Ailesiz Toplum 5- Aileye Ötenazi / İstanbul Sözleşmesi

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 9 Kas 2009 3 yorum

Önceki Yazı: Bi Acayip Aileler.

Tüm bu acayip partnerli yeni aile formlarının insan nüfusunu etkileyebilecek yaygınlığa erişebilmesi için öncelikle kadının ve erkeğin birbirlerinden uzaklaşmaları yani ailenin yoldan çekilmesi gerekiyor.


Zehri altın tas içinde sundular  
Balı da ona suç ortağı ettiler    
Celaleddin-i Rumi  


 --Geleneksel Ailenin Hayat Damarlarının Kesilmesi - İstanbul Sözleşmesi  

Süreç tek boyutlu değil. Bir taraftan çocuksuz, “haz yönelimli “ farklı aile formları (LGBT birliktelikleri) meşrulaştırılıp özendirilirken, diğer taraftan da “çocuk yönelimli aile”[1] formu yıpratılmaya, “uzun süreli kadın erkek birlikteliğinin” önü tıkanmaya çalışılıyor.

Dikkat edilirse bir taraftan 18 yaşına kadar gençlerin evlenmeleri yasaklanıyor, diğer taraftan “0”  yaşına kadar “özgür seks” yolu açılan gençler, medya ve çevre üzerinden bitmez bir cinsel tahrike maruz bırakılıyorlar. Bu ilişki biçimlerinin arasındaki farkın nikahsız birlikteliklerde cinsellik ne kadar erken başlarsa başlasın çocuk olmazken, erken nikahlı birlikteliklerin çocuk sayısını artırması olduğunu düşünüyoruz.  (Çocukların, cinsel bilgilendirme, güvenli seks ya da tacize karşı bilinçlendirme adı altında sekse karşı ilgilerinin, meraklarının kışkırtılıp uyandırılması, erken olgunlaştırma, nikahsız cinselliğe yönlendirme ve bunların kozmetik sektörü ile ilintisi, bir başka yazının konusu olmaya aday.) Çocukların yetişkinlerle veya kendi aralarındaki nikahsız beraberlikleri hamilelikle neticelenmiş olsa bile “çocuğa” dönüşmüyor. Yani nüfus artışına sebep olmuyor.

Çünkü kadın, erkeğin sorumluluk alıp kadınla uzun süreli bir birliktelik kurduğuna inandığında çocuk yapmaya razı oluyor. (Ya da çocuğunu kürtaj ile öldürmeyip dünyaya gelmesine izin veriyor.)Gündelik ilişkilerin neticesinde çocuk olmuyor. Bu nedenle olsa gerek ki, erkeğin kadınla gündelik ve sorumluluk almayan ilişkilerle beraber olması “kişisel özgürlük” alanı ile korumaya alınırken, kadınla uzun süreli ilişkiye giren erkekler çeşitli şekillerde cezalandırılıyor.

Bu cezalandırmada da en önemli enstrümanın, dünya çapında bir proje olup 44 ülke tarafından imzalanan  İstanbul Sözleşmesinin 4. Maddesiyle[2] kabul edilen “kadının korunması“ söylemi çerçevesinde erkeğe yapılacak ayrımcılığın devlet politikasına dönüştürülmesi olduğu kanaatindeyiz.  Erkeğe yapılan ayrımcılık, ilk etapta kadını koruyor gibi görünse de, “erkeğe” her an cezalandırılabilirsin mesajını vererek, “kadınla uzun süreli beraberlikten” kaçınması gerektiği tehdidine dönüşüyor. Yani maddenin asıl işlevinin kadının erkeğe karşı kışkırtılarak yalnızlaştırılması olduğu kanaatindeyiz.  (Bu madde, Hırvatistan[3] ve Bulgaristan’da[4]  “cinsiyet ideolojisi” üreterek kadını yüceltip erkeği aşağılayan “cinsiyetçi” bir madde olarak eleştirildi. Macaristan ise İnsanlar ya erkek, ya da dişi olarak doğarlar; toplumsal olarak kurgulanmış cinsiyetten söz etmeyi uygun bulmuyoruz” diyerek “haz” yönelimli kurgulanmış cinsiyet tanımlamasına ve İstanbul Sözleşmesine itiraz eti. Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın “Her ülke, ailesini ve her çocuğun bir anne ile bir babaya sahip olma hakkını savunma hakkına sahiptir” demesi ise meselenin sadece eşitlik meselesi olmadığına işaret etmektedir.)

Erkeğe yapılacak ayrımcılık bir haksızlık olarak değerlendirilemez ve yapılacak ayrımcılığa itiraz edilemez maddesi, bir başka madde ile de takviye ediliyor. Erkeğin ne söylediğinin veya iddiasının, hatta olayın gerçekte ne olduğunun bir önemi yok; ”kadının beyanı esas alınır”[5]  deniliyor. Üstelik kadın, iddiasını ispatla yükümlü de değildir[6] hükmü ile de pozisyon kuvvetlendiriliyor. Yani kadın ne söylerse söylesin, ne iddia ederse etsin inanılacak, diyor.

Özellikle dikkat edilmesi gerekir ki, “kadının beyanı esastır” ilkesi ile hukukun en temel ilkesi olan “suç ispat edilene kadar masumiyet karinesi” ters yüz edilip suçun ispatı, iddia edenin sorumluğundan çıkarılıp, iddia edileni yükümlülük altında bırakıyor.[7] Hatırlatılması gerekir ki, “işlenmiş bir suç” ispat edilebilen bir şeydir, “işlenmemiş suç” değil.

Ancak erkeğin cezalandırılması için bir suç işlemiş olması da gerekmiyor; İstanbul Sözleşmesi bu konuda “.... kadınların fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zararı veya ızdırabı ile sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel olan tüm eylemler toplumsal cinsiyete dayalı şiddet anlamına gelir.[8]” diyor. Yani olmamış, yapılmamış, teşebbüs edilmemiş ancak kadının önsezisi ile yapılacağından şüphelendiği muhtemel ekonomik, cinsel veya fiziksel zarara yönelik bir hareket ya da “psikolojimi bozuyor” dediği her şey, erkek için cezalandırılma gerekçesidir. 

İstanbul Sözleşmesi tüm kadınları, adeta niyet okuyabilen ve niyet okurken yanılma ihtimali bulunmayan saf, iyi niyetli, hatasız ve kusursuz bir melek;  tüm erkekleri ise her an, kadının psikolojisini yüksek kalitede tutmaktan sorumlu potansiyel kötülük makinesi olarak görüyor.

Böyle bir süreç, ahlaki/ruhi herhangi problemi bulunmayan bir kadın için, şiddetten koruma misyonu görebilir. Ancak kadın, ahlaken ve ruhen sağlığı yerinde olmayan, hırslı, intikamcı, ahmak, menfaatçi, düzenbaz veya öfke, kıskançlık, kin gibi nedenlerle kontrolünü kaybetmiş biri ise ne olacak?  Mesela 2016 yılında Şanlıurfa’da “kocam bana 1 senedir tecavüz ediyor, beni zorla hamile bıraktı” diyen bir kadının iddiaları savcı tarafından çelişkili ve mesnedsiz bulunup davanın reddi istenmesine rağmen, “kadının beyanı esastır” denilerek kocaya 18 yıl hapis cezası verildi.[9]  Bu davada kadının ahlaken ve ruhen ne durumda olduğunu veya gerçekte hangi saikle hareket ettiğini bilmiyoruz ancak kocanın 18 yıl “tecavüzcü koğuşunda kalmak üzere”  ceza aldığını biliyoruz.

Şu an kocasına kızarak intikam duygusu ile 20 senelik evliliğinin ardından, “bana 20 senedir zorla tecavüz ediyor” diyerek kocasını cezalandırmak isteyebilecek bir kadının önünde hiç bir engel yok.

Böyle bir uygulamanın erkeklere verilmiş; “kadının, her an psikolojisinin bozulması, kıskançlık, hırs ya da intikam duygusu ile seni, senelerce tecavüzcü koğuşuna atılabileceği bir birliktelikten uzak dur”, mesajı olduğu kanaatindeyiz.

6284 no’lu “kadına karşı şiddetin” önlenmesine yönelik kanunun, kadının beyanı ile “erkeğin sert bakışını” bile “şiddet” saymasını, bu mesajı anlamayan erkeklere yönelik bir yaptırım olarak düşünüyoruz. İnsanın sürekli güler yüzlü olması, mümkün olmadığına göre, erkeğin suratının “asık” mı, yoksa “sert”mi olduğuna kim karar verecek? Elbette kadının keyfiyeti.

Ev hayvanlarını bile sokağa atarken merhamete gelip[10] hayvanı sokağa atan keyfiyet sahibine ceza veren kanunların ailenin erkeğini, kadının keyfine göre sokağa atarken hiç bir şeyi umursamamasını başka türlü izah edemiyoruz. (Çocukların babalarını sokağa atmanın, çocukların üzerindeki psikolojik etkisi ile ilgili tartışmaları ise sadece hatırlatıp geçiyoruz.)

İstanbul Sözleşmesinin kadını sahiplenen ve onu "güçlü" kılan adeta, "Senin keyfini kaçırdı. Hadi onu cezalandır. Arkandayız." der gibi kışkırtan tavrı birliktelik sonlandıktan sonra birden değişiyor: Kadın polise telefon ettiği an erkeği evden 6 ay uzaklaştırabiliyor ama kadının pişman olup, şikayeti geri çekme hakkı da yok. Erkek eve dönemiyor.  İstanbul Sözleşmesi diyor ki; “...  şikâyette bulunulmasına bağlı olmamasını ve mağdur şikayetini veya ifadesini geri alsa bile kovuşturmanın devam etmesini sağlamak üzere...”   [11]  Yani kadın, “erkeği evden atarken” güvenilir ve güçlü biri olup, beyanı esas kabul edilirken, erkekle beraberliğine geri dönmek istediğinde, "kadın gücünün" arkasındaki kudret ortadan kayboluyor ve kadın ne istediğini bilmeyen, beyanının hiç bir hükmü olmayan, güvensiz, aciz birine dönüşüyor.

Ancak erkeğin cezalandırılabilmesi ve birlikteliğe ara verilmesi için “kadının şikayet etmesine de gerek yok” diyor İstanbul Sözleşmesi; “Kadın, erkekten şikayet etmiyorsa, mutlaka erkekten korktuğu için şikayet etmiyordur” şüphesini bahane ederek: Hizmetlerin sunumu mağdurun fail hakkında şikayette bulunması veya aleyhinde tanıklık etmesine bağlı olmayacaktır.[12]  hükmünü getiriyor. Yani kadın, “Biraz tartıştık sesimiz yükseldi, hepsi bu. Şikayetçi değilim. Mahkemeye de çıkmam, aleyhinde şahitlik de etmem, size ne” dese de adam cezalandırılır, diyor sözleşme. Sözleşmenin “hizmet” dediğinin, erkeğin kadına yaklaştırılmaması olduğunu da hatırlatalım. 

İstanbul Sözleşmesi, “kadın, şiddet ortamına çevre baskısı sebebi ile dönüyor” bahanesinden hareketle parçalanmakta olan aile yeniden birleşmesin diye de, tedbir alıyor ve şiddet döngüsünü kırma adına, çiftlerin arasını yapabilecek uzlaşmacılara da yasak getiriyor. Devlet,  “... uzlaştırma da dahil zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır[13] diyor ve uzlaşmacılık yapan sivil biri ise 15 günden 3 aya kadar, resmi kolluk kuvveti ise 3 yıla kadar ceza veriyor ve kolluk kuvvetlerine de sorumluluk yüklüyor.[14] Yani olur da polis memuru, “Ablam yıkma yuvanı” gibi bir cümle ağzından kaçırırsa cezası 3 yılı buluyor.

Ama kendi yuvalarından atılan ve genellikle kalabilecekleri bir başka evleri ya da partnerleri olmayan; toplumun, ailesinin, arkadaşlarının ve çocuklarının önünde küçük düşürülmüş, aşağılanmış hissettirilen erkeklerden gelen şiddet, bu uygulamalar ile azalmıyor[15] tam aksine öldürülen kadın sayısı artıyor.[16]

Üstelik kadının ya da erkeğin kendi yuvasından atılabileceği düşüncesi toplum tarafından olumlu olarak algılanamadığından bu evlilikler devam edemiyor ve boşanma ile neticeleniyor.  

Aynı uygulamaları 2016 yılında hayata geçiren Rusya, “erkekleri evden uzaklaştırılan ailelerin” devam etmediğini ve boşanma oranlarının hızla yükseldiğini fark edince 1,5 senelik bir uygulamanın ardından bu kanun tasarısını geri çekti.[17] Yasanın geri çekilmesinin mimarlarından Olga Batalina "Bizim için, bir kurum olarak aileyi korumak çok önemlidir" diyerek kanunun geri çekiliş sebebini açıklarken, Rus milletvekili Vitaly Milonov, "Aile içindeki sorunlardan bahsediyoruz. Bu soruna liberal açıdan bakamazsınız. Bu, bir yatakta üç kişi olması gibi olur. Eşinizle ve bir insan hakları kuruluşuyla beraber yatıyormuşsunuz gibi"[18]  diyor.

Anladığım kadarı ile ruh sağlığı bozuk bir kaç kadını tatmin etmek için aile kurumunu yıkmaya neden olabilecek uygulamaları sahiplenemeyiz demeye çalışıyor. Bizim kanaatimizde, aile konusunda bize yol gösterecek olanlar, hayatları boyunca hiç bir insanla uzun süreli sağlıklı bir beraberlik kurmayı başaramamış; aile nedir, sorumluluk nedir bilmeyen, hayatı cedelleşmekten ibaret olarak algılayan insanlar olmamalı ve bu insan tiplerinin kanun yapıcı veya uygulayıcı konumlardan uzak tutulmaları gerektiği yönündedir.

Boşanma hakimlerinin, gittikçe boşanmayı daha  kolaylaştırıcı yönde tavır almalarının da mevcut konjuktürle uyumlu olduğu kanaatindeyiz. Mesela eve sık sık misafir getirmek de boşanma sebebi, gelen misafire iyi davranmamak[19]  da boşanma sebebi sayılabiliyor.  Eşine şşşt diye seslenmek[20] ,  sık sık  iş değiştirmek[21]memleketinde çok vakit geçirmek[23] gibi durumlar da boşanma kapsamına alındı. Erkeğin kadını yatağa çağırması "aile içi tecavüz" iken, erkeğin tersini yapıp yatağını ayırması da boşanma sebebi sayıldı.[22] 

Diğer taraftan zinaya hiç bir suç tanımlanmazken, çok kısa süreli bile olsa evlilik yapan erkeklerin boşandıklarında ömür boyuna varan nafaka cezalarına[24] mahkum edilmelerinin[25], boşandıktan sonra çocuğun velayetinin; babanın çocukla ilişkisine hiç bir kıymet atfetmeden kadın, seks işçisi, metres veya birçok erkekle aynı evde aynı anda yaşayan biri bile olsa kadına verilmesinin[26] evlenen erkeğin cezalandırılması sürecinin bir parçası olarak okunabileceği kanaatindeyiz. 

Buna tersten bakmanızı rica ediyorum: Hangi kadın her an sokağa atılabileceği, bir iftira ile onlarca yıl hapis cezası alabileceği, ayrılsa da ömrünün sonuna kadar erkeğe hizmet etmeye mahkum edileceği, erkek hangi ahlaksızlığın içinde olursa olsun öz çocuğuna sahip çıkamayacağı bir birlikteliğe normal şartlarda razı olur? Bu nedenle uygulamalar yayılıp kanunlar toplumda anlaşıldıkça erkeklerin aile kurmaktan daha da uzaklaşacaklarını tahmin etmek zor değil.

Zaten 2009 ve 2014 yıllarında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından yayınlanan araştırmada “ailenin” kadın için “güvensiz” bir ortam olarak kabul edilmesi[27]  ve 2014 yılı raporunda evliliğin, şiddetin sebebi olarak gösterilmesi, nihai hedefin ailelerin parçalanması ve çiftlerin birbirinden uzaklaştırılması olduğunu düşünmemize sebep oluyor.

Ancak erkekler açısından evlenmemek de sorunu çözmüyor. Çünkü İstanbul Sözleşmesi beraberliği partnerler üzerinden tanımlayınca[28]  kadınla uzun süreli beraber olan erkeğin cezalandırılması için ortada herhangi bir akid bulunmasına da gerek kalmadı. (İstanbul Sözleşmesi dayanak alınarak Ankara’da[29] , 3 ay beraber yaşayıp ayrılan sevgililer aile sayılıp, erkeğe nafaka cezası verildi.[30] (Kadın da erkek de öğrenci ve kendi sorumluluklarını alabilecek birey olmalarına rağmen sadece erkeğe ceza kesilerek cezalandırılması ile erkeğe yapılan ayrımcılık yine görmezden gelindi.)

Diğer taraftan da İstanbul Sözleşmesinin cinsiyete ideolojik yaklaşımı ile şiddetin cinsiyetlileştirilmesi ya da şiddete cinsiyet atfedilmesi (“erkek şiddeti”, “kadına yönelik şiddet”) çiftleri rakip olarak tanımlayan, birbirine karşı kışkırtan bir zeminden hareket ederek, daha ilk andan sağlıklı bir beraberliği dinamitliyor. Birlikteliği bir mücadele ortamı olarak algılayan, birbirlerinden hak kapma ya da birbirlerine hak kaptırmama mücadelesine girmiş “Rakipleştirilmiş Çiftler”in evliliklerinin çok uzun süreli olmadığını da fark etmek gerektiğini düşünüyorum.

Bir de hatırlatmada bulunalım: İlle de çocuk isterim diyen kadınlar artık erkeğe ihtiyaç duymadan kendi vücutlarında bulunan babalarından aldıkları kök hücre ile kendi kendilerine hamile kalabilecekler. Yani hiç bir erkeği yanlarına yaklaştırmalarına gerek yok.[31]

Bu politikaların uygulayıcıları, uyguladıkları politikalar ile oldukça başarılı(!) sonuçlar almayı başardılar.32]  Uygulamaların hayata geçirildiği ülkelerde  boşanma oranları hızla yükselirken evlenme oranları da düşüyor. Dolayısı ile nüfus artış hızları da azalıyor.

Bu politikalara geçtiklerinde %5-7 arasında olan babasız/ailesiz dünyaya gelen çocuk oranı: İzlanda da % 72, İskandinav ülkelerinde %55-60, Fransa’da %60,  İngiltere’de %48, Bulgaristan’da % 58, Portekiz’de %53, Şili‘de %60’lara ulaştı.

Ailesiz ve babasız çocuk yapmaya karar veren kadınlardan ikinci çocuğa sahip olan kadın sayısı da çok azalıyor.


Bu noktada bir şey daha hatırlatmak istiyorum. Bütün bu düzenlemeler “çocuğun terbiyesinin” devletin sorumluluğunda olduğu bir bilinci de dayatıyorlar. Yani çocuğun terbiyesinde ailenin devre dışı bırakıldığı (özellikle babanın) bir zeminden hareket ediyorlar. Böylece daha önce bahsettiğimiz egemenlerin kontrolünün dışında kalan son alan da işgal edilmiş oluyor. Ve egemenlerin öğretileriyle terbiyelenmemiş, ailenin keyfince yetiştirdiği insan modelinin de sonunu getirmiş oluyorlar. Üstelik İstanbul Sözleşmesinin daha önce üzerinde durduğumuz bölümlerinde dile getirilen Yeni Kapitalist dönemin, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği modeline uymayan dini, ahlaki, edebi bütün kavramların bitmez bir şekilde döngüye girdiği, nesilden nesillere aktarıldığı, yayıldığı, aile-çocuk döngüsü de kırılarak bu kavramların gelecek nesillere devrinin de önüne geçilmiş oluyor.

Bütün bunlar kadın-erkek ilişkileri dönüştürülerek ya da yeniden düzenleyerek yapılıyor. Kadın erkek ilişkilerini düzenlemek o toplumu, o toplumun dinini yeniden tanımlamak da demek oluyor.

Bu sürece, aileyi olmazsa olmaz gören, çocuğun terbiyesini devredilemez bir sorumluluk olarak babanın sorumluluğuna veren Müslüman toplumdan tepki gelmemesini sürecin hala Müslüman toplum tarafından anlaşılamadığına işaret olarak görüyoruz. 

Hülasası şu;

Eğer toplumlarda kadın-erkek birlikteliğinin % 10’unu eşcinsel, pedofili, robot, hayvan gibi ilişkilere yönlendirebilirlerse 1-2 nesilde dünya nüfusunun 800 milyon ila 1 milyar arasında azalacağını, eğer çocuğun terbiyesini aileden alabilirlerse egemenlere itiraz eden düşünce biçimlerinin gelecek nesillere intikalinin de önüne geçebileceklerini ümit ediyorlar. (Mücahit Gültekin, "10-15 sene içinde Türkiye’de her lise sınıfında 5-6 LGBT’li çocuk oturacak" iddiasında. Keşke elimizde devletin, bu konularda yaptırmış olduğu anketlerin sonuçları olsa da durumu daha net görebilsek. Ancak öğretmen arkadaşlar, şimdiden hemen her okulda 4-5 çocuğa rastlandığını iddia ediyorlar.)   


---Erkeklere Ne olacak? 

"İş bulabilenler, daha çok kadınlar olacak" diyor Prof. Harari; çünkü çalışan kadın kapitalizmin olmazsa olmazlarından. Kadın sanayiye girdiğinde işçi açığını kapatıp işsiz bir sınıfın oluşturulabilmesini sağlıyor. İşçi arzının artması maaşları düşürüyor. Düşen maaşlarla sermaye, bir kişinin ücreti ile iki kişiyi üstelik daha uzun mesailerle çalıştırabiliyor. Kadın çalışınca ev içi ekonomi diye bir şey kalmıyor; ev bütünüyle dışarıya bağımlı hale geliyor. Kozmetikten estetiğe, konfeksiyondan hazır yemeğe, kreşlerden huzur evlerine kadar birçok sektör canlanıyor ve böylece kadın sermayeden aldığını hemen geri iade etmiş oluyor. Ancak bunlar geçmiş dönem kapitalizm eleştirileri.

Şimdi ise kadının iş dünyasında olmasını, kadının iş dünyasında olduğunda erkekle uzun süreli beraberliği götürebilme yeteneğinin azalması ve çok daha az çocuk yapması nedeni ile istiyorlar. Üstelik “kadının güçlenince” babasına ve kocasına karşı güçlenmiş oluyor, egemene karşı değil. Kocasından ya da babasından kopan kadınlar egemen/patron/amir karşısında çok daha itaatkarlar ve emirleri erkeklere oranla çok daha az sorguluyorlar.

Düşündükleri dünyada kadın; evi, işi, ekonomiyi, -izin verilirse-  çocuğu tek başına (yalnızlık içinde) yüklenecek gibi duruyor. Yani kadınlara ağır hayat şartlarında, yalnızlık ve depresyon hapları ile donatılmış bir hayat öngörülüyor. 

Ya erkekler?

Uyuşturucu ve Oyunlar 

İşsiz erkekler bütün gün nasıl oyalanacaklar?
“İnsanlar bir şey yapmazlarsa delirirler”  diyor Prof Harari ve devam ediyor; “işsiz erkekleri bekleyen gelecekte iki seçenek: Uyuşturucu ve bilgisayar oyunları. Onlar ya uyuşturucu ya da üç boyutlu sanal alemler içinde kendilerini uyuşturup haz içinde olacaklar “(ölecekler-AHÇ)[33]  diyor.

Sanırım bütün dünyada uyuşturucunun serbest bırakılması için başlatılan kamuoyu çalışmaları da bu sebeple.

Dünya kamuoyunu hazırlamak için “uyuşturucunun insan hakkı olduğuna ve dileyenin kendisini uyuşturabileceğine” dair yayınları dolandırmaya başladılar bile.[34] 

Bu konunun öncüsü Hollanda 1970’lerden beri sürdürdüğü gevşek uyuşturucu karşıtı politikayı tamamen rafa kaldırdı. Ülke genelinde yaklaşık 600 kafede marihuana gibi maddeler satılıyor. Çek Cumhuriyeti’nde ise 1 gr kokain ya da 10 gr. marihuana gibi düşük oranda uyuşturucu madde kullanımı suç olmaktan çıkarıldı. Portekiz bu konuda daha ileri gitti ve 2001’de her türlü kişisel kullanımı serbest bıraktı.  Hindistan, Uruguay, Ekvator, Kolombiya, Avustralya gibi ülkelerde de tamamen serbest. İngiltere ve Belçika gibi ülkelerde ise sınırlı alanlarda serbest bırakılarak bu konuda ciddi bir mesafe alındı.

Egemenlerin uyuşturucuya olan ilgisinin bir nedeninin de uyuşturucu kullananlarda ömür ortalamasının çok kısalıyor olması olduğu kanaatindeyiz. Avrupa’da uyuşturucu kullanan 15-39 yaş arasındaki erkeklerde ölüm oranı 3 kat fazla. Bunun içine uyuşturucu ile ilgili HIV, Hepatit B ve C vs ölümleri dahil değil.[35]  Üstelik bu oranlar her yıl daha da artıyor.[36] 
Türkiye'de 8 yılda uyuşturucudan ölüm oranı %1833

Türkiye’de de durum çok farklı değil.[37]  2017 yılından itibaren Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı Türkiye Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi (TUBİM) uyuşturucu bağımlılığı ile ilgili veri, istatistik vs yayınlamayı durdurma kararı aldı[38]. Ancak Türkiye’de uyuşturucudan ölüm vakasının 2016 yılında 611 iken[39]  2017 yılı içinde büyük bir sıçrama ile 940’a çıktığını biliyoruz.[40]  

Diğer taraftan uyuşturucudan yakayı kurtarabilen erkekler için,  içine hapsedilecekleri 3 boyutlu simülasyon dünyaları kurmaktalar.

Oyunlar konusunda çok şey anlatmaya gerek olmadığını düşünüyorum; bu konu hemen her erkek çocuğu olan ailenin gündemine sokulmuş durumda.  Artık yaşı 30- 40’lara hatta 60’lara dayandığı halde hala kendini oyundan kurtaramayıp "genç" takılmaya çalışan ADAM olma, olgunlaşma becerisini gösteremeyen bir kitleyi şimdiden var ettiler. (Gençlik-sorumsuzluk yaşı o kadar ilerletildi ki, artık olgunluğa ulaşamadan yaşlılık dönemi başlıyor.) Uyuşturucu müptelası ya da üç boyutlu sanal gerçeklik dünyalarında kaybolmuş erkekler, aile sorumluluğunu alabilecek olgunluğa da erişemiyorlar. 

Küçük bir “tanrı” olarak, seviyesi yüksek hayallerle büyütülmüş ancak reel hayata giriş arefesinde büyük bir hüsranı işaret eden, şişirilmiş egoları ile her türlü beklentinin enkazı altındaki gençliğe, kendilerinden ve sorumluluklarından kaçış alanları/fantezileri var ediyor oyunlar. Ve o fanteziler, onların ömürlerini yiyor.

Tüm bunlar kulağa uçuk kaçık iddialar gibi gelebilir. Ancak LGBT ilişkilerin sadece 5 senelik süreçte toplum nezdinde "ahlaksızlık " olarak görülmekten "cinsel eğilim" olarak görülmeye başlandığını ve gittikçe normalleştiğini hatırlatarak şu an garipsediğimiz bu kelimelerin çok uzun olmayan bir süreçte toplumun algılarında normalleştirileceğini iddia etmek zor değil, diye düşünüyorum.

                                                                                       Ahmet H. Çakıcı
                                                                              Muharrem 1440 / ALANYA
Kim bunlar? Dertleri ne?
İnşallah devam ederiz.


[1] Tanımlama Jack Goody’den alınmıştır.
[2] İstanbul Sözleşmesi 4. Madde : Kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin önlenmesi ve kadınların korunması için gerekli olan özel tedbirler, hali hazırdaki Sözleşme kapsamında ayrımcılık olarak kabul edilmeyecektir.
[5] Ankara 9. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 2001/01496E. ve 2002/00310K. sayılı kararı ve Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin 2003/4048E. ve 2004/2528K. sayılı onama kararları
[6]  18 OCAk 2013 tarihli 6284 sayılı kanunun uygulama yönetmeliği madde 30’a  3 :"Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz.Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir. Kararın verilmesi, Kanunun amacını gerçekleştirmeyi tehlikeye sokabilecek şekilde geciktirilemez.
[8] İstanbul Sözleşmesi 3/a :  “kadına yönelik şiddet’’ kadına yönelik ayrımcılığın bir türü ve bir insan hakkı ihlali olarak anlaşılmaktadır. İster kamu hayatında ister özel hayatta meydana gelsin baskı veya rastgele özgürlüğünü engelleme de dâhil kadınların fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zararı veya ızdırabı ile sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel olan tüm eylemler toplumsal cinsiyete dayalı şiddet anlamına  gelir.
[11] İstanbul Sözleşmesi, Madde 55.1 :Taraflar, işbu Sözleşmenin 35, 36, 37, 38 ve 39. maddeleri uyarınca belirlenen suçların soruşturulması veya kovuşturmalarının; suçun o bölgenin tamamında veya bir kısmında işlenmesi durumunda, suçun mağdur tarafından bildirilmesi veya şikâyette bulunulmasına bağlı olmamasını ve mağdur şikayetini veya ifadesini geri alsa bile kovuşturmanın devam etmesini sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.
[12] İstanbul Sözleşmesi 18/4: izmetlerin sunumu mağdurun fail hakkında şikayette bulunması veya aleyhinde tanıklık etmesine bağlı olmayacaktır.
[13] İstanbul Sözleşmesi Madde 48.1: Taraflar, işbu Sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerinde arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.
[14] İstanbul Sözleşmesi Madde 50.2: Taraflar, işlevsel tedbirlerin alınması ve kanıt toplama da dahil olmak üzere, kolluk kuvvetlerinin işbu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddetin önlenmesinde ve mağdurların korunmasında acil ve yerinde müdahale etmelerini sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.
[28]İstanbul Sözleşmesi 36. Madde 3. Taraflar, 1. paragrafta yer alan hükümlerin iç hukuk tarafından tanındığı şekliyle eski veya şu anki eşe veya partnerlere karşı işlenen eylemler için geçerli olmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alacaklardır.
[30] Mahkemenin kararına dayanak yaptığı İstanbul Sözleşmesi'nin 3/b bendi şöyle:
“‘Aile içi şiddet’, aile içerisinde veya hanede veya mağdur faille aynı evi paylaşsa da paylaşmasa da eski veya şimdiki eşler veya partnerler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel psikolojik veya ekonomik şiddet eylemi anlamına gelir.”


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

3 yorum:

Unknown dedi ki...

Kadının kutsallaştırıldığını düşünmüyorum şiddete uğrayan kişinin korunmasına yönelik bir sözleşmedir. Ayrıca çocuklar istismar sonucu böyle oluyor ve bunu yapan bir erkek hepsi için bunu yazmıyorum rujhsal olarak rahatsız olan doğru davranış eyllemini ayırt edemeyen bireyler için bunlar. Bir kadın uyuşturucu bağımlısı eşi tarafından kandırılarak öldürüldü. Tabiki eşimi seviyorum ama bana işkence yapar ve ölümle tehdit edip baskilarsa mecburen korunma talebinde bulunmalıyım. Çocuk istismarı öncelikle yakın akrabaların tanıdıkların yaptığı bir şey öncelikle bunu erkeklere karşı bir durum değilde ruhsal sağlıkları yerinde olmayan insanlar için gerekli olduğunu düşünün.Lütfen düşünün ki bir kızınız var ve eşi ona hakaret ediyor ağza alinmayacak sözlerle şiddet görüyor ve sizden yardım istedi ne yaparsınız?

Unknown dedi ki...

İnsanlığın temeline dinamit koyan bu ahlaksız sorumsuz sözleşme derhal iptal edilmeli. Aileyi koruyup güçlendirecek kanunlar çıkarılmalıdır. Bu sözleşmeyi imzalayanlar gaflet içinde değillerse hıyanet içerisindedirler. İnsanlık adına herkes elinden ne geliyorsa bu sözleşmeye karşı hemen yapmalıdır

mesut kaya dedi ki...

Olaylara kadın erkek olarak bakmak insanı yanlış yerlere götürür. İnsan hakkı vardır. Şiddetin cinsiyeti olmaz. Kadın erkek birbirinin tamamlayıcısıdır. Kanun önünde eşit olmalı, Çocuklarsa korunmalı. bu kanunlar önce babayı evinden attı. çok yakın gelecekte kadın ve çocuğuda kanun (çocuk hakları bahanesiyle) yoluyla koparılacak. Ailenin temeli 4284 (İstanbul Sözleşmesi)(uygulayan tek ülke TÜRKİYE)sayılı kanun ile yıkılmaya RESMİ olarak başlandı. Her kadın Melek değil, Her erkekte dayakçı değildir. Evinden (genelde iftira ile)uzaklaştırılan erkek bir daha evine çocuklarına dönemiyor. Boşanmak zorunda kalıyor. Örnek BEN. :-(

Yorum Gönder