ŞİDDETİN TOPOLOJİSİ, Byung Chul Han (Özet)

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 22 Oca 2020 0 yorum

ŞİDDETİN TOPOLOJİSİ

Koreli Byung Chul Han, Almanya’da yaşayıp Berlin Sanat Üniversitesi'nde ara sıra ders veriyor. HAn, okuduğum, bu ve diğer eserlerinden çok faydalandığım, okuyucunun zihnini tokatlayan ve modern dünyanın eteğini kaldırıp ayıbını faş edebilen bir yazar. Modern insanı ve ilişkilerini kıyasıya eleştirdiği bu kitabında, Modern İnsanın artık dışardan gelen şiddetten çok, odağı, modern insanın kendi iç dünyası olan, bir şiddete maruz kaldığını, özgürlük, başarı ve performans putları ile kendini, hiçbir köle tacirine ya da zorbaya ihtiyaç duymadan köleleştirdiğini anlatıyor. Bu dönemde herkes kendini sömüren bir sömürgecidir ve herkes aynı zamanda kendisi tarafından sömürülen bir kurban. Arzu üzerinden ikna edilmiş, performans insanın bundan sonraki durağı “doping insanıdır.” Fail ve kurbanın özdeşleştiği bu yerde çözüm de yoktur. Çünkü  “Ölemeyecek kadar canlı ve yaşayamayacak kadar ölüleri” ne öldürebilir ne de diriltebilirsiniz.

Ahmet H. Çakıcı


GiRİŞ

Kaybolmayan şeyler vardır. Onlardan birisi de şiddettir. Şiddetin tarihi insanlık tarihi kadar eski.
Değişen kültür ve teknoloji ile beraber şiddet te kavramsallaşarak çeşitli aşamalardan geçerek evrimleşmekte, kılıktan kılığa girmektedir.
Şiddet, toplumsal durumlara bağlı olarak aşikârlıktan mahremiyete, kaba güçten medyatiğe,  fiziksellikten ruhsallığa, olumsuzdan olumluya kayıyor; deri altına, kılcal damarlara ve sinir uçlarına doğru siniyor. Kaba kuvvet günümüzde anonimleşmiş, öznesinden arınmış, sistemle bütünleşmiş bir şiddete dönüşmüştür.
Güney Koreli kültür kuramcısı Byung-Chul Han “Şiddetin Topolojisi” kitabında özellikle şiddetin olumsuzluk kılığında tezahür eden makrofiziksel görüntülerine yönelir; Ego ve Alter, İç ve Dış, Dost ve Düşman gibi iki kutuplu gerilim hatları üzerinde ilerler. Bu konuda Freud’den, Girard‘dan, Foucault’dan, Deleuze’ye, Zizek’ten, Negri’ye kadar pek çok kuramcıya da eleştiri getirmeyi de unutmaz.
Şiddet biçimleri arasında arkaik ve kanlı kurban ayinlerini, kıskanç ve intikamcı tanrıların mitolojik gazabını, hükümdarın öldürücü şiddetini, işkenceyi, gaz odasının kansız şiddetini ya da terörizmin viral şiddetini sayabiliriz. Günümüzde makrofiziksel şiddet kendini daha örtük bir biçimde ifade eder, mesela iftira atmak, itibarsızlaştırmak, yoksun bırakmak, aşağılamak, görmezden gelmek, hakaret etmek gibi dilin üzerinden bir şiddet kurabilir. Ya da olumluluğun şiddeti olarak aşırı iletişim, aşırı bilgi ve haber, azmanlaşmış bir dil, dilin spamleşmesi ile kitlelere bir başka şiddet biçimi olarak yönelebilir.  
Han’a göre günümüz toplumunu, “ötekini” olumsuz görmeyi giderek üzerinden atıyor. Ama bu şiddetin azalması anlamına gelmiyor. Olumsuzun şiddetinin yerini olumlunun şiddeti alıyor. Üstelik olumluluğun şiddeti bir düşmana, bir iktidara da ihtiyaç duymuyor. Şiddet kişinin kendisinin ürettiği kendisine yönelen bir biçim alıyor.   Aşırı performans, aşırı tüketim, aşırı güzellik, aşırı iletişim, hiper hareket veya hiper bir “kendine dikkat” fitlik, güzellik baskısı dışardan gelebilecek şiddet kadar bireyi yoruyor.

1.     ŞİDDETİN TOPOLOJİSİ
Antik Yunan’da işkence, şiddet bir kader ya da doğa olayı olarak algılanır. Karşımızda fiziksel şiddeti, amaca götüren bir araç olarak kutsayan bir toplum vardır. Şiddet, görünmezlikten görünürlüğe ve amaca götüren bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani toplum kan toplumudur. Ruh toplumu olan modern toplumdan farklıdır. Çatışmalar Yunan’da dolaysız olarak bir çırpıda yapılır. Şiddetin dışsallığı ruhun yükünü böylelikle hafifletir. Çünkü acının ağırlık noktasını dışa kaydırır. Modernitede şiddet ruhsallaştırılmış, psikolojilkleştirilmiş, içselleştirilmiş biçimlerde ortaya çıkar. Dolayısı ile yıkıcı eleştiri dolaysızca, fevri boşalmaz, psişik emekle bir yüzleşme ve uğraş gerektirir.  Ruh eziyet verici ıstıraptan kurtulmuş olur.
Han’ın burada ifade etmek istediği şiddet kavramı modernite öncesi toplumlar da hazır ve nazırdır. Gündelik hayatın ve toplumsal pratiğin ve iletişimin önemli bir parçasıdır ve alenidir. Özellikle Antik Yunan ve Antik Roma’da şiddet sadece uygulanmakla kalmaz, aynı zamanda seyirliktir de. Çünkü iktidar ve hegomanyanın haşmetini ve gücünü ortaya koymak için şiddetin teatral sahnelenişinden faydalanılır.
Modernite de şiddet iktidar değildir. Artık siyaset sahnesinde ve tüm toplumsal düzlemlerde meşruiyetini kaybetmiştir. Şiddetin gösteri mekânı kapanır. İnfaz artık özel mekânlara çekilir. Kamusal alanda kendini göstermek istemez. Şiddet kendini gururla sahnelemek yerine utançla gizlemektedir. Her türlü dilden ve simgeden yoksundur. Bir şey ilan etmez. Dilsiz, sözsüz bir imha…
Modernite de şiddetin en merkezi topolojik kaymalarından biri ruhsal içselleştirmedir. Yani şiddet ruhla sürekli bir çatışma halinde olup, yıkıcı gerilimleri ile ruhu kemirir. Cephe, artık Ben’in dışında değil, içindedir… Şiddetin bu ruh yıkıcı etkisini gemleyici güç içimizdeki Vicdan’dır. Nitekim Freud’a göre ‘ Vicdan, şiddetin tersine çevrilmiş yeridir’. Başkalarına karşı saldırganlık, kendine karşı saldırganlığa dönüşür.
İktidar teknikleri de şiddetin içselleştirilmesinden yararlanır. Tebaanın dış otoriteyi içselleştirmesini ve kendisinin bir parçası haline getirmesini sağlar. İktidar bu şekilde çok daha zahmetsizce hükmeder. Bu sayede herhangi bir kaba kuvvete ihtiyaç duymadan, ince mahrem dokunuşlarla öznenin sinir uçlarına kas liflerine kadar girer ve onu ruhen ve bedenen etkisi altına alır, istedikleri her ne ise gerçekleştirir.  Şiddet doğallaşır.
Geç modernitenin başarıya ve performansa endeksli öznesinde (subject) yabancıdan gelen şiddetin yerini kendine yönelik şiddet alır. Bu süreç kapitalist üretim ilişkileri ile doğrudan ilişkilidir. Belli bir üretim düzeyinden itibaren insanın kendini sömürmesi, özgürlük duygusu ile el ele gittiği için, bir başkasını sömürmekten çok daha randımanlı ve başarılıdır. Başarı ve performans toplumu bir kendi kendini sömürme toplumudur. Başarıya endeksli özne tamamen kendini tüketene kadar kendini sömürecektir. (s:20)

Artık öznel performans önemli değildir. Sadece başarıya ve performansa odaklı özne hiç kimsenin kulu olmadığını hissetse de artık kapitalizmin bir sömürgesidir.    

2.     ŞİDDETİN ARKEOLOJİSİ
Şiddetin somutlaştırılmasına izin vermemek için Rene Girard “mimetik rekabet” kavramını ortaya attı. Mimetizm (taklitçilik) - Antik Yunan filozofları da dâhil birçok filozof tarafından tartışılan- günümüzde insan beyninin bir taklit makinesi olduğunu iddia etmektedir. Filozof Girard mimetik Arzu Teorisi’ne göre ‘Arzu taklitçidir’ İnsan ötekinin arzusunu taklit eder. Öznenin bir nesneyi arzuluyor olmasının altındaki sebep bir başkalarının onu arzuluyor olmasındandır. Yani arzuladığımız her şey bir başkasının arzusu olduğu için bizim arzumuz haline dönüşür. Aynı nesneye yönelen iki arzu birbirini karşılıklı olarak engeller. Bu da mimetiğin kaçınılmaz bir şekilde şiddete yol açtığı sonucuna varır ve “mimetik rekabetin” insanlar arası şiddetin başlıca kaynağı olduğunu iddia eder.
Fakat Han’a göre mimetizm Arzu’dan doğmaz, kendi içlerinde kendilerine ait bir değere sahip olan şeyler uğruna girişilen kavgadan kaynaklanır. Bunlar asli ihtiyaçlardır. Mesela para… Han bu fikre itiraz eder, bu teori mesela “para” ile sınandığında çöker, para başkaları “sahip olduğu için arzulanmaz. Para özel bir nesnedir, değerin kendisidir.  Mimesis şüphesiz ki insanın merkezi davranış biçimlerinden biridir. Onsuz sosyalleşilemez ama mimesiz simgesel alanlardadır kaçınılmaz bir şiddete yol açmaz.
Girard intikamı, öç alma ve kan davasını da mimesise bağlar. Kan davasındaki mesele temelde aynı olup her seferinde yapılan taklitlerle sürekli gelişir ve zincirleme halini alır. Artık bu mimesisin zirvesidir. Han’a göre ise mimesis kan davasının yıkıcı şiddetini açıklayamaz. Arkaik toplumlarda ki mesele cinayetin taklidi değil asıl kendisidir. Çünkü öldürme işleminin içkin bir değeri vardır. Han, cinai şiddet döngüsünün taklit yoluyla ortaya çıkamayacağını, öldürme işleminin varlığın içinde bulunan mimetik değil, şiddet ekonomisine hâkim olan kapitalist bir ilke olduğunu vurgulamıştır. Ne kadar şiddet uygulanırsa kişinin iktidarı o kadar güçlenir. İnsanın ölüme hükmedeceği inancı ile ‘ölümün üstesinden öldürmekle gelinir’ . Burada mesele bizzat öldürmenin kendisidir. (s:23)
Arkaik din, insanın dışsallaştırarak (kendi başarısızlıklarını ve sorunlarını hep dışarıda araması rasyanolize ederek-AY) kutsallık mertebesine çıkardığı şiddetle karmaşık bir alışverişler bütünüdür. Kurban ayinleri bu alışveriş biçimlerinin en önemlilerindendir. Aztekler kurban edecekleri insanları yakalamak için ritüel savaşlara girerlerdi. Rahip başkanlığında yapılan bu savaşın kendisi dinsel ayinlere dönüştürülürdü. Arkaik (eskimiş, geçmiş döneme ait-AY)  toplumda şiddet, dinsel iletişimin asli aracı idi. Şiddet tanrısı ile şiddet aracılığı ile iletişime geçilir…Girard’ın ifadesi ile “Bu toplumlarda şiddetin yol açabileceği kötülükler o kadar büyük ve panzehiri o kadar zayıftır ki, asıl sorun şiddeti önlemektir Tedbirin öncelikli alanı dinseldir. Buna göre dinsel eylemin başlıca amacı şiddeti yatıştırmak ve kontrolden çıkmamasını sağlamaktır. Girard’a göre toplum şiddete olan açlığını dışarı aktarmak için kurban seçer ve o kurbanın yüzü suyu hürmetine (sevabı) üzerinden kendi içinde barışır ve şiddeti dışarı atmış olur. Seçilen kurban ilk planda toplumun birlikteliğini, uyumunu, sosyal dayanışmayı güçlendirip;  kıskançlığı, kavgayı ortadan kaldırır. Kurban bir tür paratoner işlevi üstlenip şiddeti kurnazca bazı nesnelere yönlendirmiş olur.
Han ‘a göre kurban şiddeti önlemeye yarar ama bunu dinselliğe indirgeyemeyiz. Çünkü şiddet pratiği yalnızca tepkisel ve önlemsel değildir, aktif ve üretkendir. Toplum kendini tanrı ile özdeşleştirirse, saldırgan ve şiddete eğilimli olur. Nietzsche şöyle der “Hala kendisine inancını yitirmemiş bir halkın kendi tanrısı da vardır.” Kendi olma zevkini, iktidar olma duygusunu bir varlığa yansıtır… Öfkeyi, intikamı, kıskançlığı, hileyi, şiddeti ve bunların sonunda ki, zaferin ve imhanın verdiği zevkleri tatmamış bir Tanrı neye yarar ki?   
Arkaik kan davası sonucu yaşanan cinayet kurbanın ait olduğu grubu zayıflatmıştır. Hissettiği güç kaybını telafi etmek için kendisi de öldürmek zorundadır. Önemli olan kimi öldüreceği değil; aslolan öldürme işlemidir. Toplumda her ölüm -sonucu doğal yoldan da olsa - öç alma duygusunu tetikler. Her öldürme edimi iktidar duygusunu çoğaltır. Dolayısıyla kan davasını yıkıcı kılan bu şiddet ekonomisidir. Arkaik şiddet ekonomisi modernite de öyle kendiliğinden ve kolayca yok olmaz. Sermaye ekonomisi ile arkaik şiddet ekonomisi benzerlik gösterir. Kan‘ın yerini ‘Para’ almıştır. Sermaye modern Mana gibi davranır. Ne kadar çok paraya sahip olursan; o kadar güçlü, yaralanmaz hatta ölmez hissedilir. Para etimolojik manada ‘kurban’ ve ‘kült’ bağlamlarını içinde barındırır. Ne kadar çok paraya sahipsen, o kadar çok öldürtebileceği kurbanlık var demektir. Yani para ve sermaye ölüme karşı bir araç ve çaredir.
Sermaye ekonomisi de arkaik şiddet ekonomisi ile benzerlik gösterir. Ancak kan yerine para akıtılır. Ne kadar paraya sahip olunursa o kadar güçlü, yaralanmaz ve hatta ölmez hissedilir. Para etimolojisi gereği para ve kurban kült bağlamlarını da içerisinde barındırır… demek ki para ve sermayenin asıl işlevi ölüme karşı bir araç, çare olmasıdır.
Kapitalist ekonomi hayatta kalmayı mutlaklaştırır. Meselesi iyi yaşamak değildir; daha çok sermayenin yaşama kalitesini arttıracağı yanılsamasından beslenir. İyi yaşama endişesi hayatta kalma histerisine dönüşür. Bu hayatın canlılığını çalar. Sağlıklı yaşam histerisi ile hayatın bozuk para gibi çıplaklaştığı, her türlü manadan yoksunlaştığı, içerisinin boşaldığı geriye donuk bir yaşam ve Ben’in bedeni kaldığı yerdir artık burası.
Freud “Savaş ve Ölüm Üzerine Güncel Düşünceler” isimli makalesinde “Hayatı yaşamak istiyorsan ölüme hazırlan” der. Demek ki hayatın bir ölmemişlik kalıbında donmaması için ölüme daha çok yer açmak gerekiyor… Ölüme hak ettiği değeri düşüncelerimizin ve gerçekliğin içinde verebilirsek bu daha dürüst bir tavır olacak üstelik hayatımız katlanılır hale gelecektir. (Yaşam ölümün umududur.  Mutluluk ise sahip olduklarımız değil; ümit ettiklerimizdir. –İhsan Fazlıoğlu’ndan alıntı –AY)
      
3.     ŞİDDETİN RUHU
Freud’un psikolojik aygıtı bir ‘olumsuzlama sistemi’dir ’. Üst ben katı bir emir ve yasaklar merci olarak bilinir. “Üst ben, baba karakterini koruyacaktır ve Oidipus Kompleksi ne kadar kuvvetli olur, bir o kadar da bastırılırsa üst Ben akabinde bir o kadar katı vicdan olarak veya bilinçsiz bir suçluluk duygusu olarak Ben’e egemen olacaktır. Çünkü üst ben kategorik imparatif olarak buyurgan bir zorunluluğun katı, gaddar yüzüdür. Ben ‘in üzerinde acımasız bir şiddetle hüküm sürer.
Üst Ben yerine göre tanrı, hükümdar ya da baba yerine geçen içselleştirilmiş bir iktidar merciidir. Bunu kendi içimizdeki öteki olarak ele alır. Bu anlamda da şiddet ötekinden kaynaklandığı için olumsuzdur. Freud psişik olayları da tarif ederken olumsuzluk şemasından faydalanır. Ben’in sahiplenmesine izin vermeyen ötekinin izini sürer. Bu anlamda ruhsal hastalıkların tedavisi de zor olacaktır. Freud melankoliği de Ben’in içinde yuvalanan ve onu değiştiren ötekine bağlar. Böylelikle çatışmalar içselleştirilir. Kendine dönük olarak yoksullaşma ve saldırganlık ortaya çıkmış olur.
Bastırılmış dürtü karanlıkta azar ve yıkıcı biçimler alarak “aşırı ifade biçimlerine” dönüşür. Tuhsal yapı, savunma, kuşatma, ricat, kaçış, kamuflaj, işgal ve sızma gibi bir çok harekatın vuku bulduğu bir savaş meydanına dönmüştür.
Freud, yas gibi ve melankolinin de bir nesneden feragat etmekle başladığını düşünür. Libidoyu yitirilen nesneden kopartan ve böylelikle yeni bir nesneyi işgal eden yas ve yas tutma eylemine karşılık melankolide nesne içselleştirilir. Melankolide nesne içselleştirilir ve kolaylıkla vazgeçmez. Daha ziyade nesne ile narsistik bir özdeşleşme yaşanır. Nesne seçilmişti ve libido belli bir kişiye bağlanmıştı;  sevilen kişi tarafından rencide ediliş veya hayal kırıklığının etkisi ile nesneyle ilişkide sarsılma meydana geldiğinde libido nesneden ayrılmak yerine Ben ‘in derinliklerine geri çekilir. Bu Ben’in vazgeçilen nesneyle özdeşleşmesine yol açar. Bu durumda ben ve sevilen kişi arasındaki çatışma, Ben eleştirisi ile özdeşleşme ile değişen ben arasında bir çatışmaya dönüşür. Bu da kişiyi ikileme sürükler.
Melankolinin temelinde Ben’in parçalanması yatar. Melankoliyi tetikleyen nedenler çoğunlukla bir ölümün yarattığı net bir kaybının ötesine geçer ve incinme, reddedilme, hayal kırıklığı gibi aşk ve nefreti aynı ilişkinin içine taşıyan ya da var olan bir ikircikliği kuvvetlendiren tüm durumları kapsar… Melankoli, insanın kendisiyle hastalık derecesinde bozulmuş ilişkisidir. Freud bunu bir yabancı ile ilişki, Ötekiyle ilişki… Benim bendeki öteki ile ilişki olarak yorumlar.
Günümüz başarıya ve performansa odaklı öznenin depresif rahatsızlığının temelinde, yitirilmiş bir öteki ile çatışmalı ikircikli ilişki yatmaz. Depresyon öteki boyutunu içermez. Burnout[1]’a göre depresyonun asıl nedenleri arasında yıkıcı ölçüde kendine dönüklük, aşırı gerilim, aşırı kontrollü ve mebzul miktarda bir kendilik var. Başarı ve performansa odaklı çalışan yorgun depresif özne kendinden bıkmıştır. Kendinden yorulmuş ve kendi ile savaşmaktan bitkin düşmüştür. Kendinden çıkmayı, dışarıda olmayı ve dünyaya açılmayı beceremez. Saplantılı bir şekilde kendine odaklanır. İçinin oyulmasına ve boşalmasına yol açar. Tekrarları yaşayan özne sonunda tükenişe doğru yol alır.
Freud’un Ben’inin üstesinden geldiği iş bir görevin ifasıdır. Kant’ın itaatkâr öznesi ile ortak yönü budur. Kant’ da üst Ben’in yerini vicdan alır. Her insan da vicdan vardır. Kendi içindeki bir Yargıç tarafından gözlenmekte, tehdit edilmekte ve sorgulanmaktadır. Kanunların ötesinde içinde bekçilik yapan bu kuvvet özünde içkin olarak yer alır. Kant’ın öznesi eğilimleri gemler. Her şeye hükmeden ahlaki varlık –Tanrı - yalnız cezalandırıcı ve yargılayıcı bir güç değil, ödüllendirici bir merci olarak bilinir. Ahlaklı özne erdem adına bütün zevklerini bastırır. Ahlaklı Tanrı onu saadetle ödüllendirir. Ödüllendirilmek sorun olmayacaktır. Çünkü Tanrı aldatmaz. O’na güvenilir. Ödüllendirmenin yerini günümüzde ‘üretim ilişkileri’ alır.
Geç modernitenin başarıya ve performansa odaklı öznesinin işi bir görevi yerine getirmek değildir. İtaat, yasa ve görev bilinci ile değil; özgürlük, keyif ve bireysel eğilimlerine göre yaşar. İşten beklediği en başta keyiftir. Ötekinin emri ile hareket etmez. Kendinin efendisidir. Ötekinden kurtulmak başarıya odaklı çalışan öznenin ruhsal bozukluğundan sorumlu olacak narsistik bir kendine odaklanmayı beraberinde getirir… Öteki’ne bağın yitirilmesi bir ödüllendirilme krizine yol açar. Yapılan işin değerini bulması ve takdir edilerek ödüllendirilme bir üçüncü kişinin varlığını gerektirir. İnsan kendini ödüllendiremez. Kant’ta ödüllendirici merci Tanrı’dır. O ödüllendirir ve ahlaki başarıyı takdir eder. Ödüllendirme yapısının bozulması ile başarıya odaklı özne hep daha çok iş ve daha çok başarı kazanma zorunda olduğu bir döngünün içinde bulur kendisini.  (S:37)
Sennett’de, ödüllendirme krizinin ardından narsistik bir bozukluk, öteki ile bağın yitirilmesi ile ortaya çıktığını söyler. Bir karakter bozukluğu olarak narsizm, insanın kendini derin sevgisinin tam zıddıdır. Kendine dalmak ödüllendirilmez, acı verir. Narsist birey yeni ve farklı olanı, onda kendini bulana kadar mas edip dönüştürür- ve bu ötekini veya farklı olan şeyi önemsiz hale getirir… Narsist tecrübe değil bir yaşantı peşindedir- Karşısına çıkan her şey de kendini yaşamak ister... İnsan kendinde boğulur. Oysaki tecrübeler insanı farklılaştırır. Yaşantılar ise Ben’i ötekine, dünyaya doğru uzatırlar sadece.
Yeni medya ve iletişim teknikleri varlığın ötekine dönüş imkânlarını zayıflatıyor. Sanal dünya farklılık ve direnç açısından yoksul, Benlik virtual mekânlarda gerçeklik ilkesi olmadan narsist hayali dünyanın mekânlarında dolaşıyor. Narsist ben, sanal dünyanın hayali mekânlarında öncelikle hep kendine rastlar. Geç modernitenin başarıya ve performansa odaklı yaşayan ve neredeyse sonsuz imkânlara sahip öznesi kuvvetli bağlar kurmaktan acizdir. Depresyonda insanın kendisiyle olan bağları dâhil tüm bağlar kopar… Sosyal ağlardaki arkadaşlıkların başlıca görevi, bir meta gibi sergilenen egoya dikkatlerini tüketiciye nasıl yönelteceklerini göstererek, kişinin narsistik Ben duygusunu arttırmaktır (beslemektir-AY).
Alain Ehrenberg’e göre, melankoli günümüzde depresyona dönüşerek demokratikleşir. “Melankoli eskiden sıra dışı insanların tuhaflığı iken, depresyon sıra dışılığın popülerleşmesinin ifadesi oldu.” Ehrenberg’e göre depresyon; melankoli+eşitliktir. Demokratik insana en yakışan hastalıktır.  Ehrenberg’ e göre depresif insan “egemenliğinden bitap düşen” yani kendisinin efendisi olmaya gücü kalmayandır. Sürekli inisiyatif gösterme mecburiyetinden yorgun düşmüştür… Ona göre depresyonun ardında bağımlılık yaratan anti depresanlarla daha da geri plana itilmiş gizli bir çatışma yatar. O çatışma da güvenilir bir rehber değildir: Dengelenmiş yoksunluk, üstesinden gelinmiş zoraki davranışlar depresyonun arka yüzünü oluşturuyor… Oysa gerçekte çatışma modeli – psikanaliz -depresyonu tümüyle açıklamaktan acizdir.
Şiddet sadece kavganın ve çatışmanın olumsuzluğundan değil, uzlaşmanın olumluluğundan da doğar. Sermayenin her şeyi yutar görünen tümleşikliği uzlaşmacı bir şiddet oluşturuyor.
Sorunlu olan bireysel rekabetin kendisi değil kendine dönüklüğüdür ki; bu da mutlak rekabeti doğurmaktadır. Başarıya odaklı özne kendi kendisiyle rekabete girmekte ve yıkıcı bir kendini aşma mecburiyeti hissetmektedir. Amaç ötekileri geçmek ya da yenmek değildir. Mücadele kendine dönüktür. Ama insanın kendini yenmesi, kendini geçme çabası ölümcül bir oyundur. Kendisiyle rekabet, kendi gölgesini geçme isteğine ancak ölümle sonuçlanacak bir oyundur. (S:46)

4.     ŞİDDETİN POLİTİKASI

4.1 DOST İLE DÜŞMAN
Carl Schmit’ e göre, politikanın özünde dost ile düşmanı ayırt etmek yatıyor. Siyasi düşünce ve siyasi içgüdü “dost ile düşmanı ayırt etme becerisi”nden başka bir şey değildir, der. Dost düşman zıtlığı politik sistemi başka sistemlerden farklı kılan ikili koda benzemez. Çünkü siyaset herhangi bir sistem, “nesnel bir alan” sayılamaz. Ahlakın nesnel alanında iyi-kötü ikili kodu hâkimdir. Güzel-çirkin zıtlığı estetiğin sistemini tanımlar. Politika nesnel alan olmadığından dost düşman ikilisi toplumsal sistemi kuran nesnel alandan farklıdır. Nesnel alanların içerdiği zıtlıklar nesnel konuları kapsar. Güzel ve ya iyi bir şeyi tarif eder. Oysa dost düşman zıtlığı nesnel değil, varoluşa dair bir ayrımdır. Düşmanın ahlaken kötü, estetik olarak çirkin olması gerekmez. Nesnel bir zıtlığın dost düşman karşıtlığına dönüşmesi için en uç yoğunluk derecesinde yaşanması gerekir. Estetik ve ahlak gibi din ve ekonomide nesnel bir alandır. Nesnel farklar üzerinden yükselirler. Fakat dinsel cemaat inançlarından ötürü bir savaşa girdiğinde artık politik eylem içindedir. Reel dost-düşman kümeleri varoluşsal düzlemde öylesine kuvvetli ve tayin edicidir ki, politik olmayan bir zıtlık bu kümeleri yarattığı anda, o zamana kadar ki saf dinsel, saf ekonomik, saf kültürel kriterlerini ve motiflerini arka plana atacaktır. Kendine özgü yepyeni bir durumda bulacaktır kendini. O eski saf çıkış noktalarından bakıldığında fazlası ile politikleşmiş hesaplanamaz ve irrasyonel şartlarına ve sonuçlarına tabi olacaktır. Kısaca Schmitt’ e göre nesnel savaş diye bir şey yoktur.
Schmitt’e göre cemaat ancak düşman tarafından bir tehlikeye girdiğinde ve kendini savunma zorunda kalınca yani savaş sırasında politikleşir. Reel şiddet olasılığı siyasetin özünü oluşturur. Mücadele yalnız devletlerarasında değil aynı devlet içinde de yaşanabilir. Bir devlet içi düşman karşısında da politik yalnızlık yaşar. Onun için der ki Schmitt, bütün devletlerin içinde ‘düşman ilan etme kurumu’  vardır. Ve hakir görme, sürgün, aforoz, kurban etme şekillerinde tecelli ederler.
Heidegger gibi Schmitt ‘de cemaat ve toplumu birbirinden ayırır. Yalnız cemaatin politik bir enerji ürettiğini söyler. Buna karşın toplum sadece basit bir birlikteliktir. Bir iradeden, harstan, savaşma kararlılığından yoksundur. Ekonomik düzlemde örgütlenmiş bir toplum rakibini şiddetsiz bir biçimde yer ile yeksan edebilir. Fakat yine de politik birlik değildir. Çünkü hasmı düşman değil sadece bir rakiptir. Schmitt’in düşüncesinde savaş, yalnızca politikanın farklı araçlarla yapılması değil bizzat kendisidir.
Düşmanlık kimliğin kurucu ögesidir. Ben kendini sadece düşman ötekine karşı bir bağışıklık tepkisi olarak tanımlayabilir. Yani der Scmitt, “tek bir düşmandan daha fazla düşmana sahip olmak, içsel bir zaafın, bir bölünmenin işaretidir. Düşmanın kesin tarifinin yapılamayışı, Kendi’nin kifayetsizliğine işaret eder. Düşmanın çokluğu Ben’i dağıtır. Düşman, bizim kendi varlığımıza ilişkin bir meseledir… Bu nedenle kendi ölçümü, kendi sınırım şeklimi kazanabilmem için onunla savaş halinde olmalıyım.
Politikanın zirve noktaları düşmanla bir barış ya da anlaşmanın başarıldığı anlar değildir, düşmanın tüm somut gerçekliği ile düşman olarak tanındığı anlardır. Diyalog ve uzlaşı değil savaş ve kavgadır politikanın temeli. Tayin edici olan her zaman ve sadece çatışmadır. Çatışmaların çözümü politik değildir, çatışmanın ardındaki düşmanlıktır. Olağan üstü hal, bir cemaatin bütün normatif koşullarının devre dışı bırakıldığı durumdur. Bu durum cemaati çıplak varoluşuna indirger. Politika bir iş değildir, gerilimden beslenir.
Schmitt bir konuşmasında, mücadele birliğinden bahseder. Ve ‘Varlık mücadeledir. Ancak o zaman politik bir boyut kazanır’ der. Politika karar alma mücadelesidir. Evet, karar almanın keskin şiddetidir. Karar tartışmayı fuzuli kılar. Tartışma kararı tanımlayan o vurucu güçten yoksundur. Bu yüzden tartışmayı küçümser. Böylece aslen siyasi bir kavram olan mücadele, liberal düşüncede… tartışmaya dönüşüyor. Net bir kararın yerini bitmez tükenmez rekabet ve tartışmalar alıyor.
Schmitt barışmaz zıtlıklar üzerinden düşünür. Ya-o-ya-bu formülü, düşüncesinin hatta ruhunun temelidir. Dünyası keskin kopuşlarla ifade bulur. Romantizme getirdiği eleştirinin ardında da çok anlamlılığa ve müphemliğe alan açma aczi yatar. Romantik dünya onun nezdinde “özden, işlevsellikten, sağlam rehberlikten, nihai bir sondan, bir tanımdan yoksun, karardan ve kıyametten kopuk bir dünyadır. Müller’i “duygusal olarak her yerde arabuluculuk etme iptilası, “dünyayı kapsayan hoşgörüsü” nedeniyle suçlar. Çünkü “insana sevebileceği gönül rahatlığı ile nefret edebileceği hiçbir şey bırakmaz.”
Schmitt’in şiddetinin politikası, politikanın ötesinde ruhunu belirleyen bir kimlik politikasıdır. Hidrofobisi (su korkusu-AY) de kimlik saplantısına dayanır. Su, kesin bir işaret koymaya izin vermediği için çok korkutucu bir elementtir. İçine bir şey yazılmadığından tümüyle karaktersizdir. Deniz mekâna ve kanuna, düzene ve düzleme, yani hiçbir anlamlı birliğe izin vermiyor.  Denizin içine kesin hatlarda çizilemez. Yunanca da deniz; gömmek, çizmek, damgalamaktan gelen bir asli anlamıyla karakteri yok. Schmitt yalnız katı farklarla, zıtlıklarla düşünmesi uçarı-kaçarı, yüzeri-gezeri kavrayamaması, açısından Schmitt, özel bir toprak insanıdır ve toprağı arşınlayandır.
Başarıya odaklı insan her şeyden önce esnek bir insan olmalıdır. BU dönüşümün temeli her şeyden önce ekonomiktir. Rijit, katı kimlik günümüzün üretim ilişkilerindeki hızlanmaya terstir. Dayanıklılık, kalıcılık ve süreklilik büyümeyi yavaşlatır.  Başarı ve performans toplumunun ideal öznesi her şey için kullanabilecek karaktersiz, karakterden azade insandır. Başarıya odaklı çalışan özne kendini net hatlarla çizilmesine, nihai bir topraklanmaya izin vermeyen bir yüzergezerlik halindedir sürekli. Yüzergezerlik duygusu bir noktaya kadar özgürlük duygusuyla paralel gider. Ama uzun vadede ruhsal tükenmişlik yaratacaktır.
Olumsuzluk tümden ortadan kaybolunca deformasyon(biçimi bozulma, biçimsizleşme- AY) ve destabilizasyon(istikrarsızlaştırma, dengesizleştirme –AY) gelir. Ruh mevzi alamaz, yerleşemez… Kendi’nin ucu açıklığı ve kapanamayışı, yalnız öğür değil hasta da eder. Başarıya ve performansa koşan özne, karaktersiz, bir adamdır.
Başarıya odaklı geç modern özne, olumsuzluğu gitgide atmıştır üstünden. Karşısında ne bir düşman ne bir hükmeden vardır artık. Onu daha fazla iş başarmaya zorlayan bir dış merci bulunmaz. O daha çok kendi kendini zorlar ve kendisi ile savaşır… Özne dışarısı ile nesnelerle ve dünya ile bağını gitgide yitirir. Yeni medya ve iletişim biçimleri bu gelişimi güçlendirmektedir. Başarıya ve performansa yönelik toplumun öznesine, narsistik bir kendine yöneliklik damga vurmamaktadır. Ötekinden (Tanrıdan-AY) ödül alamadığından hep daha fazla başarı, daha fazla üretim elde etmek zorunda hisseder kendini. Aslında son kertede kendi kendi ile rekabet halindedir, hep kendini aşmaya odaklanmıştır. Böylece ortaya ölümcül bir yarış çıkar, bir gün düşüp kalana kadar kendi etrafında döner.   
Kendi etrafında, kendi kuyruğunu ısıran narsistik özne depresyon tehdidi altındadır. Ötekiyle yitirilen ilişkiden ve dışarısıyla, dünyayla kopmuş olmaktan doğar. Bireyin kendi etrafında sürekli daha hızlı döndüren narsistik kısır döngüden kurtulmak için öteki ile ilişkiyi Schmitt’in diliyle söyleyecek olursak, “kendi varlık şeklinin” ortaya çıkmasına izin vermeyen bu kendine dönüklük, hayali bir dış düşman korkusunu kolaylaştırabilir çünkü bu, kendisinin yüküyle ezilen, kendiyle yıpranan ve kendi ile savaşan ruhu rahatlatır.  Bireyi kendi etrafında sürekli ve daha hızlı döndüren narsistik kısır döngüden kurtulabilmek için ötekiyle ilişkiyi Schmitt vari dost düşman şemasının olumsuz şiddetinden uzakta yeniden kurmak gerekir. Bu ise farklı bir inşayı, Öteki’nin bağışıklık sisteminin yıkıcı savunmasına izin vermeyecek bir biçimde, yeniden inşasını gerektirir. Tüm farklılıklara rağmen onu olduğu gibi kabul edecek bir ilişki mümkün olmalıdır. Bu da dostaneliktir. Dostanelik ötekini kendi haline bırakmak değil; aktif katılımcı bir yaklaşımla gerçekleşir. Dostanelik politikası hoşgörülük politikasından daha açık kalplidir. Hoşgörü muhafazakâr bir pratiktir, çünkü farklılık burada katlanılan bir şeydir. Azınlıklar iktidar tarafından hoş görülür, tolere edilir.  Dostanelik politikası, asgari bağ ile azami bağlılık, asgari akrabalıkla azami yakınlık yaratır. Schmit’in kimlik politikası olarak önerdiği şiddet politikası, azami akrabalık içeren kardeşliği bile zıddına çevirme gücüne sahiptir. Schmitt, “senin düşmanın kim?” sorusuna, “ötekinin kardeşim olduğu, kardeşimin düşman olduğu ortaya çıktı” yanıtını verir. (s:56)

4.2 HUKUK VE ŞİDDET
Hukuk füzeninin hedeflerine ulaşmak için şiddet aracına başvurmazsa etkisiz kalacağı yönünde yaygın bir inanç vardır. Böyle olsaydı hukuk iktidardakilerin kendi haklarını zorla uygulattığı bir düzen olurdu. Evet, hukuk ilkelerinin şiddete kullanmaya ihtiyacı var, ama şiddetin hukuk için zorunlu şart olduğu anlamına gelmez. Hegel bu konuda şöyle der; “İnsanlar devletin şiddet sayesinde ayakta kaldığını düşünür. Oysa asıl harç herkesin paylaştığı temel düzen duygusudur. Bir hukuk düzeni yalnız şiddet veya olumsuz yaptırımların tehdidi ile ayakta kalamaz. Çünkü şiddet bir arada tutmaz. Sağlam bir dayanak değildir. Aksine toplumda şiddetin artması istikrarsızlığı getirir. Şiddetle ayakta durmaya çalışan hukuk düzeni kırılgan olur. En sağlam dayanak, hukuk düzenine gönüllü rızadır.
Walter Benjamin’in siyaset felsefesi de şiddetle hukukun içsel birliğinden yola çıkar. Benjamin için hukuk, iktidardakinin kendi hakkını öncelikle zorla alması demektir… Hukuk ilişkisi iktidar ilişkisinden başka bir şeyi yansıtmaz: Hukuk kurmak, iktidar kurmaktır. Yani şiddet, yasa koyabilmek için tayin edici önemdedir Hukuk iktidar kurmak için şiddetin yasa koyuculuğundan faydalanır. Ama hukuk tesis edildikten sonra da şiddet yürürlükten kalkmaz.
Benjamin’e göre hukuk, tüm düzlemlerinde kopmaz bir şekilde şiddete bağlıdır. Onun üzerine oturur. Şiddet, hukukun özüdür.
Şiddetin hukuk yoluyla görünür kılınması ve her ikisinin bir iktidar bloğu içinde konumlanması diyalektik çözümlemede önemlidir. 
Benjamin yasa ile şiddet arasındaki bağı mistik hikâyelere de bağlar. Benjamin burada şiddetin kökenini tanrılara mitolojik ya da ilahi yasalara dayandığını onların verdiği cezaların günümüz yasalarını oluşturduğunu bu yüzden de şiddetin tarihi ve felsefi hukuku iktidarla iç içe olduğunu açıklar. Bunu Niobe efsanesi ile tarif eder. Apollo ve Artemis’in eylemlerini ceza olarak görülebileceği fakat ikisinin şiddeti ve mevcut hukukun ihlal edilişinde temel esas hukuk kurmaya çalışmaktır. Şiddet hukukun özüdür. Şiddet kendi düzeninin yaratmakla kalmaz, kendi karşıtını da biçimlendirir.
Her hukukun işlevini kaybetmesi, uygulanmaması sonucu adaleti tesis etmekte yetersiz olduğunda;  kanunların tarihsel işlevinin çürümüşlüğü karşısında işlemeyen hukukun ortadan kaldırılması gereklidir.
Benjamin’in ‘Şiddet Eleştirisi Üzerine’ adlı metni Weimer Cumhuriyetinin krizli yıllarında ortaya çıkmıştır. Schmitt gibi parlamentarizmden kuşku duyuyordu. Parlamentoların kendilerinde temsil edilen yasa kurucu şiddettir.  Şiddete hakkını vermemeleri, dilin ve ruhun parlamentolaşması, siyasal meselelerde uzlaşarak söz ve şiddet dışı bir yöntemi benimsemeleri sonucu savunmanın yerini uzlaşı almıştır.
Parlamento birlikte oturup konuşmanın mekânıdır. Yasa koyma işleminin yerini konuşma almıştır. Schmitt ‘ parlerin uzunluğuna ve açıklığına artık sabır yok, parler bir palavradır ‘, der. Schmitt burada parlamentarizmin yasa kurucu ve karar merci olarak gözden düşürmeyi amaçlar. Benjamin ise, hukuka duyduğu şüpheden dolayı hukuku radikal bir biçimde eleştirir. Schmitt hukuk düzeninin içinde düşünürken; Benjamin gözlerinin hukukun ötesindeki bir dünyaya çevirmiştir.
Benjamin hukuk şiddet karakterine bakarak, insanlar arası çıkar çatışmalarının çözümlenmesinde şiddetten başka bir yol olup olmadığını sorar. Hepsi şiddetten ibaret hukuksal ve hukuk dışı araçları karşısına “saf araçları” çıkartır. Bunlar her türlü hukuk ilişkisinden uzak oldukları için saftır. Aracılığın bu şiddet dışı araçları arasında ‘kalpten gelen nezaketi, temayülü, barışseverliği, güveni ‘ sayar. Örneğin; güven, yazılı antlaşma ile kurulan ilişkiden daha barışçıldır. Çünkü antlaşma çiğnendiğinde taraflar şiddet yoluna başvurmaz. Güvenin azaldığı yerde doğan boşluğu şiddet doldurur. Benjamin devletlerin binlerce yıllık tarihinde şiddetten kaçınan antlaşma yollarının geliştiğine ve diplomatların çalışmaları karşılıklı trafik ile özel kişiler arasındaki mutabakat gibi yazılı antlaşma olmaksızın barışçı yollarla adım adım çözdüğüne dikkat çeker.
Benjamin’e göre dünya tarihinden bugüne kadar birikmiş varoluş hallerin yörüngesinden kurtulmak ve basit insani görevleri bile çözerken şiddetin her türlüsünden kaçınmak imkânsızdır. Benjamin hukuk kuramına uymayan bambaşka şiddet türü arar. Hukuk düzeninden şiddet çıkarılamayacağından; şiddetten tümüyle feragat edilemeyeceğinden dolayı ilahi şiddete sığınır… İlahi şiddet,  hukuku şiddetle birleştiren bağı kopardığı ve hukukun çatısı altına sokmayı reddettiği için saftır. Bu yüzden eylemcidir. Bir güç ve iktidar ilişkisi kurmaz. İlahi şiddet hâkim davranan güçtür der. O bakımdan ilahi güç her türlü idareden, her türlü düğmeden, kablodan, ekonomiden, hesaptan, teknolojiden uzaktır.
Mistik şiddet ve ilahi şiddet ayırımında, ilahi şiddet bir güç ve iktidar ilişkisi kurmaz. Mistik şiddet ise yenilen tarafı suçlu ilan eden bir suç ve hukuk ilişkisi oluşturur. Böylece şiddet sürdükçe suçta var olacaktır. Mitsel şiddet yasa kurucu ve kanlıdır. ”Çıplak hayatın üzerinde kanlı bir şiddet”tir. Buna karşılık ilahi güç “kansız bir biçimde öldürür”. Benjamin’e göre kan, mülkiyete ve iktidara yapışmış hayatı simgeler’. İlahi güç’te gerçi yok edicidir ama “imha güzünü yalnız mal mülk, hukuk, hayat üzerine göreceli kullanır, mutlak olarak bir canlının ruhunu almaz. “Ruh”, hukukun, iktidarın ve mülkiyet ilişkilerinin, çıplak hayatın üzerinde saf bir uzamdır… Benjamin’in saf güç olarak ayrı tuttuğu ilahi güç, “Hukukun dışında olan, terbiye edici güç”, en mükemmel, evet en saf halinde bile ruhu sakınmaz.
Benjamin’in izinden giden Agamben’de hukuku sadece şiddet açısından ele alır ve şeytanlaştırır. Onun da özlemi bir Mehdici ricattır. Agamben’e göre hukuk ve şiddet arasında özsel bir akrabalık vardır ve bu en yalın halliyle yürürlükteki hukuk yerini iktidarın yasa kurucu haline bıraktığı olağanüstü hal durumunda otaya çıkar. Olağanüstü hal, hukukun var olma nedenini görünür olduğu andır. Olağanüstü hal, ilan etme yetkisine sahip, egemen, “şiddetle hukukun ayırt edilemediği noktadadır, hukukun şiddete, şiddetin hukuka geçiş yaptığı eşiktir.”
Mekân kurma gücü şiddete değil, yalnızca iktidara aittir. Agamben o yüzden şiddetle iktidarı ayırmaz. Şiddetin bir mekân açmak için iktidara dönüşmesi lazımdır. Yoksa eylemi esnasında buharlaşıp gidecektir.  Şiddet bir direnişle ve Hayır’la karşılaşır. Oysa iktidar evet sahillerine yerleşir. İktidarı elinde tutulan kişi ne kadar kabul görüyorsa, iktidarı da bir o kadar güçlenir. Hükümdarın iradesi ile tebaanın iradesi arasındaki fark ne kadar az ise, iktidarı da o kadar sağlam demektir.
Politika kendini devletin (polis) yönetilmesine adamıştır. Aristoteles’e göre, ’devlet yaşatmak için doğmuştur. Sürekliliğini ise iyi yaşatmaya borçludur’.  Devlet (polis) salt bir güç ve iktidar yapılanmasından çok daha fazladır. Polis ‘otarşi’yi’ hedefler. İnsanlar bir şeyler eksik kaldığı için bir araya gelir ve bir birliktelik oluşturur. Politik birliktelik, güç ve iktidar arzusundan değil, bir yoksunluk duygusundan doğar. Bu yoksunluk duygusundan kurtulmak için başkalarıyla birlikte yaşamaya karar verir. Politika aracılıktır. Aristoteles tam da burada dostluğa önem verir. Dostluğun hukuk ve adaletten daha güçlü olduğunu o bakımdan yasa kurucuların adaletten çok dostluğa dikkat etmeleri gerektiğini söyler. Çünkü dostluk toplumsal yaşamı hukuk düzeninden daha etkin düzenler ve şiddeti asgariye indirger… Aristoteles dostluğu devletlerarasındaki ‘en önemli zenginlik’ ilan eder. Dostluk ‘özgür bir birliktelik yaşama kararı’ olduğu için devlet dostluğu temel alır, varoluşunun imkânı olarak görür. İnsanın varoluşunu politikleştiren şey birlikte yaşama kararıdır.
Agamben ve Hobbes ‘e atıfla politika ile antlaşmadan devletin çok sayıda insanla bir araya gelerek yaptığı antlaşmaya herkesin iradesinin oluşturulduğu bir tüzel kişi olarak tek tek kişilerin güçlerini ve yeteneklerini ortak barış ve korunma amacı ile birleştirip kullanılabildiğini söyler.
Leviathan’ da devleti bir kişi tasavvur edilir. O kişi (devlet) herkesin gücünü ve elindeki araçları kullanarak kendi uygun gördüğü şekilde, barış ve ortak savunma uğruna kullanacaktır. Buna göre hükümdarın eylemlerinin ve hükümlerinin yazarı bizzat teba’dır. Bu iradede herkesin ortak iradesidir, yurttaş olarak teba kendini hükümdarda görür. Ve icraatında kendini bulur.
Hubbes hukuk düzenini koruyan hükümdara ‘violence(şiddet) ‘ değil  ’common power (genelin/kamunun gücü)’  adını verir. Politik iktidarın temelinde common yani ortak iradeye dayalı birlikte davranmak vardır. Violonce (şiddet) politik değildir.
Agamben egemen gücü gayet sorunlu bir biçimde “violenza” (şiddet) diye niteler. Böylece “commonpower” ve “violence” arasındaki olağanüstü önemli anlam farkını siler. İktidarı diyabolik yanına, şeytaniliğine indirger ve şiddete yaklaştırır. Polis de şeytanlaştırılır. Agamben’in gözünde Körfez Savaşındaki ‘ius belli’ (savaş hukuku) herhangi bir hukuk normuna saygı gösterme mecburiyeti olmayan bir polis operasyonu olarak karşımıza çıkmıştır. Burada hukukun tamamen şeytanlaştırıldığı ve şiddetle örtüştürüldüğü için Agamben’e politik felsefe alanı kalmaz… “İnsanlar birbirine sadece bir iletilebilirliği ilettikleri için… politika alanının, aslında bir iletişim boşluğu olduğu anlaşılır.
Benjamin’in ve Schmitt’i yaşadığı toplum olumsuzluk toplumudur. Oysa Agamben hem egemenlik hem disiplin toplumunu ardında bırakmış yeni bir toplumda, postimmünolojik toplumda yaşamaktadır.
Günümüz toplumun bunalımı Agamben’in iddia ettiği gibi, egemenliğin ölçüsüzce yaygınlaşmasından ve hukuk ile şiddet arasındaki ayrımın ortadan kalkmasından yani olağanüstü halin normalleşmesinden kaynaklanmaz. Artık olağanüstü halin mümkün olmayışından, her şeyin topluma içkin bir aynılık tarafından mas edilmesinden kaynaklanır. “Aynılık Cehennemi” olumsuzluğun şiddetine benzemeyen özel şiddet biçimleri ortaya çıkarmaktadır. S:69
Politika günümüzde bağımsız tavır alma imkânının yokluğunda bir işe dönüşüyor. İş olumludur çünkü asla tabi olduğu güçleri ve zorunlulukları sorgulama ve onların üstüne çıkma imkânı yoktur. İşin olumluluğu normal hali perçinler. İş olarak politika her türlü aşkın ufuktan yoksun sermayenin iç mekânına kıvrılıp uzanıyor. Politikanın olumlulanması karşısında siyasi partiler ve ideolojiler gitgide anlam kaybediyor.
Politik boşluk medyadaki sahnelemelerin şatafatlı gösterileri ile dolduruluyor. Politikacılarda bu mekânda kendilerine yer buluyorlar. Siyasi eylemleri ile değil, medyatik sahnenin ortasında kişi olarak gündeme geliyorlar.
Modern demokrasilerde medya bu kadar önemli rol oynuyorsa.. bu tam da haşmeti, iktidarın yeni zamanlarda kaybolduğu sanılan doksolojik- dua ve ayin sonunda Tanrı’nın övülmesi- boyutunu idare ettiği ve paylaştırdığı içindir.
Günümüz demokrasisi tamamen ihtişam üzerine kuruludur. Yani medya tarafından çoğaltılan ve yaygınlaştırılan her türlü hayal gücünü aşan bir toplu alkışın ikna gücüdür. Agamben’in zannettiğinin aksine günümüzde medya politikadan, ilahiyattan arındırılmış bir şamata mekânında yaşıyor. Medya, eğer başarılı bir medya ise, iktidarsız bir ihtişam yaratıyor. Görünebilmek için şamatanın medyatik suretine bürünüyor. Şamata politikası bir iletişimsel boşluk politikasıdır.
İktidar ve ihtişam politik alanı çoktan terk etti. Sermayenin iç mekânına taşındı. Reklamlar litürjik methiye ilahilerinin kapitalist versiyonudur artık. Yeni ürünleri metheden yıldızlar günümüzün melekleridir. Haşmeti öven kapitalist ilahilerdir. İhtişam kendini yalnız sermayeye adamış iktidarların güzel yüzüdür. Sermayenin iktidarına gösteren rızanın adı şimdi Tüketim’dir.

5.  ŞİDDETİN   MAKRO   MANTIĞI
         Makro fiziksel şiddet,  Ego ve Alter, (Benlik ve Öteki Benlik)  dost düşman, iç ve dış arasındaki gerilim alanında serpilir. Ötekinin olumsuzluğu başlıca yapıtaşıdır. Sızma, işgal, bulaşma gibi yetenekleri vardır. Şiddet burada üstüme gelen, Ben’i esir alan ve özgürlüğümü çalan bir dış güç olarak ifadesini bulur. Rızam olmadan içime girer. Ama dış kaynaklı her yabancı etki şiddet değildir.   Ona rıza gösterildiği, davranışlara katıldığı, onunla ilişki inşa edildiği anda şiddet olmaktan çıkar. Ona karşı özgürümdür. Onu kendime katar, kendi içeriğim olarak olumlarım. Bu içselleştirici sahiplenmenin imkansız olduğu yerde ise onu şiddet olarak algılarım. O zaman içime zorla girerek parçalar.
        Şiddetin sadece kişinin içinde bulunamayacağı Ego ve Alter arasına sığmayan,  makrofiziksel boyutlarıyla kavrayabilmek iç ve dış arasındaki gerilim ilişkisi olarak,  formülleştirmek anlamlı olacaktır. O zaman şiddet, hükmünü sürdüren fakat içselleştirilmeye direnen bir olay olarak betimlenebilir. İç’i içerideki düzen ve anlam yapısına uymayan bir Dış’a maruz bırakır. Buna göre şiddet, İç’in bir dış müdahaleyle iç olmaktan çıkartılması, söküp alınmasıdır.
Dış’ı oluşturan başka bir düzen ve anlam ile bu düzene karşı çalışan güçler vardır. İç eğer Dış’la arasında bir geçişkenlik ve süreklilik yaratmayı başaramazsa, Dış’ın içeri sökün etmesi ile kırılacaktır. Şiddet hiçbir arabuluculuğa, hiçbir barışmaya izin vermeyen bir yırtılmadır.
          İktidar hiyerarşik ilişkilerden oluşan bir devamlılık kurarken, şiddet yırtılmalara yol açar. Şiddetin kalıcı yapısal özelliği olarak kopuş, iktidar için kurucu nitelikteki hiyerarşiden farklıdır. Hiyerarşi bir farktır, kopuşa karşın ilişki kuran, bağlayıcı bir sürekliliğin içindeki alt üst ilişkileridir. İktidar her zaman bir iktidar ağı olarak örgütlenir.   Şiddet ağı ise kendi  içinde  tezattır. Çünkü şiddet ağları yırtar, oturmuş ilişkileri yerinden oynatır.  Bağlanmak ve buyurmak iktidarın özellikleridir. Yırtmak ve yırtıcılık şiddeti tarif eder. İktidar,  Alter’i itaat edene kadar eğip bükecek. Şiddet ise,  Alter’i kırılana kadar bükecektir.
         Şiddet kurbanın elinden her türlü eylem imkânını alır, kurbanın eylem alanını sıfıra indirger. Şiddet mekânı tahrip edicidir. İktidar ise eylemi ve özgürlüğü ilkesel olarak dışlamaz. İktidar ötekinin özgürlüğünü kullanırken şiddet, o özgürlüğü yok eder. İktidara boyun eğen kişi hal özgürlüğünü iktidarın iradesi üzerine kurma şansına sahiptir. Benim iradem onun iradesi haline gelir. Yani ötekinin özgürlüğüne giden yolda şiddet ve tecavüz değil, yönetim ve baştan çıkartma yatar.
Gerek şiddet ve gerek iktidar ötekinin tedirgin eden başkalığını, inatla direnen özgürlüğünü nötr hale getirme stratejileridir. Ego’nun iktidarı Alter’e boyun eğdirir. Ve Alter, Ego için rahatsız edici ve tehditkâr farklılığını bir tarafa atıp teslim olur. İktidar sayesinde ego kendini Alter’de sürekli kılar. Demek ki, İktidar, Öteki ile ilişkiyi kendiyle ilişkiye, evet bir öz ilişkiye çevirme yeteneğidir... İktidar bir ilişki zamiridir. Ötekinin başkalığını asgariye indirir fakat Alter’i bütünüyle ortadan kaldırmaz. Alter daha çok egonun hayatına katılır. İktidarın zıttı “Şiddet”,  bir ilişki sözcüğü değildir, Ötekini yok eder.
Ne iktidar ne de şiddet Ötekini kendi halinde bırakmaz. İkisi de Öteki’nin farklılığını nötrleştirme gayretleridir. Aşkta da ötekine karşı özgürlüğünü kendine bırakmaz. Hidegger aşkın en derin tanımını ‘amo volo ut sis’ (Seni seviyorum. Olduğun gibi kal-AY) diyen Augustinus yapmıştır belki de der.  Aşk, (Sevilenin) özü(nü) ortaya çıkartacak, bir kendi haline bırakmaktır. Yani aşk, birinin ötekine karşı en derin özgürlüğüdür. Ama istemenin niyeti ve amacı bu aşka bir ikircik ve çifte anlam yükler. Arendt bu yüzden haklı bir şüpheyi dile getirir:  “Volo ut sis” aşkın değil, Öteki’nin özünü bile tahakküm altına almaya çalışan bir iradenin bir hükmetme saplantısının ifadesi değil midir? Augustinus başka bir ifade ile (öteki’nde  “olduğu şeyi” değil, “olmasını istediğin şeyi” seviyorsun) olduğu gibi olmasını istemek, ille ‘hükmetme saplantısı’ olmayabilir. Ama bu aşk her şeyden önce bir efendinin cömertliğine sığınmaktır. Ancak hiyerarşik bir ilişki içinde mümkündür, Tanrı ve insan, baba oğul gibi…
Aristotales arkadaşa, ikinci kendim der. ‘Azami ölçüde arkadaşlık’  ‘insanın kendine duyduğu’  sevgiye eşittir der. Arkadaşlık da dostluk da hem şiddetin hem de aşkın tabi oldukları ben rejimini aşamaz.
İktidar, bir icraat vasıtasıdır. Faaliyetleri yönlendirir ve hızlandırır çünkü iktidarın tebaası hükümdarın kararlarını emir sayar ve fiiliyata döker. Oysa “şiddet” bir faaliyet aracı değildir, her halükarda yıkıcıdır. “İktidar” sadece hükmetmek ve iktidarını pekiştirmek niyetiyle kullanıldığında üretken ve yapıcı olur… Burada şiddet ve iktidar ilişkisi, bir araç amaç ilişkisidir. Buna karşın Öteki’nin varlığına karşı palazlanan şiddet dünyevi bir hedef gütmez. Yok etme anından ibarettir… İktidarın her zaman,  yapıcı bir çekirdeği vardır. İktidar çalışır organize eder, iktidar alanını emekle var eder,  yapılar kurumlar ortaya çıkarır. Şiddet çalışmaz özellikleri organizasyon yâda idare değildir. Onun için yıkıcıdır.            
Hükümdara karşı Büyük çaplı direnişin varlığı bir iktidar zaafının ifadesidir. Bir güç, tam da iktidardan yoksun olduğu için şiddete başvurur. Şiddete başvurmak, güçsüzlüğü çaresizce güce dönüştürme çabasıdır. Gerçekten güçlü bir hükümdar iktidarını sürekliliğini korumak için şiddete başvurmaz.  Şiddet yoluyla ele geçirilen iktidar, kırılgandır. Şiddetin neden olduğu çatlaklar yüzünden çarçabuk yıkılır. İktidarın şiddete dayandığını varsaymak yanılgıdır. Şiddetin iktidardan farklı bir niyetselliği vardır. Mesela Ötekini nefret nedeniyle öldürmek, Ötek’nin varlığını yok etmeye yönelik bir şiddet eylemidir, Öteki’nin üzerine tahakküm kurmaya çalışmaz.  Şiddete salt iktidar penceresinde bakıldığında özü anlaşılmaz.                 
İktidar, egoyu ve alteri birbirine bağlayan bir ilişkidir. İktidar etkisini simgelerle gösterir ve şeytani (diabolik) bir biçim de alabilir. İktidarın şeytanlaşması kendini baskıcı, yıkıcı, ayırıcı ve dışlayıcı ifade etmesine yol açar… Buna karşın şiddet simgesel bir araç değildir. Özü gereği şeytanidir(diabolik) bölücüdür, ikiye ayırır. İktidar simgesel boyutu gereği birçok simge oluşturma gücüne sahiptir ve bu simgeler onun dilini açar, iktidara belagat kazandırır. Buna karşın şeytani (diabolik) özelliğinden ötürü şiddet simgeden yana fakirdir, hatta dili mühürlüdür.
İktidar artıkça, mekân genişler. Cihanşumül devlet iktidarın kapsadığı alanla ölçülür ve gücü, iktidarın uzanabildiği yer kadardır. Mekân sadece toprak anlamında değil kişisel ve kişilerarası düzeyde de çoğalır. Hükümdarlık halesi, nüfusunun erişebildiği her yere uzanır. Hükmettiği, yani kendisiyle işgal ettiği tüm mekâna eşittir. Bu iktidar toplojisi, bir hükümdarın tümden iktidar kaybının niçin tümden mekân kaybı olarak tecrübe edildiğini de açıklar. Hükümdarın, iktidarının uzandığı mekâna eşit olan vücudu iktidarı kaybettiğinde büzülerek küçük fani bedenine indirgenmiş olur.                                                                                
Mekân, kuran ve mekânsallaşan iktidarın tersine şiddet mekânı yıkar ve geride boşluk bırakır. Boşaltıcı iç koparıcı etki yapar. Buna karşın iktidar içselleştirici yoğunlaştırıcıdır. Bir iktidar alanını, bir iktidar vücudunu yok etmek isteyenler, özellikle onu dilinden soymalıdırlar. İktidar biçimsel bir ilkedir, oysa Şiddet biçimleri yok eder. İktidar fark ve sınır yaratarak belli bir düzen kurar. Oysa Şiddet sınırları ortadan kaldırır. İktidar, ölçü koyar. Şiddet ölçüsüzdür. Verili ölçüyü aşan şeyler bu nedenle ölçüsüzdür.
Dışarıdan yıkıcı müdahale olarak şiddet oturmuş olanın içini deşen boşaltan bir etki gösterir. Oturmuş olanı ayağa kaldırır, dehşete düşürür. O yüzden her şeyi ve herkesi ayağa kaldırır. Oturmuşluğun içinde daima bir ayaklanma imkânı gizlidir. Şiddete karşı iktidar dehşete düşürmez, çünkü taşları yerine oturtur. Süreklilik, içe dönüklük ve oturmuşluk, iktidar olgusunu tanımlayan özelliklerdir.
Toplumun olumlulaşması sürecinde iktidar sosyo immünolojik bir araç olarak giderek önem kaybediyor. Kendini öldürücü ve kelle alıcı şiddet olarak gösteren o eski hükümran güç artık geçmişe ait bir anıdır.  Günümüzde hem politik hem de ekonomik örgütlenmeler giderek hiyerarşik yapılarından arınıyorlar. İktidar, politikaya damga vuran bir olgu olmaktan çıkıyor… Toplumun giderek olumlulaşması, her türlü şiddet biçimini,  gerek fiziksel gerekse psikolojik şiddeti kabul edilemez hale getiriyor. Ama bu şiddetin sona erdiği anlamına gelmiyor. Çünkü şiddetin çıkış noktası yalnız ötekinin olumsuzluğunda değil, aşırı ölçüde bir olumlulukta da yatıyor. Olumlunun şiddeti kendini yoksunlukla değil, doymuşlukla; icraatla değil, bitkinlikle gösterir. Dışlamakla kalmaz, şehir dışına atar. Baskı değil depresyon şeklinde görülür.
Makrofiziksel şiddetin operasyon biçimleri sızma, işgal veya bulaşmadır… Olumsuzluğun yokluğunda mikro fiziksel şiddet bambaşka bir topolojik ve patolojik biçim gösterir. Enfeksiyonun, bulaşmanın yerini enfarktüs alır. Makrofiziksel şiddet kendini dışa vururken patlayıcı, açık seçik, fevri ve işgalci ifade ederken, mikro fiziksel şiddet örtük ve içe dönük çalışır.
Makrofiziksel şiddet öznenin içine zorla girip içi yok eder, boşaltır içeriğinden koparır. Dış, içi yok eder. Mikrofiziksel şiddet ise aşırı olumluluğa yönlendirdiği özneyi içeriğinden arındırır. ADS (AİDS) ve ADHS (Dikkat Eksikligi ve Hiperaktivite Bozukluğu) gibi psikolojik hastalıklar bu yıkıcı dağılmadan kaynaklanır. Yıkım ve dağılma aynı şey değildir. Dağılma’da Öteki’nin yıkıcılığı eksiktir. Çok fazla aynılık yatar temelinde… Ayırıcı ve dışlayıcı makro fiziksel şiddete karşın mikro fiziksel şiddet toparlayıcı ve içericidir. Makrofiziksel şiddet her türlü eylem ve aktivite imkânını ortadan kaldırır.
Şiddetin makro mantığı immünolojik modele göre işler. Şiddet kendi içimize giren ve bizi reddeden immünolojik Öteki’nden kaynaklanır. Kendimiz ötekinin olumsuzluğuna karşı koyamazsa yok olur. İmmunolojik savunma reddin reddi olarak gerçekleşecektir. Kendimiz ötekinin olumsuzluğunu olumsuzlayarak var olabilecektir. Olumsuzluğun olumsuzlanması veya reddin reddi, immünolojik bir formül olarak özgürlüğü tanımlar. Ama günümüz toplumuna ümminolojik damgasını vurmuyor; Öteki, o kadar büyük bir gerilim yaratmaktan aciz artık.  Şiddetli bir bağışıklık tepkisine yol açacak o varoluşsal vuruculuktan yoksun. Schmiit le söyleyecek olursak, ötekinin simgelediği düşman günümüzde rakibe dönüşerek olumlulanmıştır. Her bağışıklık tepkisi başkalığa karşı gösterilir. Günümüzde farklılık başkalık giderek tüketilebilir bir farka dönüşüyor ve artık bir bağışıklık tepkisi doğurmuyor. Savunma reaksiyonuna yol açacak o yabancılık dikeninden yoksun. Yabancı günümüzde artık bağışıklık tepkisi üretmeyen egzotik bir ötekine dönüşüyor ve olumlulanıyor.
Günümüz toplumunun genelleşmiş hafif meşrepliği immünolojik ötekinin yokluğu hafifmeşreplik ötekine karşı bir bağışıklık tepkisini yokluğu anlamına gelir. Günümüz hayatına giderek damgasını vuran melezleşme de bağışıklık modelinin tam zıddıdır.

        
ŞİDDETİN MİKROFİZİĞİ

      1.     SİSTEME İÇKİN ŞİDDET
Bir şiddet eyleminin gerçekleştiği durum sıklıkla sisteme, sisteme içkin bir dokuya gömülüdür. Şiddetin gözle görünür, dışa vuran biçimleri bir iktidar düzenini pekiştiren ve sürekli kılan fakat göze görünmekten kaçınan örtük yapılara bağlıdır. Galtung´un yapısal şiddet kuramı şiddetin dolaylı yapısal kökenini ele alır. Sosyal sisteme içkin yapılar adaletsiz koşulların devamını sağlar. Eşitsiz iktidar şartlarını ve onların sonucu olan eşitsiz hayat imkânlarını, göstermeksizin, örtük bir biçimde yerlerine mıhlarlar. Şiddet kurbanları bu yapılar görünmez olduğu için iktidar ilişkilerini kavrayamazlar. Zaten iktidarın gücüde buradan gelir. (s:83)
Galtung düşüncelerinde şiddet kavramına geniş bir şekilde yer verir. “İnsanların güncel hayatlarındaki bedensel ve ruhsal koşulları, potansiyel imkânlarının altında ise orada şiddet vardır” der. Buna göre yapısal şiddetin ön şartı, kaynakların ve imkânların adil dağılımını engelleyen bir sistem olmasıdır. Bu şiddet kavramı o kadar genel ki, şiddetin özünü, yani onu olumsuz başka toplumsal koşullardan ayırt eden şeyi kapsamıyor. Mesela işçi sınıfının çocuklarını üst sınıf çocuklarından daha az eğitim şansına sahip olması şiddet değil, bir adaletsizliktir. Eğer şiddetin sınırları bütün toplumsal olumsuzlukları kapsayacak şekilde genişletilirse şiddet kavramı iyice profil kaybeder.
Galtungun ´şiddet kavramı, özellikle iktidar ve şiddet arasındaki farkı bulanıklaştırır. Şiddeti iktidar ve güç ilişkilerinin temelindeki hiyerarşilere ve ast üst ilişkilerine bağlar. Ezilenler güçsüzdür. Çünkü yapı onların amirlere karşı gücü örgütlenme ve güçlenme imkânlarını ellerinden alır. Yani iktidar şiddetsizde hüküm sürer. Yapısal şiddet daha dar anlamda şiddet değildir, daha çok bir hükmetme yoludur. Açık şiddete dayalı bir iktidarından çok daha etkin, mahrem bir iktidarı mümkün kılar.
Bourdieu’nun simgesel şiddeti de sosyal şiddetin içine gömülüdür. Sorgulanmadan tekrarlanan kabullenilmiş davranış kalıplarına sinmiştir. İnsan yaşadığı şartları onaylar ve alışkanlık halinde yapılması gerekeni yaparak iktidar ilişkisini sürdürür. Gündeliklik bile yerleşik iktidar ilişkilerinin onaylanmasıdır. Simgesel şiddet fiziksel şiddete başvurmaya gerek olmadan iktidarı ayakta tutmaya yeter. Simgesel şiddet yaşanana anlayış ile ‘hükmedene rızayı’ birleştirir.
Bourdieu de iktidar ve şiddet arasında bir ayırım yapmaz. İktidar ve şiddet arasındaki yakınlığa rağmen aralarında yapısal bir fark bulunur. İktidarın simgesel boyutu şiddet kullanmadan hükmetmeyi mümkün kılacaktır. İktidar ne kadar refleks öncesi rıza üretmeyi başarırsa açık şiddete de o kadar az ihtiyaç duyacaktır. Rızayı otomatiğe bağlamayı sağlayan simgesel araçlardan yoksun kaldıkça o kadar yoğun şiddet uygulamak zorunda kalacaktır.
Yapısal ve simgesel şiddet hiyerarşik antaginist bir sınıf ilişkisini şart koşar. Egemen sınıftan ezilene, hükmedenlerden hükmedilenlere,  amirlerden memurlara uygulanır. Fail ve kurban bellidir. Dış sömürü vardır.
Zizek’in nesnel şiddet dediği şey de simgesel ve yapısal şiddetten farklı değildir. Zizek e göre ideoloji her bilinçli karardan önce rıza gösterilen doğal bir koşul gibidir ve toplumsal-simgesel şiddeti meydana getirir… Söz konusu şiddet, açık bir şiddet eylemini önceleyen ama göze görünmeyen, sisteme içkin bir şiddettir. Egemen sınıf tarafından ezilen sınıfa uygulandığında bir olumsuzluk şiddetidir. Misal küresel kapitalizmin koşullarına içkin bir şiddet vardır. Dışlanan veya ihtiyaç duyulmayan evsiz ve işsiz bireyler ortaya çıkartır. Zizek´e göre Agamben´in “homines sacri”si sisteme içkin şiddetin kurbanlarıdır. Agambenin ‘homines sacri’ adını verdiği, medeni düzenden dışlanmış insanların yaşadığı bir ölüler ve can çekişenler şehri kıyamet sonrası bir ölüm kuşağıdır.
Zizek, şiddet kuramında olumsuzluk modeline sıkı sıkıya bağlı kalır. Şiddet bir dışlamadır ve duvar inşa eder. Ekonomik refah evreninin içindekilerle, bu evrenin dışında bırakılanlar arasında temel bir uçurum meydana getirir… Zizek’e göre batının toplumsal sistemi bizim liberal kadınlarımızı serbest cinsel ticaret pazarında rekabet güçlerini koruyabilmek için güzellik ameliyatlarına katlanmak, kozmetik emplantatlar koydurmak ve botoks iğneleri yaptırmak için devasa baskı altına almaktadır. Batılı toplumunun kadınları gönüllü olarak eziyet verici güzellik ameliyatlarına katlanmaları klitoris sünnetine maruz bırakılan Afrika toplumundan ilke olarak farkı yoktur.
Zizek’e göre nesnel şiddet iktidar ve sömürü koşullarını ayakta tutar. Burada bahsedilen sömürü dışarıdan gelen sömürüdür. Zizek, hegemonyasız gerçekleşen, insanın kendini sömürmesine yol açan sisteme içkin şiddeti, toplumun sadece bir bölümünü değil tamamını etkisi altına alan şiddeti gözden kaçırır. Misal günümüz başarı ve performans dönemi sadece kadınları ve işçi sınıfının değil bütün üyelerinin maruz kaldığı bir şiddet ortamı yaratır. Zizek’in zannettiğinin aksine günümüzde güzellik ameliyatlarına sadece kadınlar değil erkeklerde yatmaktadır... Yalnız botoks, silikon veya güzellik zombileri değil, kas, anabolika ve fitness merkezi zombileri de vardır. Başarı ve randıman toplumu sınıf yada cinsiyet farkı gözetmeyen bir doping toplumudur.  Öyle görünüyor ki, bugün bizlerin, hepimizin birer performans ve sağlık zombisi olduğumuz söylenebilir. Sisteme içkin şiddet dışlayıcı bir şiddet değildir. Daha çok herkesi, kendi kedisini sömürmeye zorlayan bir sistemin mahpuslarına, tutuklularına çevirmektedir. (s:87)
Olumluluk şiddeti olarak sisteme içkin şiddette engel, red, yasak, dışlama ve yoksun bırakma gibi olumsuzluklar bulunmaz. Kendini aşırılık ve kitleselleşme, ifrat, aşırı bolluk ve tüketim, üretim, aşırı birikim, aşırı iletişim ve aşırı haber kılığında kendini gösterir. Olumluluk, olumluluğu nedeniyle bizzat şiddet olarak algılanmaz.
Günümüzde insan çok fazla aynılığa, olumluluğa giderek psikolojik bir baş çevirmeyle tepki gösteriliyor. Onun için olumluluk şiddeti olumsuzluk şiddetinden daha da tehlikeli. Giderek artan depresyon ve nöronal bozukluklar içinde yaşadığımız hayatı reddetmemizin işaretleridir. Burada sömüren ile sömürülen arasında fark kalmıyor. Bu sömürüye sadece memur değil amir de maruz kalıyor. Kurban sistemin aynı zamanda işbirlikçisi, hem ortağıdır. Sistemin aksaksız işlemesini sağlayanın kurbandan farkı yok.  İnsan kendini sömürdüğü ölçüde şiddet kendine yöneliyor, insan hem fail hem de kurban. 

      2.     İKTİDARIN MİKROFİZİĞİ          
               
Foucault’nun iktidar kuramının ana tezi şudur: İktidar 17.yüzyıldan beri artık bir hükümdarın kelle alıp –veren iktidar şeklinde değil, disiplin ve biyo -iktidar biçiminde tezahür etmektedir. Hükümdarın gücü kılıçtan gelir ve tebaayı ölümle tehdit eder. “Hayatta, yok etme ve el koyma ayrıcalığıyla” zirveye ulaşır. Buna karşın disiplin iktidarı, tabi kıldığı güçlerin kışkırtılması, kuvvetlendirilmesi, kontrolü, gözetimi, çoğaltılması ve örgütlenmesi için çaba harcar. Amacı gücü ortaya çıkartmak büyütmek ve düzenlemektir. O eski ölümcül iktidarın yerini, bedenlerin itinalı idaresi, hayatın aritmetik hesapları almıştır. Disipliner iktidar, insan bedenine işkence yapmak yerine, onu bir emirler ve yasaklar sistemine sokarak denetim altına alır.
Hükümdarın iktidarı bedenin ve ruhun köşelerine nüfuz eden ve orada etkisini geliştiren ince müdahalelerden yoksundur. Foucault ‘nun iktidarın mikro fiziği, acı ve ölüm yerine norm ve alışkanlık oluşturan, bir patlamayla kendini ortaya koymaktan ziyade niteleyen ölçen biçen, derecelendiren iktidar süreçlerini anlatır. Özneleri “normların etrafına dizerek onlara uygun davranmalarını” sağlar. Bu da kendini iktidar kisvesi altına gizleyen, toplum olduğu yanılsaması yaratan bir normalleştirme gücüdür. Normalleştirici toplum, hayata yönelik bir iktidar teknolojisinin tarihsel tezahürüdür. Bu iktidar teknolojisi “nüfus”u keşfeder ve “bio–iktidar” olarak ortaya çıkar: Üreme, doğum ve ölüm oranı, sağlık düzeyi, yaşama süresi, uzun yaşam bütün çeşitlemeleriyle, müdahaleci önlemlerin ve düzenleyici kontrollerin konusu oldu: Nüfusun biyo-politikası.  
Öldürücü iktidarın öznesi net tanımlanmıştır. Bu tanrıya benzeyen hükümdardır. Peki disiplin ve bio-iktidarın öznesi kimdir? Kim hükmetmektedir? Bir hakiki anlamda bir iktidar sayılabilir mi? İlerleyen sanayileşme hem bedeni, hem ruhu disipline etme ve onları makine ve sanayi üretimine uygun kılma zorunluluğunu getirmiştir. Ama hayatın bütün alanlarını kapsayan disiplin teknolojisi iktidar teknolojisiyle aynı şey değildir. 
Foucault yeni bir iktidar biçimini değil, yeni bir toplum biçimini tarif etmektedir-yani disiplin toplumunu; ne var ki bir güç ve iktidar biçimi oluşturmaz. Yani hegemonik güç ve disiplin teknolojisi, gücün ve iktidarın dolaysız ifadesi değildir, genel toplumsal pratiktir. Disiplin toplumunun zorunluluklarına yalnız ezilenler veya tebaa değil, bütün toplum fertleri tüm sınıflar, uşaklar, efendiler tabidir. Biyo politika bizzat iktidar politikası değildir.
Modernitede iktidar parçalanır, dağılır, hatta iktidarın giderek iktidarsızlaştırılma süreci yaşanır. Bu Foucault’yu yapısal anlamda bir bölgede yaşayan ve örgütlenen güçlerin çoğullaşması diye tanımlamaya sevk etmiştir. Foucault iktidarı bir grubun diğerine karşı ayakta tuttuğu, bölünmelerle tüm toplum bedenine nüfuz eden genel egemenlik sisteminden yoksun düşünmeye çalışır. Ancak iktidarı her türlü egemenlik hiyerarşik toplumsal düzenden ayrı düşünmek imkânsızdır. Ayrıca iktidar için bir öznellik gereklidir. Anlaşılan Foucault’nun aklında öznellikten arınmış bir iktidar ilişkisi yatar... Saf yapısalcı iktidar mefhumunun zaafın ancak sonradan fark eder ve öznelliği yeniden iktidar ilişkisini içine sokar. İktidar birilerinden ötekilere uygulandığı şekliyle vardır. Dayanıklılığı ve dağınık imkânlar destesi içinde kalıcılaşmak için katı yapılar oluşturur. Onların içinde çözülüp dağılmaz sadece uygun araçlar yaratır.
Foucault savaşların 19.yüyıldan beri hiç olmadıkları kadar kanlı geçtiklerine dikkat çeker. Müthiş öldürücü bir gücün bunca şevk ve siniklikle tüm sınırları aşarak yaygınlaşmasının nedeni, “hayatı abartmak ve çoğaltmak, her biriminde denetlemek ve tümünde düzenlemek için eline alan bir olumlu “yaşama iktidarının tamamlayıcısı” haline gelmesidir. Foucault savaşların artık hükümdar adına yapılmadığını “herkesin varoluşu” adına yapıldığını ve sürdürüldüğünü söyler. Hayatın, hayatta kalmanın, bedenin ve ırkın idarecileri olma iddiasındaki bunca hükumet, bu kadar çok savaşta, bunca insanı öldürtebildi. “Yaşamak için öldürmek” ilkesi devletlerarasındaki stratejik ilke haline geldi. Artık önemli olan egemenliğin hukuki varlığı değil, bir nüfusun biyolojik varlığı. Bir “millet” ya da “halk” adına, evet, “herkesin varoluşu adına” yürütülen savaşlar, bir hükümdar adına yürütülen savaşlardan çok daha öldürücü bir şiddette ortaya çıkmaktadır.
Foucault da anlaşıldığına göre şiddeti ölçecek kantar yoktur. Misal, işkenceyi sadece hakikatin üretimi olarak inceler ve işkenceye içkin, şiddet ve zevk ekonomisini göz ardı eder. İntiharın temelindeki şiddeti kavrayamaz. İnsan, hükümdarın elinde olan ölüm kalım yetkisini kendi eline alınca suç kabul edilen intiharın,  “siyasi iktidarın hayatın idaresini eline aldığı bir toplumda” sosyolojik bir analiz nesnesi haline geldiğine dikkati çeker. Bu meyanda intiharı, dikkat edilmesine gerek olmayan düzenli ve sürekli doğal bir olay olarak algılar. Böylece disiplin toplumu adı verilen yapı içinde, kendine yönelik şiddetin nasıl büyük bir hızla artığına kafa yormaz.
Foucault’nun hapishanelerden, hastanelerden, ıslahevlerinden, garnizonlardan ve fabrikalardan oluşan disiplin toplumu günümüz toplumunu yansıtmaz. Yerini çoktan camdan ofis kuleleri, alışveriş merkezleri, fitness salonları ve güzellik klinikleri almıştır.21.yüzyıl toplumu başarı ve performansa endeksli bir çalışma ve yaşama toplumudur… Varoluşu emirlerle ve yasaklarla değil, özgürlükle ve girişimle tanımlanır. Yabancı sömürünün yerini kendini sömürme almıştır. Fail bizzat kurbandır, kendiyle savaşır ve şiddeti kendine uygular. Modern hayat, insanın hem gardiyan hem de tutuklu olduğu bir çalışma kampıdır… Patolojik tezahürü ise depresyondur.

      3.     OLUMLULUĞUN ŞİDDETİ
Din olumsuzluk sistemidir. Emirleri, yasakları, ritüelleriyle olumluluğun alıp başını gitmesini önlemeye çalışır… Özgürleşme, sınırlamalardan kurtuluş, ritüellerden arınma, olumsuzluğun sınırlarını oldukça gerilere çekmiştir. Olumsuzluğun aşındırılması aşırı olumluluk, genelleşmiş bir hafif meşreplik, aşırı hareketlilik, tüketim, iletişim, haber ve üretimi yaratır. Olumlunun kitleselleşmesi, dolaşım sistemlerinin tıkanmasına ve yağlanmasına ve sistemin enfarktüsüne neden olur. Bir yerden sonra haber bilgilendirmez, iletişim iletişim sağlamaz. Her şey artık aşırıdır ve amacının çok ötesine geçip işlevlerini kaybeder. Baudrillard şöyle der: “olumluluğun kesintisiz üretimi korkunç sonuçlara neden oldu. Olumsuzluk kriz ve kritik yaratırdı, abartılı olumluluk felaketler yaratıyor.”
Baudrillard verdiği bir mülakatta artık bir cephe ve siper hattı yok; düşman, onunla mücadele eden kültürün tam kalbinde. Eğer böyle dersek dördüncü dünya savaşı: Artık halklar, devletler, sistemler ve ideolojiler arasında geçmiyor demektir. Yenidünya savaşının bugün, mücadele edilecek bir düşmanı yok. İnsan artık kendiyle savaş halinde; kendini barış diye sunan bu savaşta her türlü görünürlük ve alenilik eksiktir. Bu kazanılacak bir savaş değildir, ancak bu savaşı küresel bir çöküş bitirebilir. Bir dış olmadığı için içe patlayan şiddet yıkıcı gerilimler ve zorunluluklar oluşturur buda sistemin enfarktüsüne yol açar.
Baudrillard “Artık bir cephe ve siper hattı yok; düşman onunla mücadele eden kültürün tam kalbinde. Bu dördüncü dünya savaşı. Savaş artık halklar, devletler, sistemler ve ideolojiler arasında geçmiyor…  Savaş bugün mücadele edilecek bir düşman olmadan olmaksızın yaşanıyor. İnsan artık kendisi ile savaşıyor. Düşmanın olumsuzluğu ortadan kalktığında savaş insanın kendine yöneliyor… Başarıya ve performansa odaklı öznenin Burnout’u sistemin içe çöküş tehlikesinin patolojik işaretidir.
Baudrillard’ın düşmanlık jenealojisi uyarınca düşman ilk evrede kurttur. “İnsanı kendini korumasını, tahkim etmesini,  duvarlar inşa ederek kendini savunmasını gerektiren bir dış düşman. İlerleyen evrelerde jenealo[2]jisinin öldürücü gücü ve görünürlüğü azalır. Küçülür ve saklanmaya başlar. İkinci evrede yeraltında hareket eden sıçandır artık, farklı bir savunma stratejsi gerektirir. Duvarlar çitler işlemez. Yalnız “hijyen” ve temizlik teknolojileri savuşturabilir bu tehlikeyi. Üçüncü evre, böcekten sonra düşman viral bir biçimine bürünür. Dördüncü evre “mikroplardır”. Onlarla savaşmak çok zordur, çünkü sistemin kalbindedirler. İçeride bir dış oluştururlar ve sisteme dışsal kuvvetler olarak saldırırlar. Onlarla savaşmak çok zordur çünkü sistemin kalbindedirler.
Baudrillard terörizmin viral şiddetini günümüz şiddet biçimine geneller. Terörizmin her yerde her birimizin içinde olduğunu söyler. Terörizm her önüne gelen aktörü, her birimizi sanal suç ortağı haline getirip kullanmaktadır. Terörizm önüne her gelen aktörü, “her birimizi sanal suç ortağı” haline getirerek kullanmaktadır… Baudrillard, küreselliğin şiddetine “radikal bir biriciklik, tekillik” olayı ile karşı koymaya çağırır. Onun tezinin tersine günümüz toplumunda sosyalliğin gitgide erozyona uğradığı o tekilleşmiş, kendi haline izole olmuş egolar, keskin rekabet ortamında Biz Bağı meydana getirmekten acizler. Bunlar küreselliğe karşı koyacak biriciklikler değildir. Daha çok küreselliğin peşinden koşarlar, sistemin suç ortakları aynı zamanda kurbanlarıdır… Günümüzde İslami Terörizm’de gerçek bir tehdit değildir. Ötekinin teröründen çok daha tehlikelisi, aynının terörüdür, Sisteme içkin terördür.
Baudrilard küreselin şiddeti adlı denemesinde; “Bu viral bir şiddet, ağların, sanallığın şiddeti. Yumuşak imhanın, genetiğin, iletişimin şiddeti; mutabakatın ve zoraki alışverişin şiddeti… Bu şiddet viral, cepheden saldırmıyor, bulaşma, zincirleme reaksiyon ve tüm bağışıklıkların yok edilmesi yoluyla yayılıyor.      
Günümüzün zamansal krizinin adı hızlanma değil. Hızlanma kendi başına yıkıcı değildir çünkü… Hızlanma her türlü anlamlı işlevin ötesine geçtiği ve özerkleştiği zaman şeytani bir biçim alır. Böyle hızlandırılmış bir büyüme, artık büyüme değildir, devasa bir ur, bir çıbandır… Günümüzde hızlanma olarak algılanan, gerçekte şeyleri ortalığa salıp çıbanlaştıran ve karşınıza doymuş, boğulmuş kütleler çıkartan entropinin dehşetengiz artırılmış halidir.

      4.     ŞEFFAFLIĞIN ŞİDDETİ
Günümüz toplumsal söylemine şeffaflık sloganı damgasını vuruyor. Karmaşıklığı ve derinlemesine etkisi düşünüldüğünde demokrasi, adalet  veya doğruluk gibi sorunların çok ötesine geçen kapsamlı bir süreç, evet, bir paradigma değişimi söz konusu. Genel şeffaflık mecburiyeti aşırı ölçüde olumluluğun hüküm sürdüğü ve giderek olumsuzluğu daha çok tüketen bir topluma işaret ediyor. Eşiklerin, ayrımların ve sınırların aşındırılması, toplumsal döngülerin farklı urlaşmaya ve yağlanma biçimlerine neden oluyor. Eşiğin aşındırılma tecrübesi, her şeyi aynılıkta düzleştirir. Eşik, bugün her şeyin görünürlükte sınır tanımayan bakış açısını engellerdi. Bu yüzden şeffaflık diktesi, aşırı iletişim,  aşırı bilgi ve aşırı görünürlük gibi olgulardan bağımsız düşünülemez.
Kutsalın topolojisine erişilmezin olumsuzluğu hükmeder… Dinsel tecrübe, bir eşiği geçme tecrübesidir. İnançta şeffaflık meselesi baştan yoktur. Buna karşılık bir olumluluk toplumu olarak şeffaf toplum her eşitliği, her eşik tecrübesini aşındırır ve her şeyi aynılıkta düzleştirir. Ancak bir makine ancak tamamen şeffaf olabilir. Şeffaflık politikası, farklılığı ortadan kaldırmak için her şeyi aynılaştırıyor. Buda ötekinin ortadan kaldırılmasıyla sağlanır.  Tümden şeffaflık zorunluluğu, insanı, kendini düzleştirerek (robotlaştırarak-AY) bir sistemin işlevsel bir parçası olabilir. Şeffaflık tam da ötekinin ortadan kaldırılması ile sağlanır. Şeffaflığın şiddeti budur işte. Şeffaflığın politikası, bir aynılık diktatörlüğüdür.
Bu şeffaflık buyruğu durup dinlenmeyi, içine dönmeyi, tereddüdü gerekli kılacak her türlü olumsuzluğu ortadan kaldırdığı içindir ki direk iletişim hızlanıyor. İletişim azami hızına, Aynı’nın Aynı’ya cevap verdiği, aynıların zincirleme reaksiyonunun oluştuğu yerde ulaşıyor. Şeffaf dil, her türlü ikircilikten yoksun makinesel ve işlevsel bir dil. Şeffaflığın diktesi müphem olanı, opak ve karmaşık olanı yok ediyor. Sayı saymak hikâye anlatmaktan çok daha şeffaftır, adisyon da sayı saymaktan. Şeffaf zaman kokusuz bir zamandır, olaysız bir zaman,  anlatışız bir zaman, sahnesiz bir zaman.
Politika stratejik davranmak demektir. Bu nedenle politika için bir gizlilik alanı kurucu önem taşır. Siyasi faaliyet iş değildir. Tüm niyetler ortada olsaydı, oyun oynanamazdı. Stratejinin olmadığı bir yerde geriye anketler sayılar ve rakamlar kalır.  Schmitt’e göre politika tüm gizli alanlardan arındırıldığında, sahnesiz ve seyircisiz yaşayamayacak bir tiyatrokrasi haline gelir. Schmitt’in şiddet politikası bir sır politikasıdır. Bir eylem ne kadar politikse o kadar sır içerir. İktidar ile şeffaflık birbiriyle uyuşmaz.
Şeffaflık buyruğu, her türlü mesafeyi ve mahremiyeti ortadan kaldırır. Şeffaflık, tümden yakınlık ve mesafesizlik, tümden hafifmeşreplik ve geçişkenlik, tümden dışa dönüklük ve gösteriş demektir.  Ayrıca her şeyin her şeyle karşılaştırılmasını mümkün kılan paranın çıplaklığı ve müstehcenliği de demektir. Her şeyin bir fiyatının olduğu ve her şeyin illaki bir kazanç getirmesi gerektiği bir dünya müstehcendir. Şeffaflık dünyası ayrıca her şeyin sergilendiği bir toplumdur. Her şey sergi değeri ile ölçülür. Sergilenme durumunda değil, var-olma durumunda ısrar eden her kültürel değer kaybolur. Her şeyin sergilendiği toplum, pornografik bir toplumdur. Her şey dışa dönmüştür, açıktır, çıplaklaşmıştır, soyunmuştur ve gösterilmiştir. “Bakışın aurasın”dan yoksun her yüz, surata, yüzün süratine (face)indirgenerek sathileşir. Face, yüzün metalaşmış halidir. Tümüyle sergilenmişlik, arsız pazara açılmışlık, aşırı görünürlük müstehcendir.
Şeyler karanlıkta değil aşırı aydınlıkta ve görünürlükte kaybolur.
Sınırların ve eşiklerin toptan aşındırılması ve ortadan kaldırılması pornografiktir. Her şeyi işletişimin ve görünürlüğün emrine verme zorunluluğu müstehcendir.
Günümüzün şeffaflık toplumunun özelliği, pornografik sergilemeyle panoptik kontrolün iç içe geçişidir. Teşhircilik ve röntgencilik, ağları elektronik panaptikon olarak besliyor. Denetim toplumu, öznesinin dıştan baskıyla değil, kendi içinde doğan bir ihtiyaçtan dolayı soyunduğunda, yani özel ve mahrem aklanını kaybetme tehdidi yerini kendini arsızca sergileme ihtiyacına bıraktığında kemale erer. Başarı ve performans üzerine kurulu toplum da özgürlüğün kendini sömürmeyle örtüştüğü yerde azami randıman getirir. Yani kendini şeffaflaştırmakla kendini sömürmek örtüşür.
Şeffaflığın zorunluluğu etik veya politik değil, ekonomik bir buyruktur. Soyunmak sömürü, iletişim ticarettir. Işığın altında şeffaflaşmış insan sömürüye korumasızca açılır. Kişinin her yönüyle tanınması ekonomik randımanı artırır. Şeffaf müşteri ekonomik panoptikonun yeni sahibi, “homo saceri”dir. Tüketim ve randıman toplumunun panaptikonunun disiplin toplumunun panaptikonundan ayrıldığı nokta, hiçbir prangaya, hiçbir duvara, hiç bir kapalı mekâna ihtiyaç duymamasıdır. Google ve Facebook gibi sosyal ağlar aynı zamanda gizli servislerin digital panaptikonlarıdır.  Artık bütün toplum bütün yerküre panoptikondur. Bugün gözetim özgürlüğe bir saldırı olarak yaşamıyor. Daha ziyade özgürlük ve kontrol örtüşüyor.    
                                        
      5.     MEDIUM IS MASS-AGE
Dil simgeselliği sayesinde birleştiricidir, yani iletişimseldir. Ama symbolon ile birlikte bir de diabolon vardır. Diabbellein ayırmak ve çatallaştırmak demektir. Dil diyabolikliği nedeniyle yalnız bağlayıcı, birleştirici değil aynı zamanda ayırıcı ve yaralayıcıdır. Toplumun olumlulaşması dili de kapsıyor ve bambaşka bir dilsel şiddet biçimi ortaya çıkıyor. İftira atmak, itibarsızlaştırmak, incitmek veya şeyleştirmek üzerine kurulu dilsel şiddet bir olumsuzluk şiddetidir. Burada Öteki reddedilir, olumsuzlanır. Dilin yeni şiddeti ise olumsuz değil, olumludur. Ötekine karşı değildir. Daha çok aynılar kitlesinden yola çıkar, olumsuzluğun kitleselleşmesini temel alır.
Günümüz toplumundaki iletişim ifradı, dilin ve iletişimin spamleşmesine neden olmuştur. Ortaya ne bilgilendiren ne de iletişim kuran bir iletişim ve haber kütlesi ortaya çıkarmıştır… Dilin spamleşmesi, Ben’in iletişimsel bir boşluk oluşturacak biçimde şişmesiyle el ele gider… Sınırsızlaşmış ağın mekânında Öteki’ne karşı korunan veya sınır çeken değil, Öteki’nin dikkatini çekmeye çalışan bir Ben ile karşı karşıyayız.
Aşırı iletişim, iletişim sisteminin entropisini artırır. Bu iletişim ve dil çöplüğü yaratır. İletişim bir yakınlık oluşturur. Ama fazla iletişim otomatikman daha büyük bir yakınlık demek değildir. Aşırı yakınlık bir noktadan sonra mesafesiz bir kayıtsızlığa dönüşür… Olumlunun kitleselleşmesi, aşırı ölçülerde olumluluk bir körelmeye ve dikkat dağınıklığına, hatta algının ilk anda göze çarpmayan, mütereddit, sessiz, mahrem, örtük şeylere körleşecek ölçüde kabuk bağlamasına yol açar.
Günümüzün aşırı üretimi ve aşırı birikimi kullanım değerini aşkınlaştırır ve ekonomik araç ve amaç bağını koparır. Araç kendisine referanslı ve ölçüsüz hale gelir. Büyüme urlaşır ve ölçüyü kaçırır, şeytanlaşır. Her şey gerçek amacından öteye büyür, sistemin yağlanmasına ve tıkanmasına neden olur: “O kadar çok şey üretiliyor ve biriktiriliyor ki, bir işe yarayacak vakitleri kalmıyor… O kadar çok haber ve sinyal üretiliyor ve dolaşıma sokuluyor ki, okuyacak zaman yok.”
BU olumlulukla yüklü, iletişiz iletişim yığını dikkati dağıtmakta, algıyı köreltmekte ve sakatlamaktadır.

      6.     RİZOMATİK ŞİDDET
Şiddet sadece katı, baskıcı ve özgürlük alanını kaldıran aşırı kodlamadan yayılmaz: dünyayı kontrol edilemez olayların,  dürtülerin ve yoğunlukların içinde çözen sınırsız bir kodsuzlaşma ve sınırsızlaşmadan da doğar. Kodlamanın kendisi şiddet değildir. Dünyayı ifadeye büründürür, yapılandırır, biçimlendirir, düzenler ve ona bir dil kazandırır. Şiddet totaliter bir aşırı ya da hiper kodlamadır. Bu diyabolik  (Şeytani-AY) ölçüdeyse bizzat yıkıcılaştırır. Deleuze sınırsız kodsuzlaşmayı diyalektiğe aykırı bir biçimde kurtuluş diye över. Fakat diyabolik boyutunu göz ardı eder. Lakin o tüm organlara sirayet eden ve organik farkları ortadan kaldıran kanser urlarının çoğalmasını ve yersiz yurtsuzlaşmasının diyabolik biçimidir. Deleuze’un,  organik kodlamanın ortadan kalktığı, organsız bir bedeni, her türlü işlevsellikten uzaklaşmış ‘şizofren masa’dır. Masa giderek hacmini yitirir, kaybolur ve kasnağı tarafından yenilir. Dilin kendisi de kodlarından arındırılarak anlaşılması imkânsız bir sesler kütlesi haline gelir ve nüansları kaybeder.                                        
Deleuze ün rizomu kontrolsüz ve dümensiz büyür. Ne başı, ne de sonu vardır hep ortadadır, şeylerin arasındadır... Şiddet ne baskıcı nede şantajcı aynı zamanda biteviyedir… Hızı artan Aynılar Kümesi, aşırı ölçüde olumluluk, tam da bu olumluluğu nedeniyle immünolujik savunmadan farklı, şiddetli bir kurtulma, kovma refleksi meydana getirir                  
Deleuzenin  protagonistinin  (kahraman) adı şizo dur: Daima tökezleyen, sürekli serserice dolaşan, giderek daha derin ve şaşkın bir biçimde yersizyurtsuzlaşmaya gömülen, organsız bedeninde dekompozisyonuna batan… Deleuze, Şizo’yu adeta dünyada dolaşmayı kendine iş edinmiş bir Lenz’e  benzetip  idealleştirir: “Serserice dolaşan şizofren, kanepenin üzerinde serilmiş nörotikten daha iyi örnektir insanlara…” der. Örneğin Büchnerin Lenz’inin seyr-i sefası…  Her şey makinedir. Gökyüzünün makineleri, yıldızlar ve gökkuşağı, vücudun makineleri ile birleşen dağların makineleri. Kesintisiz makine gürültüleri… Doğayı doğa olarak değil bir üretim süreci olarak deneyimler. Ne insan vardır artık ne de doğa, sadece biri diğerini doğuran ve makineleri birbirine bağlayan süreçler vardır. Her yerde üretim ya da arzu makineleri, şizofren makineler… Şizonun başlıca özelliği, parçaları sürekli yeni parçalanmalara katmaktır. Şizonun içinde bir ölüm güdüsü yaşar.
Yıkımla örtüşen şizofren,  sınırsızlaşmış kapitalist üretimden pek farklı sayılmaz. Deleuze, şizofren ve kapitalizm arasında özsel bir yakınlığın altını çizer. “Akışların kodsuzlaşması ve ortaklığın yersizyurtsuzlaşması kapitalizmin asli eğilimini oluşturuyor. Sahici anlamda şizofreni sınırına önlenemez bir biçimde yaklaşıyor. Bütün gücüyle, organsız vücuttaki kodsuzlaşmış akışların öznesi olan şizoyu yaratmaya çalışıyor…” Deleuze e göre kapitalizm yalnız şizofren değil, paranoid özellikler de  geliştirmektedir.
Deleuze şizofreninin her türlü Şeytanilikten (diyabolik) azade olduğu kanaatindedir. Şizofreniyi romantize eder, idealleştirir… Deleuzenin şizofren kodsuzlaşma ve yersizyurtsuzlaşmaya ilişkin karşıt modeli de yıkıcı şeytanidir. Olumsuzluktan kurtulmuş şizo makine bir olumluluk üretir. Kontrolsüz zincirleme reaksiyonlarla ve aşırı ısınmayla yanan bir nükleer santrali andırır(Burnout). Her olumsuzluk yıkıcı değildir. Tereddüt, tefekkür, can sıkıntısı, bekleyiş ya da öfke gibi, toplumun giderek olumlulaşması nedeniyle de kaybolma riski taşıyan olumsuzluk biçimleri sıklıkla yapıcı etki gösterecektir. Bilgisayar bilindiği gibi tereddüt etmez. Öteki boyutundan yoksundur. Ve bu onu otistik bir hesap makinesi yapar. Düşünme eylemi her türlü olumsuzluktan yoksun olsaydı, hesaplamaktan başka bir şey olmazdı. Şizofren her türlü olumsuzluktan yoksundur ve olumluluğun kitleselleşmesini getirir. Ancak durup düşünme ihtiyacının olumsuzluğudur ki ölçüyü, ritmi ve zamanı ortaya çıkartabilsin. Oysa hem paranoid blokaj, hem de şizofren ölçüsüzlük zamanı imha eder.                                                                              
      7.     KÜRESELLİĞİN ŞİDDETİ
HARD VE NEGRİ ye göre küreselleşme, iki zıt kuvvet meydana getirir. Bir yanda daimi denetimle ve sürekli çatışmayla âdem-i merkezileşmiş, yersiz yurtsuz kapitalist bir iktidar düzeni kuran imparatorluk (empire) öte yandan, ağlar üzerinden birbiriyle iletişim halinde olan ve beraber davranan tekillikler toplamının çokluğu. Çokluk, imparatorluk içinde imparatorluğa karşı muhalefet eder. Hard ve Negri sınıf mücadelesini güncellemektedir. İmparatorluktan yayılan şiddet,  yabancı bir sömürü şiddeti olarak yorumlanır. Kitle(çokluk), sosyal dünyanın hakiki üretici gücüyken, imparatorluk kitlenin yaşam enerjisinden beslenen sömürü aygıtıdır.
Hard ve Negri politik ve ekonomik gerçekleri çok az dikkate almakta ve teorik modellerini tarihsel açıdan aşılmış sınıf veya sınıf mücadelesi kategorisi üzerine oturturlar. Mesela çokluğu bir sınıf olarak tanımlarlar. İlk yaklaşımda çokluğu, sermayenin egemenliği altında çalışan ve o nedenle sermayenin egemenliğine karşı gelen potansiyel sınıf olarak tanımlarlar. Ama sınıftan söz etmek ancak birbirleriyle iletişen ve rekabet eden sınıfların çoğulluğu içinde mümkündür. Fakat çokluk pratikte tek bir sınıftır.  Çünkü ona kapitalist sistemdeki herkes dâhildir. İmparatorluk Çokluğu işçi sınıfı gibi sömüren bir egemen sınıf değildir. İmparatorluk, herkesin üzerini bir ağ ile örten kapitalist sistemin kendisidir. Sistemi ayakta tutan asıl modus, özsömürüdür.
Hard ve Negrinin de saptadıkları gibi sınıf, yalnızca birlikte mücadele edildiği zaman kolektif bir bütün oluşturur. Toplumun artan ölçülerde sonradan görgüsüzleşmesi de siyasi apati ve aldırmazlıkla birleşerek, beraber davranabilmeyi uzak bir ihtimal haline getirmektedir. Küreselleşmiş dünyanın sakinleri İmparatorluğa karşı ortak direnişte kararlı değil, birbirlerine karşı gitgide antagonist davranan, kendi içine kapanmış, izole EGOLardır. Kapitalist üretim sürecine katılan herkes hem fail hem de kurbandır. Kurban ile failin örtüştüğü yerde direniş mümkün değildir. Sınıfa ortak davranışı veren yoğun bir aidiyet duygusu olmalıdır. Ama günümüz toplumunun ortak karakteristiği, aidiyet duygusunun BİZ’in yokluğudur. Bugünün toplumsal halini çokluk değil yalnızlık betimler. Yalnızlıktan kuvvet doğmaz. Bu düzen öyle güçlü sahiplenme enerjisi üretmektedir ki, her şeyi emerek kapitalist formüle uyarlamaktadır.
Günümüzde toplum genel bir toplumsallığın, ortaklığın ve ortaklıkların çöküşü tarafından kuşatılmıştır. Toplum giderek atomize olmakta ve özelleşmektedir. Hard ve Negri üretim ilişkisinin işbirliği, iletişim ve beraberlik oluşturmak üzere örgütlendiğini bunun özel mülkiyet krizine yol açtığını iddia ediyorlar. Aksine özel mülkiyet kavramı değil giderek anlamsızlaşan, aksine ortaklık duygusu günümüzde giderek aşınıyor. Özelleştirme ruhun içine kadar sızıyor… Sistemin ana özelliklerinden biri sömüren ile sömürülenin kolay kolay ayırt edilememesi, fail ve kurbanın aynı potada birlikte yer almasıdır. İki ayrı kamp, güç ya da sınıfı şart koşan belirgin bir Karşı, net bir cephe oluşmamaktadır. Şiddetin ve sömürünün mekânı çoktan karşıdaki bir yer olmaktan çıkmıştır, herkes kendi kendini sömürmektedir. Böylece sömürü her türlü iktidardan (zorbadan-AY) bağımsız gerçekleşebilir, çünkü özgürlük adına yaşanır. Şiddetin sisteme içkinliği, cepheden mücadele edilebilecek her hasmı ortadan kaldırır.
Savaş her bir insanın ruhuna doğru uzuyor, genişliyor. İnsan yalnız ötekilerle değil, özellikle kendi kendine karşı savaşmaktadır. 
Deleüze ve Guattari, sermayenin küreselleşmesine karşı konamayacağını, tersine bu süreci daha da hızlandırmak gerektiği görüşündeydi. Dünya ve dünya pazarı aynı şey değildir. Dünyanın topyekûn pazarlaşması, onun tecavüzü anlamına gelirdi. Bugün pazarlaşma emek, kar sermaye, randıman ve üretkenlik oluşturmayan her şeyi bir kenara itmekte ve yok etmektedir. Üretim ve kar performans histerisi ve rekabet hipertansiyonu çok farklı patolojik olgulara yol açmaktadır. Küreselliğin aşırı seyyarlığı, kendini barış gibi gösteren, topyekûn bir seferberlik gibidir.
Ortada yalnız sistemin aşırı ısınma ve aşırı kontrol yüzünden işe patlaması ihtimali kalmıştır. Bu içe patlayan şiddet, klasik savaşların şiddeti gibi yayılan ve yeni alanlar fetheden patlayıcı şiddetten farklı olacaktır. Patlayıcı şiddet basıncı dışarıya yöneltir. İçe patlayan şiddette basınç, bir dış yokluğundan Dış’a döner. İçerde, sistemi kendi içine çökertecek yıkıcı gerilimler ve fay hatları yaratır.

8.  MEDIUM IS MASS –AGE
DİL, bir iletişim aracıdır. Her araç gibi hem simgesel hem de diyabolik ifade eder kendini. Dilin özünün uzlaşmak olduğu iddiasında olan kişi, diyabolik yönünü gözden kaçırmaktadır. Dil, simgeselliği sayesinde yapıcı, birleştiricidir, iletişimseldir.
Toplumun olumlulaşması dili de kapsıyor ve dilsel şiddet meydana çıkıyor. İftira atmak, itibarsızlaştırmak, aşağılamak, incitmek veya şeyleştirmek üzerine kurulu, dilsel şiddet bir olumsuzluk şiddetidir.                                             
Günümüz toplumundaki iletişim ifradı, dilin ve iletişimin spamleşmesine neden olmuştur. Ortaya ne bilgilendiren nede iletişim kuran bir iletişim ve haber kütlesi çıkartmıştır. Mikroblogging gibi iletişim yığınını da buna eklenebilir. Dilin spamleşmesi ben in iletişimsel bir boşluk oluşturacak biçimde, şişmesiyle el ele gider. Bu, Post Kartezyen bir dönüşümün başlangıcıdır. Kartezyen ben kırılgandır. Postkatezyen ben kendini ötekine karşı reddetmez. Postkartezyen ben in-varımın dili her türlü takiyyeden her sırdan arınmıştır. Post Kartezyen ben çıplak kalana kadar, hatta pornografik bir üryanlığa değin, soyunan estetik bir özne olarak belirir. İnsan, kendinin sergi değerini, sömürmesi kaçınılmazdır artık. Soyunmuş sergilenmiş ben için; öteki tüketici olarak seyircidir.
Aşırı iletişim, düzensizliği artırır ve bir iletişimsel dil çöplüğü yaratır. Michel Serres hakiki kötülük adlı denemesinde dünyanın çöpleşmesini ve kirlenmesini hayvani köklerden gelen bir sahiplenme çılgınlığına bağlar. Hayvanlar bölgelerini pis kokulu sidik ve dışkıyla işaretleyerek sahiplenirler. İnsanlar başkalarının kaşık sallamasını engellemek için çorbasını içine tükürür. Serres iki çeşit çöp arasında ayırım yapar: Devasa atık alanları, çevre zehirleri ya da sanayi çöpleri gibi maddi atıklar. Buna karşın dil in işaret ve iletişim çöpü yumuşaktır. Sahiplenme çılgınlığı gezegeni çöpte, işaretler tusunamisinde boğulmaktadır.
Serres’in hayvanları hala kartezyendir. Pis kokuları, dışkıları veya çıkardıkları gürültüyle ötekilere düşman olarak savunmadadırlar. Dünyanın çöpleşmesi ve kirlenmesi bugün kartezyenin ötesine geçiyor. Postkartezyen çöp, kartezyen gibi kokmaz. Hatta güzel olana, dikkat çekip reklama bürünür. Günümüzün postkartezyen bülbülleri, öteki bülbülleri kendi bölgelerinden atmak için ötmüyor. Dikkat çekmek için ötüyor, yani tweet atıyor.
Serres dünyanın çöpleşmesini Kartezyen öznenin sahiplenmesine bağlar. Günümüzün aşırı üretimi ve aşırı birikimi trans ekonomiktir oysaki. Ekonominin araç ve amaç bağını kopartır. Araç artık sınırlamayı gözetmez. Kendine referanslıdır ve ölçüyü kaçırır. Her şey amacından o kadar uzaklaştırıldı ki, sistemin tıkanmasına ve urlaşmasına neden oldu. O kadar çok şey üretiliyor ve biriktiriliyor ki bir işe yarayacak vakitleri kalmıyor… O kadar çok haber ve sinyal üretiliyor ve dolaşıma sokuluyor ki, okuyacak zaman yok. Bu olumlulukla yüklü, iletişiz iletişim yığını dikkati dağıtmakta, algıyı körletmekte ve sakatlamaktadır.
      
      9.     HOMO LIBER
Olağanüstü hal bir uç olumsuzluk halidir. Çünkü içindeki tüm pozitif normlar devre dışı bırakılmıştır. Dışın, sistemin içine zorla girdiği ve her şeyi soru işareti haline getirdiği anda devreye girer. İç ve dış arasındaki olumsuz bir gerilim, olağanüstü hal için kurucu önemdedir. Sistemin içkinliği olağanüstü halde aşkın bir öteki tarafından tehdit edilmektedir. Tümüyle farklı olan Öteki’nin olumsuzluğu, sistemde bir iç kasılma yaratmış ve onu içten titretmiştir. Olağanüstü hal, bir sistemin dışarıdan gelen tehdide karşı ürettiği bağışıklık tepkisidir.
Egemen güç, yürürlükteki hukuk düzenini devre dışı bırakma yetkisine sahiptir. Yani egemen gücün yasa koymak için haklı olmak gibi bir zorunluluğu yok. Olağan üstü hal yürürlükteki hukuk düzenini kaldırınca her bir kişiye dokunmanın mümkün olduğu hukuktan kurtulmuş bir mekân yaratır… Hakimiyet ve Homo Sacer’in çıplak hayatı bir düzenin iki uç menzilinde yer alır. Egemen güce karşılık tüm insanlar potansiyel olarak homines sacri’dir.
Olumluluk, günümüz toplumunda her türlü olumsuzluğu ve aşkınlığı çalarak olağan hal haline gelmiştir. Toplumun olumsuzlaşması her türlü dışın silindiği iç mekânı tümleştirir.
Egemenlik toplumu çoktan tarihe karıştı. Bugün hiç kimse ölüm kalım hakkını mutlak iktidarın eline vererek politikleşmiyor. Mutlak iradeye korumasızca tabi olan bir özne yok artık. Günümüz toplumu bir egemenlik toplumu değildir. Başarı ve performans toplumunda yaşıyor. Hayatını performans ve üretim üzerine kuran özneyi tebaadan ayıran nokta, kendisinin egemen oluşu, pazarlamacı girişimci özgürlüğüdür. Başarı ve performansa odaklı özne kendi randımanının azamileşmesi için özgürlüğü zorunluluk hisseder ve böylece kendini sömürmüş olur. Kendini sömürmek yanıltıcı özgürlük duygusuyla aynı oranda gittiğinden yabancı sömürüden daha verimlidir. Paradoksal özgürlüğü nedeniyle hem fail hem kurban, hem efendi, hem de uşaktır.
Özgürlük ve kendi kendine şiddet ayırt edilemez hale gelmiştir. Kendi üzerinde egemen, homo liber olarak sahneye çıkan yeni öznenin aslında bir homo sacer (lanetli insan) olduğu anlaşılır. Başarıya ve performansa odaklı toplumun egemeni aynı zamanda kendi kendisinin homo sacer’idir. Paradoksal görünse de, bu toplumda sömüren ve sömürülen, özne ve homo sacer aynı kişidir.
Muselmanlar[3] tamamen kuvvetten düşmüş, bir deri bir kemik kalmış ve apatikleşmiş kamp tutukluları. Totaliter bir toplumun homines sacri’leri olarak düzenin en dış mekânında, bir imha mekânında duruyorlar. Geç modern homines sacri olarak başarı ve performansa odaklı özneler ise artık mekânın tam ortasında düzenin merkezindeler. Çalışmaya ve performansa odaklı her birey toplama kampını yanında taşıyor. Yaşanan mekân ve işkence görülen mekân artık birbirinden ayırt edilemez olmuştur. Kendi kendilerinin gardiyanları, kendi kendilerinden çıkan şiddete karşı koyamaz... Şiddetin tarihi, faille kurbanın, efendiyle uşağın, özgürlük ve şiddetin örtüşmesiyle kemale eriyor.
Hepimizi homines sacri haline getiren büyü ve cazibe bir egemenin gücü değil, başarı ve performansın büyüsüdür. Kendini özgür hisseden, bir homo liber sayan, kendinin egemeni hisseden insan, kendi kendini homo sacer yapmaktadır.   
Nietzsche “Böyle buyurdu Zerdüşt”te şöyle der: Çılgınca çalışmayı ve hızlıyı, yeniyi, yabancıyı seven herkese –kendinize pek katlanamıyorsunuz, çalışkanlığınız kaçıştır ve kendinizi unutma isteğinden başka bir şey değildir. Eğer hayata inansaydınız, yaşadığınız an bu denli büyülemezdi sizi. Ama içinizde bekleyecek muhteva yok-hatta tembellik bile edemezsiniz.
Başarı ve performans odaklı toplum, iç mantığından hareketle bir doping toplumuna evrilmektedir. Çıplak canlılık işlevlerine indirgenmiş hayat, mutlaka sağlıklı tutulması gereken hayattır. Sağlık yeni Tanrıçadır. Bu nedenle yalın hayat kutsaldır… Başarıya ve performansa odaklı toplumun homines sacrilerileri, egemenlik toplumlarındakilerden bir noktada daha ayrılır: Öldürülmelerine kesinlikle imkân yoktur. Hayatları zaten bir ölmemişlikten ibarettir. Ölemeyecek kadar canlı ve yaşayamayacak kadar ölüdürler.

AYŞE YILMAZ / ALANYA
Cemaziyelevvel / 1441



[1] Burnout: Tükenmişlik Sendromu
[2] Genealoji/Jenealoji: Soy bilimi ya da jenealoji, ailelerin kökenlerini ve akrabalık ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır.
[3][3] Muselmann, Nazi toplama kamplarına esir askerlerden diğerleri bağırıp, çağırıp isyan ederken bir kenarda çekilip sessizce sonlarını bekleyenlere verilen, Müslümanların kaderlerine razı sükûnetlerine atıf yapılmış lakap.


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder