek,” ya da daha tatminkâr
yapmak demek “daha hızlı tüketmek” anlamına gelir.
Dünyanın
en zengin beşte birlik nüfusu toplam küresel gelirin %74’ünü alırken, en yoksul
beşte birlik kesimin %2 ile yetinmek durumunda olduğu bir toplumsal düzende,
ekonomik büyüme politikalarının yol açtığı yıkımı, yoksulluğu bitirme gibi
soylu bir amacı öne sürerek haklı çıkarma taktiği düpedüz
ikiyüzlülük ve insan zekâsına hakarettir. (s:22)
İnsanların doğal olarak kısa vadeli çıkarlara göre
davrandıkları ve “Her koyun kendi bacağından asılır” ilkesini izledikleri
görüşü ( ki pek çok kişi tarafından ateşli bir şekilde savunulmaktadır )
elimizdeki gerçeklerle örtüşmemektedir… Bir cemaat içindeki insanlar pekâlâ “sadece
çıkar amaçlı” olmayan kararlar alabilmektedir.
Mutluluğu mağaza raflarında arama dönemi geri dönüşün
söz konusu olmadığı, sürekli olarak tek yönde ilerleyen bir atılımdan çok, bir
kereye mahsus, doğası gereği ve kaçınılmaz olarak geçici bir sapma mıdır yoksa
ileride de öyle mi olacaktır?
Dedikleri gibi, jüri hâlâ toplantıda… Fakat artık bir
karar verilmesi gerekiyor. Jüri toplantıda ne kadar uzun kalırsa, kumanyalar
tükendiği için zorla geri çağrılma ihtimalleri de o kadar artıyor…
Haziran, 2011
ÖNSÖZ
Hafiflik ve Akışkanlık Üzerine
Kalıcı olan şeylere tahammül edemez olduk.
Sorunun özü şu: İnsan aklı, insan aklının yaptıklarına vâkıf olabilir mi?
Sorunun özü şu: İnsan aklı, insan aklının yaptıklarına vâkıf olabilir mi?
Paul Valery
“Akışkanlık” sıvılara ve gazlara özgü bir durumdur.
Sıvıları ve gazları katılardan ayıran şey, Encyclopedia
Britannica’nın belirttiği gibi, sıvıların ve gazların “durağan durumdayken,
içlerinden geçtiği hayal edilen bir düzleme etki eden güçlere direnememesi” ve
bu nedenle “üzerine bir güç uygulandığında şekillerinin sürekli olarak
değişmesidir.”
Katı
madde, serbest bırakıldığında ilk şekline geri döner.
Sıvıların katılar gibi belirli bir şekilleri yoktur.
Deyim yerindeyse, ne zamansal ne de mekânsal olarak sabit bir konumları vardır.
Katılar belirgin mekânsal boyutlara sahiptir fakat zamanın etkisini nötralize
ederler, dolayısıyla katılar için zaman boyutunun önemi yoktur. Oysa
akışkanlar, belli bir şekli uzun zaman koruyamazlar, her an şekil değiştirmeye
hazırdırlar. Dolayısı ile akışkanlarda önemli olan, boşlukta kapladıkları
yerden çok, zamanın akışıdır. Evet boşlukta bir yer kaplarlar ama bu durum
geçicidir, her an değişebilir. Katılar, bir anlamda zaman boyutunu ortadan
kaldırır; oysa sıvılar için asıl önemli olan şey, zamandır.
Akışkanlar çok kolay yer değiştirir. Katıların aksine,
akışkanların hareketini durdurmak kolay değildir… Katılarla temasa geçen
sıvılar hiçbir değişime uğramazken, sıvılarla temas eden katılar, sonunda katı
olarak kalsalar bile-az ya da çok ıslanarak- bir değişime uğrarlar.
"Bütün katılar buharlaşıyor" terimi Komünist Manifestonun yazarları tarafından yüz elli yıl kadar önce ortaya atılmıştı ve dönemin özgüveni yüksek, coşkun modern ruhunun, kendi zevkine göre fazla ruhsuz bulduğu, değişim ve dönüşüm yönünde her türlü müdahaleye inatla direnen bir topluma layık gördüğü muameleyi özetleyen bir yakıştırmaydı. Bu "ruhu" modern yapan şey, gerçeğin/gerçekliğin, tarihin "ölü ellerinden" kurtarılıp özgülüğüne kavuşturulması gerektiğini- ve bunun ancak "katı" olan her şeyin eritilip, "berhava" edilerek yapılabileceğinin söylenmesiydi.
Bir sonraki adım olarak “kutsal olanın dünyevileştirilmesi” yani, kendimizi geçmişten kurtarmamız, geçmişin ve en önemlisi –geçmişin günümüzdeki kalıntısı ve tortusu olan- “geleneğin” egemenliğine bir son vermemiz gerekmekteydi; bunun için, katıların “akışkanlaşmaya” karşı durabilmesini mümkün kılan ve inançlar ile bağlılıklardan örülmüş koruyucu zırhı kırmak gerekiyordu. (Kutsalı koruyan gelenekler, inançlar, bağlılıklardır. Modernite bunları kırarken asıl hedefi o olmasa da onların koruduğu ahlaki ve erdemi değerleri de yok etti.-AHÇ)
Bir sonraki adım olarak “kutsal olanın dünyevileştirilmesi” yani, kendimizi geçmişten kurtarmamız, geçmişin ve en önemlisi –geçmişin günümüzdeki kalıntısı ve tortusu olan- “geleneğin” egemenliğine bir son vermemiz gerekmekteydi; bunun için, katıların “akışkanlaşmaya” karşı durabilmesini mümkün kılan ve inançlar ile bağlılıklardan örülmüş koruyucu zırhı kırmak gerekiyordu. (Kutsalı koruyan gelenekler, inançlar, bağlılıklardır. Modernite bunları kırarken asıl hedefi o olmasa da onların koruduğu ahlaki ve erdemi değerleri de yok etti.-AHÇ)
Ne var ki, bütün bunların, katıları toptan yok etmeyi
ve kurduğumuz “Cesur Yeni Dünyayı” (Aldoux Huxley’in
aynı isimli fütürist/gelecek kurgusu romanına gönderme yapıyor.-AHÇ) katılardan
azade bir yer yapmayı değil, dünyayı yeni ve daha gelişmiş katılara uygun hale
getirmeyi amaçladığını akıldan çıkarmamak gerek.
Eritilecek ilk katılar ve dünyevileştirilecek ilk kutsallar, insanın elini kolunu
bağlayan, hareketi kısıtlayan ve girişimlerin önünü tıkayan geleneksel
sadakatler, alışılageldik haklar ve görevlerdi. (s:27)
“Katıları eritmek” Max Weber’in belirttiği gibi, ticari
ve ekonomik girişimleri, kendilerine ayak bağı olan ev-aile ilişkilerinden ve
etik sorumluluklardan kurtarıp özgürleştirmek.
Katıları bu şekilde “eritmek” bütün bir toplumsal
ilişkiler ağını dağıtıyor, onu çıplak, savunmasız ve dış etkilere açık hale
getiriyor, ilhamını iş ilişkilerinden alan davranış kurallarına ve iş
ilişkileri tarafından belirlenmiş akılcılık kıstaslarına karşı koyamayacak
kadar zayıflatıyordu. Oysa bu ilişkiler ağından beklenen, bütün bunlara etkin bir
şekilde karşı koymaktı.
Dünyayı değiştiren devrimlerin zamanı gerçekten geçmişse ve bunun nedeni, sistemin bütün kontrol mekanizmalarının bir arada bulunduğu ve devrimciler tarafından basılıp ele geçirilebilecek bir merkez kontrol odasının olmamasıysa, diğer nedeni de çatışa çatışa binaya ulaşanların durumu tersine çevirmesinin, onları daha en başından isyana sürükleyen sefalete nasıl son vereceklerini hayal etmenin imkansız olmasa da, son derece zor olmasıdır.
Ulrich Beck çoktan ölmüş ama varlığını hala sürdüren "zombi kategoriler" ve "zombi kurumlardan" bahseder. Bu yeni olgunun tipik örnekleri olarak da aileyi, toplumsal sınıfları ve komşuluk ilişkilerini gösterir. Örneğin aile:
"Günümüzde aile deyince aklınıza ne geliyor; kendinize bir sorun: Aile ne demek? Elbette çocuklar var. Ne var ki, aile hayatının çekirdeğini oluşturan anne babalık bile boşanma koşulları altında dağılmaya, etkisini yitirmeye başlamıştır. Artık büyük anne ve babalar aileden sayılmalarına rağmen çocuklarının kararlarını etkileme yolları tamamen tıkalıdır.
Dünyayı değiştiren devrimlerin zamanı gerçekten geçmişse ve bunun nedeni, sistemin bütün kontrol mekanizmalarının bir arada bulunduğu ve devrimciler tarafından basılıp ele geçirilebilecek bir merkez kontrol odasının olmamasıysa, diğer nedeni de çatışa çatışa binaya ulaşanların durumu tersine çevirmesinin, onları daha en başından isyana sürükleyen sefalete nasıl son vereceklerini hayal etmenin imkansız olmasa da, son derece zor olmasıdır.
Ulrich Beck çoktan ölmüş ama varlığını hala sürdüren "zombi kategoriler" ve "zombi kurumlardan" bahseder. Bu yeni olgunun tipik örnekleri olarak da aileyi, toplumsal sınıfları ve komşuluk ilişkilerini gösterir. Örneğin aile:
"Günümüzde aile deyince aklınıza ne geliyor; kendinize bir sorun: Aile ne demek? Elbette çocuklar var. Ne var ki, aile hayatının çekirdeğini oluşturan anne babalık bile boşanma koşulları altında dağılmaya, etkisini yitirmeye başlamıştır. Artık büyük anne ve babalar aileden sayılmalarına rağmen çocuklarının kararlarını etkileme yolları tamamen tıkalıdır.
Gerçekten de hiçbir kalıp, yerine yenisi konmadan
kırılmadı; eski kafeslerinden kurtulan insanlar, yeni düzenin kullanıma hazır
hücrelerinden birini seçme durumunda bırakıldılar.
Zamana
hükmetmek, yöneticilerin iktidar sırrıydı.
“Vur kaç” savaş taktiği, akışkan modernite çağının
yeni savaş türünün habercisiydi. Bu yeni savaşta amaç daha fazla toprak
fethetmek değil, “nevzuhur” küresel güçlerin “akışını” kesen duvarları yıkmak;
düşmanın kafasından bağımsızlık veya özerklik fikirlerini kovarak, o güne kadar
dışa kapalı kalmış, el değmemiş alanları diğer sivil güç sahiplerinin
“operasyonlarına” açmaktır. Denebilir ki günümüzde
savaş, gitgide daha çok “küresel serbest ticarete başka yollarla destek olma”
çabasına dönüşmekte.
Modern çağın gelişiyle birlikte, durağan bir yaşam
biçimine dönüşmüş “yerleşik” düzen, pek çok şeyin yanı sıra, bu konargöçer
hayat tarzına karşı sürekli ve sistemli bir şekilde saldırmaya başlamıştır. On
dördüncü yüzyıl da İbn-i Haldun, “göçebeliğin insanları iyiliğe yerleşik
düzenden daha çok yaklaştırdığını çünkü göçebelerin, yerleşik düzene geçmiş
insanların kalplerini saran kötü alışkanlıklardan daha uzak olduklarını”
söyleyerek konargöçer yaşama övgüler düzmekteydi… Kurulan ulus devletler, yeni
kanun düzenin temelini atar ve vatandaşların hak ve görevlerini tanımlarken “toprağı” “kandan” daha önemli bir yere
koydular. Kanun koyucuların toprak bütünlüğüyle ilgili endişelerini ciddiye
almayan ve onların büyük bir şevkle çizdiği sınırları açık bir şekilde yok
sayan göçebeler, gelişme ve uygarlık adına girişilen kutsal savaşta baş
düşmanlar listesine alındılar…Yurttaşlık yerleşik düzenle birlikte anılır oldu;
“sabit bir adresin” olmaması ve “vatansızlık” kanunlar tarafından korunan ve
kanunlara uyan topluluklardan dışlanma nedeniydi.
Tarihin şu şafağında konargöçerliğin toprak
bağımlılığından ve yerleşik düzenden intikam alışına tanıklık etmekteyiz.
Modernitenin akışkan döneminde artık yerleşik çoğunluk, toprağa bağlı olmayan,
modern anlamda “konargöçer” seçkinler grubu tarafından yönetilmektedir.
Çağdaş küresel seçkinler, eskinin toprak sahibi ama
toprağından başka bir yerde yaşayan mülk sahipleri örneği model alınarak
oluşturulmuştur.
Bugün
esas kâr getiren şey, ürünün dayanıklılığı ve güvenilirliği değil, baş döndüren
dolaşım hızı, geri dönüşüm, eskime, çöpe atma ve yenileme döngüsünün
kısalığıdır. Bin yıllık gelenek ilginç bir şekilde
tersine dönmüş ve günümüzde günü büyük kârla kapatanlar dayanıklı olandan uzak
durup geçici olana kucak açanlar olurken, ellerindeki dayanıksız, değersiz ve
kısa ömürlü malları –her şeye rağmen- umutsuzca uzun ömürlü kılmaya ve onları
uzun süre kullanmaya çabalayanlar yığının en altında kalmışlardır.
İktidarın serbestçe akabilmesi için dünyanın tel
örgülerden, bariyerlerden, sıkı korunan sınırlardan ve denetim noktalarından
arındırılmış olması gerekmektedir. Sık dokulu, yoğun herhangi bir toplumsal
ilişkiler ağı, özellikle köklerini belli bir bölgeye sağlam bir şekilde salmış
bir ağ, yoldan kaldırılması gereken bir engeldir. Küresel güçler bütün dikkat
ve enerjilerini bu tür ağları dağıtmaya odaklamış durumdalar; böylelikle
güçlerinin başlıca kaynağı ve yenilmezliklerinin garantisi olan kesintisiz ve
gittikçe artan alışkanlıklarını sürekli kılmayı amaçlıyorlar. Ve bu güçlerin
işlerini rahatça yapabilmelerini sağlayan şey, öncelikle, insanlar arası
bağların zayıflığı, kırılganlığı, geçiciliği, her an değişebilirliği ve hâlihazırda
dağılmakta oluşudur. (s:39)
Fakat cep telefonlarının müjdelediği yeni çağdaş prizlerin
sayısı gittikçe azalır ve kaliteleri hiç olmadığı kadar düşerken, gereksiz ve
demode de sayılacaklar. Şu an için, elektrik sağlayıcı pek çok şirket enerjiyi
kendi ağlarından almanın üstünlüklerini öve öve bitiremiyor ve “piriz
manyaklarını” kendi taraflarına çekmek için birbiriyle yarışıyor. Fakat uzun
vadede prizlerin yerini marketlerde veya havaalanlarındaki her dükkânda, yol
kenarındaki her benzin istasyonunda rahatlıkla bulunabilecek kullan at piller
alacak gibi.
Öyle
görünüyor ki bu durum, Orwell ve Huxley’in kurguladığı kâbuslardaki korkuların
yerini almaya aday, akışkan moderniteye cuk oturan bir distopya. (Haziran – 1999)
1 - KURTULUŞ
Basitçe anlatırsak sorun çok az kişinin özgürleşmek istemesiydi. Hem özgürleşmek isteyen hem de bu isteği gerçekleştirmek için harekete geçmeyi göze alabileceklerin sayısı çok daha azdı. Üstelik "özgürleştikleri" zaman neyin değişeceğine dair fikri olan neredeyse kimse yoktu.
Özgürleşme, kelime anlamıyla, bir hareketi durduran ya da akışını bozan herhangi bir engelden kurtulmak, hareketi sürmekte veya serbestçe davranmakta özgür olduğunun farkına varmak demektir. Özgürlüğün farkına varmak (ya da insanın kendisini özgür hissetmesi ) ise, niyet edilen veya yapılması mümkün görülen her türlü eylemi/hareketi hiçbir kısıtlama, engel veya karşı çıkış olmadan gerçekleştirmek veya düşünmek demektir.
Özgürleşme, kelime anlamıyla, bir hareketi durduran ya da akışını bozan herhangi bir engelden kurtulmak, hareketi sürmekte veya serbestçe davranmakta özgür olduğunun farkına varmak demektir. Özgürlüğün farkına varmak (ya da insanın kendisini özgür hissetmesi ) ise, niyet edilen veya yapılması mümkün görülen her türlü eylemi/hareketi hiçbir kısıtlama, engel veya karşı çıkış olmadan gerçekleştirmek veya düşünmek demektir.
Kısıtlamalardan kurtulmak ve istediğimiz gibi özgürce
davranmak isteklerimiz, hayal gücümüz ve harekete geçme özgürlüğümüz arasında
bir denge noktası bulmak demektir. Kişi,
hayalleri gerçek isteklerinden daha büyük olmadığı sürece kendini özgür
hisseder; bu ikisinin ulaşabileceği en uç sınır ise eyleme dökme becerimiz
ve kapasitemizdir.
Özgürlük nimet mi, lanet mi?
Odysseia’da geçen meşhur bir macera üzerine yazdığı bir
yorumda ( Odysseus ile Domuz: Uygarlığın Huzursuzluğu ) LionFeuchtwanger, Kirke’nin
laneti nedeniyle domuza dönüşen gemicilerin bu yeni durumlarından hoşnut
kaldıklarını ve Odysseus’un büyüyü bozup onları eski hallerine döndürmek için
yaptığı her şeye delicesine karşı çıktıklarını söyler. Odysseus adamlarına,
onları bu lanetten kurtaracak büyülü otları bulduğunu ve çok yakında tekrar
insan olabileceklerini söylediğinde domuza dönüşmüş gemiciler öyle bir kaçar
ki, gayretkeş kurtarıcıları arkalarından bakakalır. Sonunda Odysseus
domuzlardan birini yakalamayı başarır, büyülü otu üzerine sürer sürmez domuzun
sert kılları dökülür ve altından çıka çıka Elpenoros adlı bir gemici çıkar.
Feuchtwanger’in ısrarla altını çizdiği üzere Elpenoros, “ne güreşte üstün
başarılar göstermiş ne de kıvrak zekâsıyla bilinen, tıpkı diğerleri gibi
sıradan “gemicidir”. “Kurtarılmış” Elpenoros eski haline dönmekten hiç de
memnun değildir. “Kurtarıcısına” öfkeyle saldırır. “Yine mi sen, lanet olası
işgüzar herif? Yine mi başımızın etini yemek, bizi canımızdan bezdirmek
istiyorsun, yine mi her türlü tehlikeye atılalım, yine mi durmadan yeni karalar
almaya zorlayalım yüreklerimizi? Oysa ne kadar mutluydum ben, gönlümce çamurda
yuvarlanıyor, güneşin altında uyuşuk uyuşuk yatıyordum, hapur hupur yemek
yiyor, canımın istediği gibi homurdanıp böğürüyordum, aklımda ne derin düşünceler
vardı ne de, “şimdi ne yapsam, şunu mu yoksa bunu mu? Gibi endişeler vardı. Ne
diye geldin ki? Beni tutup lanet olası eski hayatıma geri göndermek için mi?
Özgürleşme bir nimet midir yoksa lanet mi? Nimet
kılığına girmiş bir lanet mi, yoksa lanet olmasından korkulan bir nimet mi?
Amerikalı yazar Herbert Sebastian Agar’ın ifade ettiği
gibi, “Bizi özgür kılan hakikat,
genellikle, duymak istemediğimiz hakikattir.
“Öz kaynakları ile baş başa bırakılmak” çekilecek ağır
zihinsel acılara ve karasız sancılarına işaret ederken “kişinin omuzlarına
binen sorumluluk”, insanı felç eden risk alma korkusunun her türlü telafi yolu
kapalı, peşin başarısızlığın habercisidir. Gerçek “özgürlük” böyle bir şey
olamaz; gerçekte var olan “özgürlük” yani bize sunulan özgürlük bu demekse, o
halde özgürlük ne bir mutluluk garantisi olabilir ne de uğruna mücadele etmeye
değer bir hedef.
İnsan için özgürlük kör, akılsız fiziksel güçlerden kurtulmaktır,
bu özgürlüğe, kanatları altına sığındığı toplumun büyük ve akıllı gücünü bu kör
güçlere karşı çıkmak için kullanarak ulaşır.
Özgürlük
“topluma rağmen” kazanılmaz.
Hayatlarını sürdürme çabasında olan insanların başına gelebilecek en kötü şey normların olmaması ya da anomidir. Normlar engelleyici oldukları kadar mümkün kılıcıdırlar da; anomi en saf ve basit haliyle engelleyici bir duruma işaret eder. Normatif kurallar ordusu hayat dediğimiz savaş ortamını bir defa terk etti mi geriye sadece şüphe ve korku kalır.
Rutin onur kırıcı olabilir fakat aynı zamanda koruyucu da olabilir.
Hayatlarını sürdürme çabasında olan insanların başına gelebilecek en kötü şey normların olmaması ya da anomidir. Normlar engelleyici oldukları kadar mümkün kılıcıdırlar da; anomi en saf ve basit haliyle engelleyici bir duruma işaret eder. Normatif kurallar ordusu hayat dediğimiz savaş ortamını bir defa terk etti mi geriye sadece şüphe ve korku kalır.
Rutin onur kırıcı olabilir fakat aynı zamanda koruyucu da olabilir.
Kırılan, parçalarına ayrılan bir şeyi yapıştırarak
eski haline getiremeyiz. Akışkan modernitenin dünyasına adım atmak üzere
olanlar, geçmiş olduğu kadar gelecek bütünlük ümitlerinizi kapıda bırakın.
Alain Touraine’in de yaptığı gibi, “insanı sosyal bir varlık olarak tanımlayan,
davranışlarının ve eylemlerinin toplumdaki yerine göre belirlendiğini söyleyen
dönemin sonunu” ilan etmenin zamanı geldi. Dönem, “toplumsal normlar tarafından
yönlendirilmeyen sosyal eylem” ile “tüm toplumsal aktörlerin kendi kültürel ve
psikolojik özgünlüklerini savunmaları” karışımından oluşan ilkenin toplumsal
kurumlarda veya evrensel ilkelerde değil, bireylerin kendi içlerinde
bulunabileceği bir dönem artık.
Rastlantılar ve eleştirinin değişen kaderi
Attığımız her adımı düşünerek ve büyük bir dikkatle atan, yaptıklarımızın sonuçlarından ender olarak memnun olan ve bu sonuçları sürekli olarak düzeltmeye çalışan, "kendisi ile meşgul" varlıklar olduk.
Attığımız her adımı düşünerek ve büyük bir dikkatle atan, yaptıklarımızın sonuçlarından ender olarak memnun olan ve bu sonuçları sürekli olarak düzeltmeye çalışan, "kendisi ile meşgul" varlıklar olduk.
Bizler eleştirilerimizde, atalarımızın gündelik
yaşamlarında olabildiğinden çok daha cesur ve tavizsiziz fakat bizim yaptığımız
eleştiri, deyim yerindeyse, “dişsiz” yani “hayat-politik” tercihlerimizi
belirlemek için oluşturulmuş gündemi etkileyemeyecek kadar zayıftır. Leo Strauss'un uzun zaman önce dikkat çektiği üzere, toplumumuzun üyelerine sunduğu benzersiz özgürlükler, benzersiz ölçüde bir aczi de beraberinde getirmiştir.
“Üretici tarzı
eleştiri” gitmiş, yerine “tüketici tarzı eleştiri” gelmiştir.
Eleştirel kuramın, totaliterleşmeye meyilli bir
toplumu etkisiz hale getirmeyi, tercihen tamamen devreden çıkarmayı
hedeflediğini söyleyebiliriz. Özerkliği, seçme ve ifade özgürlüğünü,
başkalarından farklı olma ve farklı kalma hakkını savunmak eleştirel kuramın
başlıca amacıydı.
Bugünkü toplumu yüz küsur yıl önceki kadar modern yapan şey, moderniteyi, insanların tarih boyunca icat ettiği diğer bütün toplu yaşam biçimlerinden ayıran şeydir; saplantılı ve zorlayıcı, sürekli, durdurulamaz, hiç bir zaman sonu gelmeyecek bir modernizasyon süreci; yani yaratıcı yıkıma karşı duyulan karşı konulmaz, dayanılmaz ve giderilemez susuzluk.
Bugünkü toplumu yüz küsur yıl önceki kadar modern yapan şey, moderniteyi, insanların tarih boyunca icat ettiği diğer bütün toplu yaşam biçimlerinden ayıran şeydir; saplantılı ve zorlayıcı, sürekli, durdurulamaz, hiç bir zaman sonu gelmeyecek bir modernizasyon süreci; yani yaratıcı yıkıma karşı duyulan karşı konulmaz, dayanılmaz ve giderilemez susuzluk.
Modern olmak demek, şu anda olduğu gibi o günlerde de,
durmadan ilerlemek, hareketsiz kalamamak ile eşanlamlı hale gelmişti. Hareket
halindeyiz ve sürekli hareket etmek zorundayız. Bunun tek nedeni, MaxWeber’in
ifade ettiği gibi “hazzı erteleme” değil, hazza ulaşmanın imkânsızlığıdır.
Tatmin ânı, çabalarımızın sonunda ipi göğüsleyeceğimiz ve bir nefes alıp
kendimizi kutlayabileceğimiz varış noktası, hep bizim önümüzde, en hızlımızdan
daha hızlı gitmektedir. Tatmin hep
gelecektedir ve başarı, ona ulaştığımız anda bütün cazibesini ve doyurucu
gücünü yitiriverir. Tabi hevesimiz daha önce kırılmadıysa. Modern olmak demek hep kendinin önünde olma, sürekli bir kendini aşma mücadelesidir.
Kalkınma ve gelişme umutları, devlet hazinesindeki
yüklü para yerine, gözünü vergi mükelleflerinin cebindeki iki kuruşa dikmiştir.
Toplum tarafından kurtarılma diye bir şey söz konusu değildir artık. Margaret teaher daha açık bir şekilde "toplum diye bir şey yoktur" demişti.
Toplum tarafından kurtarılma diye bir şey söz konusu değildir artık. Margaret teaher daha açık bir şekilde "toplum diye bir şey yoktur" demişti.
Artık “sizi izleyen Büyük Birader” de yok; sayıları
gittikçe artan dizi dizi Büyük Biraderleri ve Büyük Kız Kardeşleri izlemek,
belki işinize yarayacak bir şey, öykünebileceğiniz bir örnek veya onlar gibi
sizin de bireysel olarak çözmeniz gereken ve ancak bireysel olarak
çözülebilecek sorunlarınızla başa çıkmanızda bize yol gösterecek bir öneri
bulma umuduyla onları yakından ve dikkatle takip etmek sizin göreviniz artık.
Yurttaşla kavgaya tutuşmuş birey
Üyelerine birey rolü vermek, modern toplumun alametifarikasıdır.
Ne var ki bu rol dağılımı bir kerelik bir şey değil, her gün yinelenen bir
eylemdir. Modern toplum, adına “toplum” denen karşılıklı ilişkiler ağını her
gün yeniden kurup yeniden biçimlendiren bireylerin faaliyetleri sayesinde
olduğu kadar, aralıksız bir şekilde üyelerini “bireyselleştirerek” de var olur.
Erken
modernite, “şeyleri” tekrar yerine yerleştirmek amacıyla yerinden sökmüştü.
Yerinden söküm toplumdaki herkesi
ilgilendiren bir durumken yerine yerleştirme bireyin önüne konmuş bir görevdi.
Mülkün, özellikle miras yoluyla edinilen mülkün katı sınırları bir kere kırıldıktan
sonra, modern çağın insanlarının önüne konan “kendi kimliğini kurma görevi, “el
âlemden geri kalmama yarışına, yani yükselen sınıf temelli toplumsal ilişki tür
ve modellerine etkin bir şekilde katılma, örüntüyü yansılayıp ona uyma, grubun
dışında kalmak yerine genele ayak uydurma, normdan sapmama çabasına dönmüştür.
Yerinden sökülmüşleri yeniden yerleştirmek için müsait
bir yatak olmadığı gibi, olanlarda oldukça kırılgandır ve “yerine yerleştirme”
işi tamamlanmadan önce çoğunlukla kaybolup giderler. Bunların yerine daha çok,
herkesi sürekli olarak hareket halinde tutan ama karşılığında hiçbir “başarı”
veya huzur vaat etmeyen, bir şeye ulaşma, nihayet endişelenmeyi
bırakabileceğimiz, silahlarınızı çıkarıp dinlenebileceğiniz bir hedefe “ulaşma”
tatmini sunmayan, çeşitli boyut, tarz, sayı ve konumdaki sandalyelerle oynanan
“köşe kapmaca oyunları” vardır. Yerinden
edilmiş bireylerin tuttuğu yolun sonunda bir “yerine yeniden yerleştirilme”
umudu yoktur.
Bireyselleşme, eskiden olduğu gibi şimdi de bir tercih
değil, yazgıdır – tek fark, modernitenin eskiden katı ve ağır, şimdi ise
akışkan ve hafif olmasıdır. Bireysel tercih özgürlükleri ülkesinde
bireyselleşmeden uzak kalma ve bireyselleşme oyununa katılmama seçeneği diye
bir şey yoktur.
Biri hastalandığında, sağlığına dikkat etmediği ve
temizlik koşullarına uymadığı varsayılır; iş bulamıyorsa, iş görüşmesi
becerilerine yeterince öğrenememiş ya da iş bulmak için yeterince çaba
göstermiyordur. Veya düpedüz tembeldir; kariyeri konusunda ne yapacağından emin
değilse ve gelecekten endişe duyuyorsa, kolay arkadaş edinemiyor ve insanları
etkileyemiyordur, kendini ifade edebilme ve başkalarını etkileme becerilerini
zamanında öğrenip kavrayamamıştır. Her halukarda, şu günlerde insanlara söylenen
budur ve herkes de bunun gerçekten de böyle olduğuna inanmaya ve doğal bir
şeymiş gibi davranmaya başlamıştır.
Kaçınılmaz bir yazgı olarak bireysellik ile insanın
kendini gerçekçi ve pratik bir şekilde var etme kapasitesi olarak bireysellik
arasındaki fark gittikçe açılmaktadır.
Bireyselleşme
kazanında kaynatılan o lezzetli özgürlük çorbasının içine mide bulandıran bir
çaresizlik sineği düşmüş durumda; bir tür iktidarsızlık
olarak görebileceğimiz bu çaresizlik, özgürlükle birlikte geleceğe beklenen güç
ve yetki nedeniyle çok daha iç bulandırıcı ve rahatsız edici hissedilmektedir.
Bireysel güçlerimizi bir araya getirip kolektif bir
eylem gücü oluşturabilirsek, belki tek başımıza yapmayı hayal bile
edemeyeceğimiz şeyleri yapabiliriz. Belki … Ufak bir pürüz dışında: Bireysel sıkıntıların, ortak çıkarlar etrafında
bir araya gelip yoğunlaşarak ortak bir eyleme dönüşmesi pek öyle kolay
gerçekleşecek gibi değildir zira zoraki bireylerin bugünkü ortak dertlerinin
çoğu, bir araya geldiğinde anlamı bir bütün oluşturacak gibi değildir. “Ortak
bir dava” etrafında “toplanmaya” uygun değildirler. Yan yana gelebilirler fakat
kaynaşıp bir bütün oluşturamazlar. Bireysel sıkıntılarımız, daha en başından,
başkalarının sıkıntılarına bağlanıp kenetlenecek “ara yüzden” yoksun olarak
doğmaktadır, denebilir.
De Tocqueville’in dediği gibi “Özgürlük insanı
duyarsızlaştırabilir. Birey, yurttaşın en büyük düşmanıdır.”
Bireyselleşmenin öteki yüzü, vatandaşlık kavramının
yavaş yavaş eriyip yok olmaya yüz tutmasıdır.
“Kamu”, “özelin” sömürgesi olmuştur, “kamu yararı”,
kamuya mal olmuş isimlerin mahrem hayatlarına duyulan meraka indirgenmiş,
kamusal yaşam sanatı özel hayatların herkesin gözleri önünde yaşanmasına ve
mahrem duyguların kamu önünde dile getirilmesine dönmüştür. Bu tür indirgemelere
direnen “ortak meseleler” ise tamamen anlaşılmaz ve kavranamaz hale gelirler.
Richard Sennett’in ısrarla altını çizdiği gibi,
mahremiyetin paylaşımı “cemaat inşası” için tercih edilen, belki de elimizdeki
tek yöntem olma yolundadır.
Bireyselleşme artık kurumsallaşmıştır ve kalıcıdır.
Bireyler
toplumunda eleştirel kuramın içine düştüğü zorlu durum
Modernleşme dürtüsü, her türlü biçimiyle gerçekliğin
zorunlu bir eleştirisi demektir. Bu dürtünün özelleştirilmesi ise, kişinin
kendine karşı duyduğu sürekli bir memnuniyetsizlikten doğan zorunlu bir
özeleştiri demektir. De jure bireyseniz, yaşadığınız sefalet için
kimseyi suçlayamaz, başarısızlığınızın suçunu kendi miskinliğiniz ve
tembelliğinizden başka bir şeye yükleyemez ve hep daha çok çabalamaktan başka
bir çare arayamazsınız.
Kendisine sürekli olarak kendi yazgısının efendisi
olduğu söylenen bireyin, öz benlik tarafından yutulmaya ve öz benliğin imkânlarıyla
idare edilmeye direnen her şeyde konuyla
bağlantı bulmak için pek bir nedeni kalmaz; fakat böyle bir nedene sahip
olmak kadar, davranışlarını bunun üzerine kurmak, yurttaşın alameti farikasıdır.
Eleştirel
Kuram Yeniden
Yayılım veya seyreltim yoluyla bilgi kendini kaçınılmaz olarak kanaate, ön yargıya ya da düpedüz inanca dönüştürdüğü için, irfan sahibi kişilerce edinilen gerçek bilgiyi ilim irfan yoksunları arasına yaymak da işe yaramaz.
Kanaate dayalı uzlaşma hiçbir zaman evrensel uzlaşma olamaz. Evrensellik iddiasındaki, özellikle evrensel kabul görme iddiasındaki her inanç, zorunlu olarak, aynı iddiadaki bir karşı-inancı doğurur. Yayılım (diffusion) ya da seyreltim (dilution) yoluyla bilgi kaçınılmaz olarak kendini kanaate, önyargıya ya da düpedüz inanca dönüştürdüğü için, irfan sahibi kişilerce edinilen gerçek bilgiyi ilim irfan yoksunları arasında yaymak da işe yaramaz.
Felsefenin hakikati ile dünyanın gerçekliği arasındaki
boşluk kapanmadığı sürece devletin despotlaşacağı acı gerçeğinden kaçış yoktur.
Zorba bir iktidarı zorba yapan şey, “ötekilerin” duygu
ev düşüncelerini önemsememek, kendi düşünesinden başka bir düşünceye önem
vermemek olduğuna göre, yapılması gereken bir ucunda kibirli aldırmazlığın,
diğer ucunda sessiz muhalefetin yer aldığı şizmogenetik
zinciri kırmak ve her iki tarafın bir araya gelip verimli bir diyaloga
girebileceği zemini bulmaktır.
Felsefeciler kendilerini, daha doğru dürüst ne
olduğunu anlamadan “ya böyle kabul et, ya bırak git” seçeneğiyle karşı karşıya
buldular. Ya bütün risklerine rağmen bu bağı [politikayı] kullanacaklar ya da
(düşüncenin bozulmadan kalması için) ondan uzak durup iktidar ve iktidar
sahipleri ile aralarındaki mesafeyi koruyacaklardı. Diğer bir deyişle seçim,
“kısır kalmaya mahkûm hakikat” ile “hakikate ihanet etmeye mahkum erk
[potency]” arasında yapılacak bir seçimdi. (Yazar,
“hakikat” peşindeki felsefecilerin toplum nezdinde “üstad”ların gözden
düşürülmesi ve herkesin TV ve Medyanın müşterisi yapılması ile seslerini
duyuramaz olduklarını, bunu kabullenip köşeye çekilmenin “hakikati”
kısırlaştırdığını, ancak modern zamanlarda hakikati duyurmanın tek yolu olarak
kalan politikaya bulaştıklarında da politikacıların “hakikat” gösterilerinin
bir figüranına dönüşüp “hakikate” ihanet etme seçeneği ile karşı karşıya kaldıklarından
şikâyet ediyor. Sanırım-AHÇ)
Yasa koyucuları ve kolluk kuvvetlerini göz ardı etmek,
yasa koyucu akıl nezdinde söz konusu bile olamazdı. İster destekleyici ister
muhalif olsun, devletle ilişki içinde bulunmak, dönemin belirleyici açmazıydı:
Durum, gerçek anlamda bir ölüm kalım meselesiydi.
Yaşam
politikasının eleştirisi
Eleştirel kuram tarafından işgal edilmeyi bekleyen
yeni bir kamusal kurtuluş gündemi söz konusudur. Kendi eleştiri politikasının oluşmasını
bekleyen bu yeni kamusal gündem, modern insanlık durumunun “akışkanlaştırılmış”
bir versiyonuyla birlikte –ve özellikle bu durumdan doğan “bireyselleşmiş” hayat
hedeflerinin dümen suyunda- yükselmektedir.
Firavun o gün angaryacılara ve halkın başındaki
görevlilere buyruk verdi: “Kerpiç yapmak
için artık halka saman vermeyeceksiniz. Gitsinler, kendi samanlarını kendileri
toplasınlar. Ancak aynı sayıda kerpiç yapmalarını isteyin, kerpiç sayısını
azaltmayın.” Angaryacılar firavuna saman olmadan kerpiç yapılamayacağını
söyleyip, firavunun imkânsızı istediğini belirttiklerinde, firavun
başarısızlığın hesabını onlara kesti: “Tembelsiniz,
tembelsiniz.” Günümüzde, tembelleri angaryacılara kırbaçlatacak bir firavun
yok. ( Hatta kırbaçlamanın yerini “kendini cezalandırma” almış durumda –kendi
işini kendin yap) Fakat günümüzün otoriteleri yine de saman arzını kesmiştir ve
kerpiç yapanlara işin, sırf onların tembellikleri yüzünden doğru dürüst
yapılamadığı söylenmektedir.
Kamusal iktidarın varlığı, bireysel özgürlüğün tamamlanmamışlığına işaret ederken,
küçülmesi veya tamamen ortadan kalkması, yasal olarak kazanılan özgürlüğün
pratik iktidarsızlığının habercisidir.
Gerçek anlamda özgürleşmek için “kamusal alana” ve “kamusal
iktidara” bugün daha çok ihtiyaç vardır. Paradoks gibi görünse de, bireysel
özgürlüğü baltalamak değil güçlendirmek için, özel alanın işgalci gücüne karşı
direnmesi gereken taraf, kamusal alandır artık. (s:88)
Bireyselleşme süreci
yalnızca tek yönlü bir yol gibi görünmekle kalmaz, yolda karşısına çıkan ve bir
zamanlar hedeflediği amaçlara ulaşmak için kullanabileceği bütün olası araçları
işe yaramaz hale de getirir.
2 - BİREYSELLİK
“Gördüğün
gibi burada, olduğun yerde kalmak için koşabildiğin kadar koşarsın. Başka bir
yere ulaşmak istiyorsan, bunun iki katı hızla koşman gerekir!
Lewis Carroll, Aynanın İçinden
Lewis Carroll, Aynanın İçinden
Horace Walpole, 1769 yılında Sir Horace Mann’a
gönderdiği mektupta “Dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir
trajedidir.” diye yazmıştı.
Ağır
kapitalizm, hafif kapitalizm
Günümüz modern dünyasında, yani uzatmalı bir izne
çıkan Tanrı’nın yokluğunda, düzen tasarlama ve idame ettirme görevi insanlara
düşmüştür. (Yani seçkinlere -K.G.)
Karl Marks’ın farkına vardığı gibi, egemen sınıfların
fikirleri egemen fikirler olma eğilimindedirler. Yaklaşık iki yüz yıl boyunca
dünyaya kapitalist şirketlerin patronları hükmetti –yani, neyin uygulanabilir,
neyin uygulanamaz olduğunu onlar söyledi; makul olanı akıldışı olandan, anlamlı
olanı anlamsız olandan onlar ayırdı; insanların hayat çizgilerinin çerçevesini
belirleyecek alternatiflere onlar karar verdi. Dolayısıyla, egemen söyleme
işlenen ve o söyleme bir gerçeklik kazandıran dünya, onların, kendi
tasavvurlarının suretinde yarattıkları ve yeniden şekillendirdikleri dünyayla
birlikte tasavvur ettikleri dünyaydı.
Son birkaç yüzyıldır akademi dünyasının,
kapitalistlerin tasarlayıp ortaya koydukları dünyadan başka kavramsal ağlarına
düşürecekleri, üzerine kafa yoracakları, tanımlayıp yorumlayacakları başka
dünyaları kalmadı. Bu dönem boyunca iş ve akademi dünyası –aslında birbirleri
ile konuşarak anlaşamadıkları için- aralarındaki mesafeyi korur görünseler de,
sürekli bir aradaydı. Bir araya geldikleri toplantı odasını ise –şimdi de
olduğu gibi- büyük ortak dayayıp döşemişti. (Yani
Kapitalist, sermayedar asıl patrondu.-AHÇ)
Fordizm,
“ağır”, “hantal” ve “katı” aşamasındaki toplumun kendi durumuna uyanmasını
sağladı.
Henry
Ford’un dehası, endüstriyel kalesini koruyup savunacak her unsuru aynı mekânda
tutmanın –onları ayartıp, firar etmeye veya taraf değiştirmeye özendirecek her
türlü etkiyi uzak tutmanın- yolunu bulmuş olmasıydı.
Henry Ford,
bir gün, işçilerinin ücretlerini iki katına çıkarmaya karar verdi… İşçileri
zincirlerine daha sıkı sarılsınlar diye o güne kadar görülmemiş bir zam
yapmıştı.
İşçileri
tezgâhları başına bağlayan, onları yerlerinden kıpırdayamaz hale getiren
görünmez zincir, Cohen’in sözleriyle, “Fordizmin ta kendisiydi”.
“Ağır kapitalizm” gemisinin yolcuları,
kaptan köşküne çıkma ayrıcalığı ve yetkisi olan seçkin mürettebatın gemiyi de
idare edip hedefine ulaştırabileceğine (her zaman haklı olmasalar da)
inanıyorlardı. Yolcular böylece bütün dikkatlerini, geminin her yanında asılı ve kalın harflerle yazılı yönerge ve
kuralları öğrenmeye ve onları uygulamaya verebiliyorlardı. Şikâyet etseler
de bu, gemiyi limana yeterince hızlı ulaştırmayan ya da yolcuların rahatıyla
hiç ilgilenmeyen kaptana karşı oluyordu. Diğer yandan, “hafif kapitalizm” uçağın yolcuları, pilot kabinin de kimsenin
olmadığını ve üzerinde “otomatik pilot” yazan esrarengiz kara kutudan uçağın
nereye uçtuğu, nereye ineceği, hangi havaalanına inileceğine kimin karar
verdiği ve yere sağ salim inmek için yolcuların yapabileceği herhangi bir şey
olup olmadığıyla ilgili bir şeyler öğrenmenin imkânsız olduğunu dehşetle fark
ediyorlar.
Arabam
var, seyahate engel bir durumum yok
Weber, “araçsal rasyonalitenin” çok kısa bir zaman
içinde zafere ulaşacağını öngörmüştü. İnsanlığın gidişatının aşağı yukarı nasıl
sonuçlanacağı ve insan eylemlerinin sonunun geldiği apaçık ortadayken insanlar,
sonunda kendilerini araç sorunsalı üzerine kafa yorarken, yani gelecek, deyim
yerindeyse, araç-takıntılı bir gelecek olacaktı.
“Çözümü bulduk,
Şimdi sıra sorun bulmada”. “Ne yapabilirim?” sorusu, “Yapmak zorunda
olduğumu ya da yapmam bekleneni nasıl en iyi şekilde yaparım?” sorusunu bir
kenara atmış, tüm eylemi sultası altına almıştır.
Bugünlerde yeni distopyalar yazılmayışı şaşırtıcı
değildir: Seçimlerini özgürce yapan bireylerin post-Fordist, “akışkan modern”
dünyası, haddini aşan herkesi cezalandıracak, tehditkâr bir Büyük Birader’den korkmuyor artık. Diğer
yandan, böyle bir dünyada, iş nelerin yapmaya veya sahip olmaya değer olduğuna,
küçük kardeşinizi hayattaki zorbalardan korumak için kimlerden medet umulabileceğine
karar vermeye geldiğinde güvenebileceğiniz ve inanabileceğiniz, munis ve şefkatli
bir Ağabey’e fazla bir yer yok; bu
nedenle, iyi bir toplumu anlatan ütopyalar da yazılmıyor artık. Deyim
yerindeyse şimdi her şey bireye indirgenmiş durumda. (Bir
tarafta bireyin kimseye karşı bir vefa borcu, sorumluluğu yok, ama kimseden de
yardım bekleyemez halde.-AHÇ)
… görünürde sonsuz sayıdaki seçenek içinde yaşamak
sayesinde “sıradanlaşma özgürlüğünü” tadarız. Bu lezzet sonrasında ağızda acı
bir tat da bırakır, zira sıradanlaşma kısmı hiçbir şeyin kesin olarak sona
ermediğini ve önümüzde yaşayacak daha pek çok şey olduğunu ima ederken, “biri
olma” durumu hakemin maçı bitiren düdüğüne de işaret etmektedir. “Amaçlara bir
kez ulaşıldıktan sonra artık özgür değilsindir; sıradan biri olduğunda sen
kendin olamazsın.”
Olasılıklarla dolu bir dünya, en açgözlü müşterinin
bile hepsini teker teker tadamayacağı kadar çok çeşitli yiyecekle donatılmış
açık büfeye benzer. Yemek sırasında bekleyenler tüketicidir ve tüketicilerin
çözmesi gereken sorunların en ağırı ve can sıkıcı olanı, önceliklerini
belirlemek, yani henüz değerlendirilmediği bazı seçeneklerden vazgeçmek ve
öylece, dokunulmamış olarak bırakmaktadır. Tüketicinin sefaleti, seçeneklerin
azlığından değil, gereğinden fazla oluşundandır. “Seçeneklerimi en iyi şekilde kullandım mı?” sorusu, tüketicinin
kafasındaki en rahatsız edici, gece uykusuz bırakan sorudur.
Marina Bianchi ‘nin belirttiği gibi: Kurumsal açıdan,
hata yapma veya hatalı bulunma ihtimali olmayan taraf şirketler değil
tüketicilerdir.
Seçimlerde hata yapmanın söz konusu olmaması hem bir
nimet hem de lanettir, zira bunun için ödememiz gereken bedel, sonu gelmez bir
kararsızlık ve hiçbir zaman doyurulamayacak bir tutkudur. Bu durum satıcılar
için iyi haberdir, piyasada kalıcı olabileceklerine işaret eder fakat alıcılar için
kararsızlık, acılar içinde kıvranmak demektir.
Anlatma
bana, göster!
“Lider”,
“iyi” ya da “doğru” bir toplum kurmayı amaç edinmiş ve kötü veya uygun olmayan
alternatiflerini tüm gücüyle uzak tutmaya çalışmış bir dünyanın yan ürünü ve
çok önemli parçasıydı. “Akışkan Modern” dünya bunların ikisini de yapmaz.
Margaret Teacher’ın meşhur ve o kadar talihsiz
“Toplum diye bir şey yoktur” sözü hem kapitalizmin değişen doğasını
yansıtan fazlasıyla dürüst bir görüş hem bir niyet beyanı hem de kendini gerçekleştiren
bir kehanettir. Ardından gelen dalga, düzgüsel ve koruyucu ağların dağılmasına
neden olmuştur ki bu da, sözcüğün gerçek bir karşılık bulmasına, neredeyse ete
kemiğe bürünmesine bir hayli katkıda bulunmuştur. “Toplumsuzluk”, ütopyasızlık
ve distopyasızlık demektir.
Hiç şüphesiz, “bilgi sahibi” olduklarını iddia eden
yeterince fazla sayıda kişi vardır ve bunların arasında, onların bilgi sahibi
olduğuna iman edecek pek çok müridi olanlar da vardır. Bilgi sahibi böyle
insanlar önder değildirler; en fazla, rehber olurlar. Aralarında en önemli
fark, önderler peşlerinden gidilen insanlarken, rehberlerin işe alınıp
gerektiğinde görevine son verilebilir. Önderler disiplin bekler ve talep
ederler; rehberler ise en fazla ciddiye alınıp sözlerinin dinlenmesine bel
bağlayabilirler. Ama sözlerini dinletmek için önce müstakbel dinleyicilerinin
dikkatini çekmeleri gerekir. Önderler ile rehberler arasındaki bir diğer önemli
fark da, ilkinin bireyin iyiliği ile toplumun iyiliği ya da kişisel endişeler ile
kamusal meseleler arasında bir arabulucu, iki dilli bir çevirmen işlevi
görmesidir…Rehberler danışanların kendileri için kendi başlarına neler
yapabileceğiyle ilgilenir. Güçlerini birleştirdiklerinde birbirleri için hep
birlikte neler yapabilecekleriyle değil.
Kendi türünde (kişisel gelişim) en çok satanlardan
biri olan kitabında MelodyBeattie, okurlarına yarı uyarı yarı tavsiye
niteliğinde şu sözleri söyler: “Kendinizi delirtmenin en garantili yolu
başkalarının işine karışmak, aklınızı başınızda tutma ve mutlu olmanın yolu ise
kendi işinize bakmaktır.”…Başkalarının dertleriyle ilgilenmek size fazla bir
şey kazandırmaz ve dikkatinizi, sizden başka kimsenin yapamayacağı işten
uzaklaştırır. Böyle bir mesaj, SamuelButler’ın“Haz, hak veya görev duygusundan
daha güvenli bir yol göstericidir,” önermesini ister istemez kendilerine düstur
edinmiş ve bundan az da olsa vicdani bir rahatsızlık duyan yalnız kurtların
içini rahatlatacak bir mesajdır.
“Biz”, önderlerin en çok kullandığı kişi zamiridir.
Onlar için “biz” “ben”in çoğuludur. Rehberler ise bu zamiri çok az kullanırlar.
Danışma oturumunun sonunda danışan kişiler, oturum başlamadan önce oldukları kadar hala yalnızıdrlar. Olsa olsa yalnızlıkları daha da pekişmiştir. Sonunda kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacakları konusunda içlerine doğan şüphe doğrulanmış, neredeyse kesinlik kazanmıştır…
Danışma oturumunun sonunda danışan kişiler, oturum başlamadan önce oldukları kadar hala yalnızıdrlar. Olsa olsa yalnızlıkları daha da pekişmiştir. Sonunda kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacakları konusunda içlerine doğan şüphe doğrulanmış, neredeyse kesinlik kazanmıştır…
Gittikçe artan sayıda insan, nedenini tam olarak
söyleyemedikleri şekilde kendilerini mutsuz hissetmektedir. “Mutsuz olma”
duygusu büyük bir sıklıkla dağınık ve oynaktır; sınırları belirsiz, kökleri
fazlası ile karışıktır.
Jane Fonda’nın bütün kadınlara mesajı, bedenlerinin
yalnızca kendilerine ait bedenim ve kendi
ürünleri olduğu, bedenlerinden yine kendilerinin sorumlu olduklarıdır… Fonda’nın mesajının öbür yüzü de oldukça
nettir: Bedeninize düşünceli ve özenli davranmanız gerekir; bu görevi ihmal
ederseniz kendinizi suçlu hissetmeniz ve bundan utanmanız gerekir.
Bedeninizdeki kusurlar sizin suçunuz ve sizin ayıbınızdır. Fakat günahtan
arınmanın yolu, yalnızca ve yalnızca o günahı işleyenin elindedir.
Zengin ve ünlü olmanın elbette ki katkısı büyüktür;
mesajı daha ağır ve etkili kılar. Jane Fonda, kendini bir otorite değil de bir
örnek olarak sunmak için her ne kadar kendi çizgisinin dışına çıkmış olsa da,
ününü ve servetini görmezden gelmek saflık olur.
Sohbet programlarına olan bağlılığı, insanoğlunun
iflah olmaz dedikodu ve “ilkel merak duygusunu” kendini tatmin için kullanma
hırsının bir uzantısı olarak aşağılamak ya da alaya almak yanlış ve yanıltıcı
olduğu kadar küçük düşürücüdür de. Ağzına kadar araçla dolu fakat hedeflerin
ürkütücü derecede belirsiz olduğu bir dünyada sohbet programlarından çıkarılan
dersler çok temel bir soruyu cevaplamaktadır. Ve yadsınamaz bir faydacı değeri
bulunmaktadır, hayatımı en iyi şekilde nasıl yaşayacağımı benden daha iyi kimse
bilemez ve bunun için gerek duyabileceğim bütün kaynakları kendi becerimde,
cesaretimde ve kararlığımda arayıp bulabileceğimi bildiğimden, benzer
zorluklarla karşılaşan diğer insanların bunlarla nasıl başa çıktıklarını görmek
son derece önemlidir. Benim ıskaladığım mucizevi bir çözüm yolu bulmuş, benim
dikkatimi çekmeyen veya üzerinde yeterince düşünmediğim için göremediğim bir
sırra erişmiş olabilirler.
Sohbet programları kişisel konuların kamusal alanda
konuşulmasını meşru hale getirir. Konuşulmaz olanı konuşulabilir, utanılası
olanı itibarlı kılar ve çirkin bir sırrı gurur duyulan bir şeye dönüştürür. Bu programlar
büyük ölçüde şeytan çıkarma ayinleridir. …İçime attıklarım artık birer sır
olmadığından, kazancım, iç dökmenin verdiği arınma duygusundan daha fazladır.
Jürgen Haberma’ın da aralarında bulunduğu pek çok
önemli düşünür, “mahrem alanın” “kamusal alan” tarafından ele geçirilip
sömürgeleştirilmesi tehlikesine dikkat çeker.
Kişisel sorunlar, kamu önünde dile getirildiklerinde
kamuya mal olmazlar, kamunun gözü önünde bile olsalar kişisel olarak kalmayı
sürdürürler ve kamu sahnesine taşınmakla başardıkları şey, “kişisel olmayan”
diğer bütün sorunları kamunun gündeminin dışına itelemektir. Şu anda “kamusal
meseleler” dendiğinde, sıklıkla, kamuya
mal olmuş kişisel sorunları akla gelmektedir… İyi bir toplumda kamu yararı,
kamusal adalet veya bireysel esenlik için ortak sorumluluk da kaybolanlar
dünyasındaki yerini almıştır.
Söz konusu yaşam koşulları insanları bir lider değil,
örnek almaya yönlendirmektedir…”Bilgi
sahibi kişiler” her fırsatta onlara, herkesin kendi başına yapabileceği bir
şeyi başka birinin yapamayacağını söylemektedir.
Aydınlanma ve rehberlik arayışı sürecinde kendi
yargılarına ve kişisel çabalarına bel bağlamak üzere eğitilmiş izleyiciler ve
dinleyiciler, “kendilerine benzeyen” başkalarının özel hayatlarına, bireysel
acıların ancak “baş başa vererek”,
“safları sıklaştırarak” ve “birlikte hareket ederek” hafifleyeceğine veya
iyileştirilebileceğine inandıklarında ileri görüşlü kişilerin ve etkili konuşan hatiplerin hisselerine,
nutuklarına ve vaazlarına baktıkları aynı şevk ve umutla bakmayı sürdürürler.
Bağımlılığa
dönüşen tutku
Size akıl vermesi ve yol göstermesi için örnekler
aramak bağımlılıktır. Ne kadar çok yaparsanız ona o kadar çok ihtiyaç duyar ve
peşinde olduğunuz “uyuşturucudan” her mahrum kalışınızda kendinizi daha mutsuz
hissedersiniz.
Susuzluk/ihtiyaç giderme aracı olarak her türlü bağımlılık
aslında kendi kendini yıkıma uğratan bir şeydir; ihtiyacı tatmin ihtimalini
ortadan kaldırır. Örnekler ve hazır tarifler, yaşanıp sınanmadıkları sürece
çekici kalmayı sürdürürler. Fakat neredeyse tamamı, getirmeyi vaat ettikleri
mutlu sona ulaşmadan, sizi yarı yolda bırakır.
Tüketim yarışında bitiş çizgisi her zaman
yarışmacıların en hızlısından daha hızlı koşar, fakat piste çıkmak zorunda
kalmış koşucuların pek çoğunun kasları ve ciğerleri hızlı koşamayacak kadar
zayıftır… Üstelik hiçbir ödül, henüz kazanamadığımız diğer ödüllerin cazibesini
unutturacak kadar tatminkâr değildir ve henüz (ama henüz) bir kazananı olmadığı
için bize çok çekici gelen sayısız başka ödül bulunmaktadır.
Tüketici faaliyetinin itici gücünün somut, ölçülebilir, net olarak ortaya konmuş
ihtiyaçlar değil, çok daha değişken, uçucu, ele avuca sığmaz ve kaprisli,
“ihtiyaçlar” kadar belli bir göndergesi olmayan, başka bir gerekçe veya “nedene”
ihtiyaç duymaksızın kendi kendini üretebilen ve kendi kendinin itici gücü
olabilen arzu olduğu bir süredir dile
getirilmektedir.
Fiziksel ve ruhsal nesneler yığını ne kadar yüksek
olursa olsun, hiçbir zaman tatmin olmamaya
yazgılıdır.
Fakat bugünkü biçimiyle tüketim düzeni,
HarvieFerguson’un işaret ettiği gibi, “arzunun uyarılması üzerine değil, ümit
dolu fantazilerin serbest bırakılması üzerine kuruludur.”
Tüketici talebi ile arz arasındaki dengeyi korumak
için daha güçlü ve her şeyden önce daha çok yönlü bir uyarana ihtiyaç vardır.
Bu ihtiyacı karşılamaya en güçlü aday ise “dilektir.”
Arzunun gerçekleşmesi için nispet, kibir, kıskançlık
ve kendini onaylama “ihtiyacı” gerekirken, dilek için önkoşıl yoktur. Satın
alma alelade, beklenmedik ve anlıktır. Bir dileğin hem dile getirilmesi hem de
gerçekleştirilmesindeki gibi bir rüyaya benzer yanı vardır ve bütün dilekler
gibi yapmacık ve çocukçadır.
Tüketicinin
Bedeni
Postmodern toplum, üyelerini birer üretici olarak
değil, tüketici olarak angaje eder. Bu ayrım, çığır açıcı bir ayrımdır.
Üretim etrafında organize olmuş hayat, normatif
kurallarla düzenlenir. Kişinin hayatını sürdürebilmesi ve üretici rolünün
gereklerini yerine getirebilmesi için ihtiyaç duyulan şeylerin bir alt sınırı
bulunduğu gibi, hayalini kurabileceği, arzu edebileceği ayıplama, azarlama ve
müdahale korkusu duymadan- elde etmek için peşine düşebileceği şeylerin de bir
üst sınırı vardır. Bu sınırın üstüne
çıkan her şey lükstür ve lüks olana arzu duymak günahtır. Dolayısı ile esas
olan uyumdur. (s:122)
Öte yandan tüketim üzerine kurulan hayat varlığını
normlar olmadan sürdürmek zorundadır. Ona yön veren şey artık normatif kurallar
değil, baştan çıkarma, sayısı ve şiddeti sürekli artan arzular ve hedefi
belirsiz isteklerdir.
Üretenler toplumu, üyelerinin önüne standart olarak
sağlıklı yaşamı koyuyorsa, tüketim toplumu fitness
(bedensel olarak formda olma) idealini koyar.
Sağlık ve fitness iki farklı söyleme aittirler ve çok
farklı endişelere hitap ederler. “Sağlıklı olmak” pek çok durumda, “istihdam
edilebilir” –yani fabrikada gerektiği gibi çalışabilir, iş gereği çalışanın
fiziksel ve ruhsal gücü üzerinde düzenli bir baskı oluşturabilecek “yükleri
taşıyabilir”- anlamında kullanılır. “Fit olmak” demek, henüz denenmemiş ve
öngörülmesi imkânsız duyguları yaşamaya hazır, esnek, “emici” ve uyum yeteneği
yüksek bir bedene sahip olmak demektir.
Sağlık “norma bağlı kalmak” ise, fitness bütün normları yıkarak hâlihazırda erişilmiş bütün
standartları geride bırakmaktır bile denebilir.
Tatmin ve haz soyut kavramlarla anlaşılmaz
duygulardır: Anlaşılmaları için “öznel olarak deneyimlenmeleri” –yaşanmaları-
gerekir. Kendi duygularınızın, yanınızdakilerinkiyle aynı derecede derin,
heyecan verici veya “zevkli” olup olmadığını anlamanızın bir yolu yoktur. Fitness, ulaşıp elde etmeden öncene
olduğunu tam olarak anlayamayacağımız bir idealdir.
Ivan Illich’in de işaret ettiği gibi “Sağlık
arayışının kendisi birinci patojenik etmen hâkline gelmiştir.”
Sağlık, her geçen gün artan bir şekilde, risk optimizasyonu
ile bir tutulmakta. Her durumda bu, tüketim toplumunun bedensel açıdan fit
olmak üzere eğitilmiş sakinlerinin doktorlarından beklediği –ve
bulamadıklarında onlara öfke ve düşmanlık duydukları- şeydir.
Bir
arınma ayini olarak alışveriş
“Bedenim, kuşatma altındaki bir kaledir” yaklaşımı,
her şeyden el etek çekmeye, içe kapanmaya ya da “perhize girmeye” yöneltmez;
olsa olsa daha fazla tüketmek –ama bu sefer, ticari olarak sağlanan özel
“sağlıklı” yiyecekler tüketmek- demektir. Zararlı yan etkileri olduğu
anlaşılmadan ve bunun sonucu olarak piyasadan tamamen kaldırılmadan önce,
“Yiyerek zayıfla” sloganı ile reklamı yapılan Xenical adlı bir ilaç, kilosuna
dikkat edenler arasında oldukça popülerdi.
T.H Marshall’ın başka bir vesileyle işaret ettiği gibi
kalabalık bir grup topluca bir yöne doğru koşuyorlarsa orada 2 soru
sorulmalıdır: 1- Neyin peşinde koşuyorlar 2- Neyin önünden kaçıyorlar.
Tüketiciler alışverişin vermeyi vaat ettiği zevklerin veya işinin ehli bir
danışmanla geçirilecek bir seansın sonunda yaşanacağı söylenen derin ve
rahatlatıcı duyguların peşinde koşuyor olabilirler. Fakat aynı zamanda adına
“güvensizlik” denen bir acıdan da kaçış yolu arıyor olabilirler. Belki de bir
kez olsun hata yapma, ihmal ya da işini iyi yapmama korkusu olmadan nefes almak
istiyorlardır. Bir kez kendilerinden emin olmak, kendilerine güvenmek ve
güvenilir olmak istiyorlardır.
Saplantıya/bağımlılığa dönüşmüş alışveriş, aynı
zamanda, gecelerimize musallat olan dehşet verici kararsızlık ve güvensizlik
cinlerinden arınmak için her gün yaptığımız gündüz ayinleridir de. Gerçekten de gündelik bir ayindir
alışveriş.
Kendi
cinini kendin çıkar ayininin gereklerini, alışverişten başka ne daha iyi yerine
getirir ki?
Satın
alma özgürlüğü - ya da bize öyle geliyor
Albert Camus “Günümüz
insanları dünyanın tamamına sahip olamamanın acısını çekerler.”
Yanılsama olsun ya da olmasın başkalarının hayatı (TV’lerden bize sunulan hayatlar-AHÇ) gözümüze birer
sanat eseri gibi görünür. Ve bir kere o gözle baktığımızda kendimiz de aynısını
yapmaya çabalarız: “Herkes kendi hayatını birer sanat eserine dönüştürmeye
çalışır.”
Efrat Tseelon’un belirttiği gibi moda, bu nedenle, tam da aradığımız şeydir. Fantezilerimizin ne
üstünde ne de altında, tam kararındadır.
Tüketim toplumunda, tüketici bağımlılığında –yani,
alışverişe olan evrensel bağımlılıkta- pay sahibi olmak her türlü bireysel
özgürlüğün, her şeyden önce farklı olma, “bir kimliğe sahip olma” durumunun
olmazsa olmaz koşuludur… Kimlik –“biricik ve “kişisel” kimlik –herkesin ancak
ve ancak satın aldığı ve alışveriş yoluyla edinebildiği bir malzeme üzerine
işlenebilir. Bağımsızlık teslim olarak
kazanılır. (S:132)
Arzu ettiğimiz hayat, “televizyon ekranlarında
gördüğümüz” hayattır. Ekrandaki hayat, bizzat yaşadığımız hayatı küçük, önemsiz
ve sıkıcı gösterir… Cristopher Lasch’ın söylediği gibi: “modern hayat
elektronik imgeler tarafından öyle bir şekilde aktarılıyor ki başkaları ile
ilişkimizde, karşımızdakinin eylemleri – ve bizim kendi eylemlerimiz-
kaydediliyor ve uzakta, görünmeyen izleyicilere naklen yayınlanıyor veya daha
sonra ayrıntılı olarak incelenmek üzere depolanıyormuş gibi düşünmekten ve buna
göre hareket etmekten kendimizi alamıyoruz.
Kişinin, kimsenin yönlendirmesi olmadan edindiği
tercihler güncel beğeninin gerisinde kalabildiği için, onların da düzenli
olarak güncellenmesi gereklidir.
Günümüzde ve genel olarak, hem kullanım hem de alım
satım değeri olan malların üretiminde “dayanıklı malların” yerini “çok kısa
sürede kullanılamaz olacak şekilde tasarlanmış “tek kullanımlık” mallar
almaktadır. Jeremy Seabrook “Kapitalizmin malları insanlara teslim etmesinden
çok insanları mallara teslim edilmesi söz konusudur; yani, insanların kişilik
özellikleri ve hassasiyetleri öyle bir şekilde yeniden işlenmiş ve yeniden
üretilmiştir ki satılmaları bile hayatlarımıza bir şekil ve anlam vermeye yeten
ticaret malları, yaşantılar ve duygularla uyumlu hale gelmiştir.
İnsanlar, bugünlerde, zorlama ve baskıyla değil ikna
ve baştan çıkarma yoluyla standartlara riayet ettiriliyor gibi… Boyun eğme,
dışarıdan gelen zorlayıcı bir güç nedeniyle gerçekleşiyor gibi görünmekten çok,
özgür iradenin bir tezahürüymüş gibi görünüyor.
Postmodern dünyada bütün ayrımlar akışkanlaşır,
sınırlar ortadan kalkar ve her şey tam zıddıymış gibi de görülebilir; her şeyin
aslında farklı olabilecekmiş gibi göründüğü fakat hiçbir şeyin temelde veya
köklü bir şekilde farklı olmadığı ironisi temel duygu halini alır.
Seçenek yelpazesi son derece geniş ve olası yeni
deneyimlerin sayısı neredeyse sonsuz olsa da seçim, hem bir lütuf hem de bir lanettir. Seçim yapan kişinin
hayatı risklerle doludur. Kararsızlık,
aslında oldukça lezzetli olan özgür seçim çorbasında yüzen mide bulandırıcı bir
sinek olarak kalmaya mahkûmdur.
Asıl
zevkli olan, koşunun kendisidir; ne kadar yorucu olursa olsun koşu yolu, bitiş
çizgisinden daha eğlencelidir. Bu, “Göle giden yol
gölden daha güzeldir,” deyişinin tam karşılığıdır. Hedefe varış, yani seçecek
bir şeyin kalmadığı yer, çok daha sıkıcı ve yarınki seçeneklerin bugünküleri
geçersiz kılmasından daha korkutucudur. Asıl arzu edilen şey arzunun tatmininden
çok, kendisidir.
“Yoksullar zenginlerinkinden farklı bir kültürde
yaşayamazlar. Parası olanların menfaatine göre kurgulanmış bir dünyada var
olmak durumundadırlar. Ve yoksullukları ekonomik durgunluk ve küçülme yüzünden
olduğu kadar, büyüme yüzünden de derinleşir.” S:138
Ekrandaki özgürlük ne kadar büyük, mağaza
vitrinlerinden bize el sallayan güzellikler ne kadar baştan çıkarıcı olursa,
yoksullaştırılmış gerçeklik duygusu o kadar derin, seçme hazzını, bir anlığına
da olsa tatma arzusu o kadar baş döndürücü olur. Zenginin seçenekleri ne kadar
çoksa, seçeneksiz kalan bir dünya diğerleri için o kadar çekilmez olur. (Vitrinler ve seçenekler zenginleştikçe fakirler için dünya o
kadar çekilmez olur-AHÇ)
Birlikteyken
Ayaktaydık, bölündük alışverişteyiz.
Arzularının peşinde özgürce koşabilmeleri için
ihtiyaçları olan kaynaklardan yoksun zayıflar da vardır. (ilişkilerin istemsiz
ama uzun vadeli sonuçları olan ve sona eren evliliklere kendi özgürlüklerinin
ilanı gözüyle bakma durumunda olmayan çocukları saymak bile gereksizdir.)
Kimlik değiştirme kişiye özel bir durum olabilir fakat her zaman için bazı
bağların koparılması ve belli bazı zorunlulukların inkârını içermektedir;
özgürce seçme hakkı tanınması bir yana, değişimin muhatabı olanların fikri
sorulmaz bile
“Dükkan dükkan dolaşıp fiyat araştırması yapma” türü
bir hayatın karakteristik özelliği olan kimlik esnekliği ve taşınabilirliği,
kurtuluş vasıtaları olarak, özgürlüklerin yeniden paylaşımı enstrümanları kadar
işlevsel değildir. Dolayısı ile kimliğin bu özelikleri hem bir nimet hem de
lanettir – hem çok çekici ve arzu uyandırıcı hem de itici ve korku vericidir,
birbirine taban tabana zıt duygular uyandırırlar. Tutarsız ve yarı nevrotik
tepkilere neden olabilien çelişik değerlerdir. YvesMichaud’nun ifadesiyle, “Fırsatların aşırı çoğalmasıyla yıkım,
dağılma ve parçalanma tehditleri de artmıştır.”
3 - ZAMAN
/ MEKAN
Hazeldon: “Günümüzde en önemli sorun güvenliktir. Hoşunuza gitse de gitmese
de durum budur. Çocukluğumun geçtiği
Londra’dayken, bir cemaat içinde yaşardık. Yanlış bir şey yapamazdınız, çünkü
herkes sizi tanırdı ve haberi hemen annenize ve babanıza uçururlardı. O ortamı,
endişe içinde yaşamak zorunda olmayan mahalle ortamı burada yeniden kurmak istiyoruz.
Özlemle anılan geçmiş ile onun güncellenmiş kopyası
arasındaki tek fark, Hazeldon’ın çocukluk anılarındaki cemaatin kendi gözleri,
dilleri ve elleriyle kendiliğinden, pek üzerinde düşünmeden başardıklarının,
Heritage Park’ta, gizli güvenlik kameraları ve giriş kapılarında kimlik
kontrolü yapacak ve sokaklarda tebdil-i kıyafetle devriye gezecek onlarca
silahlı güvenlik görevlisiyle yapılmaya çalışacak olmasıdır.
“Seçmenler ve seçkinlr –ABD’nin sınırları oldukça
geniş orta sınıfı- isteseler, yoksulluğu bitirmeyi, etnik rekabeti kontrol
altına almayı ve herkesi ortak kamu kurumlarına entegre etmeyi vaat eden bir
hükümet politikasını seçebilirlerdi. Fakat onun yerine, kendilerine güvenlik
satanları seçtiler; bu yüzden de özel güvenlik endüstrisi patladı.” (Zukin)
“Güvensiz sokakların” kan dondurucu ve sinir bozucu
hayaleti insanları kamusal alanlardan uzak tutar ve onları kamusal hayatı
paylaşma sanatı ve zanaatını yaşamaktan alıkoyar.
Daha çok sayıda cezaevi açarak ve ölüm cezası
uygulayarak suçla “kıyasıya mücadele etmek” korku politikasına verilen en
yaygın karşılıktır.
Yabancı
yabancıyla karşılaştığında
Richard Sennett’in klasik tanımıyla şehir,“yabancıların yabancılarla karşılaştığı bir
yerleşim birimidir”. Eklemem gerekirse, bunun anlamı, yabancılar
yabancılarla birer yabancı olarak karşılaşırlar ve başladığı gibi birdenbire
biten bu tesadüfi karşılaşmadan yine birer yabancı olarak çıkarlar… Bu
karşılaşma bir karşılaşmama ya da yanlış
karşılaşmadır. Yabancıların karşılaşmasında, son görüşmede kalınan yerden
devam etmek, arada atlatılan badirelerden veya yaşanan mutluluklardan
bahsetmek, ortak anılardan dem vurmak diye bir durum söz konusu olmaz.
Karşılaşma süresince anılacak veya üzerinde konuşulacak bir şey yoktur. Yabancıların karşılaşması geçmişi olmayan
bir haldir. Ve genellikle geleceği de yoktur.
Çağdaş şehirlerde “kamusal alan” olan şehirlerin
meydanı “medeni” bir kentsel mekân değildir. Meydanı gören bir ziyaretçinin
dikkatini çeken ilk ve en önemli şey, mekânın hiç de konuksever olmayışıdır.
Görülen her şey insanda hayranlık uyandırır fakat orada daha zaman geçirme
isteği uyandırmaz. Muazzam genişlikte ve bomboş meydanı çevreleyen muhteşem
tasarımlı binalar, içine girilmek için değil de yalnızca bakılmak için yapılmış
gibidirler.
Kamusal ama medeni olmayan ikinci mekân kategorisi,
tüketicilere hizmet etmek ya da, daha doğrusu, şehir sakinlerine birer
tüketiciye dönüştürmek üzere inşa edilen mekânlardır. Liisa Uusitalo’nun
sözleriyle, “Tüketiciler sıklıkla, gerçek anlamda bir sosyal ilişkiye
girmeksizin konser veya sergi salonları,
turistik yerler, spor kompleksleri, alışveriş merkezleri ve kafeler gibi ortak
tüketim mekânlarını paylaşırlar. Bu
tür mekânlar karşılıklı etkileşimi değil, bireysel eylemi teşvik ederler.”
George Ritzer’in“tüketim
tapınaklarını” dolduran kalabalıklar belli bir amaç için toplanmış “cemaatten”
çok, tesadüfen bir araya gelmiş bireylerdir, birlikten çok, güruhturlar. Ne
kadar kalabalık olurlarsa olsunlar, bir arada alışveriş yapıyor oluşlarında
“kolektif” hiçbir yan yoktur... İnsanlar bu tapınaklara konuşup sosyalleşmek
için doluşmazlar.
Emik
(kusan) mekânlar, fajik (yiyen) mekanlar, yer olmayanlar, boş alanlar
Tüketim tapınağının içinde olup bitenlerin, “kapının
dışında” akıp giden günlük hayatın ritmi ve gidişatı üzerinde pek az etkisi
vardır.
Ritzer’in “tapınak” mecazı çok yerinde bir mecazdır;
alışveriş/tüketim mekânları gerçekten de hac yeridir.
Tüketim tapınaklarını tasarlayanlar, denetleyenler ve
işletenler gerçek anlamda usta kalpazanlar veya dolandırıcılardır.
“Yer
olmayanlarda” yapılması gerekenler ve yapılanlar ne olursa olsun, oradaki
herkes evdeymiş gibi hissetmeli, fakat gerçekten evdeymiş
gibi davranmamalıdır. Yer
olmayan yer “kimlik, ilişkileri ve tarih ifade eden sembollerin olmadığı
yerlerdir; örneğin havaalanları, otoyollar, tek tip otel odaları, toplu taşıma
araçları vb. … Yer olmayan yerler dünya tarihinin hiçbir döneminde bu kadar
geniş bir alana yayılmamışlardır.”
Boş alanlar, her şeyden önce, anlamdan yoksun
oldukları için boşturlar. Boş oldukları için anlamsız değildirler.
Konferans için gittiğim şehirlerden birinde havaalanından
otele uzun ve zahmetli bir yolculuk oldu. Şehir merkezinden geçen ve hemen her
zaman yoğun trafiğin yollarından başka alternatif yokmuş iki saatte ancak
vardık otele. Dönüşte ise yolculuk on dakikadan az sürdü. Şoför şehir içinden
geçmemiş, kaba görünümlü işsiz güçsüz oldukları anlaşılan insanların olduğu,
derme çatma, renksiz, ücra varoşlardan geçen yollardan götürmüştü beni.
Rehberim, şehrin yoğun trafiğinden kurtuluş olmadığını söylerken samimiydi
aslında. Taksi şoförünün beni geçirdiği “kenar mahallelerin” çirkin sokakları o
haritada yoktu. Rehberimin zihnindeki
haritada, o sokakların olması gereken yerde, sadece ve sadece boş bir alan
vardı.
Farklı kategorilerdeki şehir sakinlerinin
hareketlerine yön veren haritalar birbirleriyle tam olarak örtüşmez, fakat bir
haritanın “anlamlı” olabilmesi için şehrin manasız görünen ve dolayısıyla
–anlam kurma kurallarına göre- gelecek vaat etmeyen bazı bölgelerinin haritada
gösterilmemesi gerekir. Bu, şehrin geri kalanına daha büyük bir anlam
kazandırır.
Bir
yerin boşluğu, ona bakanın gözlerinde ve şehri gezenlerin ayaklarında ya da araba
tekerlerindedir. Girmediğimiz ya da kendimizi kaybolmuş ve korunmasız,
şaşırmış, ürkmüş ve insanların görüntüsü yüzünden biraz da korkmuş
hissettiğimiz yerdir boş alan.
Sakın
yabancılarla konuşma
Kamusal
ama medeni olmayan yerlerin temel özelliği başkalarıyla etkileşime girmenin
gereksiz oluşudur.
Yabancılarla karşılaşmaktan kaçınamıyorsak en azından
ayrıntılardan kaçınabiliriz.
Richard Sennet “Kanun
ve düzen isteyen seslerin en yüksek çıktığı zamanlar; cemaatlerin şehirdeki
diğer insanlardan en çok soyutlandığı zamanlardır. Amerika’da şehirlerdeki
etnik bölgeler son yirmi yıldır görece homojenleşmiştir; dışardan gelene karşı
duyulan korkunun, bu etnik cemaatlerle ilişkinin kesilmesi derecesine varması
tesadüf değildir.”
Farklılıklarla birlikte yaşamaktan hoşlanmak ve bundan
faydalanmak bir yana, bu şekilde yaşayabilmek bile kolay edinilen bir beceri
değildir; çok çaba harcamak gerekir.
Tek tip (cemaate) doğru gidiş hızlandıkça, “kapıya
gelip dayanmış yabancılara” karşı duyulan korku da derinleşmektedir.
Etrafımızda gördüğümüz yabancılarla içimizdeki
güvensizlik duygusunu birbiriyle kolaylıkla ilişkilendirebiliyoruz; başlangıçta
sadece bir kuşkudan ibaret olan bu düşünce zaman içinde tekrar ede ede doğruluk
kazanmakta, sonunda kanıta ihtiyaç duymayan bir veri haline gelmektedir.
SharonZukin’in dediği gibi, “kimse başkasıyla nasıl
konuşulacağını bilmiyor”.
Dolayısı ile, başka herhangi bir kurmaca kimlikten
daha fazla şey ifade eden etnisitenin, “kimsenin başkaları ile nasıl
konuşulacağını bilmediği” korkutucu, çok sesli mekandan kaçıp, “herkesin
birbirine benzediği” ve bu nedenle konuşulacak çok az şeyin ve konuşmanın kolay
olduğu “güvenli bir özel bölgeye” çekilme söz konusu olduğunda akla gelen ilk
seçenek olması şaşırtıcı değildir.
“İyi ve adil”toplum ideali politik söylemden elini
eteğini tatamıyle çekmişken insanların tüketmeleri için onlardan yaptıklarından
çok niyetlerini sunan bir politik şahsiyetin edilgen izleyicilerine dönüşmüş
olmaları hiç şaşırtıcı değildir. Burada önemli olan izleyicilerin, kamuoyunun
ilgi alanı içindeki diğer şahsiyetlerden
iyi bir seyirlik gösteri dışında pek bir şey beklememesi gibi, polikacılardan
da bir beklentilerinin olmamasıdır.
Ötekini,” faklı olanı, yabancıyı ve dışarlıklıyı
uzakta tutma çabası ve iletişim, uzlaşım ve karşılıklı bağlılık ihtiyacının
önüne geçme kararlılığı, toplumsal bağların yeni kırılganlığında yada
akışkanlığında kök salmış varoluşçu belirsizlik karşısında verilmiş tek
–anlaşılabilir olmasa da – beklenen tepkidir. Bu kararlılık kirlenme ve
arınmaya karşı günümüzde duyduğumuz saplantılı ilgiye, “yabancı unsurların”
istilasını kişisel güvenliğe yönelik bir tehdit, güvenliği de (toplumsal)
temizlik hali olarak görme eğilimimize çok uygundur. Ağzımızdan ve burnumuzdan
vücudumuza giren yabancı maddelere karşı gösterdiğimiz hassas dikkat ile yakın
çevremize sızan yabancılara karşı gösterdiğimiz temkinli yaklaşım, aynı
bilişsel çerçeve içinde yan yana durur. Her ikisi de onları “sistemimizden
atma” isteği uyandırır.
Georges Benko “Ötekilerden daha Öteki Ötekiler vardır;
dışardan gelen yabancılar, Ötekini artık kavrayamaz olduğumuzdan dolayı
insanları yabancı olarak dışlamak toplumsal bir patoloji göstergesidir.
“Sakın yabancılarla konuşma” –bir zamanlar endişeli
anne babalar zavallı çocuklarını böyle uyarırlardı- şu günlerde yetişkin
normalitesinin stratejik temel kuralı haline gelmiş durumda. Bu kural,
yabancıların (strangers), insanların konuşmayı reddettiği kişiler olduğunu bir
yaşam gerçeğiymiş ve doğru bir düsturmuş gibi yeniden önümüze koyar.
George Hazeldon’un Heritage Park projesi, sokakta
yürüyen herkesin en nihayetinde birbirleriyle serbestçe konuşabildiği bir yer
olacaktı. Serbestçe konuşabileceklerdi çünkü -içinde hiçbir karşı düşüncenin
geçmediği fakat kimsenin kimseyi onaylamak zorunda da olmadığı gündelik ve
sıradan cümleler teatisi dışında –konuşacakları çok az şey olacaktı. Heritage Park cemaatinin herkesin hayalini
kurduğu bu saf hale ancak ve ancak çözülme ve bağların koparılması ile
ulaşılabilir.
Zamanın
tarihi olarak modernite
Zamanın tarihi modernite ile başladı. Gerçekten de
modernite, her şey den önce belki de başka her şeyin ötesinde, zamanın
tarihiydi: Modernite, zamanın bir tarihe sahip olduğu zaman ki halidir.
Benjamin Franklin vaktin nakit olduğunu söyledi;
insanı zaten “alet yapan hayvan” olarak tanımladığı için bu yargıya
varabilmişti.
Zaman ile mekân arasındaki ilişki artık önceden
belirlenmiş ve durgun değil, sürece bağlı, değişken ve dinamikti. “Mekanınfetihi”
daha hızlı makineler anlamın da kullanılır oldu.
Ağır
moderniteden hafif moderniteye
Ağır modernite, bölgesel fetihler dönemiydi…
Modernitenin ağır versiyonunda ilerleme demek, boyut olarak büyüme ve mekânsal
genişleme demektir.
Mekân, ancak kontrol edilebildiğinde gerçek anlamda
fethedilebildi.
Ağır modernite zamanlarının en beğenilen ve en çok
örnek alınan tasarlanmış rasyonalitesi olan “Fordist Fabrika” bir yüzyüze
karşılaşma mekanı olduğu kadar sermaye ile emek arasında kıyılan “ölüm bizi
ayırıncaya dek” türü bir evlilik yeminiydi de. BU evlilik daha çok , mantık ya
da ihtiyaç giderme evliliğiydi; hiçbir şekilde bir aşk evliliği değildi. Fakat
“sonsuza kadar” evli kalmaya kavl edilmişti ve çoğu zamanda öyle olmuştu. BU
evlilik özü itibariyle –her taraf için de tekeşliydi. Boşanma söz konusu
değildi. Evlil taraflar, iyi günde kötü günde birbirinden ayrılmayacaktı; biri
olmadan diğerinin hayatta kalması mümkün değildi.
Rutinleştirilmiş zaman çalışanı olduğu yere adeta
çivilerken, fabrika binalarının muazzam hacimleri, makinelerin ağırlığı ve en
önemlisi, olduğu yere zincirlenmiş emek, sermayeyi bir arada tutan harçtı. Ne
sermaye ne de emek yerinden kıpırdayamıyordu; zaten böyle bir niyeti de yoktu.
Acısız bir şekilde boşanma seçeneğinin söz konusu
olmadığı bütün evlilikler gibi , sermaye ile emek evliliğinden de kavga dövüş
eksik olmuyor ama diğer zamanlarda düşük yoğunluklu olsa da acımasız ve
aralıksız siper savaşları yaşanıyordu. Fakat plepler (aşağı sınıf, işçiler-AHÇ)
hiçbir zaman şehri terk etmeyi düşünmediler; yönetici soylular sınıfının ise
böyle bir özgürlüğü kalmamıştı. (İkisi de yerlerinden
ayrılamazdı. Aslında hem yönetici sınıf hem işçiler fabrikaya zincirlendiler ve fabrikanın köleler,i haline
geldiler-AHÇ)
Fabrika rutinin dondurulmuş zamanı, fabrika
duvarlarının katılığıyla birleşince sermayeyi, en az kontrolü altındaki emek
kadar yerinden kıpırdayamaz hale getirmişti. Ne var ki bütün bunlar, yazılım
kapitalizmi ve “hafif” moderniteyle birlikte değişti. Sorbonne’dan Daniel Cohen
durumu kısaca şöyle özetliyor: “Kariyerine Microsoft’ta başlayan birinin, yolun
onu nereye götüreceği konusunda hiçbir fikri yoktur. Ford ‘da ya da Renault’da
işe başlayan biri ise başladığı yerden fazla ileri gidemeyeceğini bilir.”
Söz konusu dei,şim, aslında, zamanın yok edilmesi
maskesi altında mekanın, yeni bir şekilde bağlam dışına atılmasıdır…
Eylemler
artık mekanla sınırlı değildir ve mekanın önemi neredeyse hiç kalmamıştır.
Askeri uzmanların kullandığı anlamıyla “stratejik değerini” yitirmiştir.
Var
olmanın Baştan çıkarıcı hafifliği
Yazılım dünyasının ele avuca sığmayan, anlık zamanı
ayrıca değersizdir de. “Anındalık”, bir şeyin orada ve o anda gerçekleştiği
demektir, fakat aynı zamanda tüketimin de anında olacağı ve ilginin hemen
kaybolacağı anlamına da gelir.
“Zamanda bir an” deyişi, en azından kimi bakımlardan,
bir oksimorondur. Kim bilir belki de zaman, bir değer olarak mekânı öldürdükten
sonra intihar etmiştir? Zaten mekân, zamanın, kendi yok oluşuna doğru
tutturduğu o çılgın koşunun ilk kurbanı değil mi?
Ağır modernite, sermaye ile emeği kaçması imkânsız
demir bir kafeste tutuyordu. Hafif modernite bunlardan birini kafesten çıkardı…
İşgücü kiralamak ve kullanmak isteyen bir kişi, bunu, işçinin bütün bedeni
olmadan yapamaz ve kiralanmış bedenlerin ataleti, işverenlerin özgürlüğünün
sınırlarını belirlerdi… Sermaye ile emeği yan yana getirmiş ve onların, iyi
günde kötü günde, birlikte yaşamalarını sağlamıştı… Şu günlerde yeni bir “büyük
dönüşüm” döneminden geçiyoruz… İnsan emeğinin, çağdaş sermayenin başlıca besin
kaynağı, ya da “otlağı” haline gelmiş kısmının “bedensizleşmiş” olmasıdır.
Yazılım çağının somut varlığından sıyrılmış emeği,
sermayenin ayak bağı değildi artık… Sermaye az yükle ve hızlı bir şekilde
yolculuk edebilir ve onun bu hafifliği ve yüksek hareket kabiliyeti, diğer
herşey için önde gelen belirsizlik kaynağı haline gelmiştir. Tahakkümün
günümüzdeki temeli ve toplumsal bölünmenin en önemli nedeni budur.
Hantallık ve büyüklük ticari değere sahip varlıklar
olmaktan çıkıp, ağır bir külfete dönüşmüştür. Devasa iş merkezlerini elden
çıkarıp sıcak hava balonlarının sepetlerinde iş yapmayı tercih eden
kapitalistler için batmadan su üstünde kalabilme özelliği en karlı ve değerli
mal varlığıdır. Bu su üstünde kalma kalma özelliği, gereksiz bütün yükü atarak
ve gözden çıkarabilir elemanları yerde bırakarak sağlama alınabilir… Nasıl ki
“yönetim bilimi” ağır kapitalizm döneminin “insan gücünü” oldukları yerde
tutmayı ve katı bir zaman çizelgesine göre çalışmaya odaklanmışsa ve bunun için
işçileri zorlamış ya da rüşvet yoluyla ikna etmeye çalışmışsa, hafif kapitalizm
döneminin yönetim sanatı da “insan gücünü” mobilize etmeyi hedefler, hatta buna
zorlar. Uzun süreli birliktelikler,
yerini kısa süreli karşılaşmalara bırakmaktadır. Kimse bir bardak limonata için
bir bahçe dolusu limon ağacı dikmez.
Amerikan İşleyme Derneği’Nin kendi desteğiyle
yürütülen çalışmadan öğrendiğimiz üzere “Firmaların küçülmek zorunda kaldıkları
durumlarda işçilerin moral ve motivasyonları düşmüştür. Bu dönemi işten
atılmadan atlatan işçiler, işten çıkarılanlara bakıp rekabetten zaferle
çıktıklarına sevinmek yerine, sıranın kendilerine gelmesini beklemeye
başlamışlardır.
Şirket yöneticileri, hayatta kalabilmek için, işçi
çalıştıran uç birimleri küçültmek zorundadır, üst düzey yöneticiler de,
borsadaki saygınlıklarını korumak, hissedarların oyunu almak ve maruz kaldığı
ağır eleştiri salvosu sona erdiğinde yüklü tazminatlarını alıp köşelerine
çekilmeye hak kazanabilmek için yönetim birimlerini küçültmek zorundadır…
Oyunun amacı ve sonunda elde edilecek ödül, oyunun kendisi olur; ya da, daha
doğrusu, eğer elde edilebilecek tek ödül oyunda kalmak ise, oyunun bir amacı
olmasına gerek yoktur.
Anlık
hayat
Akışkan
modernite, zamanı bir yandan sonsuz hacimli bir kap seviyesine koyarken, diğer
yandan onun sürekliliğini –değerini ve geçerliğini- yok eder.
Yirmi yıl önce Michael Thompson, dayanıklı/geçici
ayrımının karmaşık tarihi üzerine öncü bir araştırma yayımladı. ”Kalıcı”
nesneler uzun, hem de çok uzun bir süre boyunca bozulmadan kalmak üzere
üretilirler; kendi haline bırakılırsa soyut ve uçucu olmayı sürdürecek
sonsuzluk kavramını somutlaştırmaya, ona bir beden kazandırmaya olabildiğince
çok yaklaşırlar; sonsuzluk imgesine, esasında, “dayanıklı tüketim malı”
kavramının sahip olduğu varsayılan ya da öngörülen antikitesinden hareketle ulaşılmıştır.
“Dayanıklı” nesnenin karşıtı, kullanılmaları, yani
tüketilmeleri ve tüketim süresi içinde tükenmeleri beklenen “gelip geçici”
nesnelerdir. “Zirveye yakın olanlar kendi sahip oldukları nesnelerin dayanıklı,
başkalarının nesnelerinin ise dayanıksız, gelip geçici olmasını isterler,”
diyor Thompson. “Kaybetme lüksleri yoktur.” Thompson’a göre “sahip olunan
nesnelerin dayanıklı nesneler olması” arzusu, “zirveye yakın olanların” sürekli
olarak arzu ettikleri bir şeydir.
Akışkan modernitenin gelişi, inandırıcılıklarını ciddi
ölçüde zayıflamıştır. Zirvedekileri zirvede kılan ve onlara sahip oldukları
ayrıcalıkları sağlayan şey, dayanıklı nesnelerin dayanma sürelerini kısaltan,
“uzun vade” düşüncesini akıllardan uzaklaştıran, insanları dayanıklı olandan
çok geçici olan üzerine odaklanmaya yönelten, yeni ve aynı derecede gelip
geçici, bir an evvel kullanılıp atılması gereken nesnelere yer açmak için
eldeki dayanıksız malları çöpe gönderen Bill Gates’vari kapasitedir. Bir şeyi
gereğinden uzun süre, yani “kullan-at” tarihinden sonra ve onların yerine geçecek
“yeni ve daha gelişmiş” nesneler ve “yükseltme” seçenekleri piyasaya
sürüldükten çok sonra bile elde tutmak ise, aksine, yoksunluk belirtisidir.
Sonsuz sayıda olasılıklar kümesi sınırsız zamanın elinden o baştan çıkarıcı
gücünü bir kez aldı mı, dayanıklılık bütün çekiciliğini yitirir ve değerli bir
varlıktan, istenmeyen bir yüke dönüşür.
Ölümsüzlük düşüncesinin değer kaybetmesi, kültürel bir
çalkantıya, insanlığın kültürel tarihindeki belki de en önemli dönüm noktasına
işaret eder.
İnsanlık
tarihi boyunca, fani insan hayatının ve gelip geçici eylemlerinin içinden sert
ve “dayanıklı” tohum çekirdeklerini seçip ayıklamaya, şapkadan tavşan çıkarır
gibi gelip geçiciliğin içinden süreklilik, süreksizliğin içinden devamlılık
çıkarmaya ve dolayısıyla, ölümlü bireylerin ölümsüz insan türünün hizmetine
sunarak, insanın ölümlülüğü tarafından konan sınırları aşmaya dayanır. Bu tür
eserlere talep gittikçe azalmaktadır.
Bir zamanlar mağara adamlarının “yarını keşfetmiş” oldukları
doğrudur. Fakat tarih, öğrenme olduğu kadar bir unutma sürecidir ve hafıza,
seçici olmasıyla bilinir. Muhtemelen “yarın tekrar karşılaşacağız”. Belki de
karşılaşmayacağız, ya da daha doğrusu yarın karşılaşacak olan “biz”, biraz önce
karşılaşan “biz” olmayacak. Bu durumda, inanılırlık ve güven tahsisi nimet
midir, yoksa sırtımızdan atmamız gereken birer külfet mi?
Anındalık
çağında “akılcı tercih”, tatmin peşinde
koşmak ama sonuçlarına katlanmaktan kaçmak, özellikle de bu sonuçların
getirebileceği sorumluluklardan kaçmak demektir. Bugün yaşanan tatminin
“dayanıklı” izleri, yarınki tatminleri ipotek altına almaktadır. Zamanda
süreklilik, bir nimet olmaktan çıkıp bir külfete dönüşür; aynı şey iri hacimli,
katı ve ağır her şey için söylenebilir.
İnce
bedenler,fitness, hafif giysiler ve
spor ayakkabılar, (sürekli iletişim içinde kalma ihtiyacı duyan göçebeler için
icat edilmiş) cep telefonları, taşınabilir ve kullanılıp atılabilir eşyalar,
anındalık çağının önde gelen kültürel simgeleridir.
Guy Debord’un ünlü sözleriyle, “İnsan, insan içinde
yaşadığı zamana babasından daha çok benzer.” Dünü unutmak isteyen ve sanki
yarına da artık inanmıyormuş gibi görünen yaşadığımız zaman insanları, bu
yönleriyle anne ve babalarından ayrılmaktadırlar. Fakat geçmişin anısı ve
geleceğe duyulan güven, şu güne kadar, gelip geçicilik ile kalıcılık, insanın
ölümlülüğü ile elde ettiği başarıların ölümsüzlüğü arasındaki kültürel ve
ahlaki köprünün iki önemli dayanağı olagelmiştir.
4
- EMEK
Henry Ford, 25 Mayıs 1916’da Chicago Tribune
gazetesinin muhabirine şunları söylemişti: “Tarih
aslında biraz zırvadır. Geleneği istemiyoruz. Şu anda yaşamak istiyoruz ve
biraz olsun önemseyecek bir tarih varsa, o da bizim bugün yaptığımız tarihtir.”Ford
açık sözlü biridir. “ İlerleme mi? Sakın
bunun “tarihin bir işi” olduğunu düşünmeyin. İlerleme bizim işimizdir, bizim
yani şimdide yaşayanların eseridir, Der. Gerçekten önemli olan tek tarih
“henüz yapılmamış fakat yapılmakta ve yapılacak olan” tarihtir; yani
gelecektir.
Pierre Bourdieu’nün yakınlarda arzuyla dikkat çektiği
şeyi Ford göğsünü gere gere ilan ederdi:
Geleceği fethetmek için önce şimdiyi yakalamak gerekir… İlerleme geçmişi
yüceltmez. “İlerleme”, geçmişin önemsiz olduğuna inancın ve dikkate alınmaması
gerektiği sonucuna ulaşıldığının beyanıdır.
Tarih
boyunca ilerleme ve güven kavramları
“İlerleme” tarihe değil, şimdinin özgüvenine ait bir özelliktir. İlerlemenin en derin,
belki de tek anlamı, birbirleriyle yakından ilintili iki inanca dayanır: “Zaman
bizden yanadır” ve “olanları olduran biziz”. Bu iki inanç birlikte yaşar ve
birlikte ölür.
Akışkan modernite çağının en can alıcı fakat
cevaplanması en zor sorusu, (dünyayı daha iyi ya da daha mutlu bir yer yapmak
için) “Ne yapmalı?” değil, “Bunu kim
yapacak?” sorusudur.
Şu anda en belirgin hissedilen, Modern devletin
gittikçe yorgun düşmesidir çünkü bugüne kadar ne tür şeylerin yapılması
gerektiğine ve bunları kimin yapacağına karar veren politikanın insanları
çalışmaya teşvik etme gücü –iktidarı- elinden çekilip alınmış durumdadır… Durumumuz, yolculuğun tam ortasındayken
pilot kabininde kimsenin olmadığını anlayan uçak yolcularının durumuna benzer. GuyDebord’un
dediği gibi, “Kontrol merkezi bir kült merkezidir artık; bundan böyle ne
herkesin tanıyıp bildiği bir lideri, ne de belirli bir ideolojisi olacaktır.”
Şu anda bize yol gösterecek bir hedef olmaksızın, ne
iyi bir toplum arayarak ne de içinde yaşadığımız toplumda bizi neyin kaygısız
ve koşmaya istekli yaptığının farkında olarak yol alıyoruz.
Modernite, “üretilmiş” hayattan başka bir hayat
tanımaz: modern insan için hayat verimli bir şey değil, henüz tamamlanmamış ve
durmaksızın daha fazla gayret ve özen talep eden bir görevdir.
Yerleşik düzene geçenler labirentin duvarlarını
şeffaflaştırmak, şeytani dönemeçleri doğrultmak ve işaretleri yerli yerine
koymak ve koridorları iyi aydınlatmak için hemen işe giriştiler. Ayrıca rehber
kitaplar ve gelecekte labirente girecekler için hangi dönemeçte dönüleceğini ,
hangilerinde dönülemeyeceğini gösteren açık ve anlaşılır yönergeler
hazırladılar. Bütün bunların sonunda bir de baktılar ki labirent olduğu yerde,
sapasağlam duruyor, üstüne üstlük labirent, birbirine karışmış ayak izleri,
yönergeler kakafonisi ve geride bırakılmış geçitlere anbean eklenen daha
karmaşık geçitler ve yeni çıkmazlar nedeniyle daha akıl karıştırıcı ve
tehditkar bir hal almıştı… Labirentin
içinde raslantı ve şaşkınlık hakimdir; bu da, Saf Aklın yenilgisine işaret
eder.
Hayatın
yolları yürüdükçe düzelmediği gibi, bir dönemeçten başarıyla dönmek, ileride de
hep doğru köşelerden döneceğimiz anlamına gelmez.
Bırakın gelecek kuşakların mutlulyğuna yapacağı
katkıyı, iş/emek, artık çalışan insan kardeşlerine ya da ulusun ve ülkenin
kudretine getireceği gerçek veya varsayılankatkılara göre bile değerlendirilememkte,
ondan kendi başına ve kendi içinde tatmin edici olması beklenmektedir. Çok az
sayıda insan yaptıkları işin önemini ve kamusal yararlarını öne sürerek
ayrıcalık, prestij veya bir onur payesi talebinde bulunur. İşten icrasını
“soyutlaştırması”, onu “daha iyi bir insan haline getirmesi” neredeyse hiç
beklemediği gibi, böyle bir nedenle takdir görmesi ve yüceltilmesi de çok ender
rastlanan bir durumdur. Bunun yerine eğlenceli olması, heyecan peşinde koşan ve
deneyim biriktiren tüketicinin arzuları ve estetik gereksinimlerini
–üreticilerin ve yaratıcıların etik, Prometheus’vari misyonları kadar olmasa da
ona yakın bir derecede- tatmin etmesi oranında ölçülür ve değerlendirilir.
İşgücünün
yükselişi ve düşüşü
Bazı tahminlere göre 18. Yüzyıl Avrupa’sında kişi
başına düşen milli gelir, aynı dönemde Hindistan Afrika ya da Çin’deki gelirin
%30’undan daha fazla değildi. Oranın akıl almaz biçimde bozulması içinyüz küsur
yıl yetti. 1870’e gelindiğinde sanayileşmiş Avrupa’da kişi başına düşen gelir, dünyanın
en yoksul ülkelerinden on bir kat fazla hale gelmişti. Bir sonraki yüzyıl
içinde bu oran beşe katlanarak 1995’te elli katına çıktı. Sorbonne’dan
ekonomist Daniel Cohen’İn bahsettiği gibi “Uluslararası eşitsizliğin yeni bir
olgu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim; sorun son iki yüzyılın eseridir.”
Şu kutsal sözlerin İskoçya’dan yükselmiş olması hiç
tesadüf değildir: “Zenginlik emek
harcayarak elde edilir; işgücü, zenginliğin başlıca, belki de yegâne
kaynağıdır.”
Karl Polonyi’nin Karl Marks’ın öngörüsünü dile getirirken
dediği gibi ”yeni sanayi düzenine” hayat veren “büyük değişimin” başlangıç
noktası emekçilerin, kendi geçim kaynaklarından kopmasıdır. Bu tarihi olay çok
daha geniş kapsamlı kopuşun parçasıydı; rejim ve mübadele, daha genel, tam
anlamıyla kapsayıcı, görünmez bir yaşam biçiminin en önemli parçası olmaktan
çıktı ve buna uygun olarak ele alındığı koşullar yaratılmış oldu.
Yeni sanayi düzeni ve farklı bir toplumun –sanayi
toplumunun- gelişini haber veren kavramsal ağındoğum yeri Britanya’ydı ve
Britanya, toprağa bağlı sınıfını ve bu sınıfla birlikte toprak, alın teri ve zenginlik
arasındaki “doğal” bağı yok etmiş olmasıyla komşularından ayrılıyordu. Toprağı
ekip biçenlerin öncelikle işsiz, güzşüz, başıboş ve “sahipsiz” bırakılmaları
gerekiyordu ki, “kullanıma hazır işgücü” olabilsinler ve bu yeni güç merkezi
kendi yeni potansiyel “zenginlik kaynağını” bulabilsin. s:210
“Tarih zırvadır”, “Geleneği
istemiyoruz”, “Şu anda yaşamak istiyoruz ve biraz olsun önemsenecek bir tarih
varsa, o da bizim bugün yaptığımız tarihtir,” diyen aynı Henry Ford,
çalışanlarının arabalarını alabilmesi arzu ettiğini söyleyerek, işçilerinin
ücretlerini iki katına çıkardı. Elbette ki bu pek samimi bir açıklama değildi:
Çalışanların aldığı otomobil sayısı, Ford’un toplam satış cirosunun çok az bir
kısmını oluşturuyordu, fakat iki katına çıkan ücretler üretim maliyetleri
üzerine oldukça ciddi bir yük getirmişti. Bu cüretkâr hamlenin gerçek amacı,
Ford’un tedirgin edici derecede hareketli işgücünü dizginleme, kendine bağlama
isteğiydi. Çalışanlarını Ford fabrikasına kesin ve güvenli bir şekilde
bağlamak, onların başlangıç ve idame eğitimleri için yaptığı masrafları
çıkarmak ve bu parayı yine çalışanlarının çalışma hayatlarını uzatmak için
harcamak istiyordu. Bunun için, ekibini hareket edemez hale getirmek, güçleri
tamamen tükenene kadar olmaları istenen yerde tutmak gerekiyordu. Onları, fabrikasındaki işe bağımlı kılmak ve
emeklerini fabrikanın sahibi olan kendisine
sattırmak zorundaydı, çünkü kendi
serveti ve iktidarı için onları çalıştırması ve emeklerini kullanması
gerekiyordu.
Hedef, sermaye ile işgücünü-ideal bir evlilik gibi-
insan kaynaklı hiçbir gücün bozmasına izin verilmeyen ya da kimsenin bozmaya
cesaret edemeyeceği şekilde bir araya getirmekti.
Gerçekten
de katı modernite, aynı zamanda ağır kapitalizm –sermaye ile işgücü arasında
gerçekleşen ve karşılıklı bağımlılıkla pekiştirilmiş birlikteliğin- çağıydı.
İşçiler, geçimlerini sağlamak için istihdam edilmeye ihtiyaç duyuyorlardı;
sermayenin ise kendini yeniden üretmek ve geliştirmek için insan gücüne ihtiyaç
vardı… Sermaye ile işgücü, tabiri caizse, iyi günde kötü günde, hastalıkta ve
sağlıkta, ölüm onları ayırıncaya dek birleşmişlerdi. Fabrika, ortak yaşam
alanlarıydı –aynı anda hem muharebe meydanı hem de umutlarının ve hayallerinin
yeşerdiği yerdi.
Bu durum şimdi değişmiştir ve çok yönlü bu değişimin
en önemli malzemesi, “uzun vade” anlayışının yerini alan yeni “kısa vade”
anlayışıdır. Ancak ölümün ayırabileceği evliliklerin modası geçmiş ve
örneklerine çok az rastlanır olmuştur. Taraflar artık uzun süre bir arada
kalmayı tercih etmedikleri gibi, böyle bir şey de beklemiyorlar birbirlerinden.
Son yapılan tahminlere göre ortalama bir eğitim düzeyine sahip genç bir Amerikalı
için, çalışma hayatı boyunca en az on bir kere iş değiştirmek normal ve
beklenen bir durumdur... Günümüzün sloganı “esneklik” olmuştur ve işgücü
pazarına uyarlandığında bu slogan, “bildiğimiz tanımıyla” iş kavramının artık
geçerliliğini yitirdiğine işaret etmekte, onun yerine kısa vadeli veya
periyodik olarak yenilenen sözleşmelerle, ya da ortada bir sözleşme olmadan
verilen işlerin geçerli olduğu, iş güvencesinin olmadığı ve elemanların “ikinci
bir bildirime kadar” koşuluyla işe alındığı dönemin başladığını bildirmektedir.
İş hayatı, ağzına kadar belirsizliklerle doludur.
Evlilikten
birlikte yaşamaya
Bu durumun özellikle yeni hiçbir yanı yok, denebilir
elbette; iş hayatı ezelden beri belirsizliklerle doludur. Ne var ki günümüzdeki
belirsizlik, çarpıcı şekilde yeni bir tür korkulan felaketler güç birliği
yaparak, bir araya gelip üzerinde uzlaşılan önlemler alarak baş edebilecek ya
da en azından mücadele edilebilecek ve zararı en aza indirgenebilecek türden
felaketler değildir. Şimdinin en korkunç felaketi rasgele patlak vermekte,
kurbanlarını anlaşılması zor bir mantık izleyerek ya da hiçbir mantık olmaksızın
seçmekte, tamamen rasgele darbeler indirmektedir ve sonunda kimin telef olup
kimin hayatta kalacağını önceden etmenin hiçbir yolu yoktur. Günümüzdeki belirsizlik şiddetli bir bireyselleşme hareketidir.
Birleştirmekten çok böler ve ertesi gün kimin hangi bölümde uyanacağı
bilinemediğinden, “ortak çıkarlar” fikri gittikçe daha çok belirsizleşir ve
bütün pragmatik değerini yitirir.
Çağdaş korkular, kaygılar ve acılar tek başına
yaşanır. “Ortak bir dava” oluşturacak şekilde bir araya gelmezler, açık ya da
örtük, hitap ettikleri belli bir hedefleri yoktur.
İşgücü istihdamı bir kez kısa vadeli ve istikrarsız
hale geldikten sonra karşılıklı vefa ve bağlılığın yeşerme ve kök salma şansı
kalmaz, çünkü oyunun sonu gelmeden önce terfi ve işten çıkarmayla ilgili
neredeyse bütün kuralların bir kenara atılması veya değiştirilmesiyle birlikte
işgücünün elinden istikrar beklentileri sökülüp alınmış, dolayısıyla bölük
pörçük hale gelmiştir… İşyeri, birlikte yaşam kurallarının zaman içinde benimsenip sabırla
uygulandığı ortak bir yaşam alanından çok, birkaç günlüğüne ziyaret edilen ve
vaat edilen hizmetler yerine getirilmediği veya yerine getirilse de yetersiz
bulunduğu anda terk edilebilen bir kamp yeri gibidir.
Sermaye,
uzak geçmişin “topraklarından uzakta yaşayan derebeylerin” hiçbir zaman tam
olarak ulaşamadığı bir şeyi başarmış, geçmişte kimsenin hayal bile edemediği
yeni hareket serbestisi sayesinde kendini işgücüne bağlı olmaktan kurtarmıştır…
Birlikte yaşam “karşılıklı anlaşmaya” ve iki taraflı bağlılığa dayanıyorsa da
kopuş tek taraflıdır. (Binlerce yıllık işveren-işçi
ortak mecburluğu kırılmakta, İşverenler anlaşmayı tek taraflı olarak fesh
ederken işçilere geri dönülmez olarak kapıyı göstermekteler-AHÇ)
“Hür teşebbüs için daha iyi koşullar yaratmak” iki
anlama gelir. Birincisi, politika oyununu, “hür teşebbüsün” kurallarına göre yeniden
düzenlemek- yani hükümetin elinde bulunan bütün kural koyucu gücü, “girişimleri
kısıtlayıcı” bütün kanun ve düzenlemeleri kaldırmak, bozmak ve lağvetmek için
harcanması demektir… İkincisi hükümet tarafından siyasi olarak yönetilen
bölgenin, küresel sermayenin kullanımı, kullanımı ve muhtemel girişimleri için
uygun olmadığı ya da komşu hükümetler tarafından yönetilen bölgelere oranla
daha az elverişli olduğu izlenimini yaratacak her türlü hareketten kaçınmak.
Daha genel bir ifade ile “Hür teşebbüs için daha iyi koşullar yaratmak”, sermayenin alacağı karar
ne olursa olsun hiçbir şekilde organize olup direnmeye niyeti ve mecali
olmayan, uysal bir halk yaratmak demektir. Çelişkili gibi görünebilir,
fakat hükümetler, sermayeyi olduğu yerde tutmak istiyorlarsa önce sermayeyi
–önceden haber vererek ya da kimseye bir şey söylemeden- istediği zaman
gitmekte serbest olduğuna kesin olarak ikna etmelidir.
Dev makinelerin ve muazzam fabrika binalarının yükünü
üzerinden atan sermaye elinde yalnızca kabin bagajı ile –sadece bir evrak
çantası, dizüstü bilgisayar ve cep telefonu- daha hafif ve hızlı seyahat
etmektedir.
Sermayenin, yolculuk ve yer değiştirme planları
yaparken dikkate aldığı şeylerin arasında işgücünün fiziksel varlığı ilk sırada
değildir. Dolayısıyla, yerel işgücünün sermaye (daha genel ifadeyle, istihdam
koşulları ve iş olanakları) üzerindeki “kısıtlayıcı etkisi” önemli ölçüde
zayıflamıştır.
Ekonomik sistemin şu günlerdeki en kolay gözden
çıkarılabilir, atılabilir veya değiştirilebilir parçalarıdır. Bu tür kişiler
işe alınırken ne özel becerileri ne de müşterilerle sosyal iletişim kurma
kapasiteleri sorulur, çünkü bunlara ihtiyaçları olmayacaktır.
Vazgeçilmez olmadıklarının farkındadırlar, bu nedenle
işlerine bağlanmayı ya da iş arkadaşlarıyla uzun soluklu ilişkilere girmeyi
gereksiz görürler. Herhangi bir hayal kırıklığı yaşamamak için işyerine
bağlanmaktan veya kendi özel hayatlarıyla ilgili hedefleri işyerine
bağlanmaktan kaçınırlar.
New York’ta daha önceden gittiği bir fırını on
beş-yirmi yıl sonra yeniden ziyaret ettiğinde Sennett, art arda gelen işten
çıkarmalar nedeniyle çalışanların moral ve motivasyonlarının son derece düşük
olduğunu fark eder: “Atılmadan kalmayı başaran çalışanlar, rekabetten zaferle
çıkmış olmalarının gururunu yaşamak yerine, sıranın kendilerine gelmesini
bekliyorlardı”.
Birkaç ay önce bir havaalanında aktarma beklerken
eşimle birlikte bir kafede oturuyorduk. Yirmili yaşlarının sonunda ya da
otuzlarının başında iki genç adam, ellerinde cep telefonları, yan masamızda
oturuyorlar. Orada geçirdiğimiz bir buçuk saat süresince bu ikisi
–telefonlarının öbür ucundaki görünmez sohbet arkadaşlarıyla- sürekli olarak
konuşmalarına rağmen kendi aralarında tek bir kelime bile etmediler. Bu
birbirlerini tanımadıklarından değildi. Onları böyle davranmaya iten şey, tam
tersi, birbirlerini tanımaları ve aynı masada oturuyor olmalarıydı. Bu iki genç
adam, bir yarış ne kadar olabilirse o kadar hırslı, çılgın ve amansız bir
yarışa tutuşmuşlardı. Her ikisi de o bir buçuk saati, havaalanındaki kafe ile
ilişkisi içinde dış uzay diyebileceğimiz bir alanda geçirdi. Uçuşları anons
edildiğinde ikisi de aynı anda ve aynı hareketlerle evrak çantalarını kilitledi
ve telefonları hâlâ kulaklarında, kalkıp gitti… Fiziksel olarak yakınımızda olsalar da ruhen ve sınırsız bir şekilde
bizden uzaktılar.
Çok az kişi havaalanı kafelerinde vakit geçirir, çok
daha az sayıda kişi kendini o tür yerlerin doğal bir parçası görür. Fakat
bunların çoğu, hatta tamamına yakını, daha mağaralarından çıkmamış
göçebelerdir. Hala kaçıp evlerine sığınmak istiyor olabilirler fakat aradıkları
sükûneti orada bulacakları şüphelidir ve ne kadar çok uğraşırlarsa uğraşsınlar
kendilerini hiçbir zaman tam olarak evlerinde hissedemeyeceklerdir. Sığınakların
duvarları sünger gibidir, sayısız kabloyla baştan sonra delik deşik edilmiştir
ve çeşitli yayın araçlarının her zaman ve her yerde mevcut elektronik dalgaları
bu duvarlardan içeri kolayca nüfus edebilir. (Artık
evlerimizde bile güvende değiliz, her yerde bize ulaşabiliyorlar. K.G.)
Bu
insanlar, onlardan önceki pek çokları gibi, tahakküm altında olan ve “uzaktan
kontrol edilen” insanlardır; tek fark, yeni tahakküm ve kontrol altında tutulma
yollarıdır. Liderliğin yerini gösteri almış, gözetlemenin yerine cezbetme
geçmiştir. Yayın araçlarını kontrol altında tutan, yaşanan dünyayı yönetir,
şeklini ve içeriğini belirler.
Ara
söz: ertelemenin kısa tarihi
Erteleme, modern anlamını, her adımda hedefe biraz
daha yaklaşılan kutsal bir hac yolculuğu gibi yaşanan zamandan almıştır. Böyle bir
zaman anlayışında/algısında her “şimdi”, kendinden sonra gelen bir şeyle
değerlendirilir.
Hac yolcusunun hayatı, tamamlanmaya, “nail olmaya”
doğru bir yolculuktur, fakat bu “tamamlanma” anlam yitimiyle eşdeğerdir. Hedefe
ulaşmak, yolculuğu tamamlamak için yapılan yolculuk, yolcunun hayatına anlam
kazandırır, fakat bu anlam kendi varlığını kendi elleriyle yok etmeye yazgılıdır;
hedefe ulaşıldığı anda anlam yiter gider.
Modern toplumun temelini oluşturan ve modern anlamda
“dünyada oluş” durumunu hem mümkün hem de kaçınılmaz kılan tutumsal/davranışsal
ilke, hazzın geciktirilmesi( yani,
bir gereksinim veya arzunun, haz veren bir deneyim anının, keyif duygusunun
ertelenmesi) ilkesidir.
Arzu, hazzın tatmini umudunu kullanarak insanı
harekete geçiriyordu, fakat bu harekete geçirici etki, arzulanan haz tatmin
edilmediği, yalnızca bir umut olarak kaldığı sürece etkisini koruyordu. Arzunun
bütün motive edici güçleri, arzunun doyurulmamasına kilitlenmişti. En nihayetinde arzu, hayatta kalabilmek
için yalnızca hayatta kalmayı arzu eder hale geldi.
Kişi kendini ne kadar güçlü bir şekilde dizginleyebiliyorsa,
sonunda elde edeceği haz fırsatı o kadar büyüktü. Tasarruf ediniz, çünkü ne
kadar çok tasarruf ederseniz daha sonra o kadar çok harcayabilirsiniz.
Çalışınız, çünkü ne kadar çok çalışırsanız o kadar çok tüketirsiniz. Çelişkili
gibi görünse de hazzın anında tatmininin reddi, yani hedefleri ikinci plana
atmak, hedefleri daha değerli, daha yüce kılmaktaydı… Tatminin geciktirilmesi
tüketicinin içindeki üreticiyi nefes almadan çalışır halde tutuyordu.
Araçlarla amaçların yer değiştirmesine ön ayak olan ve
“iş için iş”in bir erdem olduğunu, hazzın ertelenmesinin kendi içinde bir değer
-hizmetinde olduğu diğer değerlerden daha üstün bir değer- olduğunu savunan bir
iş
ahlakı kavramına götürdü ve iş ahlakı ertelemeyi süresiz hale gelmeye
zorladı… İş ahlakı, erteleme eylemini süresiz olarak genişlemeye zorladıysa,
tüketim estetiği ertelemenin tamamen ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar.
Üreticiler toplumunda, ahlaki “geciktirilmiş doyum”
ilkesi, emek sürecinin devamlılığının garantisiydi.
Yaratıcı çabanınkaynağı artık arzunun tamininin
geciktirilmesi arzusu değil, bu geciktirmeyi kısaltma, ya da tamamen ortadan
kaldırma arzusuyla birlikte, tatmin süresinin, tatmine ulaşılabildiği andan
itibaren olabildiğince kısa tutulma arzusudur; bütün bu arzular doğal değil,
yapay olarak uyandırılmış arzulardır.
Akışkan
dünyada bağlayıcı insan ilişkileri
Aralık 1997’de Pierre
Bourdieu’nun sunduğu yazının başlığı şuydu: “Güvencesizlik, günümüzde her
yerde”… Güvencesizlik, bütün diğerlerinin başlangıç koşulunu işaret eder… Geçim
kaynakları zaten fazlası ile kırılgan hale gelmişken, yıldan yıla gittikçe daha
fazla kırılgan ve daha az güvenilir olmaktadır.
Hâlihazırda işini
kaybetmiş olanların hayatlarının, işlerini kaybetmiş olmaları nasıl kırılgan ve
belirsiz hale geldiğini anlamak için üstün bir hayal gücüne sahip olmak gerekmez… İşsizliğin yapısal bir durum olduğu bir
dünyada kimse tam olarak güvende değildir. Güvenli şirketlerdeki güvenceli
işler, dedelerimizin anılarında kaldı artık. Ne de bir işe kabul
edilmemizi, kabul edildikten sonra o işte kalıcı olmamızı garantileyecek beceri
ve deneyim kaldı geriye. Duruma gerçekçi bakan hiç kimse, bir sonraki,
“küçülme”, “yeniden yapılanma” ya da “verim yükseltme” dalgasından, pazarın
sürekli ve düzensiz değişen taleplerinden ve “rekabet gücünü artırma”,
“verimlilik”, “üretkenlik” gibi tuhaf ama aynı zamanda karşı konulamaz, başa
çıkması neredeyse imkânsız baskısından muaf olacağını düşünmez. Esneklik
güvence garantisi olmayan, sıkı bağlar ya da ileride yükselme şansı tanımayan,
zaman sınırlı ya da esnek sözleşmelerden, önceden haber vermeksizin ve
tazminatsız işten çıkarmalardan başka bir şey vaat etmeyen işler demektir.
Dolayısı ile zaten işten
çıkarılmış olanlardan tutun, başkalarını işten çıkaranlara kadar herkes
vazgeçilmez olmadığının, her an kapı önüne konulabilecek kadar değersiz
olduğunun farkındadır. En prestijli pozisyonların bile geçici ve “bir sonraki
bildirime kadar” olduğunun anlaşılması an meselesidir.
Uzun vadeli güvencelerin
olmadığı bir ortamda “anında tatmin” makul ve hatta cazip bir seçenektir.
Geleceğin en iyi
ihtimalle yarı karanlık ve puslu ama neredeyse kesin olarak riskler ve
tehlikelerle dolu olduğu bir dünyada uzun vadeli hedefler belirlemek, genelin
refahı için kişisel çıkarlardan vazgeçmek ve ilerideki mutlu günler uğruna
şimdiyi feda etmek, cazip bir önerme olmadığı gibi, akılcı da değildir.
“Ölüm bizi ayırıncaya
kadar” türünden bağlılık sözleri, “tatmin sağladığı sürece” gibi hem tanım hem
amaç hem de pratik etkiler bakımından geçici taahhütlere dönüşür. (s:238)
Bağlayıcı
ilişkiler ve ortaklıklar, üretilmek değil tüketilmek üzere varlarmış gibi
görülmeye ve öyle ele alınmaya müsaittirler; diğer bütün tüketim nesneleriyle
aynı değerlendirme ölçütlerine tabidirler.
Ortaklıklarda, “ilişkiyi
yürütmek”-yani iyi günde kötü günde, “varlıkta ve yoklukta”, hastalıkta ve
sağlıkta, her zaman ve her yerde birbirini koruyup kollamak, taraflardan
birinin gerekirse kendi menfaatlerinden feragat etmesi, ortaklığın bekası için
tavizler vermek ve fedakârlıklarda bulunmak –her iki tarafın birden üzerine
düşen bir görev değildir artık. Mesele, tatmini, tüketilmeye hazır bir üründen
elde etme meselesi oluşmuştur; alınan haz vaat edilen ya da beklenen hedefin
altında kalırsa, ya da yeni bir ürünün heyecanıyla birlikte modası da geçiyorsa
tüketici, tüketici haklarına ve Ürün Açıklamalarına İlişkin Kanun’a dayanarak
“boşanma” davası açabilir. Dükkân dükkân dolaşıp “yeni ve daha gelişmiş” bir
ürün aramaktansa değer kaybetmiş ya da eski bir ürüne takılıp kalmanın bir
anlamı yoktur.
Bütün tüketim nesneleri
gibi insanlar arasındaki bağlayıcı ilişkiler de uzun çabalar ve arada bir
yapılan fedakârlıklarla yürütülecek bir şey değil, tersine, satın alınma
anında, hemen ve oracıkta tatmin sağlaması beklenen bir şeye eğer, “boşa emek
harcamanın”, ortaklığı kurtarmak için gittikçe daha çok ter dökmenin bir anlamı
yoktur. En ufak bir pürüz ortaklığın sonu anlamına gelebilir.
Dünyayı,
içinde yaşayanlarla birlikte, tüketim nesneleriyle dolu bir havuz gibi
algılamak, uzun soluklu insan ilişkileri kurma çabalarını olağanüstü şekilde
zorlaştırır. Kendini güvende hissetmeyen insanlar aşırı
hassasve alıngan olurlar,; aynı zamanda, arzularına ulaşmalarına engel olarak
gördükleri her şeye karşı tahammülsüzdürler ve bu arzularının pek çoğu
nihayetinde boşa çıkmaya yazgılı olduğundantahammül gösterilemeyecek kişi ve
şey her zaman bol miktarda mevcuttur. Hazzın anında tatmini insan ruhunu
kemiren güvensizlik duygusunu bastırmanın tek yoluysa eğer, bırakın aradığımız
doyumu sağlayamayan ya da sağlamada yetersiz kalanları, hazzın doyurulması ile
doğrudan ya da dolaylı bir ilgisi bulunmayan kişi veya şeylere karşı tahammül
göstermek için gerçekten de geçerli bir neden yoktur.
Dağınık ve birbirinden
tamamen farklı çabaları üretken bir faaliyete dönüştüren şey, dayanışmadır.
Tüketim durumunda ise dayanışma tamamen gereksiz bir şeydir. Ne tüketiyorsanız
tüketin, kalabalık bir salonda bile olsanız, tek başına tüketirsiniz.
Güvensizliğin
kendini sürekli kılması
Alain Peyrefitte,
modern/kapitalist “saplantılı büyüme” toplumunu tarihsel bir perspektifle incelediği
çalışmasında, bu toplumun en önde gelen temel belirleyici özelliğinin “güven
duygusu”, yani kişinin kendine, başkalarına ve kurumlara duyduğu güven duygusu
olduğunu söyler.
Peyrefitte, güven tesis
etmek için en önemli alan olarak ticari girişim –istihdam alanını gösterir.
Kapitalist girişimin aynı zamanda çatışma ve sürtüşme kaynağı olması bizi
yanıltmasın: Güven olmadan karşı koyma,
itimat olmadan mücadele olmaz. Çalışanlar hakları için mücadele ettilerse,
bunun nedeni, haklarının sınırlarını belirleyecek iskeletin koruma gücüne
duydukları güvendi; ticari işletmenin, haklarını koruyacağına güvenleri tamdı.
Akılcı insanların çoğu
çalışmakta oldukları şirketlerin vaat ettiği emeklilik ikramiyelerine bel
bağlamak yerine bütün birikimlerini negatif riskleriyle nam salmış, borsa da at
koşturan yatırım fonlarına ve sigorta şirketlerine emanet etmeyi yeğlemektedir.
Nigel Thrift’in daha yeni özetlediği gibi, “küçülme”, “eleman azaltma” ve
“yeniden yapılanma” sürecindeki kuruluşlara güven duymak çok zordur.
Sermaye, gün geçtikçe
daha fazla küreselleşmektedir; oysa dördüncü kategoridekiler yerel kalmayı
sürdürürler. Bu nedenle” meçhul yatırımcıların”
ve “hisse sahiplerinin” kaprislerine- hatta çok daha kafa karıştırıcı
“Pazar güçlerine”, “ticaret kurallarına” ve “rekabet gereklerine” – karşı
savunmasızdırlar ve onların etkilerine açıktırlar. Bu gün kazandıkları, yarın,
hiçbir uyarı olmaksızın ellerinden alınabilir. Kaldı ki –akılcı olduklarından
ya da olmaya çalıştıklarından- karşı koymayı da düşünmezler.
5
- CEMAAT
Varlıklarını sürdürebilmek için savunulmaya gerek
duyulduğu bu varoluşu güvence altına almak için kendi üyelerinden medet umduğu
ve bunun için bireysel olarak sorumluluk yüklendiği için büyük cemaatler birer
tasavvurdurlar, gerçek olmadıkları gibi, bireysel tercihten önce değil sonra
gelen birer projedirler.
Cemaatçiliğin iç çelişkisi budur. “bir topluluğun
üyesi olmak güzel bir şey”, demek, aslında bir yere ait olmamanın, ya da bu
aidiyetin, bireysel kasların kasılıp bireysel beyinlerin zorlanmadığı sürece,
pek uzun ömürlü olmayacağının dolaylı yoldan itirafıdır.
Sosyolojik açıdan bakacak olursak cemaatçilik, modern
hayatın gittikçe hızlanan akışkanlaşma sürecine, her şeyden önce de hayatın,
[bu sürecin] doğurduğu sonuçlar arasında en rahatsız edici ve sinir bozucu olan
bir yönüne-bireysel özgürlük ile güvenlik arasında gittikçe derinleşen uçuruma-
karşı beklenen bir tepkidir.
Eski güvenceler tarafında icra edilen ortadan kaybolma
numarasının en dikkat çekici yanı, insanlar
arasındaki bağlayıcı ilişkilerin yeni sahip olduğu kırılganlıktır. Bağların kırılganlığı ve geçiciliği,
bireylerin, kişisel hedeflerinin peşinde koşma hakkı için ödemesi gereken
kaçınılmaz bir bedel olabilir ve fakat onları bu çabalarından alıkoyan – ve
cesaretlerini kıran- bir engel de olmaz. Bu durum, aynı zamanda bir paradoks-
akışkan modernite altında, insan hayatının en derinlerine kadar kök salmış bir
paradokstur… Akışkan-modern “bireyselleşmenin” paradoksal doğasının ışığında,
cemaatçilerin bu paradoksa verdikleri çelişkili tepki şaşırtıcı olmamalı;
birincisi diğerini yeterince net bir şekilde açıklarken ikincisi, birincinin
beklendik bir sonucudur.
Proteger oudisparaitre [korumak ya da yok olmak] adlı
kitabında bugün, yarın ve daha uzak gelecekle ilgili duyulan yaygın endişenin
kaynağı olarak işsizliği (açıkta olan her on işten dokuzu ya kısa süreli ya da
geçicidir), yaşlılık dönemi beklentilerinin belirsiz olmasını ve şehir
hayatının tehlikelerini sayar: Bu üçünü birleştiren şey güvencesizliktir ve
cemaatçiliğin esas cazibe nedeni bir güvence; yani sürekli, beklenmedik ve akıl
karıştıran değişimlerle çalkalanan denizde yollarını kaybetmiş denizcilere rüya
gibi bir liman vaat etmesidir.
EricHobsbawm’
ın “ister kadın olsun ister erkek her birey, her şeyin hareket halinde olduğu,
hiçbir şeyin kesin olmadığı bir dünyada ait olacağı bir grup arar.” JockYoung,
Hosbawm’ın bu tespitini özetler: “cemaat çökerken kimlik icat edilir.”
Cemaatçi
öğretinin cemaat dediği şey, büyük ölçekte bir evdir
(kişinin kendine inşa ettiği ya da
edindiği değil, içinde doğduğu köklerini, “varlık sebebini” oradan başka bir
yerde aramayacağı aile evidir.)
Evsizlerin en acı verici sorunu üzerine odaklanan
cemaatçiliğin, tümden ve tamamen istikrarlı bir dünyaya ( geri dönüş kisvesi
altında) geçiş için önerdiği çare, var olan ve var olacak bütün sorunlara
radikal bir çözüm olarak gösterilmiştir; diğer endişeler bunun yanında küçük ve
önemsiz görünür.
Milliyetçilik,güncellenmiş
ikinci sürüm
Cemaatçi öğretinin tasarladığı cemaat, ya etnik bir
cemaattir ya da etnik cemaat modeline göre hayal edilmiştir. Arketip tercihinin
kendine göre geçerli nedenleri vardır.
Biricisi:insan topluluğunun diğer temellerinin aksine
“etnisite” , “tarihi doğal bir süreç gibi görme”, kültürel olanı “doğanın bir
parçası”, özgürlüğü de “görülen (ve kabul edilen) bir gereklilik” olarak
gösterme gibi üstünlüğe sahiptir. Burada etnik aidiyet devreye girer.
İkincisi, etnik bütünlüğü diğer bütün bağlılık
duygularından daha önemli gören ve teşvik eden ulus devlet, cemaatin modern zamanlarındaki
tek başarı öyküsüdür, ya da daha doğru bir ifadeyle, cemaat olma arzusunun ikna
edici ve etkileyici bir şekilde ifade etmiş yeğane oluşumdur.
Ulus
devlet başarısını, her şeyden önce, güçlü cemaatleri baskı yoluyla sindirmesine
borçludur.
Isaiah Berlin, modern “anavatanın”, acımasız ve
muhtemelen tüyler ürpertici yönünün yanı sıra, insani ve ahlaki açıdan övgüye
değer yanlarının da olduğunu ileri sürmüştü. Vatanseverlik ile milliyetçilik
arasında oldukça iyi bilinen bir ayrım vardır. Vatanseverlik, bu ikilinin “
görünen/dikkat çeken” tarafıyken, milliyetçiliğin tatsız gerçekleri genelde
arka planda kalır.
LezsekKolakowaski’ ye göre, milliyetçiler kabile tarzı
varlık biçimini saldırganlığa ve başkalarından nefrete başvurarak kurmak ister, kendi ulusunun başına gelen her türlü
kötü şeyin “dış güçlerin” bir komplosu olduğuna inanır ve kendi ülkesini
beğenmeyen ya da yeterince övmeyen bütün diğer uluslara karşı kin beslerken,
vatanseverler, duymak ya da bilmek istemediği olumsuzlukları kendi ulusunun
yüzüne karşı söylemekten çekinmemelerinin yanı sıra, “kültürel çeşitliliğe,
özellikle etnik ve dini azınlıklara karşı gösterdikleri iyicil hoşgörü” ile ön
plana çıkarlar.
“Milliyetçilik, tasvip edilmeyen vatanseverlik;
vatanseverlik ise tasvip edilen milliyetçiliktir.” Bernard Yack
Yack, yüce vatansever duyguların “ortak tutkular seviyesine yükseldiği” her
durumda “vatanseverlerin ılımlı olmaktan çok şiddetli bir tutku sergiledikleri”
ve vatanseverlerin yüzyıllar boyunca “pek çok unutulmaz ve yararlı değerlere
sahip olabildiği, fakat nezaket ve başkalarının acısına karşı anlayışın
bunların arasında ilk akla gelenlerden olmadığı” sonucuna ulaşır.
Milliyetçi anlatıda “aidiyet” seçilmiş bir yol veya
bir yaşam projesi değil, zorunluluktur.
Bireye
bırakılan tek seçim, zaten verilmiş kararı kabul edip benimsemesi ya da üzerine
düşen göreve ihanet etmeyi göze alarak karşı çıkmasıdır.
Birlik-benzerlikler
birliği mi aykırıklar birliği mi?
Vatansever/milliyetçi öğretinin “biz” dediği, bizim
gibi, “onlar” dediği ise bizden farklı olanlardır.
“Onlar” dediklerimizde bizden her noktada farklı
değildirler; fakat bütün diğerlerinden daha önemli bir noktada farklılaşırlar
ve bu tek nokta o kadar önemlidir ki, bizi birbirimize benzer kılan ortak
noktalar ne olursa olsun, birlikte bir
tavır almak, ötekilerle dayanışmak imkânsız hale gelir.
Ne vatansever ne de milliyetçi öğretinin
kabullenmediği olasılık şudur: Kişiler, onları farklı kılan özelliklerinden
vazgeçmeden bir araya gelebilir ve bu farklılıklara değer verip, onları
besleyebilir; sosyal birliktelikleri, bir yandan onları onlar yapan –yani,
onları diğerlerinden farklı kılan- her şeye daha fazla güç ve zenginlik
kazandırırken, diğer yandan bu farklı yaşam biçimlerinden, ideallerden ve
bilgilerden doğrudan yararlanabilir.
Farklılıklarımızla birlikte yaşama sanatını öğrenmek
mi, yoksa her ne pahasına olursa olsun öyle bir ortam yaratmak ki bir daha bir
şey öğrenmek zorunda kalmamak mı?
[…] bu sığınma ihtiyacına hitap eden çağdaş
politikacılar, yoksul işçileri göçe zorlayan ya da onların sefaletinden faydalanan güçlü kuruluşlara değil, bizzat küresel emek piyasasının içinde
dolanan güçsüz yoksullara saldırır.
(Richard Sennett) s:259
Fransa’nın önde gelen emlak değerlendirme
şirketlerinden birinin yöneticisi olan Guy Nafilyah’a göre, “Fransızlar
huzursuz, kendilerine benzeyenler dışındaki bütün komşularından korkuyorlar.”
Ulusal kiralık konut sahipleri derneği başkanı Jacques Patigny da bu görüşe
katılıyor ve gelecekte, “yerleşim alanlarının çevresini duvarlarla
çevrileceğini ve giriş çıkışın manyetik kartlar ve güvenlik görevleriyle
kontrol altına alınacağını” öngörüyor. Gelecek,
“iletişim ekseni etrafında takımadalar gibi kümelenmiş yaşam alanlarının”
geleceğidir.
Bedelli
Güvenlik
Cemaatçi kültün hidayete ermiş havarilerinin
yazılarını inceleyen Phil Cohen şu sonuca varır: [Bu havarilerin] çağdaşlarının
yaşadıkları sorunlara çare olarak önerdikleri ve yücelttikleri cemaatler,
potansiyel özgürleşme alanlarından çok birer yetimhaneye, hapishane veya
tımarhaneye benzemektedir. Cohen haklıdır; fakat özgürleşme ihtimali hiçbir
zaman cemaatçilerin derdi olamamıştır. Müstakbel cemaatlerin çare olması ümit
edilen dertler, gereğinden fazla özgürlüğün fazla kısımlarından artakalanlardı.
Özgürlük ile güvenlik arasında ideal dengeyi bulma arayışı sürecinde
cemaatçilik, net ve katı bir şekilde güvenlik tarafını tutuyordu.
Altını tekrar çizmeme izin verin: Cemaat tasavvuru
tehlikeli girdaplarla dolu, düşman bir denizin ortasındaki yaşanabilir, sakin
ve huzurlu bir ada tasavvurudur.
Durkheim’a göre toplum, kendi faniliğinin dehşetine
kapılan kişinin kanatları altına sığındığı bedendir (ki bu görüş, zamanında
oldukça muteberdi)
Beden, devamlılık ve sürekliliğin son umudu ve son
sığınağıdır;
[Beden] güvenliğin, siperleri düşmanın aralıksız
bombardımanına açık olan savunma hattı, ya da sürekli hareket halindeki
kumulların ortasında kalmış son vahadır. Beden ile bedeni kuşatan dünya
arasındaki sınır, zamanımızdaki en iyi korunan ve sıkı denetim altında tutulan
sınırlardandır. Bedendeki delikler (giriş noktaları) ve beden yüzeyi (temas
yerleri), ölümlülüğümüz karşısında kapıldığımız dehşet ve endişenin başlıca
odak noktalarıdır. “yükü, başka odak noktalarıyla paylaşmazlar (belki, ‘cemaat’
dışında)”
Hayali cemaatin sınırları, tıpkı bedenin dış sınırları
gibi, güven ve şefkat diyarını dışarıdaki olası tehlikelerle dolu, herkesin her
şeyden ve birbirinden şüphe ettiği ve sürekli teyakkuz durumundaki vahşi
dünyadan ayırmak için çizilir.
Hem beden
hem de hayali cemaat içte kadife kadar yumuşakken dışta pürüzlü ve dikenlidir.
Bedenin ve cemaatin yeni yalnızlığı, akışkan modernite
başlığı altında gerçekleşen bir dizi çığır açıcı değişimin sonucudur. Bu
değişimlerden biri özellikle önemlidir. Bütüne ait bütün büyük parçaların
oynadığı temel güvence ve güvenlik tedarikçisi rolünün devlet tarafından reddi,
kademeli olarak veya tamamının birden tasfiye edilmesi ve bunun ardından,
[devletin] kendine tabi olanların güvence/güvenlik isteklerini karşılamayı
bırakması.
Ulus
devletin ardından
Ulus, devletin modern zamanlardaki “yeni yüzü” ve
toprak ile o toprağa bağlı yaşayan nüfus üzerinde egemenlik iddia ederken
kullandığı en büyük silahtı.
Çılgınlık derecesinde ateşli bir vatanseverlikle
beslenen zorunlu askerlik hizmeti ve profesyonel olmayan aşırı kalabalık
ordular yerini yüksek teknolojiyle donatılmış, küçük ve profesyonel birliklere
bırakır ve bir ülkenin refahı sahip olduğu iş gücünün niteliği, niceliği ve
moralinden çok küresel sermayeye ne kadar çekici geldiğiyle ölçülürken devletin
de bir ulusa olan ihtiyacı gittikçe azalmakta, ulusun hareket kabiliyeti
devlete pek az şey kazandırmaktadır.
Devlet, bireyin sonlu hayatıyla belirlenmiş sınırların
ötesine geçmemizi sağlayan güvenli bir köprü değil artık; durum böyleyken
bireyden, devletin bekası için hayatını olmasa da refahını feda etmesini
istemek anlamsız, tuhaf ve hatta komiktir. Ulus
ile devlet arasındaki yüzlerce yıllık romantik ilişki sona ermek üzere;
koşulsuz sadakate dayanan kutsal evlilik bağının yerini boşanmadan ziyade
“birlikte yaşam” anlaşması almakta.
Gerçekten de oyunu yeni küresel kurallarıyla
oynamamak, cezası en ağır ve kendi bölgesel egemenliği nedeniyle olduğu yere
çakılıp kalmış devlet güçlerinin her ne pahasına olursa olsun işlemekten
kaçınması gereken bir suçtur.
Ceza büyük çoğunlukla ekonomiktir. Korumacı
politikalar uygulayan ya da nüfusunun “ekonomik olarak ihtiyaç dışı”
kesimlerinin kamusal ihtiyaçlarını karşılamada fazla cömert olan, ülkelerini “
küresel finans pazarlarını” ve “küresel serbest ticaretin” insafına bırakmamak
için direnen dik başlı hükümetlere kredi verilmez veya borçları azaltılmaz;
yerel para birimleri küresel pazarda cüzzamlı muamelesi görür, borsada aleyhine
spekülasyonlar yapılır ve değerinin düşürülmesi için hükümetler zorlanır.
Eğer
küresel güçlerin gövde gösterisi, hükümetlerin aklını başına toplamaya ve yeni
“dünya düzenine” ayak uydurmaya ikna edemiyorsa, askeri güç devreye girer.
Göçebelik, “barbar” ve “az gelişmiş toplumlara özgü”
bir şey olarak görülmüş ve öyle muamele görmüştür. Göçebeler ilkel olarak
tanımlanmış… İlerleme demek, göçebeliği bırakıp yerleşik hayata geçmek demekti.
Ve elbette ki bütün bunlar, tahakkümün doğrudan ve yakın temas kurmayı
gerektirdiği ve toprakların fethedilmesi, ilhakı ve sömürgeleştirilmesi
anlamına geldiği ağır modernite zamanında gerçekleşti.
Sömürgecilik yüzyılının eşiğinde yazdığı bir yazıda
Friedrich Ratzel “Varoluş mücadelesi
toprak kavgasıdır […] Bir yeri işgal eden üstün halklar oradaki daha zayıf ve
vahşi nüfusun elinden toprağını zorla alır, onları zar zor hayatta
kalabilecekleri ücra köşelere sürer ve zayıf taraf elindeki son toprak
parçasını da kaybedene ve dünya üzerinden tamamen yok olana dek, büyük küçük
demeden, her türlü mülkiyete el koymaya devam eder” der. Artık böyle olmadığı
açıktır
Akışkan
modernite çağında tahakküm oyunu “büyükler” ile “küçükler” arasında değil, hızlılar
ile yavaşlar arasında oynanır.
Küresel seçkinlerin gücü, yerel/toprağa bağlı
sorumluluklar almaktan sıyrılma becerilerinden gelir ve küreselleşme demek, tam
da bu tür yerel sorumluluklardan kaçmak, gerekli her türlü idari ve hukuki
görev ve sorumluluğu yerel otoritelerin( ama yalnızca onların) üzerine yıkmak
demektir.
Küresel
seçkinlerin, birer semt karakoluna dönüşmüş ulus devletlerin üzerine
yıkmak istediği görevlerin başında, komşular arasındaki kanlı çatışmalara çözüm
bulmak var. Çözüm önerileri arasında kulağımıza en çok çalınanı, yine “nüfus
yoğunluğunun azaltılması” ve “âdemi merkeziyetçilik”, ülkelerin küresel
hiyerarşideki yerlerinin aşağı çekilmesi ve çözümün “ asıl ait olduğu yere”
yani yerel savaş ağlarının ve ( küresel şirketlerin ve küreselleşmeyi
desteklemek isteyen hükümetlerin alicenaplığa ya da “ekonomik çıkarları çok iyi
çözümlemeleri” sayesinde) savaş ağalarının kontrolündeki silahlara bırakılması önerisidir.
NATO politikacılarının, (HannahArendt’ in ferasetle
adlandırdığı üzere) Balkanlar’daki “karışık halklar kuşağına” özgü hassas ve
karmaşık sorunları nasıl beceriksizce idare ettiklerini düşünecek olursak,
bedeli çok ağır yeni hatalar silsilesinin geleceğini bekleyebiliriz. Başka bir
mülteci ve sığınmacı dalgasının kendi seçmenlerinin refahı tehdit etmeyeceğini
garantileyen Avrupalı liderlerin, daha önce çok kereler yaptıkları gibi Somali,
Sudan, Ruanda, Doğu Timor ve Afganistan’daki sorunlara ilgilerini
yitireceklerini iddia edenler pek de haksız sayılmaz.
Milliyetçi argümanları destekleyen NATO, bölgede zaten
rayından çıkmış milliyetçiliği daha fazla körüklemiş ve yeni soykırım
girişimlerine zemin hazırlamıştır. Bunun en ürkütücü sonuçlarından biri,
bölgedeki dinlerin bir arada, huzur içinde yaşama şanslarının hiç olmadığı
kadar azalması olmuştur. Niyet ne olursa olsun, gerçekten ahlaki bir eylemden
bekleyebileceğimiz her şeyin tersi sonuçlar alınmakta.
Küreselleşmenin
en başarılı olduğu konu, cemaatlerin birlikte, barış içinde yaşamasını sağlamak
değil, cemaatler arası düşmanlığı daha da derinleştirmek.
Boşluğu
doldurmak
Küresel şirketler için “ideal dünya”, “devletlerin
olmadığı, ya da en azından küçük devletlerin olduğu bir dünyadır,” diyordu. Eric Hobsbawm . ‘Petrolü yoksa eğer, bir
devlet ne kadar küçük olursa o kadar zayıf olur, dolayısıyla hükümetlerini
satın almak o kadar ucuza mal olur. ’
Ekonomik
küreselleşme dev ve emin adımlarla ilerlerken ‘ hükümet satın almaya ’ gittikçe
daha az ihtiyaç duyulduğu aşikârdır. s:275
Hükümetlerin,
ellerindeki kaynakların muhasebesini tutmadaki açık ve net beceriksizlikleri, o
hükümetlerin sadece kaçınılmaz olana boyun eğeceklerinin değil , ‘küresel
güçlerle’ heves ve gayretle işbirliği için gireceklerinin de göstergesidir.
Ulusal hükümetlerin çoğu, küresel devleri makas
değiştirip önce kendi topraklarına gelsinler diye ikna etmek, kandırmak veya
cezbetmek için birbirleri ile yarıştığı için aktörlerle onların pasif
nesnelerini ayırt etmek gittikçe zorlaşıyor. Bu hükümetlerin içinde yarışa
giremeyecek kadar yavaş, kafası ağır işleyen, uzağı göremeyen veya fazlası ile
gururlu olanlar, sıra “tercihlerini bir şey almayarak gösteren” seçmenlerini
ikna etmeye gelince kendilerini övecek bir şey bulamayacakları için başları
fena derde girecek ya da durumdan hoşnutsuz “dünya kamuoyu” tarafından kınanıp
dışlandıktan sonra, akılları başlarına gelsin ve düzene uysunlar diye
bombardımana tutulacaklardır.
Kurbanlar rahatça şiddete maruz bırakılabilir, çünkü
misilleme yapma durumları yoktur. Onlardan birini öldürebilir ve ceza almadan
kurtulabilirsiniz… Ne kadar “düşmanın” öldürüldüğü pek önemli değildir;
öldürülenlerin ne kadar çok olduğu daha önemlidir.
Vestiyer
cemaatler
Ağır
/katı /donanımsal modern çağdaki “ortak davanın” yerini gösteriler almıştır.
Tartıştığımız cemaatlere uygun bir başka isim ise, “
karnaval” cemaatlerdir. Bu tür cemaatler, her şeyden önce gündelik
kaygılarımıza, kendi can sıkıcı problemlerinden kendi imkânlarıyla kurtulmaya
ikna edilen veya zorlanan de jure bireylerin bezdirici koşullarına geçici bir
rahatlama sağlarlar. Patlamaya hazır cemaatler gündelik yalnızlığımızın monoton
gidişatını kıran etkinliklerdir, bütün
karnaval etkinlikleri gibi (insanların içinde) birikmiş gerilimi boşaltırlar ve
karnaval sürecine eğlenip coşanların, eğlence biter bitmez geri dönmek
durumunda oldukları gündelik yaşama daha iyi katlanmalarını sağlarlar.
Seyirlik
gösteriler, vestiyerdeki askılar ve askılıklar ile kalabalıkları kendine çeken
karnaval panayırları o kadar çok ve çeşitlidir ki herkesin meşrebine uygun bir
şey bulunur.
Gazetelerin birinci sayfaları ve televizyon
haberlerinin ilk bize önerdikleri şey ise, aynı anda hem panik hem coşku
duygusuyla bir itilip bir çekilen sanal cemaatlerin etrafında kenetleneceği
sanal bir “ortak amaç”.
De jure bireyin yazgısı ile de facto bireyin alın
yazısı arasındaki kapanmamış ve kapanması da mümkün olmayacak gibi görünen
boşluğu neden olduğu acılara çare olmaktan çok uzak bulunan (vestiyer cemaatler
), akışkan modernite koşullarına özgü toplumsal çalkantıların işareti ve bazen
de nedenidirler.
SONSÖZ
NİYETİNE
“Düşünmeye
ihtiyaç duyduğumuz için düşünürüz.” Thedor W.Adorno
Şiir ile tarih, birbirine paralel akan iki deredir. Bu
dereler insan potansiyelinin autopoiesis dereleridir;
bu derelerde yoktan yaratma, keşfin alabileceği yegâne biçim, kendi kendini
keşif ise en temel yaratma eylemidir.
İnsanın içinden sosyolojini, bu ikisine paralel akan
üçüncü bir dere olduğunu söylemek geliyor.
Yaşamlarını “geçirgen bir gerçeklik” içinde geçirmeye
yazgılı “kırılgan bireyler” ince buz
üzerinde kayıyor gibi hissederler; RalphWaldoEmerson’ın Prudence [sağduyu] adlı
denemesinde belirttiği gibi, “ince buz
üzerinde kayarken tek güvencemi, hızımızdır”. Kırılgan olsun olmasın
bireyler güvenliğe ihtiyaç duyarlar, güvenlik aralar ve bu nedenle, yaptıkları
her şeyde hızlı hareket etmeye çabalarlar. Hızlı koşucular arsında koşarken
yavaşlamak, geride kalmak demektir; ince buz üzerinde koşuyorsanız, yavaşlamak
boğulma riskini göre almak demektir. Dolayısıyla hız, sağ kalım için gerekli
değerler arasında üst sıralara tırmanır.
Bununla birlikte hız insanı düşünmeye, daha doğrusu
ileriye yönelik, uzun vadeli düşünmeye yönelten bir şey değildir. Düşünmek için
durup nefeslenmek, “acele etmemek”, ulaşılan noktayı ve oraya ulaşmanın
getirdiklerini (ya da duruma göre götürdüklerini) dikkatle inceleyerek, o ana
kadar atılmış adımları yeniden değerlendirmek gerekir. Düşünmek, dikkati o anda
yapılan işten, yani koşma ve belli bir hızı tutturma hedefinden uzaklaştırır.
Ve düşünme olmazsa, geçirgen dünyadaki
kırılgan bireyin yazgılı olduğu ince buz üzerinde kayma eylemi, ulaşılması
gereken hedef zannedilebilir.
Kişinin
kaderini (fate) yazgısı
(destiny) sanması, Max Scheler’in Ordoamoris’inde
(aşk sırası ) ısrarla belirtiği gibi, ciddi
bir hatadır: “kişinin yazgısı kaderi
değildir[…] yazgı ile kaderin aynı şey olduğunu söyleyen önerme, fatalizm
yakıştırmasını hak ediyordur.” Fatalizm bir akıl sürçmesidir, çünkü temelde
kaderin “doğal kavranabilir bir kökeni” vardır. Dahası, kader bir hür irade,
özellikle de bireysel bir hür irade sorunu olmasa da, “bir tek kişinin ya da
bir topluluğun yaşamından doğar ve büyür”. Kader ile yazgı arasındaki farkı ve
mesafeyi görmek, fatalizm tuzağına düşmemek için kişinin ihtiyacı olan
kaynaklar, ince buz üzerinde koşarken kolayca ulaşılabilecek kaynaklar
değildir; düşünmek için bir molaya, ilerisini görebilmesine yetecek kadar uzun
bir mesafeye ihtiyacı vardır.
Sosyolojiye şimdiye kadarkinden daha çok ihtiyacımız
olduğudur.
Sosyoloji belki Diltey‘ın açıklama ile anlama arasında
yaptığı meşhur ayrımın aşıldığı ve geçersiz kılındığı yegâne uzmanlık alanıdır.
Kişinin kaderini anlaması, onun yazgıdan farklı
olduğunu bilmesi demektir. Ve kişinin kaderini anlaması, o kaderi ortaya
çıkaran karmaşık nedenler ağını ve onun yazgıdan farklı olduğunu anlaması
demektir. Bu dünyada bir iş görmek için kişinin, dünyanın nasıl çalıştığını
bilmesi gerekir.
Sosyolojinin sağlayabildiği aydınlanma özgür
iradesiyle seçen bireylere seslenir ve onların seçme özgürlüğünü zenginleştirmeyi
ve pekiştirmeyi amaçlar. Öncelikli hedefi açıklamanın sözde kapanmış dosyasını
yeniden açmak ve böylece anlayışı arttırmaktır. Sosyolojik aydınlanmanın bir
sonucu olarak daha canlı, daha etkili ve akılcı olabilecek şey, ister kadın
ister erkek bütün bireylerin onlara kaderleriymiş gibi sunulmakta olan yaşam
biçimini gerçekten isteyip istemediklerine karar verme yetilerinin birincil
koşulu olan kendi kendilerini şekillendirme ve kendilerini ortaya koyma
becerileridir. Özerk toplumun hedefi ile özerk bireyin hedefi birlikte, ortak
bir çıkar doğrultusunda hareket edebilir; ancak birlikte hareket ederlerse
kazanabilir ya da kaybedebilirler.
Birbiriyle yarışan çok sayıda norm, değer ve yaşam
biçimleri arasında, doğru tarafta olduğunuzun herhangi bir sağlam garantisi
olmaksızın yaşamak tehlikelerle doludur ve yüksek bir psikolojik bedel ödemeniz
gerekebilir.
Cornelius Castoriads’in meşhur sözleriyle toplum, kendini sorgulamayı bırakırsa
hastalanır; toplumun özerk olduğunu kendini sorgulamaktan vazgeçilmesinin
bir yandan- kaçınılmaz – heteronomi yanılgısını pompalarken diğer yandan
özerkliğin bilincinde olunmasını engellediğini göz önünde alırsak, aksi söz
konusu olmaz. Tekrar sorgulamaya başlamak, tedaviye doğru atılan önemli bir
adımdır. İnsanlık tarihinde keşif yaratıyla eşitse, insanlık durumunu
düşünürken açıklama ve anlama aynı şeyse, o halde insanlık durumunu iyileştirme
çabalarında teşhis ve tedavi bir ve tek olur.
Pierre Bourdieu bu durumu Dünyanın Sefaleti’nde çok güzel ifade eder: “ Yaşamı acı verici, hatta yaşanmaz kılan mekanizmaları anlamak onları
etkisiz hale getirmez; çelişkileri gün ışığına çıkarmak da onları çözmez.”
Hiçbir şey, diye hatırlatır Bourdieu,
laissez-faire’den daha az masum değildir. İnsanın
sefaletini soğukkanlılıkla izlerken bir yandan da neredeyse dinin bir ritüelmişçesine
YBŞY (“yapacak bir şey yok”) sözlerini tekrarlayarak sızlayan vicdanımızı
yatıştırmaya çalışmak, suça ortak olmak demektir. Toplumsal düzenin, yani
mutsuzluğun asıl sorumlusu olan düzenin insan yapısı, önlenebilir, varlık
nedeni belirsiz ve değiştirebilir doğasının üstünün örtülmesine, gizlenmesine
ya da daha kötüsü, yok sayılmasına her kim, ister gönüllü olarak isterse doğası
gereği, katkıda bulunur, bu sürecin bir parçası olursa o kişi ahlak yoksunudur-
ve suçu, tehlikede olan birine yardım etmemektir.
Sosyoloji yaparken ‘angaje’ ile ‘tarafsız’ yöntemler
arasında seçim yapılamaz. Yansız sosyoloji diye bir şey yoktur. Günümüzde
uygulanan ve en aşırı özgürlükçüsünden en koyu cemaatçisine kadar uzanan pek
çok sosyoloji yöntemi arasında ahlaki olarak tarafsız kalabileceğimiz bir yer
aramak nafile bir çabadır. Sosyologlar çalışmalarının insanların ‘dünya
görünüşü’ etkilediğini ve bu görüşün insanların tekil ya da ortak eylemleri
üzerinde belirleyici bir rolü olduğunu, diğer herkesin her gün karşı karşıya
kaldığı o seçme sorumluluğundan mahrum kalma pahasına, inkâr edebilir veya
aklına getirmeyebilir. Sosyolojinin işi,
seçimlerimizin gerçek anlamda özgür olmasını ve insanlık var olduğu sürece de
özgür kalmasını, hatta bu özgürlüğün gittikçe artmasını sağlamaktır.
Kamil Güller
Recep 1441 / ALANYA
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: Akışkan Modernite - Geniş Özet
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
Akışkan Modernite,
Kitaplarım,
misafir,
Zygmunt Bauman
0 yorum:
Yorum Gönder