Akışkan Modernite - Geniş Özet

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 13 Mar 2020 0 yorum


       Postmodern dönem insanlık tarihinin mirası tüm katıları (kutsalları, doğruları) eritirken, insana inanacak, güvenecek, tapınacak, savunacak, sarılacak değer bırakmıyor. Eriyen, geçirgenleşen (translaşan) sınırlar ahlaki değerleri, gelenekleri darmadağın ederken, "insan"ı da tarihten çekiyor. Kullanılan eşyaların, işlerin, konutların sürekli değiştiği "kullan-at" mekanında, uzun süreli ilişkiler (aile, dostluk, vatandaşlık vs. gibi) varlıklarını sürdüremiyorlar. Tek seferlik eşyaların dünyası tek seferlik "iş"lerin, tek seferlik "ilişki"lerin dünyasına dönüşüyor. Bu durum insanı "güvensizliğin" endişeli dünyasına gömerken; bencillik, fit vücut ve hayatta kalma çabası tedirgin insanın kutsal teslisi oluyor.
Ulus Devletlerin sonunu getiren; kitleleri, sanayi şehirlerinin istihdam fazlası atıklarına dönüştüren; çok küçük bir azınlığın menfaati için devasa kalabalıkları perişanlığa sürükleyen sürecin önünde "bireyselleşme" tuzağına yakalanmış kitleler duramıyor. 

Zygmunt Bauman üstadın kıymetli eserini Kamil Güller özetlemiş. tavsiye ederim. 

 Ahmet Hakan Çakıcı
AKIŞKAN MODERNİTE


2012 Baskısına Önsöz

On küsur yıl önce, yaşadığımız hayat için kullanıldığı şekliyle “akışkanlık” metaforunun anlamını çözmeye giriştiğimde kafamı en çok kurcalayan ve kendini ele vermemek için inatla direnen bilinmezlerden biri, akışkan modern insanlık durumunu nasıl okuyacağımızdı. İlerde olacakların bir işareti, bir felaket habercisi miydi? Yoksa –bitmemiş eksik kalmış ve tutarsız olduğu kadar- geçici ve kısa süreli bir çözüm; insanların bir arada yaşama durumuna karşı öne sürülen savlara verilen iki farklı ama yine de uygulanabilir, uzun ömürlü, tam ve tutarlı iki cevap arasındaki geçiş mi?             
                                        

İktidarın (bir şeyler yapma becerisinin) politikadan (neyin yapılması gerektiğine, önceliklerimize karar verme becerimizden) koptuğunu, bilmesek de hissediyoruz. (Çoğumuz bunu kabullenmek istemiyor.) Böylece “Ne yapmalı?” konumundaki kafa karışıklığımıza ek olarak, şimdi de “Bunu kim yapacak?” konusunda karanlıktayız. Sorunlarımızın, sorunlarımızın kaynaklarının ve sonuçlarının küresel boyutlarını göz önüne aldığımızda, anne babalarımızdan ve onların anne babalarından bize miras kalan ve sınırları, ulus devletin sınırları olan amaca yönelik kolektif eylem aktörlüğünün tek başına yeterli olmadığı açıktır.

On beş-yirmi yıl öncesinin aksine bugün, gezegen üzerindeki bir-iki istisna dışında hemen hemen her toprak parçası; adına bugünlerde “modernleşme” denen durdurulamaz, takıntılı ve saplantılı değişime ve insanları sürekli olarak istihdam fazlası hale getiren ve bunun yol açtığı toplumsal gerilimlere ve onunla birlikte gelen her şeye tabidir.

Modern yaşam biçimleri birbirinden pek az yönden farklıdır –fakat hepsinin ortak özelliği kırılganlıkları, geçicilikleri, risklere açık ve sürekli değişme eğilimli olmalarıdır. “Modern olmak demek, modernize etmek demektir- takıntılı, saplantılı bir şekilde modernize etmek; kimlik bütünlüğünü korumak bir yana, sadece olmak değil, tamam olmaktan kaçarak, hep tanımsız kalarak, sonsuza dek “oluş” içinde bulunmak. (s:12)

Her zaman bir şeyin “post”-u olmak, modernitenin ayrılmaz parçasıdır. Bir süre önce adına (yanlış bir şekilde) postmodernizm denilen ve benim daha yerinde bir ifadeyle “akışkan moderite” demeyi tercih ettiğim olgu, değişmeyen tek şeyin değişim, kesin olan tek şeyin ise belirsiz olduğunun gittikçe kesinleşen kanıtıdır. Yüzyıl önce“modern olmak” demek, mümkün olan “en üst mükemmellik aşamasına” ulaşmaya çalışmak demekti– şimdi ise sonu gelmeyen bir gelişme süreci, ulaşabilecek bir nihai amacın ve böyle bir isteğin olmaması demek.

Her şeyde ve her durumda aranması gereken ideal durum olarak katılığın yerini akışkanlık aldı. Bütün katılar sadece ve sadece istenildiği zaman kolayca eritilebilir kaldıkları sürece hoşgörüyle karşılanmaktadır.  (Bütün dine, ahlaka, erdeme, bilgiye, vatana, devlete vs. dair kesin ve kutsal olan değerler anlamlarını yitirip değersizleşti, buharlaştı. Ortalıkta kalan değerler onları canımız istediğinde umursamayacağımızı kabullenmişlerse ortalıkta kaldılar. -AHÇ)

“Katı” aşamasındaki modernitenin kalbinde geleceği kontrol etmek ve kesinleştirmek yatıyorsa, “akışkan” dönemde hedef, geleceğin ipotek altında olmadığının garantilenmesine ve geleceğin getirmesi ümit edilen ve önünde sonunda getireceği kesin olan ama ne oldukları hâlâ göremediğimiz meçhul ve bilinemez fırsatlardan öncelikli bir şekilde yararlanma tehdidini savuşturmaya kaymıştır.

Richard Sennett’in işaret ettiği gibi, kendi ayakları üzerinde mükemmel bir şekilde durabilen geçmişten gelen düzenler, hâlâ ayakta kalabileceklerini ispat için yerle bir edilmiş durumdadır.

Moderniteyi başlatan şey, dayanıklı yapıların yıkılıp yok olacağını gösteren işaretler ve dağılan (katı) yapıların ve onlardan kalan boşluğa hücum eden kısa ömürlü, geçici şeylerin dehşet verici görüntüleri olmuştu.Ancak daha iki yüzyıl bile geçmeden değerler arasındaki üstünlük/aşağılık ilişkisi tam tersine döndü. Şu anda değerli olan şey –çözülmesi kolay bağların, geri alınabilecek taahhütlerin ve ömrü, oyun süresinden daha uzun olmayan, hatta bazen daha kısa süren oyun kurallarının yanı sıra –her şeyi tersine çevirebilme, bir kenara atabilme ve bırakıp gidebilme kolaylığıdır. Ve hepimiz, durdurulamaz, yeni heyecanlar avının içine fırlatılmış durumdayız.

Aydınlanma’nın hayalini kurduğu ve Marx’ın vaat ettiği özgürlük “ideal üreticiye” göre biçilmiş bir giysiyse, pazar destekli özgürlük “ideal tüketicinin” ölçüleri göz önünde tutularak tasarlanmıştır; hiçbiri diğerinden daha hakiki, daha gerçekçi ya da elverişli değildir. (Elimizdeki dini, ahlaki, edebi, milli değerlerden herhangi birinin elimizdeki geçici, köpük zevklerden daha kıymetli olabileceğini iddia edemiyoruz. AHÇ)

İçinde bulunduğumuz kötü durumun "akışkanlığının" başlıca nedeni, kısadca "liberalleşme" denen, iktidarın (yani yapabilme erkinin) politikadan (yani ne yapılması gerektiğine karar verebilme erkinin) ayrıldığı, bunun sonucu olarak eyleyicinin ortada olmadığı veya zayıf kaldığı, ya da başka bir deyişle hedef için eldeki araçların yetersiz olduğu durumdur. (Zygmunt Bauman'ın her şeyin müsebbibi olarak Liberalizmi görmesini Abdülvehap el Messiri eleştirir ve onu gerçeği bildiği halde gizlemekle suçlar. Ona göre mesel Sekülerizmle yani Tanrı'nın otoritesini reddederek menfaati öncelikli değer haline getirmemizle başlamıştır.) 

Akışkan modern koşullar altında yaşamak, mayın tarlasında yürümeye benzetilebilir: Herkes her an herhangi bir yerde bir patlama olabileceğini bilir, fakat kimse patlamanın kesin olarak ne zaman ve nerede olacağını söyleyemez. Küreselleşmiş bir gezegende bu durum evrenseldir – kimse bundan ve doğacak sonuçlardan muaf değildir. Dünyanın küçük bir noktasında gerçekleşen bir patlamanın şoku gezegenin her yanına dalga dalga yayılır. Bu durumdan kurtulmanın bir yolunu bulmak için çok fazla şey yapılması gerekir fakat iktidar ile politikayı yeniden bir araya getirip kaynaştırmanın, “yeniden katılaştırmayı” düşünen biri için olmazsa olmaz bir koşul olduğu açıktır.

Akışkan Modernite’nin ilk basımından bu yana ön plana çıkan bir başka konu da “köklerinden” edilmiş insanların –göçmenlerin, sığınmacıların, sürgünlerin, hareket halinde olan ve kalıcı bir ikametgâhları bulunmayan insanların- sayısının her geçen gün katlanarak ve önüne geçilmez şekilde artmasıdır. Halen Avrupa İlerici Çalışmalar vakfı başkanlığı görevinde bulunan Massimo D’Alema, 10 Mayıs 2011 tarihli Le Monde’da yayımlanan demecinde şöyle diyordu: “Avrupa’nın göçmenlere ihtiyacı var.” Bu önermeyi destekleyen hesaplar daha basit olamazdı. Avrupa’nın 2013 itibariyle nüfusu 333 milyon, fakat şu anki (ve hızla düşmekte olan) doğum oranına bakıldığında bu nüfusun önümüzdeki kırk yıl içinde 242 milyona düşeceği öngörülüyor. Aradaki farkı kapatmak için fazladan en az 30 milyon kişiye ihtiyaç var –aksi takdirde Avrupa ekonomisi, o pek sevdiğimiz yaşam standardımızla birlikte çökecektir. D’Alema’ya göre -, Göçmenler ekonomik anlamda birer tehdit değil değerli varlıklardır… Dışarıdan gelip yerleşenlerin bir arada yaşamalarının kültürel mirasları erozyona uğratmasını engellemek için birlikteliğin Avrupa’nın “toplumsal sözleşmesinin” altında yatan ilkelere saygı temeli üzerine kurulu olması gerekir. Karşılıklı olarak.

Yeni Avrupalılara toplumsal ve yurttaşlık hakları tanınırken böylesine gönülsüz ve cimri davranılır, süreç böyle yavaş işletirken saygının kalıcı olması nasıl beklenir ki? Göçmenlerin örneğin İtalya’nın GSMH’sine katkıları %11’dir, fakat seçimlerde oy hakları yoktur. Dahası, ülkenin refahına aktif olarak katkıda bulunan, fakat yasal hiçbir belgesi olmayan veya sahte belgelerle çalışanların sayısı kesin olarak bilinmemektedir.

Politikacılarımız, bir yandan göçmenleri, asıl yurttaşların standartlarına uyum sağlamak için yeterince çaba göstermemekle suçlayarak oylarını garanti altına alırken, diğer yandan o standartları dışarıdan gelenlerin ulaşamayacağı kadar uzağa itelemek için ellerinden geleni yapmakta ve daha fazlası için sözler vermekteler. Bunu yaparken, yabancı işgalinden koruduklarını iddia ettikleri standartları erozyona uğratıyor veya itibarsızlaştırıyorlar. (s:20)
Hayatta kalmak ve makul bir hayat sürmek için gerekli ve gün geçtikçe daha zor bulunan, ulaşılması güç donanım zenginler ile yoksullar arasındaki kıran kırana bir savaşın malzemesi haline geldiğinden, gittikçe derinleşen bu eşitsizliğin en büyük kurbanı demokrasi olacaktır.

Dünyanın her yerine yayılmış Ekonomik Büyüme Kilisesi cemaatinin gündelik dilinde “hayat koşullarını iyileştirmek,” ya da daha tatminkâr yapmak demek “daha hızlı tüketmek” anlamına gelir.
Dünyanın en zengin beşte birlik nüfusu toplam küresel gelirin %74’ünü alırken, en yoksul beşte birlik kesimin %2 ile yetinmek durumunda olduğu bir toplumsal düzende, ekonomik büyüme politikalarının yol açtığı yıkımı, yoksulluğu bitirme gibi soylu bir amacı öne sürerek haklı çıkarma taktiği düpedüz ikiyüzlülük ve insan zekâsına hakarettir. (s:22)

İnsanların doğal olarak kısa vadeli çıkarlara göre davrandıkları ve “Her koyun kendi bacağından asılır” ilkesini izledikleri görüşü ( ki pek çok kişi tarafından ateşli bir şekilde savunulmaktadır ) elimizdeki gerçeklerle örtüşmemektedir… Bir cemaat içindeki insanlar pekâlâ “sadece çıkar amaçlı” olmayan kararlar alabilmektedir.

Mutluluğu mağaza raflarında arama dönemi geri dönüşün söz konusu olmadığı, sürekli olarak tek yönde ilerleyen bir atılımdan çok, bir kereye mahsus, doğası gereği ve kaçınılmaz olarak geçici bir sapma mıdır yoksa ileride de öyle mi olacaktır?

Dedikleri gibi, jüri hâlâ toplantıda… Fakat artık bir karar verilmesi gerekiyor. Jüri toplantıda ne kadar uzun kalırsa, kumanyalar tükendiği için zorla geri çağrılma ihtimalleri de o kadar artıyor…
Haziran, 2011


ÖNSÖZ

Hafiflik ve Akışkanlık Üzerine

              Kalıcı olan şeylere tahammül edemez olduk. 
Sorunun özü şu: İnsan aklı, insan aklının yaptıklarına vâkıf olabilir mi?   
Paul Valery

“Akışkanlık” sıvılara ve gazlara özgü bir durumdur. Sıvıları ve gazları katılardan ayıran şey, Encyclopedia Britannica’nın belirttiği gibi, sıvıların ve gazların “durağan durumdayken, içlerinden geçtiği hayal edilen bir düzleme etki eden güçlere direnememesi” ve bu nedenle “üzerine bir güç uygulandığında şekillerinin sürekli olarak değişmesidir.”
Katı madde, serbest bırakıldığında ilk şekline geri döner.

Sıvıların katılar gibi belirli bir şekilleri yoktur. Deyim yerindeyse, ne zamansal ne de mekânsal olarak sabit bir konumları vardır. Katılar belirgin mekânsal boyutlara sahiptir fakat zamanın etkisini nötralize ederler, dolayısıyla katılar için zaman boyutunun önemi yoktur. Oysa akışkanlar, belli bir şekli uzun zaman koruyamazlar, her an şekil değiştirmeye hazırdırlar. Dolayısı ile akışkanlarda önemli olan, boşlukta kapladıkları yerden çok, zamanın akışıdır. Evet boşlukta bir yer kaplarlar ama bu durum geçicidir, her an değişebilir. Katılar, bir anlamda zaman boyutunu ortadan kaldırır; oysa sıvılar için asıl önemli olan şey, zamandır.

Akışkanlar çok kolay yer değiştirir. Katıların aksine, akışkanların hareketini durdurmak kolay değildir… Katılarla temasa geçen sıvılar hiçbir değişime uğramazken, sıvılarla temas eden katılar, sonunda katı olarak kalsalar bile-az ya da çok ıslanarak- bir değişime uğrarlar.

"Bütün katılar buharlaşıyor" terimi Komünist Manifestonun yazarları tarafından yüz elli yıl kadar önce ortaya atılmıştı ve dönemin özgüveni yüksek, coşkun modern ruhunun, kendi zevkine göre fazla ruhsuz bulduğu, değişim ve dönüşüm yönünde her türlü müdahaleye inatla direnen bir topluma layık gördüğü muameleyi özetleyen bir yakıştırmaydı. Bu "ruhu" modern yapan şey, gerçeğin/gerçekliğin, tarihin "ölü ellerinden" kurtarılıp  özgülüğüne kavuşturulması gerektiğini- ve bunun ancak "katı" olan her şeyin eritilip, "berhava" edilerek yapılabileceğinin söylenmesiydi.   

Bir sonraki adım olarak “kutsal olanın dünyevileştirilmesi” yani, kendimizi geçmişten kurtarmamız, geçmişin ve en önemlisi –geçmişin günümüzdeki kalıntısı ve tortusu olan- “geleneğin” egemenliğine bir son vermemiz gerekmekteydi; bunun için, katıların “akışkanlaşmaya” karşı durabilmesini mümkün kılan ve inançlar ile bağlılıklardan örülmüş koruyucu zırhı kırmak gerekiyordu. (Kutsalı koruyan gelenekler, inançlar, bağlılıklardır. Modernite bunları kırarken asıl hedefi o olmasa da onların koruduğu ahlaki ve erdemi değerleri de yok etti.-AHÇ)

Ne var ki, bütün bunların, katıları toptan yok etmeyi ve kurduğumuz “Cesur Yeni Dünyayı” (Aldoux Huxley’in aynı isimli fütürist/gelecek kurgusu romanına gönderme yapıyor.-AHÇ) katılardan azade bir yer yapmayı değil, dünyayı yeni ve daha gelişmiş katılara uygun hale getirmeyi amaçladığını akıldan çıkarmamak gerek.

Eritilecek ilk katılar ve dünyevileştirilecek ilk kutsallar, insanın elini kolunu bağlayan, hareketi kısıtlayan ve girişimlerin önünü tıkayan geleneksel sadakatler, alışılageldik haklar ve görevlerdi. (s:27)

“Katıları eritmek” Max Weber’in belirttiği gibi, ticari ve ekonomik girişimleri, kendilerine ayak bağı olan ev-aile ilişkilerinden ve etik sorumluluklardan kurtarıp özgürleştirmek.

Katıları bu şekilde “eritmek” bütün bir toplumsal ilişkiler ağını dağıtıyor, onu çıplak, savunmasız ve dış etkilere açık hale getiriyor, ilhamını iş ilişkilerinden alan davranış kurallarına ve iş ilişkileri tarafından belirlenmiş akılcılık kıstaslarına karşı koyamayacak kadar zayıflatıyordu. Oysa bu ilişkiler ağından beklenen, bütün bunlara etkin bir şekilde karşı koymaktı.

Dünyayı değiştiren devrimlerin zamanı gerçekten geçmişse ve bunun nedeni, sistemin bütün kontrol mekanizmalarının  bir arada bulunduğu ve devrimciler tarafından basılıp ele geçirilebilecek bir merkez kontrol odasının olmamasıysa, diğer nedeni de çatışa çatışa binaya ulaşanların durumu tersine çevirmesinin, onları daha en başından isyana sürükleyen sefalete nasıl son vereceklerini hayal etmenin imkansız olmasa da, son derece zor olmasıdır.

Ulrich Beck çoktan ölmüş ama varlığını hala sürdüren "zombi kategoriler" ve "zombi kurumlardan" bahseder. Bu yeni olgunun tipik örnekleri olarak da aileyi, toplumsal sınıfları ve komşuluk ilişkilerini gösterir. Örneğin aile:

"Günümüzde  aile deyince aklınıza ne geliyor; kendinize bir sorun: Aile ne demek? Elbette çocuklar var. Ne var ki, aile hayatının çekirdeğini oluşturan anne babalık bile boşanma koşulları altında dağılmaya, etkisini yitirmeye başlamıştır. Artık büyük anne ve babalar aileden sayılmalarına rağmen çocuklarının kararlarını etkileme yolları tamamen tıkalıdır.

Gerçekten de hiçbir kalıp, yerine yenisi konmadan kırılmadı; eski kafeslerinden kurtulan insanlar, yeni düzenin kullanıma hazır hücrelerinden birini seçme durumunda bırakıldılar.

 Zamana hükmetmek, yöneticilerin iktidar sırrıydı.

“Vur kaç” savaş taktiği, akışkan modernite çağının yeni savaş türünün habercisiydi. Bu yeni savaşta amaç daha fazla toprak fethetmek değil, “nevzuhur” küresel güçlerin “akışını” kesen duvarları yıkmak; düşmanın kafasından bağımsızlık veya özerklik fikirlerini kovarak, o güne kadar dışa kapalı kalmış, el değmemiş alanları diğer sivil güç sahiplerinin “operasyonlarına” açmaktır. Denebilir ki günümüzde savaş, gitgide daha çok “küresel serbest ticarete başka yollarla destek olma” çabasına dönüşmekte.

Modern çağın gelişiyle birlikte, durağan bir yaşam biçimine dönüşmüş “yerleşik” düzen, pek çok şeyin yanı sıra, bu konargöçer hayat tarzına karşı sürekli ve sistemli bir şekilde saldırmaya başlamıştır. On dördüncü yüzyıl da İbn-i Haldun, “göçebeliğin insanları iyiliğe yerleşik düzenden daha çok yaklaştırdığını çünkü göçebelerin, yerleşik düzene geçmiş insanların kalplerini saran kötü alışkanlıklardan daha uzak olduklarını” söyleyerek konargöçer yaşama övgüler düzmekteydi… Kurulan ulus devletler, yeni kanun düzenin temelini atar ve vatandaşların hak ve görevlerini tanımlarken “toprağı” “kandan” daha önemli bir yere koydular. Kanun koyucuların toprak bütünlüğüyle ilgili endişelerini ciddiye almayan ve onların büyük bir şevkle çizdiği sınırları açık bir şekilde yok sayan göçebeler, gelişme ve uygarlık adına girişilen kutsal savaşta baş düşmanlar listesine alındılar…Yurttaşlık yerleşik düzenle birlikte anılır oldu; “sabit bir adresin” olmaması ve “vatansızlık” kanunlar tarafından korunan ve kanunlara uyan topluluklardan dışlanma nedeniydi.
Tarihin şu şafağında konargöçerliğin toprak bağımlılığından ve yerleşik düzenden intikam alışına tanıklık etmekteyiz. Modernitenin akışkan döneminde artık yerleşik çoğunluk, toprağa bağlı olmayan, modern anlamda “konargöçer” seçkinler grubu tarafından yönetilmektedir.

Çağdaş küresel seçkinler, eskinin toprak sahibi ama toprağından başka bir yerde yaşayan mülk sahipleri örneği model alınarak oluşturulmuştur.

Bugün esas kâr getiren şey, ürünün dayanıklılığı ve güvenilirliği değil, baş döndüren dolaşım hızı, geri dönüşüm, eskime, çöpe atma ve yenileme döngüsünün kısalığıdır. Bin yıllık gelenek ilginç bir şekilde tersine dönmüş ve günümüzde günü büyük kârla kapatanlar dayanıklı olandan uzak durup geçici olana kucak açanlar olurken, ellerindeki dayanıksız, değersiz ve kısa ömürlü malları –her şeye rağmen- umutsuzca uzun ömürlü kılmaya ve onları uzun süre kullanmaya çabalayanlar yığının en altında kalmışlardır.

İktidarın serbestçe akabilmesi için dünyanın tel örgülerden, bariyerlerden, sıkı korunan sınırlardan ve denetim noktalarından arındırılmış olması gerekmektedir. Sık dokulu, yoğun herhangi bir toplumsal ilişkiler ağı, özellikle köklerini belli bir bölgeye sağlam bir şekilde salmış bir ağ, yoldan kaldırılması gereken bir engeldir. Küresel güçler bütün dikkat ve enerjilerini bu tür ağları dağıtmaya odaklamış durumdalar; böylelikle güçlerinin başlıca kaynağı ve yenilmezliklerinin garantisi olan kesintisiz ve gittikçe artan alışkanlıklarını sürekli kılmayı amaçlıyorlar. Ve bu güçlerin işlerini rahatça yapabilmelerini sağlayan şey, öncelikle, insanlar arası bağların zayıflığı, kırılganlığı, geçiciliği, her an değişebilirliği ve hâlihazırda dağılmakta oluşudur. (s:39)

Fakat cep telefonlarının müjdelediği yeni çağdaş prizlerin sayısı gittikçe azalır ve kaliteleri hiç olmadığı kadar düşerken, gereksiz ve demode de sayılacaklar. Şu an için, elektrik sağlayıcı pek çok şirket enerjiyi kendi ağlarından almanın üstünlüklerini öve öve bitiremiyor ve “piriz manyaklarını” kendi taraflarına çekmek için birbiriyle yarışıyor. Fakat uzun vadede prizlerin yerini marketlerde veya havaalanlarındaki her dükkânda, yol kenarındaki her benzin istasyonunda rahatlıkla bulunabilecek kullan at piller alacak gibi.

Öyle görünüyor ki bu durum, Orwell ve Huxley’in kurguladığı kâbuslardaki korkuların yerini almaya aday, akışkan moderniteye cuk oturan bir distopya.   (Haziran – 1999)



1 - KURTULUŞ

Basitçe anlatırsak sorun çok az kişinin özgürleşmek istemesiydi. Hem özgürleşmek isteyen hem de bu isteği gerçekleştirmek için harekete geçmeyi göze alabileceklerin sayısı çok daha azdı. Üstelik "özgürleştikleri" zaman neyin değişeceğine dair fikri olan neredeyse kimse yoktu.   

Özgürleşme, kelime anlamıyla, bir hareketi durduran ya da akışını bozan herhangi bir engelden kurtulmak, hareketi sürmekte veya serbestçe davranmakta özgür olduğunun farkına varmak demektir. Özgürlüğün farkına varmak (ya da insanın kendisini özgür hissetmesi ) ise, niyet edilen veya yapılması mümkün görülen her türlü eylemi/hareketi hiçbir kısıtlama, engel veya karşı çıkış olmadan gerçekleştirmek veya düşünmek demektir.

Kısıtlamalardan kurtulmak ve istediğimiz gibi özgürce davranmak isteklerimiz, hayal gücümüz ve harekete geçme özgürlüğümüz arasında bir denge noktası bulmak demektir. Kişi, hayalleri gerçek isteklerinden daha büyük olmadığı sürece kendini özgür hisseder; bu ikisinin ulaşabileceği en uç sınır ise eyleme dökme becerimiz ve kapasitemizdir.  


Özgürlük nimet mi, lanet mi?

Odysseia’da geçen meşhur bir macera üzerine yazdığı bir yorumda ( Odysseus ile Domuz: Uygarlığın Huzursuzluğu ) LionFeuchtwanger, Kirke’nin laneti nedeniyle domuza dönüşen gemicilerin bu yeni durumlarından hoşnut kaldıklarını ve Odysseus’un büyüyü bozup onları eski hallerine döndürmek için yaptığı her şeye delicesine karşı çıktıklarını söyler. Odysseus adamlarına, onları bu lanetten kurtaracak büyülü otları bulduğunu ve çok yakında tekrar insan olabileceklerini söylediğinde domuza dönüşmüş gemiciler öyle bir kaçar ki, gayretkeş kurtarıcıları arkalarından bakakalır. Sonunda Odysseus domuzlardan birini yakalamayı başarır, büyülü otu üzerine sürer sürmez domuzun sert kılları dökülür ve altından çıka çıka Elpenoros adlı bir gemici çıkar. Feuchtwanger’in ısrarla altını çizdiği üzere Elpenoros, “ne güreşte üstün başarılar göstermiş ne de kıvrak zekâsıyla bilinen, tıpkı diğerleri gibi sıradan “gemicidir”. “Kurtarılmış” Elpenoros eski haline dönmekten hiç de memnun değildir. “Kurtarıcısına” öfkeyle saldırır. “Yine mi sen, lanet olası işgüzar herif? Yine mi başımızın etini yemek, bizi canımızdan bezdirmek istiyorsun, yine mi her türlü tehlikeye atılalım, yine mi durmadan yeni karalar almaya zorlayalım yüreklerimizi? Oysa ne kadar mutluydum ben, gönlümce çamurda yuvarlanıyor, güneşin altında uyuşuk uyuşuk yatıyordum, hapur hupur yemek yiyor, canımın istediği gibi homurdanıp böğürüyordum, aklımda ne derin düşünceler vardı ne de, “şimdi ne yapsam, şunu mu yoksa bunu mu? Gibi endişeler vardı. Ne diye geldin ki? Beni tutup lanet olası eski hayatıma geri göndermek için mi?

Özgürleşme bir nimet midir yoksa lanet mi? Nimet kılığına girmiş bir lanet mi, yoksa lanet olmasından korkulan bir nimet mi?

Amerikalı yazar Herbert Sebastian Agar’ın ifade ettiği gibi, “Bizi özgür kılan hakikat, genellikle, duymak istemediğimiz hakikattir.

“Öz kaynakları ile baş başa bırakılmak” çekilecek ağır zihinsel acılara ve karasız sancılarına işaret ederken “kişinin omuzlarına binen sorumluluk”, insanı felç eden risk alma korkusunun her türlü telafi yolu kapalı, peşin başarısızlığın habercisidir. Gerçek “özgürlük” böyle bir şey olamaz; gerçekte var olan “özgürlük” yani bize sunulan özgürlük bu demekse, o halde özgürlük ne bir mutluluk garantisi olabilir ne de uğruna mücadele etmeye değer bir hedef.
İnsan için özgürlük kör, akılsız fiziksel güçlerden kurtulmaktır, bu özgürlüğe, kanatları altına sığındığı toplumun büyük ve akıllı gücünü bu kör güçlere karşı çıkmak için kullanarak ulaşır.

Özgürlük “topluma rağmen” kazanılmaz.

Hayatlarını sürdürme çabasında olan insanların başına gelebilecek en kötü şey normların olmaması ya da anomidir. Normlar engelleyici oldukları kadar mümkün kılıcıdırlar da; anomi en saf ve basit haliyle engelleyici bir duruma işaret eder. Normatif kurallar ordusu hayat dediğimiz savaş ortamını bir defa terk etti mi geriye sadece şüphe ve korku kalır.

Rutin onur kırıcı olabilir fakat aynı zamanda koruyucu da olabilir.

Kırılan, parçalarına ayrılan bir şeyi yapıştırarak eski haline getiremeyiz. Akışkan modernitenin dünyasına adım atmak üzere olanlar, geçmiş olduğu kadar gelecek bütünlük ümitlerinizi kapıda bırakın. Alain Touraine’in de yaptığı gibi, “insanı sosyal bir varlık olarak tanımlayan, davranışlarının ve eylemlerinin toplumdaki yerine göre belirlendiğini söyleyen dönemin sonunu” ilan etmenin zamanı geldi. Dönem, “toplumsal normlar tarafından yönlendirilmeyen sosyal eylem” ile “tüm toplumsal aktörlerin kendi kültürel ve psikolojik özgünlüklerini savunmaları” karışımından oluşan ilkenin toplumsal kurumlarda veya evrensel ilkelerde değil, bireylerin kendi içlerinde bulunabileceği bir dönem artık.


 Rastlantılar ve eleştirinin değişen kaderi

Attığımız her adımı düşünerek ve büyük bir dikkatle atan, yaptıklarımızın sonuçlarından ender olarak memnun olan ve bu sonuçları sürekli olarak düzeltmeye çalışan, "kendisi ile meşgul" varlıklar olduk.

Bizler eleştirilerimizde, atalarımızın gündelik yaşamlarında olabildiğinden çok daha cesur ve tavizsiziz fakat bizim yaptığımız eleştiri, deyim yerindeyse, “dişsiz” yani “hayat-politik” tercihlerimizi belirlemek için oluşturulmuş gündemi etkileyemeyecek kadar zayıftır. Leo Strauss'un uzun zaman önce dikkat çektiği üzere, toplumumuzun üyelerine sunduğu benzersiz özgürlükler, benzersiz ölçüde bir aczi de beraberinde getirmiştir.

Üretici tarzı eleştiri” gitmiş, yerine “tüketici tarzı eleştiri” gelmiştir.

Eleştirel kuramın, totaliterleşmeye meyilli bir toplumu etkisiz hale getirmeyi, tercihen tamamen devreden çıkarmayı hedeflediğini söyleyebiliriz. Özerkliği, seçme ve ifade özgürlüğünü, başkalarından farklı olma ve farklı kalma hakkını savunmak eleştirel kuramın başlıca amacıydı.

Bugünkü toplumu yüz küsur yıl önceki kadar modern yapan şey, moderniteyi, insanların tarih boyunca icat ettiği diğer bütün toplu yaşam biçimlerinden ayıran şeydir; saplantılı ve zorlayıcı, sürekli, durdurulamaz, hiç bir zaman sonu gelmeyecek bir modernizasyon süreci; yani yaratıcı yıkıma karşı duyulan karşı konulmaz, dayanılmaz ve giderilemez susuzluk.

Modern olmak demek, şu anda olduğu gibi o günlerde de, durmadan ilerlemek, hareketsiz kalamamak ile eşanlamlı hale gelmişti. Hareket halindeyiz ve sürekli hareket etmek zorundayız. Bunun tek nedeni, MaxWeber’in ifade ettiği gibi “hazzı erteleme” değil, hazza ulaşmanın imkânsızlığıdır. Tatmin ânı, çabalarımızın sonunda ipi göğüsleyeceğimiz ve bir nefes alıp kendimizi kutlayabileceğimiz varış noktası, hep bizim önümüzde, en hızlımızdan daha hızlı gitmektedir. Tatmin hep gelecektedir ve başarı, ona ulaştığımız anda bütün cazibesini ve doyurucu gücünü yitiriverir. Tabi hevesimiz daha önce kırılmadıysa. Modern olmak demek hep kendinin önünde olma, sürekli bir kendini aşma mücadelesidir.

Kalkınma ve gelişme umutları, devlet hazinesindeki yüklü para yerine, gözünü vergi mükelleflerinin cebindeki iki kuruşa dikmiştir.

Toplum tarafından kurtarılma diye bir şey söz konusu değildir artık. Margaret teaher daha açık bir şekilde "toplum diye bir şey yoktur" demişti.

Artık “sizi izleyen Büyük Birader” de yok; sayıları gittikçe artan dizi dizi Büyük Biraderleri ve Büyük Kız Kardeşleri izlemek, belki işinize yarayacak bir şey, öykünebileceğiniz bir örnek veya onlar gibi sizin de bireysel olarak çözmeniz gereken ve ancak bireysel olarak çözülebilecek sorunlarınızla başa çıkmanızda bize yol gösterecek bir öneri bulma umuduyla onları yakından ve dikkatle takip etmek sizin göreviniz artık.


Yurttaşla kavgaya tutuşmuş birey


Üyelerine birey rolü vermek, modern toplumun alametifarikasıdır. Ne var ki bu rol dağılımı bir kerelik bir şey değil, her gün yinelenen bir eylemdir. Modern toplum, adına “toplum” denen karşılıklı ilişkiler ağını her gün yeniden kurup yeniden biçimlendiren bireylerin faaliyetleri sayesinde olduğu kadar, aralıksız bir şekilde üyelerini “bireyselleştirerek” de var olur.
Erken modernite, “şeyleri” tekrar yerine yerleştirmek amacıyla yerinden sökmüştü. Yerinden söküm toplumdaki herkesi ilgilendiren bir durumken yerine yerleştirme bireyin önüne konmuş bir görevdi. Mülkün, özellikle miras yoluyla edinilen mülkün katı sınırları bir kere kırıldıktan sonra, modern çağın insanlarının önüne konan “kendi kimliğini kurma görevi, “el âlemden geri kalmama yarışına, yani yükselen sınıf temelli toplumsal ilişki tür ve modellerine etkin bir şekilde katılma, örüntüyü yansılayıp ona uyma, grubun dışında kalmak yerine genele ayak uydurma, normdan sapmama çabasına dönmüştür.

Yerinden sökülmüşleri yeniden yerleştirmek için müsait bir yatak olmadığı gibi, olanlarda oldukça kırılgandır ve “yerine yerleştirme” işi tamamlanmadan önce çoğunlukla kaybolup giderler. Bunların yerine daha çok, herkesi sürekli olarak hareket halinde tutan ama karşılığında hiçbir “başarı” veya huzur vaat etmeyen, bir şeye ulaşma, nihayet endişelenmeyi bırakabileceğimiz, silahlarınızı çıkarıp dinlenebileceğiniz bir hedefe “ulaşma” tatmini sunmayan, çeşitli boyut, tarz, sayı ve konumdaki sandalyelerle oynanan “köşe kapmaca oyunları” vardır. Yerinden edilmiş bireylerin tuttuğu yolun sonunda bir “yerine yeniden yerleştirilme” umudu yoktur.

Bireyselleşme, eskiden olduğu gibi şimdi de bir tercih değil, yazgıdır – tek fark, modernitenin eskiden katı ve ağır, şimdi ise akışkan ve hafif olmasıdır. Bireysel tercih özgürlükleri ülkesinde bireyselleşmeden uzak kalma ve bireyselleşme oyununa katılmama seçeneği diye bir şey yoktur.

Biri hastalandığında, sağlığına dikkat etmediği ve temizlik koşullarına uymadığı varsayılır; iş bulamıyorsa, iş görüşmesi becerilerine yeterince öğrenememiş ya da iş bulmak için yeterince çaba göstermiyordur. Veya düpedüz tembeldir; kariyeri konusunda ne yapacağından emin değilse ve gelecekten endişe duyuyorsa, kolay arkadaş edinemiyor ve insanları etkileyemiyordur, kendini ifade edebilme ve başkalarını etkileme becerilerini zamanında öğrenip kavrayamamıştır. Her halukarda, şu günlerde insanlara söylenen budur ve herkes de bunun gerçekten de böyle olduğuna inanmaya ve doğal bir şeymiş gibi davranmaya başlamıştır.

Kaçınılmaz bir yazgı olarak bireysellik ile insanın kendini gerçekçi ve pratik bir şekilde var etme kapasitesi olarak bireysellik arasındaki fark gittikçe açılmaktadır.

Bireyselleşme kazanında kaynatılan o lezzetli özgürlük çorbasının içine mide bulandıran bir çaresizlik sineği düşmüş durumda; bir tür iktidarsızlık olarak görebileceğimiz bu çaresizlik, özgürlükle birlikte geleceğe beklenen güç ve yetki nedeniyle çok daha iç bulandırıcı ve rahatsız edici hissedilmektedir.

Bireysel güçlerimizi bir araya getirip kolektif bir eylem gücü oluşturabilirsek, belki tek başımıza yapmayı hayal bile edemeyeceğimiz şeyleri yapabiliriz. Belki … Ufak bir pürüz dışında: Bireysel sıkıntıların, ortak çıkarlar etrafında bir araya gelip yoğunlaşarak ortak bir eyleme dönüşmesi pek öyle kolay gerçekleşecek gibi değildir zira zoraki bireylerin bugünkü ortak dertlerinin çoğu, bir araya geldiğinde anlamı bir bütün oluşturacak gibi değildir. “Ortak bir dava” etrafında “toplanmaya” uygun değildirler. Yan yana gelebilirler fakat kaynaşıp bir bütün oluşturamazlar. Bireysel sıkıntılarımız, daha en başından, başkalarının sıkıntılarına bağlanıp kenetlenecek “ara yüzden” yoksun olarak doğmaktadır, denebilir.
De Tocqueville’in  dediği gibi “Özgürlük insanı duyarsızlaştırabilir. Birey, yurttaşın en büyük düşmanıdır.”

Bireyselleşmenin öteki yüzü, vatandaşlık kavramının yavaş yavaş eriyip yok olmaya yüz tutmasıdır.

“Kamu”, “özelin” sömürgesi olmuştur, “kamu yararı”, kamuya mal olmuş isimlerin mahrem hayatlarına duyulan meraka indirgenmiş, kamusal yaşam sanatı özel hayatların herkesin gözleri önünde yaşanmasına ve mahrem duyguların kamu önünde dile getirilmesine dönmüştür. Bu tür indirgemelere direnen “ortak meseleler” ise tamamen anlaşılmaz ve kavranamaz hale gelirler.

Richard Sennett’in ısrarla altını çizdiği gibi, mahremiyetin paylaşımı “cemaat inşası” için tercih edilen, belki de elimizdeki tek yöntem olma yolundadır.

Bireyselleşme artık kurumsallaşmıştır ve kalıcıdır.


Bireyler toplumunda eleştirel kuramın içine düştüğü zorlu durum

Modernleşme dürtüsü, her türlü biçimiyle gerçekliğin zorunlu bir eleştirisi demektir. Bu dürtünün özelleştirilmesi ise, kişinin kendine karşı duyduğu sürekli bir memnuniyetsizlikten doğan zorunlu bir özeleştiri demektir. De jure bireyseniz, yaşadığınız sefalet için kimseyi suçlayamaz, başarısızlığınızın suçunu kendi miskinliğiniz ve tembelliğinizden başka bir şeye yükleyemez ve hep daha çok çabalamaktan başka bir çare arayamazsınız.
Kendisine sürekli olarak kendi yazgısının efendisi olduğu söylenen bireyin, öz benlik tarafından yutulmaya ve öz benliğin imkânlarıyla idare edilmeye direnen her şeyde konuyla bağlantı bulmak için pek bir nedeni kalmaz; fakat böyle bir nedene sahip olmak kadar, davranışlarını bunun üzerine kurmak, yurttaşın alameti farikasıdır.


Eleştirel Kuram Yeniden

Yayılım veya seyreltim yoluyla bilgi kendini kaçınılmaz olarak kanaate, ön yargıya ya da düpedüz inanca dönüştürdüğü için, irfan sahibi kişilerce edinilen gerçek bilgiyi ilim irfan yoksunları arasına yaymak da işe yaramaz.


Kanaate dayalı uzlaşma hiçbir zaman evrensel uzlaşma olamaz. Evrensellik iddiasındaki, özellikle evrensel kabul görme iddiasındaki her inanç, zorunlu olarak, aynı iddiadaki bir karşı-inancı doğurur. Yayılım (diffusion) ya da seyreltim (dilution) yoluyla bilgi kaçınılmaz olarak kendini kanaate, önyargıya ya da düpedüz inanca dönüştürdüğü için, irfan sahibi kişilerce edinilen gerçek bilgiyi ilim irfan yoksunları arasında yaymak da işe yaramaz. 

Felsefenin hakikati ile dünyanın gerçekliği arasındaki boşluk kapanmadığı sürece devletin despotlaşacağı acı gerçeğinden kaçış yoktur.

Zorba bir iktidarı zorba yapan şey, “ötekilerin” duygu ev düşüncelerini önemsememek, kendi düşünesinden başka bir düşünceye önem vermemek olduğuna göre, yapılması gereken bir ucunda kibirli aldırmazlığın, diğer ucunda sessiz muhalefetin yer aldığı şizmogenetik zinciri kırmak ve her iki tarafın bir araya gelip verimli bir diyaloga girebileceği zemini bulmaktır.

Felsefeciler kendilerini, daha doğru dürüst ne olduğunu anlamadan “ya böyle kabul et, ya bırak git” seçeneğiyle karşı karşıya buldular. Ya bütün risklerine rağmen bu bağı [politikayı] kullanacaklar ya da (düşüncenin bozulmadan kalması için) ondan uzak durup iktidar ve iktidar sahipleri ile aralarındaki mesafeyi koruyacaklardı. Diğer bir deyişle seçim, “kısır kalmaya mahkûm hakikat” ile “hakikate ihanet etmeye mahkum erk [potency]” arasında yapılacak bir seçimdi. (Yazar, “hakikat” peşindeki felsefecilerin toplum nezdinde “üstad”ların gözden düşürülmesi ve herkesin TV ve Medyanın müşterisi yapılması ile seslerini duyuramaz olduklarını, bunu kabullenip köşeye çekilmenin “hakikati” kısırlaştırdığını, ancak modern zamanlarda hakikati duyurmanın tek yolu olarak kalan politikaya bulaştıklarında da politikacıların “hakikat” gösterilerinin bir figüranına dönüşüp “hakikate” ihanet etme seçeneği ile karşı karşıya kaldıklarından şikâyet ediyor. Sanırım-AHÇ)

Yasa koyucuları ve kolluk kuvvetlerini göz ardı etmek, yasa koyucu akıl nezdinde söz konusu bile olamazdı. İster destekleyici ister muhalif olsun, devletle ilişki içinde bulunmak, dönemin belirleyici açmazıydı: Durum, gerçek anlamda bir ölüm kalım meselesiydi.  


Yaşam politikasının eleştirisi

Eleştirel kuram tarafından işgal edilmeyi bekleyen yeni bir kamusal kurtuluş gündemi söz konusudur. Kendi eleştiri politikasının oluşmasını bekleyen bu yeni kamusal gündem, modern insanlık durumunun “akışkanlaştırılmış” bir versiyonuyla birlikte –ve özellikle bu durumdan doğan “bireyselleşmiş” hayat hedeflerinin dümen suyunda- yükselmektedir.

Firavun o gün angaryacılara ve halkın başındaki görevlilere buyruk verdi: “Kerpiç yapmak için artık halka saman vermeyeceksiniz. Gitsinler, kendi samanlarını kendileri toplasınlar. Ancak aynı sayıda kerpiç yapmalarını isteyin, kerpiç sayısını azaltmayın.” Angaryacılar firavuna saman olmadan kerpiç yapılamayacağını söyleyip, firavunun imkânsızı istediğini belirttiklerinde, firavun başarısızlığın hesabını onlara kesti: “Tembelsiniz, tembelsiniz.” Günümüzde, tembelleri angaryacılara kırbaçlatacak bir firavun yok. ( Hatta kırbaçlamanın yerini “kendini cezalandırma” almış durumda –kendi işini kendin yap) Fakat günümüzün otoriteleri yine de saman arzını kesmiştir ve kerpiç yapanlara işin, sırf onların tembellikleri yüzünden doğru dürüst yapılamadığı söylenmektedir.

Kamusal iktidarın varlığı, bireysel özgürlüğün tamamlanmamışlığına işaret ederken, küçülmesi veya tamamen ortadan kalkması, yasal olarak kazanılan özgürlüğün pratik iktidarsızlığının habercisidir.

Gerçek anlamda özgürleşmek için “kamusal alana” ve “kamusal iktidara” bugün daha çok ihtiyaç vardır. Paradoks gibi görünse de, bireysel özgürlüğü baltalamak değil güçlendirmek için, özel alanın işgalci gücüne karşı direnmesi gereken taraf, kamusal alandır artık. (s:88)

Bireyselleşme süreci yalnızca tek yönlü bir yol gibi görünmekle kalmaz, yolda karşısına çıkan ve bir zamanlar hedeflediği amaçlara ulaşmak için kullanabileceği bütün olası araçları işe yaramaz hale de getirir.



2 - BİREYSELLİK

“Gördüğün gibi burada, olduğun yerde kalmak için koşabildiğin kadar koşarsın. Başka bir yere ulaşmak istiyorsan, bunun iki katı hızla koşman gerekir!
Lewis Carroll, Aynanın İçinden

Horace Walpole, 1769 yılında Sir Horace Mann’a gönderdiği mektupta “Dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir.” diye yazmıştı.

Ağır kapitalizm, hafif kapitalizm      

Günümüz modern dünyasında, yani uzatmalı bir izne çıkan Tanrı’nın yokluğunda, düzen tasarlama ve idame ettirme görevi insanlara düşmüştür. (Yani seçkinlere -K.G.)

Karl Marks’ın farkına vardığı gibi, egemen sınıfların fikirleri egemen fikirler olma eğilimindedirler. Yaklaşık iki yüz yıl boyunca dünyaya kapitalist şirketlerin patronları hükmetti –yani, neyin uygulanabilir, neyin uygulanamaz olduğunu onlar söyledi; makul olanı akıldışı olandan, anlamlı olanı anlamsız olandan onlar ayırdı; insanların hayat çizgilerinin çerçevesini belirleyecek alternatiflere onlar karar verdi. Dolayısıyla, egemen söyleme işlenen ve o söyleme bir gerçeklik kazandıran dünya, onların, kendi tasavvurlarının suretinde yarattıkları ve yeniden şekillendirdikleri dünyayla birlikte tasavvur ettikleri dünyaydı.

Son birkaç yüzyıldır akademi dünyasının, kapitalistlerin tasarlayıp ortaya koydukları dünyadan başka kavramsal ağlarına düşürecekleri, üzerine kafa yoracakları, tanımlayıp yorumlayacakları başka dünyaları kalmadı. Bu dönem boyunca iş ve akademi dünyası –aslında birbirleri ile konuşarak anlaşamadıkları için- aralarındaki mesafeyi korur görünseler de, sürekli bir aradaydı. Bir araya geldikleri toplantı odasını ise –şimdi de olduğu gibi- büyük ortak dayayıp döşemişti. (Yani Kapitalist, sermayedar asıl patrondu.-AHÇ)

Fordizm, “ağır”, “hantal” ve “katı” aşamasındaki toplumun kendi durumuna uyanmasını sağladı.

Henry Ford’un dehası, endüstriyel kalesini koruyup savunacak her unsuru aynı mekânda tutmanın –onları ayartıp, firar etmeye veya taraf değiştirmeye özendirecek her türlü etkiyi uzak tutmanın- yolunu bulmuş olmasıydı.

Henry Ford, bir gün, işçilerinin ücretlerini iki katına çıkarmaya karar verdi… İşçileri zincirlerine daha sıkı sarılsınlar diye o güne kadar görülmemiş bir zam yapmıştı.

İşçileri tezgâhları başına bağlayan, onları yerlerinden kıpırdayamaz hale getiren görünmez zincir, Cohen’in sözleriyle, “Fordizmin ta kendisiydi”.

“Ağır kapitalizm” gemisinin yolcuları, kaptan köşküne çıkma ayrıcalığı ve yetkisi olan seçkin mürettebatın gemiyi de idare edip hedefine ulaştırabileceğine (her zaman haklı olmasalar da) inanıyorlardı. Yolcular böylece bütün dikkatlerini, geminin her yanında asılı ve kalın harflerle yazılı yönerge ve kuralları öğrenmeye ve onları uygulamaya verebiliyorlardı. Şikâyet etseler de bu, gemiyi limana yeterince hızlı ulaştırmayan ya da yolcuların rahatıyla hiç ilgilenmeyen kaptana karşı oluyordu. Diğer yandan, “hafif kapitalizm” uçağın yolcuları, pilot kabinin de kimsenin olmadığını ve üzerinde “otomatik pilot” yazan esrarengiz kara kutudan uçağın nereye uçtuğu, nereye ineceği, hangi havaalanına inileceğine kimin karar verdiği ve yere sağ salim inmek için yolcuların yapabileceği herhangi bir şey olup olmadığıyla ilgili bir şeyler öğrenmenin imkânsız olduğunu dehşetle fark ediyorlar.


Arabam var, seyahate engel bir durumum yok

Weber, “araçsal rasyonalitenin” çok kısa bir zaman içinde zafere ulaşacağını öngörmüştü. İnsanlığın gidişatının aşağı yukarı nasıl sonuçlanacağı ve insan eylemlerinin sonunun geldiği apaçık ortadayken insanlar, sonunda kendilerini araç sorunsalı üzerine kafa yorarken, yani gelecek, deyim yerindeyse, araç-takıntılı bir gelecek olacaktı.

Çözümü bulduk, Şimdi sıra sorun bulmada”. “Ne yapabilirim?” sorusu, “Yapmak zorunda olduğumu ya da yapmam bekleneni nasıl en iyi şekilde yaparım?” sorusunu bir kenara atmış, tüm eylemi sultası altına almıştır.

Bugünlerde yeni distopyalar yazılmayışı şaşırtıcı değildir: Seçimlerini özgürce yapan bireylerin post-Fordist, “akışkan modern” dünyası, haddini aşan herkesi cezalandıracak, tehditkâr bir Büyük Birader’den korkmuyor artık. Diğer yandan, böyle bir dünyada, iş nelerin yapmaya veya sahip olmaya değer olduğuna, küçük kardeşinizi hayattaki zorbalardan korumak için kimlerden medet umulabileceğine karar vermeye geldiğinde güvenebileceğiniz ve inanabileceğiniz, munis ve şefkatli bir Ağabey’e fazla bir yer yok; bu nedenle, iyi bir toplumu anlatan ütopyalar da yazılmıyor artık. Deyim yerindeyse şimdi her şey bireye indirgenmiş durumda. (Bir tarafta bireyin kimseye karşı bir vefa borcu, sorumluluğu yok, ama kimseden de yardım bekleyemez halde.-AHÇ)

… görünürde sonsuz sayıdaki seçenek içinde yaşamak sayesinde “sıradanlaşma özgürlüğünü” tadarız. Bu lezzet sonrasında ağızda acı bir tat da bırakır, zira sıradanlaşma kısmı hiçbir şeyin kesin olarak sona ermediğini ve önümüzde yaşayacak daha pek çok şey olduğunu ima ederken, “biri olma” durumu hakemin maçı bitiren düdüğüne de işaret etmektedir. “Amaçlara bir kez ulaşıldıktan sonra artık özgür değilsindir; sıradan biri olduğunda sen kendin olamazsın.”
Olasılıklarla dolu bir dünya, en açgözlü müşterinin bile hepsini teker teker tadamayacağı kadar çok çeşitli yiyecekle donatılmış açık büfeye benzer. Yemek sırasında bekleyenler tüketicidir ve tüketicilerin çözmesi gereken sorunların en ağırı ve can sıkıcı olanı, önceliklerini belirlemek, yani henüz değerlendirilmediği bazı seçeneklerden vazgeçmek ve öylece, dokunulmamış olarak bırakmaktadır. Tüketicinin sefaleti, seçeneklerin azlığından değil, gereğinden fazla oluşundandır. “Seçeneklerimi en iyi şekilde kullandım mı?” sorusu, tüketicinin kafasındaki en rahatsız edici, gece uykusuz bırakan sorudur.

Marina Bianchi ‘nin belirttiği gibi: Kurumsal açıdan, hata yapma veya hatalı bulunma ihtimali olmayan taraf şirketler değil tüketicilerdir.

Seçimlerde hata yapmanın söz konusu olmaması hem bir nimet hem de lanettir, zira bunun için ödememiz gereken bedel, sonu gelmez bir kararsızlık ve hiçbir zaman doyurulamayacak bir tutkudur. Bu durum satıcılar için iyi haberdir, piyasada kalıcı olabileceklerine işaret eder fakat alıcılar için kararsızlık, acılar içinde kıvranmak demektir.


Anlatma bana, göster!

Lider”, “iyi” ya da “doğru” bir toplum kurmayı amaç edinmiş ve kötü veya uygun olmayan alternatiflerini tüm gücüyle uzak tutmaya çalışmış bir dünyanın yan ürünü ve çok önemli parçasıydı. “Akışkan Modern” dünya bunların ikisini de yapmaz. Margaret Teacher’ın meşhur ve o kadar talihsiz  “Toplum diye bir şey yoktur” sözü hem kapitalizmin değişen doğasını yansıtan fazlasıyla dürüst bir görüş hem bir niyet beyanı hem de kendini gerçekleştiren bir kehanettir. Ardından gelen dalga, düzgüsel ve koruyucu ağların dağılmasına neden olmuştur ki bu da, sözcüğün gerçek bir karşılık bulmasına, neredeyse ete kemiğe bürünmesine bir hayli katkıda bulunmuştur. “Toplumsuzluk”, ütopyasızlık ve distopyasızlık demektir.  

Hiç şüphesiz, “bilgi sahibi” olduklarını iddia eden yeterince fazla sayıda kişi vardır ve bunların arasında, onların bilgi sahibi olduğuna iman edecek pek çok müridi olanlar da vardır. Bilgi sahibi böyle insanlar önder değildirler; en fazla, rehber olurlar. Aralarında en önemli fark, önderler peşlerinden gidilen insanlarken, rehberlerin işe alınıp gerektiğinde görevine son verilebilir. Önderler disiplin bekler ve talep ederler; rehberler ise en fazla ciddiye alınıp sözlerinin dinlenmesine bel bağlayabilirler. Ama sözlerini dinletmek için önce müstakbel dinleyicilerinin dikkatini çekmeleri gerekir. Önderler ile rehberler arasındaki bir diğer önemli fark da, ilkinin bireyin iyiliği ile toplumun iyiliği ya da kişisel endişeler ile kamusal meseleler arasında bir arabulucu, iki dilli bir çevirmen işlevi görmesidir…Rehberler danışanların kendileri için kendi başlarına neler yapabileceğiyle ilgilenir. Güçlerini birleştirdiklerinde birbirleri için hep birlikte neler yapabilecekleriyle değil.

Kendi türünde (kişisel gelişim) en çok satanlardan biri olan kitabında MelodyBeattie, okurlarına yarı uyarı yarı tavsiye niteliğinde şu sözleri söyler: “Kendinizi delirtmenin en garantili yolu başkalarının işine karışmak, aklınızı başınızda tutma ve mutlu olmanın yolu ise kendi işinize bakmaktır.”…Başkalarının dertleriyle ilgilenmek size fazla bir şey kazandırmaz ve dikkatinizi, sizden başka kimsenin yapamayacağı işten uzaklaştırır. Böyle bir mesaj, SamuelButler’ın“Haz, hak veya görev duygusundan daha güvenli bir yol göstericidir,” önermesini ister istemez kendilerine düstur edinmiş ve bundan az da olsa vicdani bir rahatsızlık duyan yalnız kurtların içini rahatlatacak bir mesajdır.

“Biz”, önderlerin en çok kullandığı kişi zamiridir. Onlar için “biz” “ben”in çoğuludur. Rehberler ise bu zamiri çok az kullanırlar.

Danışma oturumunun sonunda danışan kişiler, oturum başlamadan önce oldukları kadar hala yalnızıdrlar. Olsa olsa yalnızlıkları daha da pekişmiştir. Sonunda kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacakları konusunda içlerine doğan şüphe doğrulanmış, neredeyse kesinlik kazanmıştır…

Gittikçe artan sayıda insan, nedenini tam olarak söyleyemedikleri şekilde kendilerini mutsuz hissetmektedir. “Mutsuz olma” duygusu büyük bir sıklıkla dağınık ve oynaktır; sınırları belirsiz, kökleri fazlası ile karışıktır.

Jane Fonda’nın bütün kadınlara mesajı, bedenlerinin yalnızca kendilerine ait bedenim ve kendi ürünleri olduğu, bedenlerinden yine kendilerinin sorumlu olduklarıdır… Fonda’nın mesajının öbür yüzü de oldukça nettir: Bedeninize düşünceli ve özenli davranmanız gerekir; bu görevi ihmal ederseniz kendinizi suçlu hissetmeniz ve bundan utanmanız gerekir. Bedeninizdeki kusurlar sizin suçunuz ve sizin ayıbınızdır. Fakat günahtan arınmanın yolu, yalnızca ve yalnızca o günahı işleyenin elindedir.

Zengin ve ünlü olmanın elbette ki katkısı büyüktür; mesajı daha ağır ve etkili kılar. Jane Fonda, kendini bir otorite değil de bir örnek olarak sunmak için her ne kadar kendi çizgisinin dışına çıkmış olsa da, ününü ve servetini görmezden gelmek saflık olur.

Sohbet programlarına olan bağlılığı, insanoğlunun iflah olmaz dedikodu ve “ilkel merak duygusunu” kendini tatmin için kullanma hırsının bir uzantısı olarak aşağılamak ya da alaya almak yanlış ve yanıltıcı olduğu kadar küçük düşürücüdür de. Ağzına kadar araçla dolu fakat hedeflerin ürkütücü derecede belirsiz olduğu bir dünyada sohbet programlarından çıkarılan dersler çok temel bir soruyu cevaplamaktadır. Ve yadsınamaz bir faydacı değeri bulunmaktadır, hayatımı en iyi şekilde nasıl yaşayacağımı benden daha iyi kimse bilemez ve bunun için gerek duyabileceğim bütün kaynakları kendi becerimde, cesaretimde ve kararlığımda arayıp bulabileceğimi bildiğimden, benzer zorluklarla karşılaşan diğer insanların bunlarla nasıl başa çıktıklarını görmek son derece önemlidir. Benim ıskaladığım mucizevi bir çözüm yolu bulmuş, benim dikkatimi çekmeyen veya üzerinde yeterince düşünmediğim için göremediğim bir sırra erişmiş olabilirler.

Sohbet programları kişisel konuların kamusal alanda konuşulmasını meşru hale getirir. Konuşulmaz olanı konuşulabilir, utanılası olanı itibarlı kılar ve çirkin bir sırrı gurur duyulan bir şeye dönüştürür. Bu programlar büyük ölçüde şeytan çıkarma ayinleridir. …İçime attıklarım artık birer sır olmadığından, kazancım, iç dökmenin verdiği arınma duygusundan daha fazladır.

Jürgen Haberma’ın da aralarında bulunduğu pek çok önemli düşünür, “mahrem alanın” “kamusal alan” tarafından ele geçirilip sömürgeleştirilmesi tehlikesine dikkat çeker.

Kişisel sorunlar, kamu önünde dile getirildiklerinde kamuya mal olmazlar, kamunun gözü önünde bile olsalar kişisel olarak kalmayı sürdürürler ve kamu sahnesine taşınmakla başardıkları şey, “kişisel olmayan” diğer bütün sorunları kamunun gündeminin dışına itelemektir. Şu anda “kamusal meseleler” dendiğinde, sıklıkla, kamuya mal olmuş kişisel sorunları akla gelmektedir… İyi bir toplumda kamu yararı, kamusal adalet veya bireysel esenlik için ortak sorumluluk da kaybolanlar dünyasındaki yerini almıştır.

Söz konusu yaşam koşulları insanları bir lider değil, örnek almaya yönlendirmektedir…”Bilgi sahibi kişiler” her fırsatta onlara, herkesin kendi başına yapabileceği bir şeyi başka birinin yapamayacağını söylemektedir.

Aydınlanma ve rehberlik arayışı sürecinde kendi yargılarına ve kişisel çabalarına bel bağlamak üzere eğitilmiş izleyiciler ve dinleyiciler, “kendilerine benzeyen” başkalarının özel hayatlarına, bireysel acıların ancak “baş başa vererek”, “safları sıklaştırarak” ve “birlikte hareket ederek” hafifleyeceğine veya iyileştirilebileceğine inandıklarında ileri görüşlü kişilerin ve etkili konuşan hatiplerin hisselerine, nutuklarına ve vaazlarına baktıkları aynı şevk ve umutla bakmayı sürdürürler.


Bağımlılığa dönüşen tutku

Size akıl vermesi ve yol göstermesi için örnekler aramak bağımlılıktır. Ne kadar çok yaparsanız ona o kadar çok ihtiyaç duyar ve peşinde olduğunuz “uyuşturucudan” her mahrum kalışınızda kendinizi daha mutsuz hissedersiniz. 

Susuzluk/ihtiyaç giderme aracı olarak her türlü bağımlılık aslında kendi kendini yıkıma uğratan bir şeydir; ihtiyacı tatmin ihtimalini ortadan kaldırır. Örnekler ve hazır tarifler, yaşanıp sınanmadıkları sürece çekici kalmayı sürdürürler. Fakat neredeyse tamamı, getirmeyi vaat ettikleri mutlu sona ulaşmadan, sizi yarı yolda bırakır.

Tüketim yarışında bitiş çizgisi her zaman yarışmacıların en hızlısından daha hızlı koşar, fakat piste çıkmak zorunda kalmış koşucuların pek çoğunun kasları ve ciğerleri hızlı koşamayacak kadar zayıftır… Üstelik hiçbir ödül, henüz kazanamadığımız diğer ödüllerin cazibesini unutturacak kadar tatminkâr değildir ve henüz (ama henüz) bir kazananı olmadığı için bize çok çekici gelen sayısız başka ödül bulunmaktadır.

Tüketici faaliyetinin itici gücünün somut, ölçülebilir, net olarak ortaya konmuş ihtiyaçlar değil, çok daha değişken, uçucu, ele avuca sığmaz ve kaprisli, “ihtiyaçlar” kadar belli bir göndergesi olmayan, başka bir gerekçe veya “nedene” ihtiyaç duymaksızın kendi kendini üretebilen ve kendi kendinin itici gücü olabilen arzu olduğu bir süredir dile getirilmektedir.
Fiziksel ve ruhsal nesneler yığını ne kadar yüksek olursa olsun, hiçbir zaman tatmin olmamaya yazgılıdır.
Fakat bugünkü biçimiyle tüketim düzeni, HarvieFerguson’un işaret ettiği gibi, “arzunun uyarılması üzerine değil, ümit dolu fantazilerin serbest bırakılması üzerine kuruludur.”

Tüketici talebi ile arz arasındaki dengeyi korumak için daha güçlü ve her şeyden önce daha çok yönlü bir uyarana ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamaya en güçlü aday ise “dilektir.”

Arzunun gerçekleşmesi için nispet, kibir, kıskançlık ve kendini onaylama “ihtiyacı” gerekirken, dilek için önkoşıl yoktur. Satın alma alelade, beklenmedik ve anlıktır. Bir dileğin hem dile getirilmesi hem de gerçekleştirilmesindeki gibi bir rüyaya benzer yanı vardır ve bütün dilekler gibi yapmacık ve çocukçadır.


Tüketicinin Bedeni

Postmodern toplum, üyelerini birer üretici olarak değil, tüketici olarak angaje eder. Bu ayrım, çığır açıcı bir ayrımdır.
Üretim etrafında organize olmuş hayat, normatif kurallarla düzenlenir. Kişinin hayatını sürdürebilmesi ve üretici rolünün gereklerini yerine getirebilmesi için ihtiyaç duyulan şeylerin bir alt sınırı bulunduğu gibi, hayalini kurabileceği, arzu edebileceği ayıplama, azarlama ve müdahale korkusu duymadan- elde etmek için peşine düşebileceği şeylerin de bir üst sınırı vardır. Bu sınırın üstüne çıkan her şey lükstür ve lüks olana arzu duymak günahtır. Dolayısı ile esas olan uyumdur. (s:122)

Öte yandan tüketim üzerine kurulan hayat varlığını normlar olmadan sürdürmek zorundadır. Ona yön veren şey artık normatif kurallar değil, baştan çıkarma, sayısı ve şiddeti sürekli artan arzular ve hedefi belirsiz isteklerdir.
Üretenler toplumu, üyelerinin önüne standart olarak sağlıklı yaşamı koyuyorsa, tüketim toplumu fitness (bedensel olarak formda olma) idealini koyar.

Sağlık ve fitness iki farklı söyleme aittirler ve çok farklı endişelere hitap ederler. “Sağlıklı olmak” pek çok durumda, “istihdam edilebilir” –yani fabrikada gerektiği gibi çalışabilir, iş gereği çalışanın fiziksel ve ruhsal gücü üzerinde düzenli bir baskı oluşturabilecek “yükleri taşıyabilir”- anlamında kullanılır. “Fit olmak” demek, henüz denenmemiş ve öngörülmesi imkânsız duyguları yaşamaya hazır, esnek, “emici” ve uyum yeteneği yüksek bir bedene sahip olmak demektir.

Sağlık “norma bağlı kalmak” ise, fitness bütün normları yıkarak hâlihazırda erişilmiş bütün standartları geride bırakmaktır bile denebilir.

Tatmin ve haz soyut kavramlarla anlaşılmaz duygulardır: Anlaşılmaları için “öznel olarak deneyimlenmeleri” –yaşanmaları- gerekir. Kendi duygularınızın, yanınızdakilerinkiyle aynı derecede derin, heyecan verici veya “zevkli” olup olmadığını anlamanızın bir yolu yoktur. Fitness, ulaşıp elde etmeden öncene olduğunu tam olarak anlayamayacağımız bir idealdir.

Ivan Illich’in de işaret ettiği gibi “Sağlık arayışının kendisi birinci patojenik etmen hâkline gelmiştir.”

Sağlık, her geçen gün artan bir şekilde, risk optimizasyonu ile bir tutulmakta. Her durumda bu, tüketim toplumunun bedensel açıdan fit olmak üzere eğitilmiş sakinlerinin doktorlarından beklediği –ve bulamadıklarında onlara öfke ve düşmanlık duydukları- şeydir.


Bir arınma ayini olarak alışveriş

“Bedenim, kuşatma altındaki bir kaledir” yaklaşımı, her şeyden el etek çekmeye, içe kapanmaya ya da “perhize girmeye” yöneltmez; olsa olsa daha fazla tüketmek –ama bu sefer, ticari olarak sağlanan özel “sağlıklı” yiyecekler tüketmek- demektir. Zararlı yan etkileri olduğu anlaşılmadan ve bunun sonucu olarak piyasadan tamamen kaldırılmadan önce, “Yiyerek zayıfla” sloganı ile reklamı yapılan Xenical adlı bir ilaç, kilosuna dikkat edenler arasında oldukça popülerdi.
T.H Marshall’ın başka bir vesileyle işaret ettiği gibi kalabalık bir grup topluca bir yöne doğru koşuyorlarsa orada 2 soru sorulmalıdır: 1- Neyin peşinde koşuyorlar 2- Neyin önünden kaçıyorlar. Tüketiciler alışverişin vermeyi vaat ettiği zevklerin veya işinin ehli bir danışmanla geçirilecek bir seansın sonunda yaşanacağı söylenen derin ve rahatlatıcı duyguların peşinde koşuyor olabilirler. Fakat aynı zamanda adına “güvensizlik” denen bir acıdan da kaçış yolu arıyor olabilirler. Belki de bir kez olsun hata yapma, ihmal ya da işini iyi yapmama korkusu olmadan nefes almak istiyorlardır. Bir kez kendilerinden emin olmak, kendilerine güvenmek ve güvenilir olmak istiyorlardır.

Saplantıya/bağımlılığa dönüşmüş alışveriş, aynı zamanda, gecelerimize musallat olan dehşet verici kararsızlık ve güvensizlik cinlerinden arınmak için her gün yaptığımız gündüz ayinleridir de. Gerçekten de gündelik bir ayindir alışveriş.

Kendi cinini kendin çıkar ayininin gereklerini, alışverişten başka ne daha iyi yerine getirir ki?


Satın alma özgürlüğü - ya da bize öyle geliyor

Albert Camus “Günümüz insanları dünyanın tamamına sahip olamamanın acısını çekerler.

Yanılsama olsun ya da olmasın başkalarının hayatı (TV’lerden bize sunulan hayatlar-AHÇ) gözümüze birer sanat eseri gibi görünür. Ve bir kere o gözle baktığımızda kendimiz de aynısını yapmaya çabalarız: “Herkes kendi hayatını birer sanat eserine dönüştürmeye çalışır.”

Efrat Tseelon’un belirttiği gibi moda, bu nedenle, tam da aradığımız şeydir. Fantezilerimizin ne üstünde ne de altında, tam kararındadır.

Tüketim toplumunda, tüketici bağımlılığında –yani, alışverişe olan evrensel bağımlılıkta- pay sahibi olmak her türlü bireysel özgürlüğün, her şeyden önce farklı olma, “bir kimliğe sahip olma” durumunun olmazsa olmaz koşuludur… Kimlik –“biricik ve “kişisel” kimlik –herkesin ancak ve ancak satın aldığı ve alışveriş yoluyla edinebildiği bir malzeme üzerine işlenebilir. Bağımsızlık teslim olarak kazanılır. (S:132)

Arzu ettiğimiz hayat, “televizyon ekranlarında gördüğümüz” hayattır. Ekrandaki hayat, bizzat yaşadığımız hayatı küçük, önemsiz ve sıkıcı gösterir… Cristopher Lasch’ın söylediği gibi: “modern hayat elektronik imgeler tarafından öyle bir şekilde aktarılıyor ki başkaları ile ilişkimizde, karşımızdakinin eylemleri – ve bizim kendi eylemlerimiz- kaydediliyor ve uzakta, görünmeyen izleyicilere naklen yayınlanıyor veya daha sonra ayrıntılı olarak incelenmek üzere depolanıyormuş gibi düşünmekten ve buna göre hareket etmekten kendimizi alamıyoruz.    

Kişinin, kimsenin yönlendirmesi olmadan edindiği tercihler güncel beğeninin gerisinde kalabildiği için, onların da düzenli olarak güncellenmesi gereklidir.

Günümüzde ve genel olarak, hem kullanım hem de alım satım değeri olan malların üretiminde “dayanıklı malların” yerini “çok kısa sürede kullanılamaz olacak şekilde tasarlanmış “tek kullanımlık” mallar almaktadır. Jeremy Seabrook “Kapitalizmin malları insanlara teslim etmesinden çok insanları mallara teslim edilmesi söz konusudur; yani, insanların kişilik özellikleri ve hassasiyetleri öyle bir şekilde yeniden işlenmiş ve yeniden üretilmiştir ki satılmaları bile hayatlarımıza bir şekil ve anlam vermeye yeten ticaret malları, yaşantılar ve duygularla uyumlu hale gelmiştir.
İnsanlar, bugünlerde, zorlama ve baskıyla değil ikna ve baştan çıkarma yoluyla standartlara riayet ettiriliyor gibi… Boyun eğme, dışarıdan gelen zorlayıcı bir güç nedeniyle gerçekleşiyor gibi görünmekten çok, özgür iradenin bir tezahürüymüş gibi görünüyor.

Postmodern dünyada bütün ayrımlar akışkanlaşır, sınırlar ortadan kalkar ve her şey tam zıddıymış gibi de görülebilir; her şeyin aslında farklı olabilecekmiş gibi göründüğü fakat hiçbir şeyin temelde veya köklü bir şekilde farklı olmadığı ironisi temel duygu halini alır.

Seçenek yelpazesi son derece geniş ve olası yeni deneyimlerin sayısı neredeyse sonsuz olsa da seçim, hem bir lütuf hem de bir lanettir. Seçim yapan kişinin hayatı risklerle doludur. Kararsızlık, aslında oldukça lezzetli olan özgür seçim çorbasında yüzen mide bulandırıcı bir sinek olarak kalmaya mahkûmdur.

Asıl zevkli olan, koşunun kendisidir; ne kadar yorucu olursa olsun koşu yolu, bitiş çizgisinden daha eğlencelidir. Bu, “Göle giden yol gölden daha güzeldir,” deyişinin tam karşılığıdır. Hedefe varış, yani seçecek bir şeyin kalmadığı yer, çok daha sıkıcı ve yarınki seçeneklerin bugünküleri geçersiz kılmasından daha korkutucudur. Asıl arzu edilen şey arzunun tatmininden çok, kendisidir.

“Yoksullar zenginlerinkinden farklı bir kültürde yaşayamazlar. Parası olanların menfaatine göre kurgulanmış bir dünyada var olmak durumundadırlar. Ve yoksullukları ekonomik durgunluk ve küçülme yüzünden olduğu kadar, büyüme yüzünden de derinleşir.” S:138

Ekrandaki özgürlük ne kadar büyük, mağaza vitrinlerinden bize el sallayan güzellikler ne kadar baştan çıkarıcı olursa, yoksullaştırılmış gerçeklik duygusu o kadar derin, seçme hazzını, bir anlığına da olsa tatma arzusu o kadar baş döndürücü olur. Zenginin seçenekleri ne kadar çoksa, seçeneksiz kalan bir dünya diğerleri için o kadar çekilmez olur. (Vitrinler ve seçenekler zenginleştikçe fakirler için dünya o kadar çekilmez olur-AHÇ)


Birlikteyken Ayaktaydık, bölündük alışverişteyiz.

Arzularının peşinde özgürce koşabilmeleri için ihtiyaçları olan kaynaklardan yoksun zayıflar da vardır. (ilişkilerin istemsiz ama uzun vadeli sonuçları olan ve sona eren evliliklere kendi özgürlüklerinin ilanı gözüyle bakma durumunda olmayan çocukları saymak bile gereksizdir.) Kimlik değiştirme kişiye özel bir durum olabilir fakat her zaman için bazı bağların koparılması ve belli bazı zorunlulukların inkârını içermektedir; özgürce seçme hakkı tanınması bir yana, değişimin muhatabı olanların fikri sorulmaz bile

“Dükkan dükkan dolaşıp fiyat araştırması yapma” türü bir hayatın karakteristik özelliği olan kimlik esnekliği ve taşınabilirliği, kurtuluş vasıtaları olarak, özgürlüklerin yeniden paylaşımı enstrümanları kadar işlevsel değildir. Dolayısı ile kimliğin bu özelikleri hem bir nimet hem de lanettir – hem çok çekici ve arzu uyandırıcı hem de itici ve korku vericidir, birbirine taban tabana zıt duygular uyandırırlar. Tutarsız ve yarı nevrotik tepkilere neden olabilien çelişik değerlerdir. YvesMichaud’nun ifadesiyle, “Fırsatların aşırı çoğalmasıyla yıkım, dağılma ve parçalanma tehditleri de artmıştır.”



3  -  ZAMAN / MEKAN

Hazeldon: “Günümüzde en önemli sorun güvenliktir. Hoşunuza gitse de gitmese de durum budur. Çocukluğumun geçtiği Londra’dayken, bir cemaat içinde yaşardık. Yanlış bir şey yapamazdınız, çünkü herkes sizi tanırdı ve haberi hemen annenize ve babanıza uçururlardı. O ortamı, endişe içinde yaşamak zorunda olmayan mahalle ortamı burada yeniden kurmak istiyoruz.

Özlemle anılan geçmiş ile onun güncellenmiş kopyası arasındaki tek fark, Hazeldon’ın çocukluk anılarındaki cemaatin kendi gözleri, dilleri ve elleriyle kendiliğinden, pek üzerinde düşünmeden başardıklarının, Heritage Park’ta, gizli güvenlik kameraları ve giriş kapılarında kimlik kontrolü yapacak ve sokaklarda tebdil-i kıyafetle devriye gezecek onlarca silahlı güvenlik görevlisiyle yapılmaya çalışacak olmasıdır.

“Seçmenler ve seçkinlr –ABD’nin sınırları oldukça geniş orta sınıfı- isteseler, yoksulluğu bitirmeyi, etnik rekabeti kontrol altına almayı ve herkesi ortak kamu kurumlarına entegre etmeyi vaat eden bir hükümet politikasını seçebilirlerdi. Fakat onun yerine, kendilerine güvenlik satanları seçtiler; bu yüzden de özel güvenlik endüstrisi patladı.” (Zukin)
“Güvensiz sokakların” kan dondurucu ve sinir bozucu hayaleti insanları kamusal alanlardan uzak tutar ve onları kamusal hayatı paylaşma sanatı ve zanaatını yaşamaktan alıkoyar.

Daha çok sayıda cezaevi açarak ve ölüm cezası uygulayarak suçla “kıyasıya mücadele etmek” korku politikasına verilen en yaygın karşılıktır.


Yabancı yabancıyla karşılaştığında

Richard Sennett’in klasik tanımıyla şehir,“yabancıların yabancılarla karşılaştığı bir yerleşim birimidir”. Eklemem gerekirse, bunun anlamı, yabancılar yabancılarla birer yabancı olarak karşılaşırlar ve başladığı gibi birdenbire biten bu tesadüfi karşılaşmadan yine birer yabancı olarak çıkarlar… Bu karşılaşma bir karşılaşmama ya da yanlış karşılaşmadır. Yabancıların karşılaşmasında, son görüşmede kalınan yerden devam etmek, arada atlatılan badirelerden veya yaşanan mutluluklardan bahsetmek, ortak anılardan dem vurmak diye bir durum söz konusu olmaz. Karşılaşma süresince anılacak veya üzerinde konuşulacak bir şey yoktur. Yabancıların karşılaşması geçmişi olmayan bir haldir. Ve genellikle geleceği de yoktur.

Çağdaş şehirlerde “kamusal alan” olan şehirlerin meydanı “medeni” bir kentsel mekân değildir. Meydanı gören bir ziyaretçinin dikkatini çeken ilk ve en önemli şey, mekânın hiç de konuksever olmayışıdır. Görülen her şey insanda hayranlık uyandırır fakat orada daha zaman geçirme isteği uyandırmaz. Muazzam genişlikte ve bomboş meydanı çevreleyen muhteşem tasarımlı binalar, içine girilmek için değil de yalnızca bakılmak için yapılmış gibidirler.
Kamusal ama medeni olmayan ikinci mekân kategorisi, tüketicilere hizmet etmek ya da, daha doğrusu, şehir sakinlerine birer tüketiciye dönüştürmek üzere inşa edilen mekânlardır. Liisa Uusitalo’nun sözleriyle, “Tüketiciler sıklıkla, gerçek anlamda bir sosyal ilişkiye girmeksizin konser veya sergi salonları, turistik yerler, spor kompleksleri, alışveriş merkezleri ve kafeler gibi ortak tüketim mekânlarını paylaşırlar. Bu tür mekânlar karşılıklı etkileşimi değil, bireysel eylemi teşvik ederler.”

George Ritzer’in“tüketim tapınaklarını” dolduran kalabalıklar belli bir amaç için toplanmış “cemaatten” çok, tesadüfen bir araya gelmiş bireylerdir, birlikten çok, güruhturlar. Ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar, bir arada alışveriş yapıyor oluşlarında “kolektif” hiçbir yan yoktur... İnsanlar bu tapınaklara konuşup sosyalleşmek için doluşmazlar.


Emik (kusan) mekânlar, fajik (yiyen) mekanlar, yer olmayanlar, boş alanlar

Tüketim tapınağının içinde olup bitenlerin, “kapının dışında” akıp giden günlük hayatın ritmi ve gidişatı üzerinde pek az etkisi vardır.

Ritzer’in “tapınak” mecazı çok yerinde bir mecazdır; alışveriş/tüketim mekânları gerçekten de hac yeridir.
Tüketim tapınaklarını tasarlayanlar, denetleyenler ve işletenler gerçek anlamda usta kalpazanlar veya dolandırıcılardır.
“Yer olmayanlarda” yapılması gerekenler ve yapılanlar ne olursa olsun, oradaki herkes evdeymiş gibi hissetmeli, fakat gerçekten evdeymiş gibi davranmamalıdır. Yer olmayan yer “kimlik, ilişkileri ve tarih ifade eden sembollerin olmadığı yerlerdir; örneğin havaalanları, otoyollar, tek tip otel odaları, toplu taşıma araçları vb. … Yer olmayan yerler dünya tarihinin hiçbir döneminde bu kadar geniş bir alana yayılmamışlardır.”

Boş alanlar, her şeyden önce, anlamdan yoksun oldukları için boşturlar. Boş oldukları için anlamsız değildirler.
Konferans için gittiğim şehirlerden birinde havaalanından otele uzun ve zahmetli bir yolculuk oldu. Şehir merkezinden geçen ve hemen her zaman yoğun trafiğin yollarından başka alternatif yokmuş iki saatte ancak vardık otele. Dönüşte ise yolculuk on dakikadan az sürdü. Şoför şehir içinden geçmemiş, kaba görünümlü işsiz güçsüz oldukları anlaşılan insanların olduğu, derme çatma, renksiz, ücra varoşlardan geçen yollardan götürmüştü beni. Rehberim, şehrin yoğun trafiğinden kurtuluş olmadığını söylerken samimiydi aslında. Taksi şoförünün beni geçirdiği “kenar mahallelerin” çirkin sokakları o haritada yoktu. Rehberimin zihnindeki haritada, o sokakların olması gereken yerde, sadece ve sadece boş bir alan vardı.

Farklı kategorilerdeki şehir sakinlerinin hareketlerine yön veren haritalar birbirleriyle tam olarak örtüşmez, fakat bir haritanın “anlamlı” olabilmesi için şehrin manasız görünen ve dolayısıyla –anlam kurma kurallarına göre- gelecek vaat etmeyen bazı bölgelerinin haritada gösterilmemesi gerekir. Bu, şehrin geri kalanına daha büyük bir anlam kazandırır.
Bir yerin boşluğu, ona bakanın gözlerinde ve şehri gezenlerin ayaklarında ya da araba tekerlerindedir. Girmediğimiz ya da kendimizi kaybolmuş ve korunmasız, şaşırmış, ürkmüş ve insanların görüntüsü yüzünden biraz da korkmuş hissettiğimiz yerdir boş alan.
                           

Sakın yabancılarla konuşma

Kamusal ama medeni olmayan yerlerin temel özelliği başkalarıyla etkileşime girmenin gereksiz oluşudur.
Yabancılarla karşılaşmaktan kaçınamıyorsak en azından ayrıntılardan kaçınabiliriz.

Richard Sennet “Kanun ve düzen isteyen seslerin en yüksek çıktığı zamanlar; cemaatlerin şehirdeki diğer insanlardan en çok soyutlandığı zamanlardır. Amerika’da şehirlerdeki etnik bölgeler son yirmi yıldır görece homojenleşmiştir; dışardan gelene karşı duyulan korkunun, bu etnik cemaatlerle ilişkinin kesilmesi derecesine varması tesadüf değildir.”

Farklılıklarla birlikte yaşamaktan hoşlanmak ve bundan faydalanmak bir yana, bu şekilde yaşayabilmek bile kolay edinilen bir beceri değildir; çok çaba harcamak gerekir.

Tek tip (cemaate) doğru gidiş hızlandıkça, “kapıya gelip dayanmış yabancılara” karşı duyulan korku da derinleşmektedir.
Etrafımızda gördüğümüz yabancılarla içimizdeki güvensizlik duygusunu birbiriyle kolaylıkla ilişkilendirebiliyoruz; başlangıçta sadece bir kuşkudan ibaret olan bu düşünce zaman içinde tekrar ede ede doğruluk kazanmakta, sonunda kanıta ihtiyaç duymayan bir veri haline gelmektedir.

SharonZukin’in dediği gibi, “kimse başkasıyla nasıl konuşulacağını bilmiyor”.

Dolayısı ile, başka herhangi bir kurmaca kimlikten daha fazla şey ifade eden etnisitenin, “kimsenin başkaları ile nasıl konuşulacağını bilmediği” korkutucu, çok sesli mekandan kaçıp, “herkesin birbirine benzediği” ve bu nedenle konuşulacak çok az şeyin ve konuşmanın kolay olduğu “güvenli bir özel bölgeye” çekilme söz konusu olduğunda akla gelen ilk seçenek olması şaşırtıcı değildir.

“İyi ve adil”toplum ideali politik söylemden elini eteğini tatamıyle çekmişken insanların tüketmeleri için onlardan yaptıklarından çok niyetlerini sunan bir politik şahsiyetin edilgen izleyicilerine dönüşmüş olmaları hiç şaşırtıcı değildir. Burada önemli olan izleyicilerin, kamuoyunun ilgi alanı içindeki  diğer şahsiyetlerden iyi bir seyirlik gösteri dışında pek bir şey beklememesi gibi, polikacılardan da bir beklentilerinin olmamasıdır.

Ötekini,” faklı olanı, yabancıyı ve dışarlıklıyı uzakta tutma çabası ve iletişim, uzlaşım ve karşılıklı bağlılık ihtiyacının önüne geçme kararlılığı, toplumsal bağların yeni kırılganlığında yada akışkanlığında kök salmış varoluşçu belirsizlik karşısında verilmiş tek –anlaşılabilir olmasa da – beklenen tepkidir. Bu kararlılık kirlenme ve arınmaya karşı günümüzde duyduğumuz saplantılı ilgiye, “yabancı unsurların” istilasını kişisel güvenliğe yönelik bir tehdit, güvenliği de (toplumsal) temizlik hali olarak görme eğilimimize çok uygundur. Ağzımızdan ve burnumuzdan vücudumuza giren yabancı maddelere karşı gösterdiğimiz hassas dikkat ile yakın çevremize sızan yabancılara karşı gösterdiğimiz temkinli yaklaşım, aynı bilişsel çerçeve içinde yan yana durur. Her ikisi de onları “sistemimizden atma” isteği uyandırır.

Georges Benko “Ötekilerden daha Öteki Ötekiler vardır; dışardan gelen yabancılar, Ötekini artık kavrayamaz olduğumuzdan dolayı insanları yabancı olarak dışlamak toplumsal bir patoloji göstergesidir.

“Sakın yabancılarla konuşma” –bir zamanlar endişeli anne babalar zavallı çocuklarını böyle uyarırlardı- şu günlerde yetişkin normalitesinin stratejik temel kuralı haline gelmiş durumda. Bu kural, yabancıların (strangers), insanların konuşmayı reddettiği kişiler olduğunu bir yaşam gerçeğiymiş ve doğru bir düsturmuş gibi yeniden önümüze koyar.
George Hazeldon’un Heritage Park projesi, sokakta yürüyen herkesin en nihayetinde birbirleriyle serbestçe konuşabildiği bir yer olacaktı. Serbestçe konuşabileceklerdi çünkü        -içinde hiçbir karşı düşüncenin geçmediği fakat kimsenin kimseyi onaylamak zorunda da olmadığı gündelik ve sıradan cümleler teatisi dışında –konuşacakları çok az şey olacaktı. Heritage Park cemaatinin herkesin hayalini kurduğu bu saf hale ancak ve ancak çözülme ve bağların koparılması ile ulaşılabilir.


Zamanın tarihi olarak modernite

Zamanın tarihi modernite ile başladı. Gerçekten de modernite, her şey den önce belki de başka her şeyin ötesinde, zamanın tarihiydi: Modernite, zamanın bir tarihe sahip olduğu zaman ki halidir.

Benjamin Franklin vaktin nakit olduğunu söyledi; insanı zaten “alet yapan hayvan” olarak tanımladığı için bu yargıya varabilmişti.

Zaman ile mekân arasındaki ilişki artık önceden belirlenmiş ve durgun değil, sürece bağlı, değişken ve dinamikti. “Mekanınfetihi” daha hızlı makineler anlamın da kullanılır oldu.


Ağır moderniteden hafif moderniteye

Ağır modernite, bölgesel fetihler dönemiydi… Modernitenin ağır versiyonunda ilerleme demek, boyut olarak büyüme ve mekânsal genişleme demektir.

Mekân, ancak kontrol edilebildiğinde gerçek anlamda fethedilebildi.

Ağır modernite zamanlarının en beğenilen ve en çok örnek alınan tasarlanmış rasyonalitesi olan “Fordist Fabrika” bir yüzyüze karşılaşma mekanı olduğu kadar sermaye ile emek arasında kıyılan “ölüm bizi ayırıncaya dek” türü bir evlilik yeminiydi de. BU evlilik daha çok , mantık ya da ihtiyaç giderme evliliğiydi; hiçbir şekilde bir aşk evliliği değildi. Fakat “sonsuza kadar” evli kalmaya kavl edilmişti ve çoğu zamanda öyle olmuştu. BU evlilik özü itibariyle –her taraf için de tekeşliydi. Boşanma söz konusu değildi. Evlil taraflar, iyi günde kötü günde birbirinden ayrılmayacaktı; biri olmadan diğerinin hayatta kalması mümkün değildi.

Rutinleştirilmiş zaman çalışanı olduğu yere adeta çivilerken, fabrika binalarının muazzam hacimleri, makinelerin ağırlığı ve en önemlisi, olduğu yere zincirlenmiş emek, sermayeyi bir arada tutan harçtı. Ne sermaye ne de emek yerinden kıpırdayamıyordu; zaten böyle bir niyeti de yoktu.

Acısız bir şekilde boşanma seçeneğinin söz konusu olmadığı bütün evlilikler gibi , sermaye ile emek evliliğinden de kavga dövüş eksik olmuyor ama diğer zamanlarda düşük yoğunluklu olsa da acımasız ve aralıksız siper savaşları yaşanıyordu. Fakat plepler (aşağı sınıf, işçiler-AHÇ) hiçbir zaman şehri terk etmeyi düşünmediler; yönetici soylular sınıfının ise böyle bir özgürlüğü kalmamıştı. (İkisi de yerlerinden ayrılamazdı. Aslında hem yönetici sınıf hem işçiler fabrikaya  zincirlendiler ve fabrikanın köleler,i haline geldiler-AHÇ)

Fabrika rutinin dondurulmuş zamanı, fabrika duvarlarının katılığıyla birleşince sermayeyi, en az kontrolü altındaki emek kadar yerinden kıpırdayamaz hale getirmişti. Ne var ki bütün bunlar, yazılım kapitalizmi ve “hafif” moderniteyle birlikte değişti. Sorbonne’dan Daniel Cohen durumu kısaca şöyle özetliyor: “Kariyerine Microsoft’ta başlayan birinin, yolun onu nereye götüreceği konusunda hiçbir fikri yoktur. Ford ‘da ya da Renault’da işe başlayan biri ise başladığı yerden fazla ileri gidemeyeceğini bilir.”

Söz konusu dei,şim, aslında, zamanın yok edilmesi maskesi altında mekanın, yeni bir şekilde bağlam dışına atılmasıdır…

Eylemler artık mekanla sınırlı değildir ve mekanın önemi neredeyse hiç kalmamıştır. Askeri uzmanların kullandığı anlamıyla “stratejik değerini” yitirmiştir.


Var olmanın Baştan çıkarıcı hafifliği

Yazılım dünyasının ele avuca sığmayan, anlık zamanı ayrıca değersizdir de. “Anındalık”, bir şeyin orada ve o anda gerçekleştiği demektir, fakat aynı zamanda tüketimin de anında olacağı ve ilginin hemen kaybolacağı anlamına da gelir.
“Zamanda bir an” deyişi, en azından kimi bakımlardan, bir oksimorondur. Kim bilir belki de zaman, bir değer olarak mekânı öldürdükten sonra intihar etmiştir? Zaten mekân, zamanın, kendi yok oluşuna doğru tutturduğu o çılgın koşunun ilk kurbanı değil mi?

Ağır modernite, sermaye ile emeği kaçması imkânsız demir bir kafeste tutuyordu. Hafif modernite bunlardan birini kafesten çıkardı… İşgücü kiralamak ve kullanmak isteyen bir kişi, bunu, işçinin bütün bedeni olmadan yapamaz ve kiralanmış bedenlerin ataleti, işverenlerin özgürlüğünün sınırlarını belirlerdi… Sermaye ile emeği yan yana getirmiş ve onların, iyi günde kötü günde, birlikte yaşamalarını sağlamıştı… Şu günlerde yeni bir “büyük dönüşüm” döneminden geçiyoruz… İnsan emeğinin, çağdaş sermayenin başlıca besin kaynağı, ya da “otlağı” haline gelmiş kısmının “bedensizleşmiş” olmasıdır.

Yazılım çağının somut varlığından sıyrılmış emeği, sermayenin ayak bağı değildi artık… Sermaye az yükle ve hızlı bir şekilde yolculuk edebilir ve onun bu hafifliği ve yüksek hareket kabiliyeti, diğer herşey için önde gelen belirsizlik kaynağı haline gelmiştir. Tahakkümün günümüzdeki temeli ve toplumsal bölünmenin en önemli nedeni budur.

Hantallık ve büyüklük ticari değere sahip varlıklar olmaktan çıkıp, ağır bir külfete dönüşmüştür. Devasa iş merkezlerini elden çıkarıp sıcak hava balonlarının sepetlerinde iş yapmayı tercih eden kapitalistler için batmadan su üstünde kalabilme özelliği en karlı ve değerli mal varlığıdır. Bu su üstünde kalma kalma özelliği, gereksiz bütün yükü atarak ve gözden çıkarabilir elemanları yerde bırakarak sağlama alınabilir… Nasıl ki “yönetim bilimi” ağır kapitalizm döneminin “insan gücünü” oldukları yerde tutmayı ve katı bir zaman çizelgesine göre çalışmaya odaklanmışsa ve bunun için işçileri zorlamış ya da rüşvet yoluyla ikna etmeye çalışmışsa, hafif kapitalizm döneminin yönetim sanatı da “insan gücünü” mobilize etmeyi hedefler, hatta buna zorlar. Uzun süreli birliktelikler, yerini kısa süreli karşılaşmalara bırakmaktadır. Kimse bir bardak limonata için bir bahçe dolusu limon ağacı dikmez.

Amerikan İşleyme Derneği’Nin kendi desteğiyle yürütülen çalışmadan öğrendiğimiz üzere “Firmaların küçülmek zorunda kaldıkları durumlarda işçilerin moral ve motivasyonları düşmüştür. Bu dönemi işten atılmadan atlatan işçiler, işten çıkarılanlara bakıp rekabetten zaferle çıktıklarına sevinmek yerine, sıranın kendilerine gelmesini beklemeye başlamışlardır.

Şirket yöneticileri, hayatta kalabilmek için, işçi çalıştıran uç birimleri küçültmek zorundadır, üst düzey yöneticiler de, borsadaki saygınlıklarını korumak, hissedarların oyunu almak ve maruz kaldığı ağır eleştiri salvosu sona erdiğinde yüklü tazminatlarını alıp köşelerine çekilmeye hak kazanabilmek için yönetim birimlerini küçültmek zorundadır… Oyunun amacı ve sonunda elde edilecek ödül, oyunun kendisi olur; ya da, daha doğrusu, eğer elde edilebilecek tek ödül oyunda kalmak ise, oyunun bir amacı olmasına gerek yoktur.


Anlık hayat

Akışkan modernite, zamanı bir yandan sonsuz hacimli bir kap seviyesine koyarken, diğer yandan onun sürekliliğini –değerini ve geçerliğini- yok eder.

Yirmi yıl önce Michael Thompson, dayanıklı/geçici ayrımının karmaşık tarihi üzerine öncü bir araştırma yayımladı. ”Kalıcı” nesneler uzun, hem de çok uzun bir süre boyunca bozulmadan kalmak üzere üretilirler; kendi haline bırakılırsa soyut ve uçucu olmayı sürdürecek sonsuzluk kavramını somutlaştırmaya, ona bir beden kazandırmaya olabildiğince çok yaklaşırlar; sonsuzluk imgesine, esasında, “dayanıklı tüketim malı” kavramının sahip olduğu varsayılan ya da öngörülen antikitesinden hareketle ulaşılmıştır.

“Dayanıklı” nesnenin karşıtı, kullanılmaları, yani tüketilmeleri ve tüketim süresi içinde tükenmeleri beklenen “gelip geçici” nesnelerdir. “Zirveye yakın olanlar kendi sahip oldukları nesnelerin dayanıklı, başkalarının nesnelerinin ise dayanıksız, gelip geçici olmasını isterler,” diyor Thompson. “Kaybetme lüksleri yoktur.” Thompson’a göre “sahip olunan nesnelerin dayanıklı nesneler olması” arzusu, “zirveye yakın olanların” sürekli olarak arzu ettikleri bir şeydir.

Akışkan modernitenin gelişi, inandırıcılıklarını ciddi ölçüde zayıflamıştır. Zirvedekileri zirvede kılan ve onlara sahip oldukları ayrıcalıkları sağlayan şey, dayanıklı nesnelerin dayanma sürelerini kısaltan, “uzun vade” düşüncesini akıllardan uzaklaştıran, insanları dayanıklı olandan çok geçici olan üzerine odaklanmaya yönelten, yeni ve aynı derecede gelip geçici, bir an evvel kullanılıp atılması gereken nesnelere yer açmak için eldeki dayanıksız malları çöpe gönderen Bill Gates’vari kapasitedir. Bir şeyi gereğinden uzun süre, yani “kullan-at” tarihinden sonra ve onların yerine geçecek “yeni ve daha gelişmiş” nesneler ve “yükseltme” seçenekleri piyasaya sürüldükten çok sonra bile elde tutmak ise, aksine, yoksunluk belirtisidir. Sonsuz sayıda olasılıklar kümesi sınırsız zamanın elinden o baştan çıkarıcı gücünü bir kez aldı mı, dayanıklılık bütün çekiciliğini yitirir ve değerli bir varlıktan, istenmeyen bir yüke dönüşür.

Ölümsüzlük düşüncesinin değer kaybetmesi, kültürel bir çalkantıya, insanlığın kültürel tarihindeki belki de en önemli dönüm noktasına işaret eder.

İnsanlık tarihi boyunca, fani insan hayatının ve gelip geçici eylemlerinin içinden sert ve “dayanıklı” tohum çekirdeklerini seçip ayıklamaya, şapkadan tavşan çıkarır gibi gelip geçiciliğin içinden süreklilik, süreksizliğin içinden devamlılık çıkarmaya ve dolayısıyla, ölümlü bireylerin ölümsüz insan türünün hizmetine sunarak, insanın ölümlülüğü tarafından konan sınırları aşmaya dayanır. Bu tür eserlere talep gittikçe azalmaktadır.

Bir zamanlar mağara adamlarının “yarını keşfetmiş” oldukları doğrudur. Fakat tarih, öğrenme olduğu kadar bir unutma sürecidir ve hafıza, seçici olmasıyla bilinir. Muhtemelen “yarın tekrar karşılaşacağız”. Belki de karşılaşmayacağız, ya da daha doğrusu yarın karşılaşacak olan “biz”, biraz önce karşılaşan “biz” olmayacak. Bu durumda, inanılırlık ve güven tahsisi nimet midir, yoksa sırtımızdan atmamız gereken birer külfet mi?

Anındalık çağında “akılcı tercih”, tatmin peşinde koşmak ama sonuçlarına katlanmaktan kaçmak, özellikle de bu sonuçların getirebileceği sorumluluklardan kaçmak demektir. Bugün yaşanan tatminin “dayanıklı” izleri, yarınki tatminleri ipotek altına almaktadır. Zamanda süreklilik, bir nimet olmaktan çıkıp bir külfete dönüşür; aynı şey iri hacimli, katı ve ağır her şey için söylenebilir.

İnce bedenler,fitness, hafif giysiler ve spor ayakkabılar, (sürekli iletişim içinde kalma ihtiyacı duyan göçebeler için icat edilmiş) cep telefonları, taşınabilir ve kullanılıp atılabilir eşyalar, anındalık çağının önde gelen kültürel simgeleridir.

Guy Debord’un ünlü sözleriyle, “İnsan, insan içinde yaşadığı zamana babasından daha çok benzer.” Dünü unutmak isteyen ve sanki yarına da artık inanmıyormuş gibi görünen yaşadığımız zaman insanları, bu yönleriyle anne ve babalarından ayrılmaktadırlar. Fakat geçmişin anısı ve geleceğe duyulan güven, şu güne kadar, gelip geçicilik ile kalıcılık, insanın ölümlülüğü ile elde ettiği başarıların ölümsüzlüğü arasındaki kültürel ve ahlaki köprünün iki önemli dayanağı olagelmiştir.



4 - EMEK

Henry Ford, 25 Mayıs 1916’da Chicago Tribune gazetesinin muhabirine şunları söylemişti: “Tarih aslında biraz zırvadır. Geleneği istemiyoruz. Şu anda yaşamak istiyoruz ve biraz olsun önemseyecek bir tarih varsa, o da bizim bugün yaptığımız tarihtir.”Ford açık sözlü biridir. “ İlerleme mi? Sakın bunun “tarihin bir işi” olduğunu düşünmeyin. İlerleme bizim işimizdir, bizim yani şimdide yaşayanların eseridir, Der. Gerçekten önemli olan tek tarih “henüz yapılmamış fakat yapılmakta ve yapılacak olan” tarihtir; yani gelecektir.

Pierre Bourdieu’nün yakınlarda arzuyla dikkat çektiği şeyi Ford göğsünü gere gere ilan ederdi: Geleceği fethetmek için önce şimdiyi yakalamak gerekir… İlerleme geçmişi yüceltmez. “İlerleme”, geçmişin önemsiz olduğuna inancın ve dikkate alınmaması gerektiği sonucuna ulaşıldığının beyanıdır.


Tarih boyunca ilerleme ve güven kavramları

“İlerleme” tarihe değil, şimdinin özgüvenine ait bir özelliktir. İlerlemenin en derin, belki de tek anlamı, birbirleriyle yakından ilintili iki inanca dayanır: “Zaman bizden yanadır” ve “olanları olduran biziz”. Bu iki inanç birlikte yaşar ve birlikte ölür.

Akışkan modernite çağının en can alıcı fakat cevaplanması en zor sorusu, (dünyayı daha iyi ya da daha mutlu bir yer yapmak için) “Ne yapmalı?” değil, “Bunu kim yapacak?” sorusudur.

Şu anda en belirgin hissedilen, Modern devletin gittikçe yorgun düşmesidir çünkü bugüne kadar ne tür şeylerin yapılması gerektiğine ve bunları kimin yapacağına karar veren politikanın insanları çalışmaya teşvik etme gücü –iktidarı- elinden çekilip alınmış durumdadır… Durumumuz, yolculuğun tam ortasındayken pilot kabininde kimsenin olmadığını anlayan uçak yolcularının durumuna benzer. GuyDebord’un dediği gibi, “Kontrol merkezi bir kült merkezidir artık; bundan böyle ne herkesin tanıyıp bildiği bir lideri, ne de belirli bir ideolojisi olacaktır.”

Şu anda bize yol gösterecek bir hedef olmaksızın, ne iyi bir toplum arayarak ne de içinde yaşadığımız toplumda bizi neyin kaygısız ve koşmaya istekli yaptığının farkında olarak yol alıyoruz.

Modernite, “üretilmiş” hayattan başka bir hayat tanımaz: modern insan için hayat verimli bir şey değil, henüz tamamlanmamış ve durmaksızın daha fazla gayret ve özen talep eden bir görevdir.

Yerleşik düzene geçenler labirentin duvarlarını şeffaflaştırmak, şeytani dönemeçleri doğrultmak ve işaretleri yerli yerine koymak ve koridorları iyi aydınlatmak için hemen işe giriştiler. Ayrıca rehber kitaplar ve gelecekte labirente girecekler için hangi dönemeçte dönüleceğini , hangilerinde dönülemeyeceğini gösteren açık ve anlaşılır yönergeler hazırladılar. Bütün bunların sonunda bir de baktılar ki labirent olduğu yerde, sapasağlam duruyor, üstüne üstlük labirent, birbirine karışmış ayak izleri, yönergeler kakafonisi ve geride bırakılmış geçitlere anbean eklenen daha karmaşık geçitler ve yeni çıkmazlar nedeniyle daha akıl karıştırıcı ve tehditkar bir hal almıştı… Labirentin içinde raslantı ve şaşkınlık hakimdir; bu da, Saf Aklın yenilgisine işaret eder.

Hayatın yolları yürüdükçe düzelmediği gibi, bir dönemeçten başarıyla dönmek, ileride de hep doğru köşelerden döneceğimiz anlamına gelmez.

Bırakın gelecek kuşakların mutlulyğuna yapacağı katkıyı, iş/emek, artık çalışan insan kardeşlerine ya da ulusun ve ülkenin kudretine getireceği gerçek veya varsayılankatkılara göre bile değerlendirilememkte, ondan kendi başına ve kendi içinde tatmin edici olması beklenmektedir. Çok az sayıda insan yaptıkları işin önemini ve kamusal yararlarını öne sürerek ayrıcalık, prestij veya bir onur payesi talebinde bulunur. İşten icrasını “soyutlaştırması”, onu “daha iyi bir insan haline getirmesi” neredeyse hiç beklemediği gibi, böyle bir nedenle takdir görmesi ve yüceltilmesi de çok ender rastlanan bir durumdur. Bunun yerine eğlenceli olması, heyecan peşinde koşan ve deneyim biriktiren tüketicinin arzuları ve estetik gereksinimlerini –üreticilerin ve yaratıcıların etik, Prometheus’vari misyonları kadar olmasa da ona yakın bir derecede- tatmin etmesi oranında ölçülür ve değerlendirilir.


İşgücünün yükselişi ve düşüşü

Bazı tahminlere göre 18. Yüzyıl Avrupa’sında kişi başına düşen milli gelir, aynı dönemde Hindistan Afrika ya da Çin’deki gelirin %30’undan daha fazla değildi. Oranın akıl almaz biçimde bozulması içinyüz küsur yıl yetti. 1870’e gelindiğinde sanayileşmiş Avrupa’da kişi başına düşen gelir, dünyanın en yoksul ülkelerinden on bir kat fazla hale gelmişti. Bir sonraki yüzyıl içinde bu oran beşe katlanarak 1995’te elli katına çıktı. Sorbonne’dan ekonomist Daniel Cohen’İn bahsettiği gibi “Uluslararası eşitsizliğin yeni bir olgu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim; sorun son iki yüzyılın eseridir.”

Şu kutsal sözlerin İskoçya’dan yükselmiş olması hiç tesadüf değildir: “Zenginlik emek harcayarak elde edilir; işgücü, zenginliğin başlıca, belki de yegâne kaynağıdır.

Karl Polonyi’nin Karl Marks’ın öngörüsünü dile getirirken dediği gibi ”yeni sanayi düzenine” hayat veren “büyük değişimin” başlangıç noktası emekçilerin, kendi geçim kaynaklarından kopmasıdır. Bu tarihi olay çok daha geniş kapsamlı kopuşun parçasıydı; rejim ve mübadele, daha genel, tam anlamıyla kapsayıcı, görünmez bir yaşam biçiminin en önemli parçası olmaktan çıktı ve buna uygun olarak ele alındığı koşullar yaratılmış oldu.

Yeni sanayi düzeni ve farklı bir toplumun –sanayi toplumunun- gelişini haber veren kavramsal ağındoğum yeri Britanya’ydı ve Britanya, toprağa bağlı sınıfını ve bu sınıfla birlikte toprak, alın teri ve zenginlik arasındaki “doğal” bağı yok etmiş olmasıyla komşularından ayrılıyordu. Toprağı ekip biçenlerin öncelikle işsiz, güzşüz, başıboş ve “sahipsiz” bırakılmaları gerekiyordu ki, “kullanıma hazır işgücü” olabilsinler ve bu yeni güç merkezi kendi yeni potansiyel “zenginlik kaynağını” bulabilsin. s:210

“Tarih zırvadır”, “Geleneği istemiyoruz”, “Şu anda yaşamak istiyoruz ve biraz olsun önemsenecek bir tarih varsa, o da bizim bugün yaptığımız tarihtir,” diyen aynı Henry Ford, çalışanlarının arabalarını alabilmesi arzu ettiğini söyleyerek, işçilerinin ücretlerini iki katına çıkardı. Elbette ki bu pek samimi bir açıklama değildi: Çalışanların aldığı otomobil sayısı, Ford’un toplam satış cirosunun çok az bir kısmını oluşturuyordu, fakat iki katına çıkan ücretler üretim maliyetleri üzerine oldukça ciddi bir yük getirmişti. Bu cüretkâr hamlenin gerçek amacı, Ford’un tedirgin edici derecede hareketli işgücünü dizginleme, kendine bağlama isteğiydi. Çalışanlarını Ford fabrikasına kesin ve güvenli bir şekilde bağlamak, onların başlangıç ve idame eğitimleri için yaptığı masrafları çıkarmak ve bu parayı yine çalışanlarının çalışma hayatlarını uzatmak için harcamak istiyordu. Bunun için, ekibini hareket edemez hale getirmek, güçleri tamamen tükenene kadar olmaları istenen yerde tutmak gerekiyordu. Onları, fabrikasındaki işe bağımlı kılmak ve emeklerini fabrikanın sahibi olan kendisine sattırmak zorundaydı, çünkü kendi serveti ve iktidarı için onları çalıştırması ve emeklerini kullanması gerekiyordu.

Hedef, sermaye ile işgücünü-ideal bir evlilik gibi- insan kaynaklı hiçbir gücün bozmasına izin verilmeyen ya da kimsenin bozmaya cesaret edemeyeceği şekilde bir araya getirmekti.

Gerçekten de katı modernite, aynı zamanda ağır kapitalizm –sermaye ile işgücü arasında gerçekleşen ve karşılıklı bağımlılıkla pekiştirilmiş birlikteliğin- çağıydı. İşçiler, geçimlerini sağlamak için istihdam edilmeye ihtiyaç duyuyorlardı; sermayenin ise kendini yeniden üretmek ve geliştirmek için insan gücüne ihtiyaç vardı… Sermaye ile işgücü, tabiri caizse, iyi günde kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm onları ayırıncaya dek birleşmişlerdi. Fabrika, ortak yaşam alanlarıydı –aynı anda hem muharebe meydanı hem de umutlarının ve hayallerinin yeşerdiği yerdi.
Bu durum şimdi değişmiştir ve çok yönlü bu değişimin en önemli malzemesi, “uzun vade” anlayışının yerini alan yeni “kısa vade” anlayışıdır. Ancak ölümün ayırabileceği evliliklerin modası geçmiş ve örneklerine çok az rastlanır olmuştur. Taraflar artık uzun süre bir arada kalmayı tercih etmedikleri gibi, böyle bir şey de beklemiyorlar birbirlerinden. Son yapılan tahminlere göre ortalama bir eğitim düzeyine sahip genç bir Amerikalı için, çalışma hayatı boyunca en az on bir kere iş değiştirmek normal ve beklenen bir durumdur... Günümüzün sloganı “esneklik” olmuştur ve işgücü pazarına uyarlandığında bu slogan, “bildiğimiz tanımıyla” iş kavramının artık geçerliliğini yitirdiğine işaret etmekte, onun yerine kısa vadeli veya periyodik olarak yenilenen sözleşmelerle, ya da ortada bir sözleşme olmadan verilen işlerin geçerli olduğu, iş güvencesinin olmadığı ve elemanların “ikinci bir bildirime kadar” koşuluyla işe alındığı dönemin başladığını bildirmektedir. İş hayatı, ağzına kadar belirsizliklerle doludur. 


Evlilikten birlikte yaşamaya

Bu durumun özellikle yeni hiçbir yanı yok, denebilir elbette; iş hayatı ezelden beri belirsizliklerle doludur. Ne var ki günümüzdeki belirsizlik, çarpıcı şekilde yeni bir tür korkulan felaketler güç birliği yaparak, bir araya gelip üzerinde uzlaşılan önlemler alarak baş edebilecek ya da en azından mücadele edilebilecek ve zararı en aza indirgenebilecek türden felaketler değildir. Şimdinin en korkunç felaketi rasgele patlak vermekte, kurbanlarını anlaşılması zor bir mantık izleyerek ya da hiçbir mantık olmaksızın seçmekte, tamamen rasgele darbeler indirmektedir ve sonunda kimin telef olup kimin hayatta kalacağını önceden etmenin hiçbir yolu yoktur. Günümüzdeki belirsizlik şiddetli bir bireyselleşme hareketidir. Birleştirmekten çok böler ve ertesi gün kimin hangi bölümde uyanacağı bilinemediğinden, “ortak çıkarlar” fikri gittikçe daha çok belirsizleşir ve bütün pragmatik değerini yitirir.

Çağdaş korkular, kaygılar ve acılar tek başına yaşanır. “Ortak bir dava” oluşturacak şekilde bir araya gelmezler, açık ya da örtük, hitap ettikleri belli bir hedefleri yoktur.

İşgücü istihdamı bir kez kısa vadeli ve istikrarsız hale geldikten sonra karşılıklı vefa ve bağlılığın yeşerme ve kök salma şansı kalmaz, çünkü oyunun sonu gelmeden önce terfi ve işten çıkarmayla ilgili neredeyse bütün kuralların bir kenara atılması veya değiştirilmesiyle birlikte işgücünün elinden istikrar beklentileri sökülüp alınmış, dolayısıyla bölük pörçük hale gelmiştir… İşyeri, birlikte yaşam kurallarının zaman içinde benimsenip sabırla uygulandığı ortak bir yaşam alanından çok, birkaç günlüğüne ziyaret edilen ve vaat edilen hizmetler yerine getirilmediği veya yerine getirilse de yetersiz bulunduğu anda terk edilebilen bir kamp yeri gibidir.

Sermaye, uzak geçmişin “topraklarından uzakta yaşayan derebeylerin” hiçbir zaman tam olarak ulaşamadığı bir şeyi başarmış, geçmişte kimsenin hayal bile edemediği yeni hareket serbestisi sayesinde kendini işgücüne bağlı olmaktan kurtarmıştır… Birlikte yaşam “karşılıklı anlaşmaya” ve iki taraflı bağlılığa dayanıyorsa da kopuş tek taraflıdır. (Binlerce yıllık işveren-işçi ortak mecburluğu kırılmakta, İşverenler anlaşmayı tek taraflı olarak fesh ederken işçilere geri dönülmez olarak kapıyı göstermekteler-AHÇ)   

“Hür teşebbüs için daha iyi koşullar yaratmak” iki anlama gelir. Birincisi, politika oyununu, “hür teşebbüsün” kurallarına göre yeniden düzenlemek- yani hükümetin elinde bulunan bütün kural koyucu gücü, “girişimleri kısıtlayıcı” bütün kanun ve düzenlemeleri kaldırmak, bozmak ve lağvetmek için harcanması demektir… İkincisi hükümet tarafından siyasi olarak yönetilen bölgenin, küresel sermayenin kullanımı, kullanımı ve muhtemel girişimleri için uygun olmadığı ya da komşu hükümetler tarafından yönetilen bölgelere oranla daha az elverişli olduğu izlenimini yaratacak her türlü hareketten kaçınmak.

Daha genel bir ifade ile “Hür teşebbüs için daha iyi koşullar yaratmak”, sermayenin alacağı karar ne olursa olsun hiçbir şekilde organize olup direnmeye niyeti ve mecali olmayan, uysal bir halk yaratmak demektir. Çelişkili gibi görünebilir, fakat hükümetler, sermayeyi olduğu yerde tutmak istiyorlarsa önce sermayeyi –önceden haber vererek ya da kimseye bir şey söylemeden- istediği zaman gitmekte serbest olduğuna kesin olarak ikna etmelidir.

Dev makinelerin ve muazzam fabrika binalarının yükünü üzerinden atan sermaye elinde yalnızca kabin bagajı ile –sadece bir evrak çantası, dizüstü bilgisayar ve cep telefonu- daha hafif ve hızlı seyahat etmektedir.

Sermayenin, yolculuk ve yer değiştirme planları yaparken dikkate aldığı şeylerin arasında işgücünün fiziksel varlığı ilk sırada değildir. Dolayısıyla, yerel işgücünün sermaye (daha genel ifadeyle, istihdam koşulları ve iş olanakları) üzerindeki “kısıtlayıcı etkisi” önemli ölçüde zayıflamıştır.

Ekonomik sistemin şu günlerdeki en kolay gözden çıkarılabilir, atılabilir veya değiştirilebilir parçalarıdır. Bu tür kişiler işe alınırken ne özel becerileri ne de müşterilerle sosyal iletişim kurma kapasiteleri sorulur, çünkü bunlara ihtiyaçları olmayacaktır.

Vazgeçilmez olmadıklarının farkındadırlar, bu nedenle işlerine bağlanmayı ya da iş arkadaşlarıyla uzun soluklu ilişkilere girmeyi gereksiz görürler. Herhangi bir hayal kırıklığı yaşamamak için işyerine bağlanmaktan veya kendi özel hayatlarıyla ilgili hedefleri işyerine bağlanmaktan kaçınırlar.

New York’ta daha önceden gittiği bir fırını on beş-yirmi yıl sonra yeniden ziyaret ettiğinde Sennett, art arda gelen işten çıkarmalar nedeniyle çalışanların moral ve motivasyonlarının son derece düşük olduğunu fark eder: “Atılmadan kalmayı başaran çalışanlar, rekabetten zaferle çıkmış olmalarının gururunu yaşamak yerine, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı”.

Birkaç ay önce bir havaalanında aktarma beklerken eşimle birlikte bir kafede oturuyorduk. Yirmili yaşlarının sonunda ya da otuzlarının başında iki genç adam, ellerinde cep telefonları, yan masamızda oturuyorlar. Orada geçirdiğimiz bir buçuk saat süresince bu ikisi –telefonlarının öbür ucundaki görünmez sohbet arkadaşlarıyla- sürekli olarak konuşmalarına rağmen kendi aralarında tek bir kelime bile etmediler. Bu birbirlerini tanımadıklarından değildi. Onları böyle davranmaya iten şey, tam tersi, birbirlerini tanımaları ve aynı masada oturuyor olmalarıydı. Bu iki genç adam, bir yarış ne kadar olabilirse o kadar hırslı, çılgın ve amansız bir yarışa tutuşmuşlardı. Her ikisi de o bir buçuk saati, havaalanındaki kafe ile ilişkisi içinde dış uzay diyebileceğimiz bir alanda geçirdi. Uçuşları anons edildiğinde ikisi de aynı anda ve aynı hareketlerle evrak çantalarını kilitledi ve telefonları hâlâ kulaklarında, kalkıp gitti… Fiziksel olarak yakınımızda olsalar da ruhen ve sınırsız bir şekilde bizden uzaktılar.

Çok az kişi havaalanı kafelerinde vakit geçirir, çok daha az sayıda kişi kendini o tür yerlerin doğal bir parçası görür. Fakat bunların çoğu, hatta tamamına yakını, daha mağaralarından çıkmamış göçebelerdir. Hala kaçıp evlerine sığınmak istiyor olabilirler fakat aradıkları sükûneti orada bulacakları şüphelidir ve ne kadar çok uğraşırlarsa uğraşsınlar kendilerini hiçbir zaman tam olarak evlerinde hissedemeyeceklerdir. Sığınakların duvarları sünger gibidir, sayısız kabloyla baştan sonra delik deşik edilmiştir ve çeşitli yayın araçlarının her zaman ve her yerde mevcut elektronik dalgaları bu duvarlardan içeri kolayca nüfus edebilir. (Artık evlerimizde bile güvende değiliz, her yerde bize ulaşabiliyorlar. K.G.)

Bu insanlar, onlardan önceki pek çokları gibi, tahakküm altında olan ve “uzaktan kontrol edilen” insanlardır; tek fark, yeni tahakküm ve kontrol altında tutulma yollarıdır. Liderliğin yerini gösteri almış, gözetlemenin yerine cezbetme geçmiştir. Yayın araçlarını kontrol altında tutan, yaşanan dünyayı yönetir, şeklini ve içeriğini belirler.


Ara söz: ertelemenin kısa tarihi

Erteleme, modern anlamını, her adımda hedefe biraz daha yaklaşılan kutsal bir hac yolculuğu gibi yaşanan zamandan almıştır. Böyle bir zaman anlayışında/algısında her “şimdi”, kendinden sonra gelen bir şeyle değerlendirilir.

Hac yolcusunun hayatı, tamamlanmaya, “nail olmaya” doğru bir yolculuktur, fakat bu “tamamlanma” anlam yitimiyle eşdeğerdir. Hedefe ulaşmak, yolculuğu tamamlamak için yapılan yolculuk, yolcunun hayatına anlam kazandırır, fakat bu anlam kendi varlığını kendi elleriyle yok etmeye yazgılıdır; hedefe ulaşıldığı anda anlam yiter gider.

Modern toplumun temelini oluşturan ve modern anlamda “dünyada oluş” durumunu hem mümkün hem de kaçınılmaz kılan tutumsal/davranışsal ilke, hazzın geciktirilmesi( yani, bir gereksinim veya arzunun, haz veren bir deneyim anının, keyif duygusunun ertelenmesi) ilkesidir.

Arzu, hazzın tatmini umudunu kullanarak insanı harekete geçiriyordu, fakat bu harekete geçirici etki, arzulanan haz tatmin edilmediği, yalnızca bir umut olarak kaldığı sürece etkisini koruyordu. Arzunun bütün motive edici güçleri, arzunun doyurulmamasına kilitlenmişti. En nihayetinde arzu, hayatta kalabilmek için yalnızca hayatta kalmayı arzu eder hale geldi.

Kişi kendini ne kadar güçlü bir şekilde dizginleyebiliyorsa, sonunda elde edeceği haz fırsatı o kadar büyüktü. Tasarruf ediniz, çünkü ne kadar çok tasarruf ederseniz daha sonra o kadar çok harcayabilirsiniz. Çalışınız, çünkü ne kadar çok çalışırsanız o kadar çok tüketirsiniz. Çelişkili gibi görünse de hazzın anında tatmininin reddi, yani hedefleri ikinci plana atmak, hedefleri daha değerli, daha yüce kılmaktaydı… Tatminin geciktirilmesi tüketicinin içindeki üreticiyi nefes almadan çalışır halde tutuyordu.

Araçlarla amaçların yer değiştirmesine ön ayak olan ve “iş için iş”in bir erdem olduğunu, hazzın ertelenmesinin kendi içinde bir değer -hizmetinde olduğu diğer değerlerden daha üstün bir değer- olduğunu savunan bir iş ahlakı kavramına götürdü ve iş ahlakı ertelemeyi süresiz hale gelmeye zorladı… İş ahlakı, erteleme eylemini süresiz olarak genişlemeye zorladıysa, tüketim estetiği ertelemenin tamamen ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar.

Üreticiler toplumunda, ahlaki “geciktirilmiş doyum” ilkesi, emek sürecinin devamlılığının garantisiydi.

Yaratıcı çabanınkaynağı artık arzunun tamininin geciktirilmesi arzusu değil, bu geciktirmeyi kısaltma, ya da tamamen ortadan kaldırma arzusuyla birlikte, tatmin süresinin, tatmine ulaşılabildiği andan itibaren olabildiğince kısa tutulma arzusudur; bütün bu arzular doğal değil, yapay olarak uyandırılmış arzulardır.


Akışkan dünyada bağlayıcı insan ilişkileri

Aralık 1997’de Pierre Bourdieu’nun sunduğu yazının başlığı şuydu: “Güvencesizlik, günümüzde her yerde”… Güvencesizlik, bütün diğerlerinin başlangıç koşulunu işaret eder… Geçim kaynakları zaten fazlası ile kırılgan hale gelmişken, yıldan yıla gittikçe daha fazla kırılgan ve daha az güvenilir olmaktadır. 

Hâlihazırda işini kaybetmiş olanların hayatlarının, işlerini kaybetmiş olmaları nasıl kırılgan ve belirsiz hale geldiğini anlamak için üstün bir hayal gücüne sahip olmak gerekmez… İşsizliğin yapısal bir durum olduğu bir dünyada kimse tam olarak güvende değildir. Güvenli şirketlerdeki güvenceli işler, dedelerimizin anılarında kaldı artık. Ne de bir işe kabul edilmemizi, kabul edildikten sonra o işte kalıcı olmamızı garantileyecek beceri ve deneyim kaldı geriye. Duruma gerçekçi bakan hiç kimse, bir sonraki, “küçülme”, “yeniden yapılanma” ya da “verim yükseltme” dalgasından, pazarın sürekli ve düzensiz değişen taleplerinden ve “rekabet gücünü artırma”, “verimlilik”, “üretkenlik” gibi tuhaf ama aynı zamanda karşı konulamaz, başa çıkması neredeyse imkânsız baskısından muaf olacağını düşünmez. Esneklik güvence garantisi olmayan, sıkı bağlar ya da ileride yükselme şansı tanımayan, zaman sınırlı ya da esnek sözleşmelerden, önceden haber vermeksizin ve tazminatsız işten çıkarmalardan başka bir şey vaat etmeyen işler demektir.    

Dolayısı ile zaten işten çıkarılmış olanlardan tutun, başkalarını işten çıkaranlara kadar herkes vazgeçilmez olmadığının, her an kapı önüne konulabilecek kadar değersiz olduğunun farkındadır. En prestijli pozisyonların bile geçici ve “bir sonraki bildirime kadar” olduğunun anlaşılması an meselesidir.

Uzun vadeli güvencelerin olmadığı bir ortamda “anında tatmin” makul ve hatta cazip bir seçenektir.

Geleceğin en iyi ihtimalle yarı karanlık ve puslu ama neredeyse kesin olarak riskler ve tehlikelerle dolu olduğu bir dünyada uzun vadeli hedefler belirlemek, genelin refahı için kişisel çıkarlardan vazgeçmek ve ilerideki mutlu günler uğruna şimdiyi feda etmek, cazip bir önerme olmadığı gibi, akılcı da değildir.

“Ölüm bizi ayırıncaya kadar” türünden bağlılık sözleri, “tatmin sağladığı sürece” gibi hem tanım hem amaç hem de pratik etkiler bakımından geçici taahhütlere dönüşür. (s:238)

Bağlayıcı ilişkiler ve ortaklıklar, üretilmek değil tüketilmek üzere varlarmış gibi görülmeye ve öyle ele alınmaya müsaittirler; diğer bütün tüketim nesneleriyle aynı değerlendirme ölçütlerine tabidirler.

Ortaklıklarda, “ilişkiyi yürütmek”-yani iyi günde kötü günde, “varlıkta ve yoklukta”, hastalıkta ve sağlıkta, her zaman ve her yerde birbirini koruyup kollamak, taraflardan birinin gerekirse kendi menfaatlerinden feragat etmesi, ortaklığın bekası için tavizler vermek ve fedakârlıklarda bulunmak –her iki tarafın birden üzerine düşen bir görev değildir artık. Mesele, tatmini, tüketilmeye hazır bir üründen elde etme meselesi oluşmuştur; alınan haz vaat edilen ya da beklenen hedefin altında kalırsa, ya da yeni bir ürünün heyecanıyla birlikte modası da geçiyorsa tüketici, tüketici haklarına ve Ürün Açıklamalarına İlişkin Kanun’a dayanarak “boşanma” davası açabilir. Dükkân dükkân dolaşıp “yeni ve daha gelişmiş” bir ürün aramaktansa değer kaybetmiş ya da eski bir ürüne takılıp kalmanın bir anlamı yoktur. 

Bütün tüketim nesneleri gibi insanlar arasındaki bağlayıcı ilişkiler de uzun çabalar ve arada bir yapılan fedakârlıklarla yürütülecek bir şey değil, tersine, satın alınma anında, hemen ve oracıkta tatmin sağlaması beklenen bir şeye eğer, “boşa emek harcamanın”, ortaklığı kurtarmak için gittikçe daha çok ter dökmenin bir anlamı yoktur. En ufak bir pürüz ortaklığın sonu anlamına gelebilir.

Dünyayı, içinde yaşayanlarla birlikte, tüketim nesneleriyle dolu bir havuz gibi algılamak, uzun soluklu insan ilişkileri kurma çabalarını olağanüstü şekilde zorlaştırır. Kendini güvende hissetmeyen insanlar aşırı hassasve alıngan olurlar,; aynı zamanda, arzularına ulaşmalarına engel olarak gördükleri her şeye karşı tahammülsüzdürler ve bu arzularının pek çoğu nihayetinde boşa çıkmaya yazgılı olduğundantahammül gösterilemeyecek kişi ve şey her zaman bol miktarda mevcuttur. Hazzın anında tatmini insan ruhunu kemiren güvensizlik duygusunu bastırmanın tek yoluysa eğer, bırakın aradığımız doyumu sağlayamayan ya da sağlamada yetersiz kalanları, hazzın doyurulması ile doğrudan ya da dolaylı bir ilgisi bulunmayan kişi veya şeylere karşı tahammül göstermek için gerçekten de geçerli bir neden yoktur.

Dağınık ve birbirinden tamamen farklı çabaları üretken bir faaliyete dönüştüren şey, dayanışmadır. Tüketim durumunda ise dayanışma tamamen gereksiz bir şeydir. Ne tüketiyorsanız tüketin, kalabalık bir salonda bile olsanız, tek başına tüketirsiniz.


Güvensizliğin kendini sürekli kılması

Alain Peyrefitte, modern/kapitalist “saplantılı büyüme” toplumunu tarihsel bir perspektifle incelediği çalışmasında, bu toplumun en önde gelen temel belirleyici özelliğinin “güven duygusu”, yani kişinin kendine, başkalarına ve kurumlara duyduğu güven duygusu olduğunu söyler.

Peyrefitte, güven tesis etmek için en önemli alan olarak ticari girişim –istihdam alanını gösterir. Kapitalist girişimin aynı zamanda çatışma ve sürtüşme kaynağı olması bizi yanıltmasın: Güven olmadan karşı koyma, itimat olmadan mücadele olmaz. Çalışanlar hakları için mücadele ettilerse, bunun nedeni, haklarının sınırlarını belirleyecek iskeletin koruma gücüne duydukları güvendi; ticari işletmenin, haklarını koruyacağına güvenleri tamdı.

Akılcı insanların çoğu çalışmakta oldukları şirketlerin vaat ettiği emeklilik ikramiyelerine bel bağlamak yerine bütün birikimlerini negatif riskleriyle nam salmış, borsa da at koşturan yatırım fonlarına ve sigorta şirketlerine emanet etmeyi yeğlemektedir. Nigel Thrift’in daha yeni özetlediği gibi, “küçülme”, “eleman azaltma” ve “yeniden yapılanma” sürecindeki kuruluşlara güven duymak çok zordur.

Sermaye, gün geçtikçe daha fazla küreselleşmektedir; oysa dördüncü kategoridekiler yerel kalmayı sürdürürler. Bu nedenle” meçhul yatırımcıların”  ve “hisse sahiplerinin” kaprislerine- hatta çok daha kafa karıştırıcı “Pazar güçlerine”, “ticaret kurallarına” ve “rekabet gereklerine” – karşı savunmasızdırlar ve onların etkilerine açıktırlar. Bu gün kazandıkları, yarın, hiçbir uyarı olmaksızın ellerinden alınabilir. Kaldı ki –akılcı olduklarından ya da olmaya çalıştıklarından- karşı koymayı da düşünmezler.  



5 - CEMAAT

Varlıklarını sürdürebilmek için savunulmaya gerek duyulduğu bu varoluşu güvence altına almak için kendi üyelerinden medet umduğu ve bunun için bireysel olarak sorumluluk yüklendiği için büyük cemaatler birer tasavvurdurlar, gerçek olmadıkları gibi, bireysel tercihten önce değil sonra gelen birer projedirler.

Cemaatçiliğin iç çelişkisi budur. “bir topluluğun üyesi olmak güzel bir şey”, demek, aslında bir yere ait olmamanın, ya da bu aidiyetin, bireysel kasların kasılıp bireysel beyinlerin zorlanmadığı sürece, pek uzun ömürlü olmayacağının dolaylı yoldan itirafıdır.

Sosyolojik açıdan bakacak olursak cemaatçilik, modern hayatın gittikçe hızlanan akışkanlaşma sürecine, her şeyden önce de hayatın, [bu sürecin] doğurduğu sonuçlar arasında en rahatsız edici ve sinir bozucu olan bir yönüne-bireysel özgürlük ile güvenlik arasında gittikçe derinleşen uçuruma- karşı beklenen bir tepkidir.

Eski güvenceler tarafında icra edilen ortadan kaybolma numarasının en dikkat çekici yanı, insanlar arasındaki bağlayıcı ilişkilerin yeni sahip olduğu kırılganlıktır. Bağların kırılganlığı ve geçiciliği, bireylerin, kişisel hedeflerinin peşinde koşma hakkı için ödemesi gereken kaçınılmaz bir bedel olabilir ve fakat onları bu çabalarından alıkoyan – ve cesaretlerini kıran- bir engel de olmaz. Bu durum, aynı zamanda bir paradoks- akışkan modernite altında, insan hayatının en derinlerine kadar kök salmış bir paradokstur… Akışkan-modern “bireyselleşmenin” paradoksal doğasının ışığında, cemaatçilerin bu paradoksa verdikleri çelişkili tepki şaşırtıcı olmamalı; birincisi diğerini yeterince net bir şekilde açıklarken ikincisi, birincinin beklendik bir sonucudur.

Proteger oudisparaitre [korumak ya da yok olmak] adlı kitabında bugün, yarın ve daha uzak gelecekle ilgili duyulan yaygın endişenin kaynağı olarak işsizliği (açıkta olan her on işten dokuzu ya kısa süreli ya da geçicidir), yaşlılık dönemi beklentilerinin belirsiz olmasını ve şehir hayatının tehlikelerini sayar: Bu üçünü birleştiren şey güvencesizliktir ve cemaatçiliğin esas cazibe nedeni bir güvence; yani sürekli, beklenmedik ve akıl karıştıran değişimlerle çalkalanan denizde yollarını kaybetmiş denizcilere rüya gibi bir liman vaat etmesidir.

EricHobsbawm’ ın “ister kadın olsun ister erkek her birey, her şeyin hareket halinde olduğu, hiçbir şeyin kesin olmadığı bir dünyada ait olacağı bir grup arar.” JockYoung, Hosbawm’ın bu tespitini özetler: “cemaat çökerken kimlik icat edilir.”

Cemaatçi öğretinin cemaat dediği şey, büyük ölçekte bir evdir (kişinin kendine inşa ettiği ya da edindiği değil, içinde doğduğu köklerini, “varlık sebebini” oradan başka bir yerde aramayacağı aile evidir.)

Evsizlerin en acı verici sorunu üzerine odaklanan cemaatçiliğin, tümden ve tamamen istikrarlı bir dünyaya ( geri dönüş kisvesi altında) geçiş için önerdiği çare, var olan ve var olacak bütün sorunlara radikal bir çözüm olarak gösterilmiştir; diğer endişeler bunun yanında küçük ve önemsiz görünür.


Milliyetçilik,güncellenmiş ikinci sürüm

Cemaatçi öğretinin tasarladığı cemaat, ya etnik bir cemaattir ya da etnik cemaat modeline göre hayal edilmiştir. Arketip tercihinin kendine göre geçerli nedenleri vardır.

Biricisi:insan topluluğunun diğer temellerinin aksine “etnisite” , “tarihi doğal bir süreç gibi görme”, kültürel olanı “doğanın bir parçası”, özgürlüğü de “görülen (ve kabul edilen) bir gereklilik” olarak gösterme gibi üstünlüğe sahiptir. Burada etnik aidiyet devreye girer.

İkincisi, etnik bütünlüğü diğer bütün bağlılık duygularından daha önemli gören ve teşvik eden ulus devlet, cemaatin modern zamanlarındaki tek başarı öyküsüdür, ya da daha doğru bir ifadeyle, cemaat olma arzusunun ikna edici ve etkileyici bir şekilde ifade etmiş yeğane oluşumdur.

Ulus devlet başarısını, her şeyden önce, güçlü cemaatleri baskı yoluyla sindirmesine borçludur.

Isaiah Berlin, modern “anavatanın”, acımasız ve muhtemelen tüyler ürpertici yönünün yanı sıra, insani ve ahlaki açıdan övgüye değer yanlarının da olduğunu ileri sürmüştü. Vatanseverlik ile milliyetçilik arasında oldukça iyi bilinen bir ayrım vardır. Vatanseverlik, bu ikilinin “ görünen/dikkat çeken” tarafıyken, milliyetçiliğin tatsız gerçekleri genelde arka planda kalır.

LezsekKolakowaski’ ye göre, milliyetçiler kabile tarzı varlık biçimini saldırganlığa ve başkalarından nefrete başvurarak kurmak ister, kendi ulusunun başına gelen her türlü kötü şeyin “dış güçlerin” bir komplosu olduğuna inanır ve kendi ülkesini beğenmeyen ya da yeterince övmeyen bütün diğer uluslara karşı kin beslerken, vatanseverler, duymak ya da bilmek istemediği olumsuzlukları kendi ulusunun yüzüne karşı söylemekten çekinmemelerinin yanı sıra, “kültürel çeşitliliğe, özellikle etnik ve dini azınlıklara karşı gösterdikleri iyicil hoşgörü” ile ön plana çıkarlar.
“Milliyetçilik, tasvip edilmeyen vatanseverlik; vatanseverlik ise tasvip edilen milliyetçiliktir.” Bernard Yack
Yack, yüce vatansever duyguların  “ortak tutkular seviyesine yükseldiği” her durumda “vatanseverlerin ılımlı olmaktan çok şiddetli bir tutku sergiledikleri” ve vatanseverlerin yüzyıllar boyunca “pek çok unutulmaz ve yararlı değerlere sahip olabildiği, fakat nezaket ve başkalarının acısına karşı anlayışın bunların arasında ilk akla gelenlerden olmadığı” sonucuna ulaşır.

Milliyetçi anlatıda “aidiyet” seçilmiş bir yol veya bir yaşam projesi değil, zorunluluktur.

Bireye bırakılan tek seçim, zaten verilmiş kararı kabul edip benimsemesi ya da üzerine düşen göreve ihanet etmeyi göze alarak karşı çıkmasıdır.


Birlik-benzerlikler birliği mi aykırıklar birliği mi?

Vatansever/milliyetçi öğretinin “biz” dediği, bizim gibi, “onlar” dediği ise bizden farklı olanlardır.
“Onlar” dediklerimizde bizden her noktada farklı değildirler; fakat bütün diğerlerinden daha önemli bir noktada farklılaşırlar ve bu tek nokta o kadar önemlidir ki, bizi birbirimize benzer kılan ortak noktalar ne olursa olsun, birlikte bir tavır almak, ötekilerle dayanışmak imkânsız hale gelir.

Ne vatansever ne de milliyetçi öğretinin kabullenmediği olasılık şudur: Kişiler, onları farklı kılan özelliklerinden vazgeçmeden bir araya gelebilir ve bu farklılıklara değer verip, onları besleyebilir; sosyal birliktelikleri, bir yandan onları onlar yapan –yani, onları diğerlerinden farklı kılan- her şeye daha fazla güç ve zenginlik kazandırırken, diğer yandan bu farklı yaşam biçimlerinden, ideallerden ve bilgilerden doğrudan yararlanabilir.

Farklılıklarımızla birlikte yaşama sanatını öğrenmek mi, yoksa her ne pahasına olursa olsun öyle bir ortam yaratmak ki bir daha bir şey öğrenmek zorunda kalmamak mı?

[…] bu sığınma ihtiyacına hitap eden çağdaş politikacılar, yoksul işçileri göçe zorlayan ya da onların sefaletinden faydalanan güçlü kuruluşlara değil, bizzat küresel emek piyasasının içinde dolanan güçsüz yoksullara saldırır.  (Richard Sennett) s:259

Fransa’nın önde gelen emlak değerlendirme şirketlerinden birinin yöneticisi olan Guy Nafilyah’a göre, “Fransızlar huzursuz, kendilerine benzeyenler dışındaki bütün komşularından korkuyorlar.” Ulusal kiralık konut sahipleri derneği başkanı Jacques Patigny da bu görüşe katılıyor ve gelecekte, “yerleşim alanlarının çevresini duvarlarla çevrileceğini ve giriş çıkışın manyetik kartlar ve güvenlik görevleriyle kontrol altına alınacağını” öngörüyor. Gelecek, “iletişim ekseni etrafında takımadalar gibi kümelenmiş yaşam alanlarının” geleceğidir.


Bedelli Güvenlik 

Cemaatçi kültün hidayete ermiş havarilerinin yazılarını inceleyen Phil Cohen şu sonuca varır: [Bu havarilerin] çağdaşlarının yaşadıkları sorunlara çare olarak önerdikleri ve yücelttikleri cemaatler, potansiyel özgürleşme alanlarından çok birer yetimhaneye, hapishane veya tımarhaneye benzemektedir. Cohen haklıdır; fakat özgürleşme ihtimali hiçbir zaman cemaatçilerin derdi olamamıştır. Müstakbel cemaatlerin çare olması ümit edilen dertler, gereğinden fazla özgürlüğün fazla kısımlarından artakalanlardı. Özgürlük ile güvenlik arasında ideal dengeyi bulma arayışı sürecinde cemaatçilik, net ve katı bir şekilde güvenlik tarafını tutuyordu.

Altını tekrar çizmeme izin verin: Cemaat tasavvuru tehlikeli girdaplarla dolu, düşman bir denizin ortasındaki yaşanabilir, sakin ve huzurlu bir ada tasavvurudur.

Durkheim’a göre toplum, kendi faniliğinin dehşetine kapılan kişinin kanatları altına sığındığı bedendir (ki bu görüş, zamanında oldukça muteberdi)

Beden, devamlılık ve sürekliliğin son umudu ve son sığınağıdır;

[Beden] güvenliğin, siperleri düşmanın aralıksız bombardımanına açık olan savunma hattı, ya da sürekli hareket halindeki kumulların ortasında kalmış son vahadır. Beden ile bedeni kuşatan dünya arasındaki sınır, zamanımızdaki en iyi korunan ve sıkı denetim altında tutulan sınırlardandır. Bedendeki delikler (giriş noktaları) ve beden yüzeyi (temas yerleri), ölümlülüğümüz karşısında kapıldığımız dehşet ve endişenin başlıca odak noktalarıdır. “yükü, başka odak noktalarıyla paylaşmazlar (belki, ‘cemaat’ dışında)” 

Hayali cemaatin sınırları, tıpkı bedenin dış sınırları gibi, güven ve şefkat diyarını dışarıdaki olası tehlikelerle dolu, herkesin her şeyden ve birbirinden şüphe ettiği ve sürekli teyakkuz durumundaki vahşi dünyadan ayırmak için çizilir. 

Hem beden hem de hayali cemaat içte kadife kadar yumuşakken dışta pürüzlü ve dikenlidir.

Bedenin ve cemaatin yeni yalnızlığı, akışkan modernite başlığı altında gerçekleşen bir dizi çığır açıcı değişimin sonucudur. Bu değişimlerden biri özellikle önemlidir. Bütüne ait bütün büyük parçaların oynadığı temel güvence ve güvenlik tedarikçisi rolünün devlet tarafından reddi, kademeli olarak veya tamamının birden tasfiye edilmesi ve bunun ardından, [devletin] kendine tabi olanların güvence/güvenlik isteklerini karşılamayı bırakması.


Ulus devletin ardından  

Ulus, devletin modern zamanlardaki “yeni yüzü” ve toprak ile o toprağa bağlı yaşayan nüfus üzerinde egemenlik iddia ederken kullandığı en büyük silahtı.

Çılgınlık derecesinde ateşli bir vatanseverlikle beslenen zorunlu askerlik hizmeti ve profesyonel olmayan aşırı kalabalık ordular yerini yüksek teknolojiyle donatılmış, küçük ve profesyonel birliklere bırakır ve bir ülkenin refahı sahip olduğu iş gücünün niteliği, niceliği ve moralinden çok küresel sermayeye ne kadar çekici geldiğiyle ölçülürken devletin de bir ulusa olan ihtiyacı gittikçe azalmakta, ulusun hareket kabiliyeti devlete pek az şey kazandırmaktadır.

Devlet, bireyin sonlu hayatıyla belirlenmiş sınırların ötesine geçmemizi sağlayan güvenli bir köprü değil artık; durum böyleyken bireyden, devletin bekası için hayatını olmasa da refahını feda etmesini istemek anlamsız, tuhaf ve hatta komiktir. Ulus ile devlet arasındaki yüzlerce yıllık romantik ilişki sona ermek üzere; koşulsuz sadakate dayanan kutsal evlilik bağının yerini boşanmadan ziyade “birlikte yaşam” anlaşması almakta.

Gerçekten de oyunu yeni küresel kurallarıyla oynamamak, cezası en ağır ve kendi bölgesel egemenliği nedeniyle olduğu yere çakılıp kalmış devlet güçlerinin her ne pahasına olursa olsun işlemekten kaçınması gereken bir suçtur.
Ceza büyük çoğunlukla ekonomiktir. Korumacı politikalar uygulayan ya da nüfusunun “ekonomik olarak ihtiyaç dışı” kesimlerinin kamusal ihtiyaçlarını karşılamada fazla cömert olan, ülkelerini “ küresel finans pazarlarını” ve “küresel serbest ticaretin” insafına bırakmamak için direnen dik başlı hükümetlere kredi verilmez veya borçları azaltılmaz; yerel para birimleri küresel pazarda cüzzamlı muamelesi görür, borsada aleyhine spekülasyonlar yapılır ve değerinin düşürülmesi için hükümetler zorlanır.

Eğer küresel güçlerin gövde gösterisi, hükümetlerin aklını başına toplamaya ve yeni “dünya düzenine” ayak uydurmaya ikna edemiyorsa, askeri güç devreye girer.

Göçebelik, “barbar” ve “az gelişmiş toplumlara özgü” bir şey olarak görülmüş ve öyle muamele görmüştür. Göçebeler ilkel olarak tanımlanmış… İlerleme demek, göçebeliği bırakıp yerleşik hayata geçmek demekti. Ve elbette ki bütün bunlar, tahakkümün doğrudan ve yakın temas kurmayı gerektirdiği ve toprakların fethedilmesi, ilhakı ve sömürgeleştirilmesi anlamına geldiği ağır modernite zamanında gerçekleşti.

Sömürgecilik yüzyılının eşiğinde yazdığı bir yazıda Friedrich Ratzel “Varoluş mücadelesi toprak kavgasıdır […] Bir yeri işgal eden üstün halklar oradaki daha zayıf ve vahşi nüfusun elinden toprağını zorla alır, onları zar zor hayatta kalabilecekleri ücra köşelere sürer ve zayıf taraf elindeki son toprak parçasını da kaybedene ve dünya üzerinden tamamen yok olana dek, büyük küçük demeden, her türlü mülkiyete el koymaya devam eder” der. Artık böyle olmadığı açıktır

Akışkan modernite çağında tahakküm oyunu “büyükler” ile “küçükler” arasında değil, hızlılar ile yavaşlar arasında oynanır.

Küresel seçkinlerin gücü, yerel/toprağa bağlı sorumluluklar almaktan sıyrılma becerilerinden gelir ve küreselleşme demek, tam da bu tür yerel sorumluluklardan kaçmak, gerekli her türlü idari ve hukuki görev ve sorumluluğu yerel otoritelerin( ama yalnızca onların) üzerine yıkmak demektir.

Küresel seçkinlerin, birer semt karakoluna dönüşmüş ulus devletlerin üzerine yıkmak istediği görevlerin başında, komşular arasındaki kanlı çatışmalara çözüm bulmak var. Çözüm önerileri arasında kulağımıza en çok çalınanı, yine “nüfus yoğunluğunun azaltılması” ve “âdemi merkeziyetçilik”, ülkelerin küresel hiyerarşideki yerlerinin aşağı çekilmesi ve çözümün “ asıl ait olduğu yere” yani yerel savaş ağlarının ve ( küresel şirketlerin ve küreselleşmeyi desteklemek isteyen hükümetlerin alicenaplığa ya da “ekonomik çıkarları çok iyi çözümlemeleri” sayesinde) savaş ağalarının kontrolündeki silahlara bırakılması önerisidir.

NATO politikacılarının, (HannahArendt’ in ferasetle adlandırdığı üzere) Balkanlar’daki “karışık halklar kuşağına” özgü hassas ve karmaşık sorunları nasıl beceriksizce idare ettiklerini düşünecek olursak, bedeli çok ağır yeni hatalar silsilesinin geleceğini bekleyebiliriz. Başka bir mülteci ve sığınmacı dalgasının kendi seçmenlerinin refahı tehdit etmeyeceğini garantileyen Avrupalı liderlerin, daha önce çok kereler yaptıkları gibi Somali, Sudan, Ruanda, Doğu Timor ve Afganistan’daki sorunlara ilgilerini yitireceklerini iddia edenler pek de haksız sayılmaz.

Milliyetçi argümanları destekleyen NATO, bölgede zaten rayından çıkmış milliyetçiliği daha fazla körüklemiş ve yeni soykırım girişimlerine zemin hazırlamıştır. Bunun en ürkütücü sonuçlarından biri, bölgedeki dinlerin bir arada, huzur içinde yaşama şanslarının hiç olmadığı kadar azalması olmuştur. Niyet ne olursa olsun, gerçekten ahlaki bir eylemden bekleyebileceğimiz her şeyin tersi sonuçlar alınmakta.

Küreselleşmenin en başarılı olduğu konu, cemaatlerin birlikte, barış içinde yaşamasını sağlamak değil, cemaatler arası düşmanlığı daha da derinleştirmek.


Boşluğu doldurmak

Küresel şirketler için “ideal dünya”, “devletlerin olmadığı, ya da en azından küçük devletlerin olduğu bir dünyadır,” diyordu.  Eric Hobsbawm . ‘Petrolü yoksa eğer, bir devlet ne kadar küçük olursa o kadar zayıf olur, dolayısıyla hükümetlerini satın almak o kadar ucuza mal olur. ’

Ekonomik küreselleşme dev ve emin adımlarla ilerlerken ‘ hükümet satın almaya ’ gittikçe daha az ihtiyaç duyulduğu aşikârdır. s:275

Hükümetlerin, ellerindeki kaynakların muhasebesini tutmadaki açık ve net beceriksizlikleri, o hükümetlerin sadece kaçınılmaz olana boyun eğeceklerinin değil , ‘küresel güçlerle’ heves ve gayretle işbirliği için gireceklerinin de göstergesidir. 

Ulusal hükümetlerin çoğu, küresel devleri makas değiştirip önce kendi topraklarına gelsinler diye ikna etmek, kandırmak veya cezbetmek için birbirleri ile yarıştığı için aktörlerle onların pasif nesnelerini ayırt etmek gittikçe zorlaşıyor. Bu hükümetlerin içinde yarışa giremeyecek kadar yavaş, kafası ağır işleyen, uzağı göremeyen veya fazlası ile gururlu olanlar, sıra “tercihlerini bir şey almayarak gösteren” seçmenlerini ikna etmeye gelince kendilerini övecek bir şey bulamayacakları için başları fena derde girecek ya da durumdan hoşnutsuz “dünya kamuoyu” tarafından kınanıp dışlandıktan sonra, akılları başlarına gelsin ve düzene uysunlar diye bombardımana tutulacaklardır.
Kurbanlar rahatça şiddete maruz bırakılabilir, çünkü misilleme yapma durumları yoktur. Onlardan birini öldürebilir ve ceza almadan kurtulabilirsiniz… Ne kadar “düşmanın” öldürüldüğü pek önemli değildir; öldürülenlerin ne kadar çok olduğu daha önemlidir.


Vestiyer cemaatler

Ağır /katı /donanımsal modern çağdaki “ortak davanın” yerini gösteriler almıştır.

Tartıştığımız cemaatlere uygun bir başka isim ise, “ karnaval” cemaatlerdir. Bu tür cemaatler, her şeyden önce gündelik kaygılarımıza, kendi can sıkıcı problemlerinden kendi imkânlarıyla kurtulmaya ikna edilen veya zorlanan de jure bireylerin bezdirici koşullarına geçici bir rahatlama sağlarlar. Patlamaya hazır cemaatler gündelik yalnızlığımızın monoton gidişatını kıran etkinliklerdir, bütün karnaval etkinlikleri gibi (insanların içinde) birikmiş gerilimi boşaltırlar ve karnaval sürecine eğlenip coşanların, eğlence biter bitmez geri dönmek durumunda oldukları gündelik yaşama daha iyi katlanmalarını sağlarlar.

Seyirlik gösteriler, vestiyerdeki askılar ve askılıklar ile kalabalıkları kendine çeken karnaval panayırları o kadar çok ve çeşitlidir ki herkesin meşrebine uygun bir şey bulunur.

Gazetelerin birinci sayfaları ve televizyon haberlerinin ilk bize önerdikleri şey ise, aynı anda hem panik hem coşku duygusuyla bir itilip bir çekilen sanal cemaatlerin etrafında kenetleneceği sanal bir “ortak amaç”.
De jure bireyin yazgısı ile de facto bireyin alın yazısı arasındaki kapanmamış ve kapanması da mümkün olmayacak gibi görünen boşluğu neden olduğu acılara çare olmaktan çok uzak bulunan (vestiyer cemaatler ), akışkan modernite koşullarına özgü toplumsal çalkantıların işareti ve bazen de nedenidirler. 


SONSÖZ NİYETİNE

“Düşünmeye ihtiyaç duyduğumuz için düşünürüz.” Thedor W.Adorno

Şiir ile tarih, birbirine paralel akan iki deredir. Bu dereler insan potansiyelinin autopoiesis dereleridir; bu derelerde yoktan yaratma, keşfin alabileceği yegâne biçim, kendi kendini keşif ise en temel yaratma eylemidir.

İnsanın içinden sosyolojini, bu ikisine paralel akan üçüncü bir dere olduğunu söylemek geliyor.

Yaşamlarını “geçirgen bir gerçeklik” içinde geçirmeye yazgılı  “kırılgan bireyler” ince buz üzerinde kayıyor gibi hissederler; RalphWaldoEmerson’ın Prudence [sağduyu] adlı denemesinde belirttiği gibi, “ince buz üzerinde kayarken tek güvencemi, hızımızdır”. Kırılgan olsun olmasın bireyler güvenliğe ihtiyaç duyarlar, güvenlik aralar ve bu nedenle, yaptıkları her şeyde hızlı hareket etmeye çabalarlar. Hızlı koşucular arsında koşarken yavaşlamak, geride kalmak demektir; ince buz üzerinde koşuyorsanız, yavaşlamak boğulma riskini göre almak demektir. Dolayısıyla hız, sağ kalım için gerekli değerler arasında üst sıralara tırmanır.

Bununla birlikte hız insanı düşünmeye, daha doğrusu ileriye yönelik, uzun vadeli düşünmeye yönelten bir şey değildir. Düşünmek için durup nefeslenmek, “acele etmemek”, ulaşılan noktayı ve oraya ulaşmanın getirdiklerini (ya da duruma göre götürdüklerini) dikkatle inceleyerek, o ana kadar atılmış adımları yeniden değerlendirmek gerekir. Düşünmek, dikkati o anda yapılan işten, yani koşma ve belli bir hızı tutturma hedefinden uzaklaştırır. Ve düşünme olmazsa, geçirgen dünyadaki kırılgan bireyin yazgılı olduğu ince buz üzerinde kayma eylemi, ulaşılması gereken hedef zannedilebilir.
Kişinin kaderini (fate) yazgısı (destiny) sanması, Max Scheler’in Ordoamoris’inde (aşk sırası ) ısrarla belirtiği gibi, ciddi bir hatadır: “kişinin yazgısı kaderi değildir[…] yazgı ile kaderin aynı şey olduğunu söyleyen önerme, fatalizm yakıştırmasını hak ediyordur.” Fatalizm bir akıl sürçmesidir, çünkü temelde kaderin “doğal kavranabilir bir kökeni” vardır. Dahası, kader bir hür irade, özellikle de bireysel bir hür irade sorunu olmasa da, “bir tek kişinin ya da bir topluluğun yaşamından doğar ve büyür”. Kader ile yazgı arasındaki farkı ve mesafeyi görmek, fatalizm tuzağına düşmemek için kişinin ihtiyacı olan kaynaklar, ince buz üzerinde koşarken kolayca ulaşılabilecek kaynaklar değildir; düşünmek için bir molaya, ilerisini görebilmesine yetecek kadar uzun bir mesafeye ihtiyacı vardır.

Sosyolojiye şimdiye kadarkinden daha çok ihtiyacımız olduğudur.

Sosyoloji belki Diltey‘ın açıklama ile anlama arasında yaptığı meşhur ayrımın aşıldığı ve geçersiz kılındığı yegâne uzmanlık alanıdır.

Kişinin kaderini anlaması, onun yazgıdan farklı olduğunu bilmesi demektir. Ve kişinin kaderini anlaması, o kaderi ortaya çıkaran karmaşık nedenler ağını ve onun yazgıdan farklı olduğunu anlaması demektir. Bu dünyada bir iş görmek için kişinin, dünyanın nasıl çalıştığını bilmesi gerekir.

Sosyolojinin sağlayabildiği aydınlanma özgür iradesiyle seçen bireylere seslenir ve onların seçme özgürlüğünü zenginleştirmeyi ve pekiştirmeyi amaçlar. Öncelikli hedefi açıklamanın sözde kapanmış dosyasını yeniden açmak ve böylece anlayışı arttırmaktır. Sosyolojik aydınlanmanın bir sonucu olarak daha canlı, daha etkili ve akılcı olabilecek şey, ister kadın ister erkek bütün bireylerin onlara kaderleriymiş gibi sunulmakta olan yaşam biçimini gerçekten isteyip istemediklerine karar verme yetilerinin birincil koşulu olan kendi kendilerini şekillendirme ve kendilerini ortaya koyma becerileridir. Özerk toplumun hedefi ile özerk bireyin hedefi birlikte, ortak bir çıkar doğrultusunda hareket edebilir; ancak birlikte hareket ederlerse kazanabilir ya da kaybedebilirler.

Birbiriyle yarışan çok sayıda norm, değer ve yaşam biçimleri arasında, doğru tarafta olduğunuzun herhangi bir sağlam garantisi olmaksızın yaşamak tehlikelerle doludur ve yüksek bir psikolojik bedel ödemeniz gerekebilir.

Cornelius Castoriads’in meşhur sözleriyle toplum, kendini sorgulamayı bırakırsa hastalanır; toplumun özerk olduğunu kendini sorgulamaktan vazgeçilmesinin bir yandan- kaçınılmaz – heteronomi yanılgısını pompalarken diğer yandan özerkliğin bilincinde olunmasını engellediğini göz önünde alırsak, aksi söz konusu olmaz. Tekrar sorgulamaya başlamak, tedaviye doğru atılan önemli bir adımdır. İnsanlık tarihinde keşif yaratıyla eşitse, insanlık durumunu düşünürken açıklama ve anlama aynı şeyse, o halde insanlık durumunu iyileştirme çabalarında teşhis ve tedavi bir ve tek olur.

Pierre Bourdieu bu durumu Dünyanın Sefaleti’nde çok güzel ifade eder: “ Yaşamı acı verici, hatta yaşanmaz kılan mekanizmaları anlamak onları etkisiz hale getirmez; çelişkileri gün ışığına çıkarmak da onları çözmez.”

Hiçbir şey, diye hatırlatır Bourdieu, laissez-faire’den daha az masum değildir. İnsanın sefaletini soğukkanlılıkla izlerken bir yandan da neredeyse dinin bir ritüelmişçesine YBŞY (“yapacak bir şey yok”) sözlerini tekrarlayarak sızlayan vicdanımızı yatıştırmaya çalışmak, suça ortak olmak demektir. Toplumsal düzenin, yani mutsuzluğun asıl sorumlusu olan düzenin insan yapısı, önlenebilir, varlık nedeni belirsiz ve değiştirebilir doğasının üstünün örtülmesine, gizlenmesine ya da daha kötüsü, yok sayılmasına her kim, ister gönüllü olarak isterse doğası gereği, katkıda bulunur, bu sürecin bir parçası olursa o kişi ahlak yoksunudur- ve suçu, tehlikede olan birine yardım etmemektir.

Sosyoloji yaparken ‘angaje’ ile ‘tarafsız’ yöntemler arasında seçim yapılamaz. Yansız sosyoloji diye bir şey yoktur. Günümüzde uygulanan ve en aşırı özgürlükçüsünden en koyu cemaatçisine kadar uzanan pek çok sosyoloji yöntemi arasında ahlaki olarak tarafsız kalabileceğimiz bir yer aramak nafile bir çabadır. Sosyologlar çalışmalarının insanların ‘dünya görünüşü’ etkilediğini ve bu görüşün insanların tekil ya da ortak eylemleri üzerinde belirleyici bir rolü olduğunu, diğer herkesin her gün karşı karşıya kaldığı o seçme sorumluluğundan mahrum kalma pahasına, inkâr edebilir veya aklına getirmeyebilir. Sosyolojinin işi, seçimlerimizin gerçek anlamda özgür olmasını ve insanlık var olduğu sürece de özgür kalmasını, hatta bu özgürlüğün gittikçe artmasını sağlamaktır.

Kamil Güller
Recep 1441 / ALANYA

Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder